5 Nisan 2020 Pazar

Salgının Altından Bir Çapanoğlu Çıkacak Ama Ne? *


Yaşadığımız olağanüstü durumu sizlere anlatmaya gerek yok. Zira hepimiz dünyada dolaşımda olan yeni tip koronavirüs hastalığının pençesinde yaşam mücadelesi veriyoruz. Bu durumu, kimimiz ilmel yakin(ilimle bilmek) kimimiz aynel yakin(gözle görerek bilmek) kimimiz de hakkal yakin(her şeyi ile yaşayarak bilmek) bir şekilde yaşıyor, eğer buna yaşama denirse.

Covid-19 adı da verilen bu salgının, daha fazla insanına sirayet etmesin diye devletler mücadele ediyor, yeni tedbirleri devreye sokuyor, sektörlerin çökmemesi için alacağı vergiyi öteliyor, işçi çıkarılmasın diye sektörlere destek veriyor, hastalığın yayılma riski fazla olan işyerlerini geçici olarak kapatıyor. Hastaneler tam kapasite çalışıyor. Çalışmak zorunda olan sektörlerin elemanları dışında herkes evine çekilmiş durumda.

Televizyonlar, virüsün ortaya çıktığı andan itibaren salgın haberleri ile sürekli evlerimize misafir oluyor, virüsten korunma yollarını anlatacak uzmanları ekranlarına çıkarıyor, hastalıktan korunmak için neler yapmamız gerektiğini, maske takıp takmamamız gerektiğini anlatıp duruyorlar. Tüm bunları evimizde seyrederken her akşam saatlerinde yapılan test sayısını, hastalığı pozitif çıkan hasta sayısını, yoğun bakım ve entübe hasta sayısını, iyileşen ve ölen sayıyı öğrenince morallerimiz bir daha bozuluyor. Çünkü onca tedbire rağmen sayılar azalacağı yerde artmaya devam ediyor. Ayrıca konuşmaya ve araştırmaya rağmen ne hastalığın,  hangi hayvandan yayıldığını biliyoruz ne hastalığın tedavisini bulmuş durumdayız ne de bu olağanüstü durumun ne zaman biteceğini biliyoruz. Üstelik bu virüsün doğal yollardan mı yoksa bir laboratuarda üretilip dünyaya servis edildiğini dahi bilmiyoruz. Sonuç olarak devlet/ler aciz, vatandaş aciz, tıp aciz, dünya aciz. Kara kara düşünüyoruz. Herhalde insanlık bu kadar aciz kalmamıştır ömrü boyunca.

Acizlik de olsa salgının yayılmaması için evlerimizde bekleyelim, uzmanların ve sorumluların yaptığı açıklamalara azami riayet edelim. Ölümü gösterip sıtmaya razı edilmiş bir şekilde evlerimizde beklerken bizi koronavirüs sonrası nasıl bir hayat bekliyor, bunu da düşünelim. Çünkü yeni bir dünya düzenine doğru gideceğimizden, devletlerin önemini kaybedeceğinden, dünyanın tek merkezden yönetileceğinden, dijital hayata geçeceğimizden, kullandığımız paraların ortadan kalkacağından; yerine dijital paranın tedavüle sürüleceğinden, eğitim başta olmak üzere hayatın birçok alanında dijital ortama geçeceğimizden bahsediliyor. Tüm bu senaryoları, içimizdeki az sayıda bulunan stratejistler dile getiriyor. Bunlar da her kanala çıkıp düşüncelerini açıkla-ya-mıyor.

Stratejistlerin öngörülerinin ne kadarı gerçek olur ne kadarı hayata geçirilir bilmiyorum. Ama bugüne kadar her olayı kendi lehlerine çevirmeyi bilen, dünyaya yön veren üst akıl, şu anda biz evlerimizde otururken iş başında. Bitmez, tükenmez emellerine ulaşmak için harıl harıl çalışıyor. Salgının bu kadar uzaması, bilinmezliğin hakim olması bana normal gelmiyor. Bu salgın, insanlara ne kadar korku verir ne kadar can alırsa durum üst aklın lehine işleyecek. Çünkü bu iş uzadıkça devletlerin ekonomisi çökecek, piyasayı döndüremeyecek hale gelecek ve devletler kendilerine dayatılacak dünyayı kabule mecbur bırakılacak.

Halihazırdaki dünyanın durumu, bana eski bir sözü hatırlattı. Eskiden yerimize göz dikenler, yerimize oturmak istiyorlarsa hamasete başvurur: “Kalkın ey ehli vatan dediler. Kalktık. Herkes oturdu, biz ayakta kaldık” der; biz kalkar, hedef gösterilen yere bakarken onlar yerimize otururdu. Şimdi de “Evde kal” denilerek “Siz istirahatınızı yapın, Biz her şeyi sizin adınıza düşünür, tedavüle süreriz, sonra görürsünüz gününüzü” deniyor gibi.

*06/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


3 Nisan 2020 Cuma

Sizi Temsil Etmeme Ne Dersiniz?

Değerli hemşehrilerim! Malumunuz her hafta farklı bir yerde temsilen cuma namazı kılınacak. Vaziyet böyle devam ederse Diyanet de cuma ile ilgili alternatif çözümler üretmeye devam edecek. Bununla ilgili biz de  şehir olarak ön hazırlık yapmak zorundayız. Mesela Diyanet, ilerleyen haftalarda, her ilden bir kişinin katılımıyla Ankara'da bir camide cuma kılınacak derse, bizim böyle bir hazırlığımız var mı? Yok. O yüzden, içimizden birini şimdiden temsilci seçmemiz gerekir ve ben bu göreve talibim. Her ilden gelecek diğer 80 temsilci ile yerinize Ankara'da cuma kılmak isterim. 

Sizi temsil etmemin, cuma ile sınırlı kalmaması en büyük idealimdir. İleride her ilden her ili temsilen bir mebus derlerse, sizi aynı şekilde mebusunuz olarak Meclis'te temsil etmek isterim. 

Sanmayın ki fırsat kolluyor ve bu vesileyle fırsatı ganimet biliyorum. Böyle düşünen varsa bilin ki beni üzersiniz. Zira ben virüsün kol gezdiği bir ortamda kelle koltukta, kefenimi giymiş bir şekilde sizi temsilen Ankara'ya gitmeyi göze alayım . Siz de beni takdir edeceğiniz yerde böyle düşünün. (Ki aranızda yoktur böyle düşünen. Bu tür kötü niyet sadece benim aklıma gelir.) Şundan emin olun ki tek derdim sorumluluğu üzerinizden almak.

Sonra bu işler parayla değil, sıra iledir. Olur ya bu temsilciliğim esnasında, başıma bir hal gelirse, içinizden biri şehri temsilen cenaze namazımı kılar. Ayrıca hepinizin katılmasına gerek yok. Siz de işinize gücünüze bakarsınız.

Hazır, iş temsilden açılmışken gelin, cuma mesajlarını da herkesten sorumluluğu alıp içimizden cuma mesajı gönderecek birini seçelim. Zor değil, korkmayın. Seçilen temsilci her hafta bir kişiye mesaj gönderecek. Bu iş temsili olarak halledilince telefonunuzda kayıtlı olan herkese her hafta cuma mesajı gönderme külfetinde kalmayacaksınız. (Gerçi bu bazıları için bir düğmelik iş) İşinize yoğunlaşacaksınız. Cuma mesajı gönderemediğiniz kişiler de bu vesileyle bayram edecekler.

Konu cuma mesajlarından açılınca sosyal medya kullanıcılarını da cuma mesajından mahrum etmeyelim. Bunun için de bir temsilci seçelim. Bu kişi her hafta sosyal medyaya girerek cuma mesajı paylaşacak. Diğerleri biz ne yapalım demesin. Onlar da bu mesajı beğenecek, isterlerse yorum yapabilecek.

Hazır konu temsilden açılmışken yaklaşmakta olan oruç için de bir temsilci seçelim, üstelik adın da Ramazan, derseniz; o kadar da değil, daha oraya sıra gelmedi. Sonra bir göreve talip olduk diye hepsini üzerine yıkarak canımı almayın, derim. Ayrıca biz bu konuda mezun değiliz. Yetkililerin bu konudaki açıklamasını bekleyelim.

Bugünlerde Sağlık Çalışanı Olmak ***

Her meslek zordur. En kolay olanı kaldırım mühendisliğidir. Bu işi icra edenlerin de dolaşmaktan ayaklarına karasular iner. Bakmayın, çoğumuz kendi yaptığı işi zor, başkasının işinin kolay olduğunu söylediğine. Sorumluluk istenen her iş zordur.

Meslekler zor olduğu kadar aynı zamanda önemlidir de. Önem sırası da daha fazla ihtiyaç hissettiğimiz anlara göre değişir. Hiç önemsemediğimiz meslek ve işkollarını, yokluklarında ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlarız.

Hangi meslek ve işkolunda çalışırsak çalışalım, her meslek çalışanı değerlidir aynı zamanda.
Mesleklerin zorluğu, önemli olması ve çalışanlarının değerli olması yanında, bir de mesleklerin gözde olanları vardır. Gözde meslekler, zamanın ruhuna uygun olarak ihtiyaca, özlük haklarına ve çalışma şartlarına göre değişiklik gösterse de ilk sırayı hiçbir meslek grubuna kaptırmayan meslek, hekimlik mesleğidir. Başarılı öğrencilerin çoğunun gönlünde doktor olmak vardır. Çocuk ve öğrenciler arasında “İleride ne olmak istiyorsun” araştırması yapılsa, kahir ekseriyeti “Doktor olmak istiyorum” cevabı verir.

Gelelim günümüze… Dünyayı esir alan, normal yaşantımızı değiştirerek bizi evlerimize hapseden, hayatı durduran koronavirüsten dolayı her akşam hastalığa yakalanan ve bu hastalıktan dolayı ölen insan sayısını duyan çocuklarımız, gözde mesleklerden doktor (ve sağlık çalışanı) olmayı ya da anne ve babalar, çocuklarının doktor (ve sağlık çalışanı) olmasını ister mi hala? Sanırım bu olağanüstü durumu gören ve yaşayanlar bu aşamada kolay kolay sağlıkçı olmak istemezler. Çünkü virüs kaparım endişesiyle herkesin -sağlam insanlar dahil- birbiriyle temas etmekten kaçındığı günümüzde sağlık çalışanları, önlerine gelen hastayla temas etmek zorunda: “Bu hasta koronavirüs hastası, bundan bize virüs bulaşır, o yüzden uzak durayım” gibi bir tercihleri söz konusu değil.

Sağlık Bakanı Sayın Koca, “Muayene veya diğer temaslar dolayısıyla koronavirüs teşhisi konan sağlık çalışanı sayısının 601 kişi olduğunu” söyledi. Bakan’ın 1 Nisanda verdiği bu rakamlar 1 Nisan şakası değil, gerçek maalesef. Bakan ayrıca “DSÖ Avrupa Direktörünün Avrupa'da görülen vakaların yüzde 10'unun sağlık çalışanları olduğunu ifade ettiğini” açıkladı aynı gün. Tıp profesörü Cemil Taşçıoğlu da maalesef kaptığı virüsten dolayı vefat etti.

Anlatmak istediğim, yaşadığımız bu olağanüstü durum gösterdi ki bu devirde doktor veya sağlık çalışanı olmak kefenini giymek demektir. Onlar bu riske rağmen hastayı muayene edip tahlil tetkikini yapacak ve teşhisten sonra tedavisi için uğraşacaklar. Ölmeden ölmek, her gün, her saat, her saniye ölmek demektir. Ölmez sağ çıkarlarsa iş çıkışı ne annelerini görürler ne babalarını ne de çocuklarını. Çünkü aldıkları virüsü yakınlarına kaptırma durumları söz konusu.

Zorluğu, önemi ve değeri, günümüzde daha önemli hale gelen sağlık çalışanlarının, virüs kapma ve ölme riskine rağmen yoğun bir tempoda görevlerine sabırla devam etmesi, bir fedakarlık örneği ve diğerkamlıktır. Yaptıklarının karşılığı ne parayla ödenir ne teşekkür ne de alkışla. Hele de bu zor günde… İyi ki varlar bu fedakârlar ordusu. Allah razı olsun kendilerinden. Allah onları sevdiklerine bağışlasın.

***04/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Nisan 2020 Perşembe

Ömrün de Ölümün Hayırlısı *

Ölüm bir gün kapımızı çalacak. Zira biyolojik yasa gereği er veya geç öleceğiz. Çünkü bu dünya geçici ve içinde yaşayan bizler de fani birer varlıklarız. Zamanı gelen gidiyor: Kimimiz ölümcül bir hastalığa yakalanıp ölüyor, kimimiz kalp krizi sonucu vefat ediyor, kimimiz vücut fonksiyonları pes edince ölüyor, kimimiz de bir kaza sonucu veya bir cinayete kurban giderek hayatını kaybediyor. Sebebi ne olursa olsun, ölümün bir gerçek olduğunu bildiğimiz halde bir sala duyduğumuz zaman içimiz cız eder. O anda hayatın anlamsızlığı aklımıza gelir. Bir müddet sonra normal hayatımıza kaldığımız yerden devam ederiz.

Ölümü her zaman düşünür olsak da hayatın içine kendimizi o kadar kaptırıyoruz ki hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamaya devam ediyoruz. Çünkü bu fani hayatı daha çok seviyoruz. O yüzden ölmemek için her yolu deneriz. Bu, bugüne kadar böyle idi. Bugünlerde ölümü daha çok düşünür olduk. Hatta hiç aklımızdan çıkmıyor. Hatta ölmeden önce ölüyoruz dense yeridir. Çünkü görünmez düşman virüs, hayatımızı çepeçevre kuşattı. Zayıf bulduğu vücudu yere yeriyor. O yüzden ne kadar hedefimiz, idealimiz varsa öteledik hepsini ve evlerimize kapattık kendimizi. Postu deldirmemeye ve dünyayı eve sığdırmaya çalışıyoruz.

Biz ölüm korkusuyla kendimizi eve hapsetsek de ölümler oluyor ve hoşlanmasak da vefat haberleri geliyor. Ölenin yakınına eskisi gibi “Ölüm nedeni nedir” diye soramıyoruz. Çünkü hepimizin aklına “Acaba koronavirüsten dolayı mı vefat etti” geliyor. Bundandır ki ölenin yakınları, daha sormadan vefat nedenini açıklamak zorunda kalıyor. Hatta bazı vefat mesajlarında ve sosyal medya paylaşımlarında “kalp krizi” veya “vadesiyle vefat etti” açıklamalarına bile rastlıyoruz.

Koranavirüsten dolayı ölmek ayıp bir şey midir? Asla. Kişi koronavirüsten dolayı da ölebilir. Zira ayıplanacak bir durum değildir. Hepimizin başına gelebilir. Hepimiz bu amansız hastalığa yakalanabilir ve bundan dolayı da ölebilir ve yakınlarımızı kaybedebiliriz. Çünkü bu virüs kişi seçmiyor. Kimi önüne katıyorsa kovalıyor. Doktorları da vuruyor, şöhret bulmuş koltuk sahiplerini de. Bu gerçekliğe rağmen bize ölüm zamanını tercih hakkı verilse öyle zannediyorum hiçbirimiz bugünlerde ölmek istemeyiz. Yine ölüm nedeni seçeneği sunulsa koronavirüsten dolayı ölme tercihini seçmeyiz. Gerçekten zor bir durum. Belki de bundandır ki cenaze yakınları, ölenin ölüm nedenini açıklamak durumunda kalıyorlar. Çünkü bu hastalığın bulaşıcı özelliği var. Pekala ölenin yakınları da bu virüsü kapmış olabilir. Defin esnasında bu virüsün merasime katılanlara bulaştırılma riski de maalesef yüksektir.

Hasılı biz istesek de istemesek de hoşumuza gitse de gitmese de ölüm şu ya da başka nedenlerle kapımızı çalacak. Ama bu ölüm nasıl olsun? Hepimizin istediği, vadesi gelmiş bir ölüm. (Aslında her ölüm vadesi gelmiş bir ölümdür.) Belki de bu yüzden birbirimize dua ederken “Allah hayırlı ömür ve hayırlı ölümler nasip etsin” şeklinde dua ederiz. Bu duayı daha çok yapmanın şimdi tam zamanı. Temennim, bu zaman diliminde sebebi ne olursa olsun bir ölümün gerçekleşmemesi. Eğer ölüm hak vaki olacaksa da herkese hayırlı ömürler gibi hayırlı ölümler nasip etsin Mevla’m!

*03/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


1 Nisan 2020 Çarşamba

Dert Ortağım

Bir görüşme nedeniyle evimden en son 16 Mart günü çıkmıştım. (Sanki sordunuz da) O günden bu yana ne çarşı bilirim ne pazar. Ne arayanım var ne de soranım. Ne kimseyi ziyaret ettim ne de evime ziyaretçi geldi. Ekmek biterse fırına, çok zaruri bir ihtiyacım ortaya çıkmışsa, market ayrımı yapmadan en yakın markete gidip geldim.

Eve kapanmamın ilk haftasında gittiğim market de son gidişim oldu. Oğlan ihtiyacımı alıp geliyor, istediklerimi mutfağa koyuyor, bizimle görüşmeden evinin yolunu tutuyor. Hasılı evlendirip baş göz ettiğim çocuklarımı dahi göremiyorum. Evde hapisim anlayacağınız. Tıpkı evde kal uyarısıyla evine kapanan çoğunuz gibi.

Evde otururken şimdi evde hapis cezası almanın tam zamanı diyorum bazen. Nasılsa ben de evdeyim, herkes de evinde. Hazır eve kapanmışken bu vesileyle cezamı çekmiş olurdum. Daha neler aklıma geliyor neler! En normali de verdiğim bu örnek.

Anlayacağınız dertliyim. En büyük dert ortağım, yol arkadaşım ve sırdaşım, günde en az üç kez, içinde çay demlediğim çaydanlıktır. Pek çay içmeyen çocuğum da çaykolik oldu. Dolduruyorum çaydanlığın içini suyla. Koyuyorum ocağın üstüne çaydanlığı. Yakıyorum altını. İşe gidecekmişim, acele işim varmış gibi açıyorum ocağın alevini. Fokur fokur kaynatıyorum suyu. Demliyorum çayımı.

Çayımı biraz dinlenmeye bırakıyorum. İyice demlendikten sonra oturuyorum çaydanlığın yanına. Doldurup doldurup içiyorum. İçtikçe efkarım dağılıyor. Ta ki çaydanlıktaki çay bitinceye kadar. Ne çaydanlığım yaktın, kaynattın, pişirdin beni diyor ne içtiğim çay; yeter artık, bırak içmeyi diyor ne de midem, of! İçim dışım çay oldu diyor. Bugünlerde damarlarımı kesseniz kan yerine, çay akar anlayacağınız.

Görünen o ki evde zorunlu ikamet devam ettiği müddetçe çaydanlık, çay ve ben birbirinden ayrılmaz muhteşem üçlü olmaya devam edecek. En iyi dost zira çay bu aşamada. Umarım bu mecburi olağanüstü hal çok uzun sürmez, ülke selamete çıkar, ben de sağ salim dışarı çıkarım, herkes gibi.


Yardımlar, Gerçek İhtiyaç Sahiplerini Bulur mu? **


Malumunuz bugünlerde başımıza tebelleş olan bir salgınla boğuşuyoruz. Her geçen gün artan gözle görünmez bu mikrobun bugünden yarına gideceği de yok. Her gün yapılan testlerle bu virüse kapılanların sayısı da bir o kadar artıyor. Aynı şekilde bu amansız hastalığı atlatamayıp ölüme yenik düşenlerin sayısı da artıyor.

Dünyanın aciz kaldığı, birçok ülkenin sağlık sisteminin çöktüğü bu virüsü kapmamak, başkasına bulaştırmamak için yetkililerin uyarılarıyla evlerimize kapandık, ilden ile hatta ilçeden ilçeye çıkışlar bile mülki amirin iznine bağlı hale getirildi. Salgının hızı kesilmez, artmaya devam ederse kısmi sokağa çıkma yasağının sınırları genişletilerek belki de tüm ülkede sokağa çıkma yasağı ilan edilecek. Bakkal, marketler ve fırınlar dışında birçok sektör iş yerini açmayacak şekilde geçici olarak kepenk kapattı. İşin ciddiyetinin farkına varamamış ve “Bize bir şey olmaz” diyen az sayıdaki insan dışında ve işi gereği dışarıya çıkmak zorunda olan insanlarımız dışında herkes evine kapandı.

Eve kapandık ama ne yiyip ne içeceğiz? Haydi diyelim ki kamu sektöründe çalışanlar çalışmadığı halde şimdilik maaşlarını almaya devam ediyorlar. Özel sektörde çalışanlar ne yapacaklar bu durumda? Şimdiden işini kaybeden, evine ekmek götüremeyen ve kazancı, günlük çalışmasına bağlı insanlarımız var. Bunlar ne yiyip ne içecekler, ihtiyaçlarını nasıl giderecekler? Zaten adı konmamış bir ekonomik krizi yaşıyorduk hepimiz. Bu salgınla beraber bu ekonomik kriz derinleşecek. Şu anda hissettiğimizden daha beterini ilerleyen ay ve yıllarda hissedeceğiz. Bu durumu, ekonomisi sıcak para ve borçlanmaya dayalı, gelir ve gider dengesi yeterli olmayan ülkeler daha zor atlatacaktır.

Ne yapacağız bu durumda? Oturup ağlayacak halimiz yok. Bu çark bir şekilde devam etmelidir. Tüm geliri, alacağı vergiye bağlı olan devlet, şu anda vergi de alamadığına göre milyonları bulan ihtiyaç sahiplerine, sosyal hukuk devleti anlayışı gereği, bütçe imkanları çerçevesinde yardım yapması mümkün değildir. Geriye, zaman zaman başvurduğumuz yardım kampanyası kalıyor. Bunu ister yerinde görelim veya eleştirelim, şu anda başka da seçenek görünmüyor.

Başlatılan yardım kampanyası, gönüllülük esasına dayalı bir kampanyadır. İsteyen katılır, isteyen katılmaz. Kampanyaya katılmayanlardan beklenen, vatandaşın kafasını karıştırmamak olmalıdır. Çünkü kampanyaya yapılan eleştirilerin dozu yükseldikçe zihinler karışacaktır. Elden gelen öğün olmaz, o da zamanında gelmese de başlatılan bu hayır köprüsüne, sessiz kalarak destek olma sorumluluğumuz var diye düşünüyorum. Bu aşamada toplanan paraların tek elden toplanması ve tek elden dağıtılmasını, karışıklığı önlemek ve yardımın her ihtiyaç sahibine ulaşmasını sağlaması yönüyle yararlı görüyorum.

Burada toplanan yardımlar tam yerini buluyor mu ve gerçek ihtiyaç sahipleri tespit ediliyor mu sorusu aklımıza gelebilir. Hatta bazıları, toplanan yardım paraları ahbap-çavuş meselesi yapılıp belli kişilere dağıtılacak endişesini da taşıyabilir, o yüzden yardım etmek istemiyorum diyebilir. Gönül ister ki yardımlar herhangi bir ayrım yapılmadan gerçek ihtiyaç sahipleriyle buluşturulsun. Çünkü düşüncesi ne olursa olsun muhtaçlar bizim ortak derdimiz olmalıdır. Yardımlar yerine gitmeyecek endişesini taşıyanlar için sözlerimi bir hikaye ile bitirmek istiyorum:

”Ünlü bir sporcu, alanında dünya şampiyonu olur. Büyük, paha biçilmez ödülünü alıp adamlarıyla birlikte zafer turu atarken yanına yaşlı bir kadın yaklaşır. ”Efendim, çocuğum çok hasta. Ameliyat olacak paramız da yok, yüklü bir paraya ihtiyacım var,” deyince şampiyon, aldığı ödülü kadına verir. Adam yine zafer turu atmaya devam eder.
Ertesi gün, adamları şampiyonun yanına gelirler. ”Efendim! Yardım ettiğiniz kadının çocuğu hasta değilmiş, üstelik çocuğu da yokmuş. Kadın dolandırıcı imiş, onca parayı da boşu boşuna verdiniz, kandırıldınız,” deyince şampiyon: ”Bugün duyduğum en güzel haber bu. Demek kadının çocuğu hasta değil miymiş!” şeklinde cevap verir.

Bu hikaye üzerine başka söze gerek var mı? Bu kampanya ile kanmış ya da kandırılmış olabiliriz. Unutmayalım ki ne verirsek elimizle, o gider bizimle…

**01/04/2020 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.

Yardım Kampanyası ve Güven ***


Koronavirüs dolayısıyla hepimizin evine hapsolduğu, tedbir amaçlı çoğu işkolunun dükkan açmasına yasak getirildiği, satış veya üretim yapamadığından dolayı maaşını ödeyemediği için özel sektörün işçi çıkarmaya hazırlandığı, ekmeğini yevmiye ile kazanan insanların evine ekmek götüremediği bir durumla karşı karşıyayız. Üç haftadır neredeyse hayatın durduğu, bu belirsiz durumun daha ne kadar devam edeceğini bugünden kimse kestiremiyor. Çünkü kimse önünü göremiyor. Virüsten kurtulur, postu deldirmez, sağ kalırsam ne yapabilirim diye kara kara düşünüyor herkes.

Ekonomi yönünden etkisini daha sonra iyiden iyiye hissettirecek olan (şimdiki bu ekonomik durum buzdağının görünen kısmı. Turpun büyüğü heybede misali buzdağının görünmeyen kısmını daha sonra daha derinden hissedeceğiz.)  bu olağanüstü durumda; işini kaybedenlere, evine ekmek götüremeyenlere destek olmak amacıyla bir yardım kampanyası başlatıldı. Basından izlediğimiz kadarıyla kampanyaya büyük bir destek açıklaması var. Verilen desteğin yanında bu yardım kampanyasını yanlış bulduğunu ifade edenler de var. Kampanyayı başlatanlar ve destek verenler böyle bir günde biz ne güne duruyoruz,  “Biz bize yeteriz”, biz yaralarımızı kendimiz sararız derken diğer kesim, “Sosyal devlet, vatandaşına böylesi durumlarda para vermesi gerekirken başlattığı kampanya ile devlet, cebimizdeki paraya göz dikti” açıklamaları yapıyor. Zor durumda olanlara yardım yapılması gerektiğine inanan bazı belediyeler de yapacakları yardıma kendilerinin öncülük etmesi gerektiğini düşünüyor.

Adı üzerinde bu kampanya, gönüllülük esasına dayalı bir yardım kampanyasıdır. Yardım edeceksiniz, mecbursunuz diye kimseye baskı yapılmıyor. İsteyen yardım eder, istemeyen etmez. Kimi de başlatılan kampanyaya katılmadığı halde zor durumdaki yakınlarına bireysel yardımda bulunabilir. Tüm bunlar anlaşılır. Burada benim anlamadığım, kampanyaya gösterilen aşırı tepkilerdir. Yardım kampanyasına karşı çıkanlar, gerekçelerinde haklı da olabilirler. Bir yere kadar kampanya ile ilgili eleştiri ve endişelerini dile getirebilirler. Ama üst perdeden gösterilen aşırı tepki, kampanyayı akim bırakır ve zihinlerde şüphe uyandırır. Yardım yapmıyor, bu yardımı doğru bulmuyor olsak bile şu anda susma hakkımızı kullanmanın zamanı diye düşünüyorum. Çünkü kampanyadan murat, fakirin karnını doyurmak ise fakirin karnı ne şekilde, hangi yol ile doyarsa doysun, maksat hasıl olur. Çünkü fakirler ve mağdurlar bizim insanımızdır.

“Sosyal hukuk devleti olarak hükümet, krizlere karşı zamanında tedbir almalıydı” diyen muhalifleri anlıyorum. Gerçekten devlet, akçesinin bir kısmını kötü günlerde kullanmak üzere bir kenara koymalıydı. Fakat şunu göz ardı etmeyelim. Salgının ekonomiye olumsuz etkisini, kenara konan akçe ile kapatmak mümkün değil. Bu durum sadece bizim gibi sıcak paraya dayalı ülkelerin sorunu değil, birkaç devletin dışında kalan tüm devletlerin sorunudur. Salgın çekip giderse salgının vurgununu sarmak için dünya devletleri yıllar yılı uğraşacaklardır.

Yardım kampanyasına destek veya karşı çıkma durumundan şunu anlıyorum: Destek verenlerle, karşı çıkanlar arasında kapatılmaz, bugünden yarına çözülmez bir güven sorunumuz var. Belki de kutuplaşmamızın temel nedeni budur. Yardım kampanyasıyla mali sorunun ne kadarını çözeriz, bilemiyorum ama bu ülke yöneticilerinin ve ülke yönetimine talip olanların çözmeleri gereken en büyük sorunlardan biri maalesef güven sorunudur. Burada, yekdiğerine güvenmeyen herkes bu durumu karşılıklı sorgulamalıdır. Biz niye güvenmiyoruz, bize niçin güvenilmiyor, sorusunu her kesim kendisine sormalıdır. Demek ki muhatabıma güven verememişim üzüntüsünü herkes derinden hissetmelidir… Keşke yardım kampanyasına girişilirken “Biz şöyle bir şey yapmayı düşünüyoruz, ne dersiniz, sizi de aramızda görmek isteriz” şeklinde muhalefetin kapısı çalınmış olsaydı…

***02/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.