10 Nisan 2020 Cuma

Örümcek Ağından İbaret Dünya ***


Bilim baş döndürecek şekilde gelişti. Sürekli yeni icatlara imza attı ve atmaya devam ediyor.
Bilime paralel olarak teknoloji de gelişti. Aldı başını gidiyor. Yetişebilene ve takip edene aşk olsun. Robot ve dijital çağa geçmeye hazırlanıyor.
Tıp ilmi de bilimsel gelişmelerden nasibini alanlardan. Yeni alet ve edevatla muayene teknikleri geliştirdi, teşhis ve tedavide büyük mesafe kat etti. Büyük büyük hastaneler kuruldu.
Bilim ve teknoloji ışığında insanoğlu devasa binalar yaptı, fabrikalar kurdu, üç vardiya birden seri üretime geçti. Üretim, pazarlama, ithalat ve ihracat tam gaz gidiyor.  
İnsanoğlu dün hayal bile edemediği emellerine bir bir ulaştı; güç, kuvvet, zenginlik, şöhret, makam ve mevkie kondu.
Seçimler kazandı, savaşlar kazandı; para, şan ve şöhret kazandı. Gücü ele geçiren dünyaya ayar vermeye kalktı, veriyor da. Kim ne diyebilirdi bu güce…Kim karşı çıkabilirdi bu ulaşılmaz güce sonra…

Bilim ve teknolojide bunca ilerlemesine rağmen insanoğlunun tek eksikliği, huzur ve mutluluktu. Parayla alınıp satılmayan bu huzur da gelecekti elbet bir gün. Tüm arayış, tüm hırs ve güç-kuvvet gösterisi bunun için değil miydi ayrıca…

Baş döndüren bilim ve teknoloji daha nelere imza atacak diye beklerken Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan bir virüs, üç ay gibi bir zaman zarfında dünyayı esir aldı, şehirleri hayalet şehre döndürdü, iş ve sosyal hayatı bitirdi ve bizleri evlerimize kapattı. Gözle görünmeyen, hangi hayvandan geçtiği dahi tespit edilemeyen, doğru dürüst tedavisi bilinemeyen, ölümlere sebebiyet veren, daha nicelerini öldüreceği kestirilemeyen ve adına Kovit-19 denen virüs gösterdi ki; onca icat ve baş döndüren gelişmişliğe imza atan bilim, robot teknolojisine geçmeye hazırlanan teknoloji, modern hastanelerde hastaları modern aletlerle tedavi etmeye çalışan tıp, her kapıyı açar denen para, zenginlik, şöhret, makamlar, güç, kuvvet, devletler, kısaca dijital çağa hazırlanan dünya, bu koronavirüs karşısında çaresiz ve aciz. Tıp, salgınla mücadele için 1,5 yıldan önce aşıyı bulamam diyor. Maske bulmakta zorlanan koca koca devletler “Evde kalın, evden çıkmayın” demekten başka bir şey yapamıyor. Görünmeyen, nereden bize vurup yere yıkacağını kestiremediğimiz, bulaşıcı özelliği olan bir virüsün verdiği korku bize yetti de arttı bile. Ölmeden öldürdü bizi.

Hasılı bir virüse teslim oldu dünya. Hepimiz evlerimizde esiriz şimdi. Bir umutla çekip gitmesini bekliyoruz. Demek ki baş döndüren gelişmişliğiyle dünyanın, bir virüslük kadar canı varmış. Dünyanın bu acizliğini görünce örümcek ağı aklıma geldi. Demek ki övündüğümüz tüm gücümüz bir örümcek ağı kadarmış. “Örümcekler günümüz teknolojisinin bile çözemediği inanılmaz canlılardır. Örümcek ağının çok özel nitelikleri olan sağlamlık ve esneklik bugüne kadar taklit edilemedi. Aynı çaptaki bir çelik telden iki kat daha güçlü olan bu doku ne kadar çekilirse çekilsin orijinal durumuna dönecek kadar esnektir.”

Gerçekten virüse teslim olan, onunla nasıl mücadele edeceğini dahi bile bilmeyen dünya, bu aşamadan sonra benim nazarımda örümcek ağı kadardır, hatta ondan da zayıf: “Allah’tan başka varlıkların korumasına sığınanların durumu, örümceğin durumuna benzer: Örümcek, (ağını) kendine bir yuva yapar, ama yuvaların en çürüğü de örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi! (Ankebut Süresi, 41.ayet)

***16/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.





Üzüntü, Kızgınlık ve Acizlik Bir Arada ***


Başta kendimizi, çevremizi ve ülkemizi salgından korumak amacıyla “Evde kal”, “Hayat eve sığar” sözleri gereği, işi olmayanların ve dışarıya çıkmak zorunda kalmayanların, kendilerini evlerinde izole etmesi gerektiği uyarıları çerçevesinde, çoğunluk evlerine kapandı. Dışarıda, ülkede ve dünyada ne olup bittiğini televizyon ve sosyal medya vasıtasıyla evlerden takip etmeye çalışıyoruz. İzlediklerimize bazen üzülüyor, bazen kızıyor, bazen de bir şey yapamamanın acizliğini hissediyoruz:

Twitter’da bir kadına ait şöyle bir video paylaşıldı: “Bana ‘Çıkma!’ diyorlar. Bir gelirim olmayınca mecburen kendimi dışarı atacağım. Şu anda ben dilenmekten geliyorum, kim bunu biliyor? Sadece ‘Çıkma, çıkma’ diyorlar. Gelsinler bakayım evimin halini görsünler”. Videoyu izleyen İstanbul Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdür Yardımcısı, alıntıladığı videoyu “geber” yazarak yeniden paylaşır. Paylaşımın ardından, ilgili müdür yardımcısı, görevinden alınarak hakkında soruşturma başlatılır. Bu haber üzerine fazla bir şey söylemeye gerek yok. Yalnız şunları da söylemeden geçemeyeceğim. “Evde kal” uyarılarına aldırmadan dışarıya çıkan kadın hatalıdır. Ama onu, evinden çıkartan açlıktır. Açlık bir insana her şeyi yaptırtır. Burada sorgulanması gereken; bu kadın -belki daha niceleri- bu durumda iken İstanbul’da görev yapan etkili ve yetkili kişilerin bu durumu görmemesidir. Diyelim ki İstanbul bir metropol şehir. Yetkililerin herkesten aynı anda haberdar olması mümkün olmayabilir. Kadın bir vesileyle “Ben açım” diyerek sesini duyurmuş. Aile ve sosyal politikalardan sorumlu il müdür yardımcısına düşen, bu kadını bulması ve ihtiyacını tedarik etmesiydi. Bulamıyorsa kadının videosunu paylaşırken “Teyzeciğim, bize ulaşır mısın” paylaşımını yapmasıydı. Bu, insani bir görev değil. İlgili bürokratın görevidir. Görevini tam yapamamanın üzüntüsünü derinden hissedeceği yerde “geber” diyerek içindeki kini boşaltıyor. Bu söz, sözün bittiği yerdir maalesef. Bereket, devlet bu beddua seansçısı gibi düşünmedi. “Bu sözün ve kişinin arkasında değiliz” refleksi göstererek bedduacıyı yerinden etti. Bu haberde üzüntü var, kızgınlık var ve yanlışı savunmayan bir devlet aklı var. Haberin tek sevindiren yönü de bu devlet aklı.

Konu bedduadan açılmışken beddua üzerine birkaç kelam etmek istiyorum: Beddua, her tarafa giden; isabet ettiğini yaralayan, onda onulmaz yaralar açan, öldürmekten beter eden ve öldüren ok gibidir. Bu ok, bazen beddua edileni bulur, bazen beddua edeni bulur, bazen de askıda kalır, isabet edeceği kişiyi ve günü bekler. Beddua edilen, bu bedduayı hak etmemişse edilen bu beddua döner, dolaşır, kişiyi bulur. Kendisini ‘geber’tmese de koltuğundan eder. İşini ve koltuğunu kaybetmek de bu tip kibir budalaları için ölmekten beter bir durumdur.

Üzüntü, kızgınlık ve acizliğimiz bu haberle sınırlı değil. Fransa’da ihtiyacını karşılamak için bir markete giden bir soydaşımız markette gördüğü bir olayı şöyle anlatıyor: “Sosyal mesafeye riayet ederek alışveriş sıramı beklerken yürümekte zorlanan yaşlı bir kadın, düşürdüğü bir şeyi almaya çalışırken yere düştü. Kadını kaldırmak için kimse harekete geçmedi. Kadın, raflara tutunarak güç bela kendisi kalktı.” Herhalde bu habere üzülmeyeniniz olamaz. Burada üzüntünün yanında bir de acizlik var. Kim gelip kadına yardım edebilir bu durumda? Kadın ölse de bu durumda kimse kadının yanına yaklaşamaz.  Çünkü yaklaşmak yasak, temas yasak…
Yine İstanbul’dan bir görüntü: İşi yokken dışarıya dolaşmaya çıkan ve maske takmayan birine “Devlet evde kalmanı istiyor, niçin çıktın” sorusu soruluyor. Kişi, “O devletin görüşü” cevabını veriyor. Aklı sıra “Ben bu yasağı kabul etmiyorum” demek istiyor. Bu cevap karşısında ölür müsün, öldürür müsün?  Kızmamak maalesef elde değil.

TV’lere yansımayan bir haber de benden. Yan tarafımda Suriyeli bir aile var. Sanırım bir tarikatın şeyhi. Sair zamanlarda her perşembe akşamları(cuma akşamı) Konya’nın öbür ucundan gelen Suriyelilerle birlikte evinde sesli zikir seansı düzenler. Zikir sesleri site dışına ve sokağa kadar taşar. Sesli zikir yaptıklarına göre sanırım Kadiri olmalılar. İster sesli, ister sessiz yapsınlar. Ama çoğumuzun ana babamızı bile ziyaret etmekten kaçındığımız bu olağanüstü durumda bile küçücük bir yere, onlarca Suriyeli sığınarak ara vermeden hala zikir çekmeye devam ediyorlarsa bu adamlara ne denir şimdi? Çünkü değişik yerlerden gelen ve gündelik olarak çalışan bu kişilerin zikir esnasında birbirleri ile temas etmemeleri mümkün değil. Aymazlığın bu kadarına da pes doğrusu! Gel de kızma bunlara. Devlet de uğraşsın dursun salgını kontrol altına alacağım diye.

İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizleri helak etme Allah’ım!

***11/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.


8 Nisan 2020 Çarşamba

Sevemedim Gitti Şu Okumayı *

Bana okur musun diye sorarlar. Utana sıkıla okurum diyorum. Bazen de ara sıra, fırsat buldukça okurum. Zira pek zamanım olmuyor diyorum. Bırakıvermiyorlar peşimi. Şu anda hangi kitabı okuyorsun diye soruyorlar. Halihazırda okuduğum kitap yok diyorum. Bu sefer en son hangi kitabı okudun diyorlar. Düşünüyorum, ağzımda geveliyorum. Okuduğum kitap ismi de aklıma gelmiyor. Buldular ya. Geliyorlar üzerime artık. Sanki önceki sorularına cevap almışlar gibi genelde hangi tür kitapları okuyorsun diye soruyorlar. Mübarekler! Sanki Allah tarafından görevlendirilmiş sorgu melekleri bunlar. Sordukça soruyorlar. Hayatta başka soru ve sorun kalmamış gibi. Sanki ben okuyunca dünyadaki tüm sorunlar kalkacak.
*
Hayatı evime sığdıracak şekilde evime kapanmışken içim içime sığmıyor. Mutluluğuma diyecek yok anlayacağınız. Çünkü bu hengamede kimse bana "okuyor musun, hangi kitabı okuyorsun" gibi sorular sormuyor, daha doğrusu soramıyor. Hazır onlar yani sorgu meleklerim yanımda değillerken onlara buradan rahat bir şekilde cevap vereyim. Bitsin artık sonu gelmeyen bu sorular ve benim çilem.

Şunu herkes bilsin ki elimin altında okuduğum bir kitap yok. Yakın ve uzak geçmişte bir kitap okumuşluğum yok. Bundan sonra da okumayı düşünmüyorum. Var mı, bu sözlerim üzerine söyleyeceği kimsenin? Kim benim okumayışımı dert edinmişse benim yerime de bir kitap okuyuversin. Sonra okumadığım alnımda mı yazıyor da bana bu soruyu soruyorlar? Cahilliğim yüzümden mi okunuyor yoksa? Halbuki ben her konuda fikir söyleyen, her konuyu bildiğini sanan, yeri geldiği zaman bilgiçlik taslayan, her şeyi eleştiren biriyim. Din, siyaset, ekonomi, sosyal hayata dair -aklınıza ne gelirse- her alanda söyleyecek sözüm var. Var mı bir eksikliğim? Siz kendinize bakın.

Daha açık yazayım: Konuşmak, müşahede etmek, seyretmek varken niye gözlerimi yorayım. Haydi okudum diyelim. İş okumakla kalmıyor ki... Bir de okuduğunu anlaman gerekiyor. Bu durumda niye kendimi zorlayayım. Ayrıca okumak için kendimi toplumdan izole etmem, sessiz bir ortam seçmem gerekiyor. Sosyal bir varlık olan ben ve kendimi toplumdan soyutlamak? Ne kadar yabancı birbirine. Gördüğüm ve bulduğum biri ile lak lak yapsam hem hoşça vakit geçirmiş hem de içimi boşaltmış olurum.  "İç"in iki harften oluştuğuna bakmayın. Bir derya var, gördüğünüz o tek hecede. Konuşuyorum konuşuyorum, boşattığım denizdeki bir katre bile değil. Anlayacağınız çenem, vazgeçebileceğim ve okumaya tercih edebileceğim bir sermaye değil. Bu demek değildir ki hiç okumuyorum. Bende görsel zeka var. Gördüğüm bir eşyayı, resim ve fotoğrafı yüz okuma tekniği gibi şıp  diye okuyorum. Resmin arka yüzüne bakmaya bile ihtiyaç hissetmiyorum. Bu okuma diğer okumalar gibi yormuyor beni üstelik. Bir araç alacağımda bile içinden önce aracın kaportasına bakarım. Aracın vuruğu, kırığı, değişen parçası, boyası, özellikle tavan boyası ve rengi benim için olmazsa olmaz önceliğimdir. Dışına içim ısınmışsa sonra o değilden içine göz atarım. Aracın en son motoru aklıma gelir. Hasılı kaportayı beğenmişsem içi bir şekil içime siner. Gördüğünüz gibi iki harf diyerek küçümsediğiniz içime neler sığıyor neler! Tıpkı sizin hayatı evinize sığdırdığınız gibi. Okumayı da içim götürmüyor, tıpkı sevmediği bir yemeği, faydalı diye zorla çocuğunuza yedirmeye çalışırsınız da yumurcağın içi götürmez ya, işte benim iç de okumaya karşı böyle duyarlı.

İsterseniz daha açık yazayım: Sevmiyorum ben bu okumayı, sevemedim gitti. Okumadığım için kendimde ayrıca bir eksiklik de hissetmiyorum. İhtiyaç hissedenler okusun, raflara dizilmiş o kitapları. Siz hangi kitabı okuyayım diye raflara bakarken benim ilgi alanıma o kitapların raflardaki dizilişi giriyor, görselliği ilgimi çekiyor. Kitap en iyi arkadaşmış...Sizin olsun o arkadaş. Beni bilin ve tanıyın ki o birilerinin tek vücut olmuşçasına durmadan "Evde kal" dediği gibi siz de kitap oku, demeyin. Anladık, geri zekalı değilim: Evden de çıkmayacağım, kitap da okumayacağım. Sonra siz okudunuz da ne oldu? Benden ne farkınız var? Okuyan biri olarak sizi de eve kapattılar, beni de. Siz de hayatı eve sığdırıyorsunuz, ben de. Var mı aramızda bir fark? Bu durumda hala bana oku diyecek misiniz? En nefret ettiğim şeydir bana bunun söylenmesi. Tıpkı çocukların, dersine çalış denmesinden nefret ettikleri gibi.  İnadım inat, okumayacağım. Bakalım sizin inat mı galip gelecek benim inat mı?  Hatta sizinle  bu konuda tartışmaya bile varım. Unutmayın ki bana galip gelemezsiniz. 

*11/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

7 Nisan 2020 Salı

Ekranlardaki Uzmanlar Bizi Uyutuyorlar ***

Yeni tip koronavirüs çıktığı andan itibaren devlet, millet ve dünya bu salgına odaklandık. Televizyon haberlerinin ve tartışma programlarının vazgeçilmez tek gündem maddesi koronavirüs oldu. Ekranlara çıkan aynı veya farklı uzmanların veya bilim kurulu üyelerinin ağzından; virüsün nasıl yayıldığını, insandan insana nasıl geçtiğini, sosyal mesafenin ne kadar olması gerektiğini, maske takıp takmayacağımızı; nerelerde takılıp nerelerde çıkarılacağını, elimizi nerelere temas etmeyeceğimizi, hapşırırken ne/nasıl yapacağımızı; günde elimizi kaç defa, kaç saniye, ne şekilde yıkamamız ve evde kalmamız gerektiğini o kadar duyduk ki sular seller gibi ezberledik dediklerini. Hele temizlik konusunda paranoyak seviyesinde temiz olduk. Yıkadıkça yıkıyoruz ellerimizi, sürttükçe sürtüyor ve hilalliyoruz. “Evde kal” sözü kulaklarımızda çınlıyor sürekli. Hazır ikinci döneme ait konulardan LGS ve YKS’de soru çıkmayacağı açıklandığına göre uzmanların koronavirüsle ilgili tavsiyelerinden soru sorsalar, çocuklarımızın başarıları daha bir artar. Çünkü işin uzmanı olduk hepimiz ve içimiz, dışımız koronavirüs ve koronavirüs önerileri oldu.

Ne moderatör ne ekrandaki konuşmacılar “Yahu biz aynı şeyleri çok söyledik, artık kendimizi tekrarlıyoruz. Biraz da başka bir şeyler söyleyelim,” demiyorlar, aynı dersi her akşam tekrarlıyorlar bize. Tamam, tekrar etsinler; unuttuklarımızı hatırlatsınlar. Zira “Tekrar güzeldir, 180 kere de olsa” bize hatırlatsınlar. Ama bir yere kadar. İşi tadında bırakmak ve usandırmamak lazım. Gına geldi her gün her kanalda aynı şeyleri duymaktan. Çünkü aynı şeyleri söylemek bezdirdiği gibi dinletmez de kendisini. Sadece bir güzel uyutur. Uzmanların söyleyecekleri bir şey kalmamışsa “Ben söyleyeceğimi söyledim, bu konuda başka söyleyeceğim yok” deyip ekranlara çıkmasınlar.

Hemen hemen üç aydır işin uzmanlarının söylediklerini okullarda öğretmenler söylese öğrenciler isyan eder, dersi dinlemez. Veliler “Bu öğretmenler çocuğumuzu geri zekalı sanıyor, aynı şeyleri tekrarlayıp duruyorlar: Temizlik temizlik, hijyen…ellerimizi şöyle yıkayalım gibi. Çocuklarımıza yazık! Uyutup oyalıyorlar. Bu öğretmenler çocuklarımızı pis mi sanıyorlar? Çocuklarımızın psikolojisi bozuldu” deyip okulu basarlar. Hızını alamayıp CİMER’e şikayet ederler. Sonuç alamazsa meseleyi adliyeye taşır, gerekirse öğretmenin ağır cezada yargılanmasını isterler.

İçinizden konu malum, haliyle gündem de aynı olur, başka ne olabilir diyebilirsiniz. Konuyu değiştiremeyeceğimize göre pekala gündemi değiştirebiliriz. Çünkü biz koronavirüsle yatıp onunla kalkarken farkındayız veya değiliz, yaşadığımız bu olağanüstü durumun ardından, kurulacak olan yeni bir dünya düzeninden bahsediliyor. Dünyanın tek merkezden tüm devlet ve insanları etkileyecek bu yenidünya düzeninde; yaşadığımız sosyal hayattan din anlayışına, çalışma hayatından sosyal hayata, aile yapısından eğitim anlayışına, gıdadan teknolojiye, devlet yapısından devletlerin işleyişine varıncaya kadar her şeye müdahale edileceği, herkesin takip ve kontrol edileceği dijital bir hayat öngörülüyor. Biraz da aklımızı, kafamızı bu senaryolara yoralım, anlamak için vakit ayıralım. Bu konudaki uzmanları ekranlarda daha sık görelim. Yapılmak istenenleri ve niyetlerini anlamaya çalışalım. Orta yerde insanlığın aleyhine bir durum varsa şimdiden ne yapabiliriz, bunun üzerine yoğunlaşalım, bu konuda kamuoyu oluşsun. Bu yeni hayatı dayatacaklara kızılacaksa beraber kızalım. En azından piyasada aranan ürünü, fahiş fiyata satan esnafımıza kızdığımız kadar bizim için senaryo üretenlere de kızmaya zaman ayıralım. Bizimkiler, üç kuruşluk ürünü beş kuruşa satarken nasıl fırsatçılık yapıyorlarsa yenidünya düzenini dayatacaklar da bu hengame ve puslu havada fırsatçılığın alasını yapıyorlar. Bu yüzden ekranlarda aynı şeyler tekrarlayarak daha fazla uyutulmak istemiyoruz. Yeni kurulacak dünya ile ilgili yeni şeyler ve öneriler duymak istiyoruz.

***09/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Pozitif Olmak mı Yoksa Negatif Kalmak mı?

Bazen bana birileri, "Hep sinirli ve gerginsin. Hep eleştiriyorsun. Etrafa hiç pozitif enerji vermiyor, hep negatif enerji yayıyorsun, etrafından insanları kaçırıyorsun. Biraz pozitif ol" derlerdi.

Aynı kişilerle şimdi karşılaşsam "Aman pozitif olma. Zira yanında kimse kalmaz, herkes kaçar gider. Sen en iyisi negatif kal" derler mi? Derler.

Bu adamların birbirine zıt iki tavsiyesinin hangisine uyayım? Yani pozitif olsaydım, yanımdakilere enerji yayacağım diye herkesi pozitif yapacaktım. Hem kendime hem de çevreme zarar verecektim. Herkes "kim bu istatistiklere giren, acaba biz onunla temas etmiş olabilir miyiz" diye düşünüp duracaklardı, bu yoğun iş güç temposunda. Düşünmekle de kalmayıp "Bir de çevresine bulaştırmış" deyip kızacaklardı bana. Sonuç; hastane, yoğun bakım, entübe... Öbür dünyaya gidip gidip gelecektim ben ve benden pozitif kapanlar. Postu deldirmeyip eve gelseydim, en az 14 gün olmak üzere evde bir karantina devresi...Hala pozitif emare/semptom var mı diye birbiri ardına yapılan testlerin arkası kesilmeyecekti. Halimiz haraptı anlayacağınız. Gerçi "Bana bir şey olmaz"dı. Olan benden pozitif kapanlara olurdu ama bunu bir türlü anlatamadım kimseye.

Bana akıl veren kişilerin "Aman negatif ol" demelerine ne diyeyim şimdi? Karar versinler artık! Pozitif mi olayım yoksa negatif mi? İnsan ya pozitif olur ya da negatif. Kah öyle kah böyle olur mu? Negatif kaldım bereket, hem dün hem bugün. Allah izin verirse yarınlarda da negatif olmaya devam edeceğim.

Hasılı dostlar! Ben hala bıraktığınız yerdeyim. Buna varın siz inat, bense prensip/huy diyeyim. Gördüğünüz gibi sonunda inadım galip geldi. Umarım siz de bu süreçte kendinizi sorgular, yaptığınız hatanın farkına varır ve negatif olmaya/kalmaya devam edersiniz.

Bu vesileyle daima huzur ve mutluluk içerisinde olun, hep olmasa da şimdilik negatif olun, bir de evde kalın. İleride olmak isterseniz, tekrar pozitif olursunuz. Ama şimdi zamanı değil. Gününüz ve geceniz mübarek ve bereketli olsun.

6 Nisan 2020 Pazartesi

Gençlerin Yeteneklerini Köreltmeyelim! *

Okulların eğitime ara vermesinin ardından, sınava hazırlanan LGS ve YKS öğrencilerine destek olsun diye yazdığım, “LGS ve YKS adaylarına” başlıklı yazım üzerine, KPSS’ye hazırlanan üniversite son sınıf bir öğrencinin, bizimle ilgili de yazı bekliyorum isteğine, “Böyle bir yazı yazarsan, köşemde yer veririm demiştim. Öğrenci; üşenmemiş, onca derdinin arasında eğitim ve öğretimi masaya yatıran enfes bir yazı kaleme almış. Bundan sonrası öğrenciye ait. Sizi eğitim ve öğretimi dert edinmiş bu yazıyla baş başa bırakıyorum:

“Bu ülkenin sorunları nelerdir? Terör, işsizlik, torpil, beyin göçü, bedavadan kazanma alışkanlığı, cari açık, dış borç, kadına şiddet, hukuka inancın kalmaması, gelir dağılımı eşitsizliği, siyasî kamplaşma gibi onlarcasını sayabilirsiniz belki. Ama ülkenin çözülmeyen en büyük sorunu eğitim sistemidir. Uygulanan sistem, çağın gerisinde kalmış ve her dönem, siyasetin etkisinden kendisini kurtaramamıştır. Sınırsız yaratıcılık yeteneklerini, gözü kapalı çocukların ellerinden çalan bir eğitim sistemi. Teoriye dayalı yığınla bilgi ezberletmenin, öğretmenin asli görevi sayılan bir müfredat... Geleceği sadece 3 saatten ibaret olan gençlerimizden, nasıl mutlu ve yaratıcı bireyler olmalarını isteriz? Evet, teori önemlidir ama bu kadar teoriye dayalı, gerçeklerden uzak bir ölçüm olamaz. Veriyi ezberlemekten ziyade, verileri yorumlamak fark yaratır. Çocuklarımızın yeteneklerinden çok, LGS sonuçlarını merak ediyoruz. Devlete sırtını dayamış mı? İyi o zaman, ne âlâ! Bir gencimizin hayatının kurtulması bundan ibaret. Peki, bunun için şartlar nelerdir? Ezbere dayalı, çoktan seçmeli bir sürü soru. Evet, geleceğimizin kurtulması ezberci ve çoktan seçmeli sorulara bağlı.

Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından 2000 yılından bu yana 3 yılda bir yapılıyor. En son 2018 yılında yapıldı. Bu sınava 15 yaş grubundan 72 ülkeden toplam 540 bin öğrenci katıldı. Öğrencilerin, uluslararası ölçekte fen, matematik ve okuma becerilerini ölçen en önemli sınavlardan biri. Şu anda daha iyisi diyebileceğim bir sınav yok. Türkiye, bu sınava 2003 yılından beri katılıyor. 2003’den beri yükselen puanlar 2015’de düşerek 12 yıl önceki sonuçların altına geriledi. Her ne kadar 2015 sonuçlarına göre Türkiye'deki öğrencilerin puanları artsa da PISA 2018 sonuçlarına göre Türkiye "okuma, matematik ve fen bilimi" alanlarının tamamında, OECD ortalamasının altında kaldı. Bunlar eğitim sistemimizin son durumunu gösteren bilimsel veriler. Malesef son durum pek iç açıcı görünmüyor.
*
Ben İngilizce öğretmenliği 4.Sınıf öğrencisiyim. Eğer bu pandemik diye adlandırdığımız salgın ortamından sağ çıkarsak mezun olacağım. Öğretmen olarak mezun olduğumda, mesleğimi yerine getirebilmek için üç sınavın ardından bir de sözlü mülakata girmem gerekecek. Bir ertelenme olayı daha çıkmazsa tabii. Bu sınavlar, iyi bir öğretmen seçmek için mi? İyi bir öğretmen bu şıklarda mı gizli? Bugün 5 yaşındaki bir çocuğa “Çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane?” sorusunu sorduğunuzda size “ıslak mendil”, “patlamış mısır”, “cips” gibi cevaplar verecektir. Ama bize sorarsanız veya ortaokul öğrencisine sorarsanız, “Biz öyle öğrenmedik o bilmecenin cevabı, nar olmalı.” deriz. Yani yaratıcılığımızı müfredat dediğimiz kalıba koyarız. Eğer iyi bir öğretmenseniz basmakalıp cevapları ezberletmezsiniz çocuklara, bilmecelere yeni cevaplar buldurursunuz. Hatta yeni bilmeceler üretmelerini istersiniz. Bunları okurken ahkam kestiğimi düşünenleriniz olacaktır belki. Ama sorarım size: Kamu Personeli Seçme Sınavı ne ölçüyor? Sabır, yaratıcılık, ahlak, cesaret, yeniliğe açıklık, gelişmeye isteklilik, bilgi...hangisi? Sabrımızı tam anlamıyla ölçtüğü kesin. Son anda ertelenen sınavlar, son anda değişen sınav müfredatları, son anda değişen sınav sistemleri ve olmazsa olmaz mülakat torpilleri belirliyor kariyerimizi, yeteneğimizi ve geleceğimizi.

Velhasılı kelam; bu süreci, sonucunu tahmin edemeyeceğim bir şekilde atlatacağım. Zor ya da kolay. Bu aşamada tek umudum/beklentim, yıllarımı verdiğim emeğimi kazasız belasız atlatmaktan ziyade, bu sistem içinde ardımızdan gelmekte olan çocuklarımızın hayal güçlerinin ve yeteneklerinin öldürülmemesidir.” Büşra YILDIZ (Ün. Son Sınıf Öğrencisi)

KPSS adayı kızımızın kalemine kuvvet! Ona ve tüm adaylara sınavlarda ve hayatlarında başarılar diliyorum.

*08/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


2020’yi Nasıl Hatırlayacağız? ***

2020 yılının geri kalan 9 ayında bizi daha neler beklediğini bilmediğimiz gibi bir öngörüde de bulunamıyoruz. Plan zaten yapamıyoruz. Çünkü burnumuzun önünü göremiyoruz. Her şeyimizi öteliyoruz şimdilik. İlk üç ayında yaşadıklarımıza bakarak bir gün bize, 2020 yılı denince siz bu yılı nasıl değerlendirirsiniz, bu yıl size neyi hatırlatıyor, siz olsanız bu yıla hangi adı verirsiniz…dense ne cevap veririz? (tabi yaşayıp o günleri görürsek)

·        Salgın/virüs/mikrop/felaket/afet yılı, (Yediden yetmişe bu salgını iliklerimize kadar yaşadık, hala yaşıyoruz: Hem ilmel yakin hem aynel yakin hem de hakkal yakin)

·         Maske yılı, (Maskeler yok satıyor, varsa da el yakıyor. Devletler, maske temin etmekte zorlanıyor. Maske kapmak ve maske yaptırmak için devletler, nerede ise maske savaşı veriyor...Tüm zorluğuna rağmen insanlar maske takıyor…)

·         Dezenfektan yılı, (Mikropları kırma özelliği olan bu ürünü bulmak, tıpkı maske gibi oldu, yok sattı. Bulan da fiyatını görünce epey bir kendine gelemedi.)

·         Kolonya yılı, (Hangi markası olursa olsun, kapış kapış gitti. Alırken kimse fiyatını sormadı bile)

·         Fırsatçılar yılı, (Fırsatçılar bu vesileyle fırsatları ganimete çevirdi. Bu süreçte millet neye ihtiyaç duymuşsa fiyatları uçurdu.)

·         Acizlik yılı, (Devletlerin, milletlerin, insanların, tıp ve bilimin salgınla mücadelede aciz kaldığı görüldü. Sağlık sektörü çöktü, devletlerin mali disiplini diye bir şey kalmadı…)

·         “Evde kal”dığımız yıl, (İnsanlık hiç bu kadar evlere kendini hapsetmedi. Dünya devletleri ilk defa bir konuda hemfikir: Hepsi “evde kal” diyor.)

·         Dijital çağın test edildiği yıl, (Eğitim uzaktan yapılıyor, birçok sektör işini dijital üzerinden yürütüyor, devlet başkanları dahi devlet yönetimlerini evlerinden yapıyor…)

·         Sosyal mesafe yılı, (Hiç olmadığı kadar birbirimizden uzak durduk, yakın temastan kaçındık. Birinci derece aile üyeleri başta olmak üzere akraba ve yakınlarla telefon, internet vasıtasıyla görüşüldü. Ziyaretler kesildi. El öpme, tokalaşma ve kucaklaşmayı ara ki bulasın.)

·         Uzaktan eğitim yılı, (Okullar, üniversiteler, etüt ve kurs merkezleri eğitim ve öğretimini uzaktan yapar oldu.)

·         Karantina yılı, (Bir veya birkaç kişide koronavirüs görülmüşse o bölge veya muhit karantinaya alındı.)

·         İstenilmeyen kişiler, (Başta Avrupa olmak üzere yurtdışı ve umreden gelenler. Çünkü virüs bize dışarıdan gelince ister istemez dışarıdan gelenlere karşı hiç olmadığı kadar tepki gösterildi. Bugünlerde yurtdışından gelenlerin evde, yurtta karantinalarının biri bitiyor, diğer karantinaları başlıyor…)

·         Ölüm yılı, (Başta kronik hastalar olmak üzere bağışıklık sistemi zayıf olanları öldüren bir virüsle karşı karşıyayız. Ölenlerden daha fazlası hastanelerin yoğun bakımlarında tedavi görüyor. Daha çok ölümlerin olacağına dair öngörü ve tespitler yapılıyor.)

·         Cenazelerin yıkanmadığı yıl, (Salgın riskinden dolayı koronavirüsten dolayı ölenler yıkanmadığı gibi kendilerine cenaze merasimi de yapılmıyor.)

·         Ölüm korkusunun herkesi sardığı yıl, (Hepimiz, ölümün soğuk nefesini ensemizde hissediyoruz, ölmeden ölüyoruz her gün. Durmadan da korku pompalanıyor.)

·         Olanla yetindiğimiz yıl, (Hiçbir şey istemiyoruz bu günlerde. Elde ve evde ne varsa onunla yetiniyor.)

·         Kepenklerin kapatıldığı, işçilerin çıkarıldığı ve iflasların olduğu yıl, (Endişem, bu hal böyle devam ederse birçok sektör iflas edecek, işsizlik daha bir artacak.)

·         Temizlikte paranoyak yılı, (Hiç olmadığı kadar temizliğimize dikkat ediyor, yıkadığımız eli bir daha yıkıyoruz.)

·         Burnumuza pis kokuların geldiği yıl, (Devletlerin etkisini kaybedeceği, ekonomilerinin çökeceği, insanlara çip takılacağı; paranın ortadan kalkacağı, yerine dijital paranın tedavüle sürüleceği, dünyanın tek merkezden yönetileceği gibi iddialar dolaşıyor.)

·         Yasakların tepki çekmediği yıl, (Seyahatlerimiz, dışarı çıkışımız, cuma ve cemaatle namaz, umre, konvoy, uğurlama, düğün vb.)

·         “Bize bir şey olmaz”cılar yılı, (Uyarılara rağmen dışarı çıkmaktan ve birbirleriyle temas etmekten kaçınmayanlar. Sayıları gittikçe azalsa da var.)

·         Doktorlara alkış desteğinin verildiği yıl, (Hastalıkla beraber önemleri daha da öne çıkan doktorlara, ileride yeniden şiddet uygulamaya kalktığımızda “En son 2020 yılında kendilerine destek verilmişti, diyeceğiz.)

·         Suç oranlarının sıfıra düştüğü yıl, (Pek duymuyorum: Ölüm, şiddet, evden uzaklaştırma, cinayet, hırsızlık vs. Belki de bu yılın tek olumlu tarafı bu.)

Verdiğim örneklere başka örnekler de verebiliriz. Zira hepsi uygun düşer bu yılı tanımlamak için. Bu yıla ne denirse densin, biz bu yılı hayırla yad etmeyeceğiz. Allah beterinden saklasın...

***07/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.