31 Ocak 2020 Cuma

Her Derde Deva Kahve *


Zaman zaman gelip geçtiğim bir yerde bir kuruyemiş dükkanının yanına stant açmış, bir kahvenin reklamını yapan bir kız çocuğunun sesine kulak misafiri olurum: "Kahve ikram edelim, bir kahvemi içmez misiniz" diye seslenir durur. Kimdir, necidir, bu kahve nasıl bir şeydir diye merak etmeden bu kahve ikramını bugüne kadar hep geri çevirdim.

Bugün o sese kulak verdim. Standa yaklaştım. Stantta iki kız çocuğu vardı. "Buyur amca" deyip pet bardağının küçüğünün küçüğü bir pet bardakta kahve ikram ettiler. Ilıkça imiş. Bir dikişte bitirdim. Elinize sağlık demeden kahvenin reklamını yapmaya başladı bir tanesi. “Yedi karışımdan oluşan bu kahve; migren ağrısını gideriyor, sindirim sistemini kolaylaştırıyor, mide ağrısını kesiyor…Şu anda kampanya var. Paketi 15 lira iken 13 liraya indi. Bu kahvenin paketi 200 gramdan oluşuyor ve diğer kahvelerin fiyatına. İki paketi… ” dedi. Kızım! İkram dediniz geldim. İkram ettiğiniz kahveyi daha boğazıma göndermeden kahve satışına başladınız. Madem öyle! Verin bir paket, şu her derde deva kahvenizden, dedim. Zaten bir üründe kampanya var ve de indirim varsa, bu iş tam bana göre. Birinci paketin satışını garantiye alan kızlar, “Amca! İki kişiyiz. Her birimiz için birer tane almaz mısınız” dediler. Neyse ikinciyi satamadılar. Bir kahve parası için uzattığım paranın üstünü beklerken diğer pazarlamacı kızımız, “Bir ağrı kesici bulamaz mıyız? Midem çok kötü ağrıyor” dedi diğer arkadaşına. Kızım! Oldu mu şimdi bu yaptığın? Ne ilacı arıyorsun şimdi? Hani bu kahve mide ağrısına iyi geliyor, ağrıyı kesmede bire bir idi. İşte önünde kahve! İç, dedim. Kızımız, “Amca, öyle olmasına öyle! Ama ben kahve içmeyi sevmiyorum ve hiç içmiyorum” dedi. Kahve içmiyorsun ama kahve reklamı yapıyor ve pazarlıyorsun dedim gülerek. Para üstünü alıp oradan ayrılırken “Nasıl pişirileceği üzerinde yazıyor” dediler. Tamam, sağ olun dedim.

Eve geldikten sonra yedi karışımlı kahveyi elime aldım, bakalım bu yedi karışımın içinde neler var diye. İçindekiler: Arabia Kahve, Kahve Kreması, Kakule, Kakao, Menengiç. Beş oldu, hani gerisi demeyin. Ben çok saydım. Bu kahvenin içinde sadece beş karışım bulabildim.

Başımdan geçen bu kahve alışverişi, bir yazı konusu olmayacak kadar basit bir konu. Konu basit olsa da yukarıda kısaca değindiğim iki hususa işaret etmek istiyorum. Bir ürünün tanıtımını yapmak ve satmak için alışveriş merkezlerinde, insan yoğunluğunun çok olduğu cadde ve sokaklarda zaman zaman her türlü ürün pazarlanır. Gelip geçenlerden meraklılar, ürünlerden tadar. Beğenen alır, beğenmeyen geçer gider. Buraya kadar anormal bir durum yok. Burada garip olan “Bu kahvenin ne faydası var” denmeden ürünü satmak için her derde deva misali akıllarına gelen her şeyi sayıyor pazarlamacılar. Bir diğeri, bu kahve kaç ürünün karışımı sorusunu soran var gibi yedi karışımdan müteşekkil bir kahve diye tanıtıyorlar. Sanki beş karışımlı bir kahve olduğu zaman karışımı az deyip ellerinde kalacak. Biri aynı anda olmak üzere iki yalanları yatsı olmadan ortaya çıkmış oldu.

Bu alışverişimin en büyük faydası, aylardır aynı yerde kahve tanıtımı yapan bu kızlar, bundan sonra da yine bu kahve tanıtım ve satış işine devam edecekler. Ama herhalde bundan sonra “Mide ağrısına iyi geliyor” demeyeceklerdir ve ne söyleyeceklerine dikkat edeceklerdir. Çünkü suçüstü yakalandılar.

*05/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

30 Ocak 2020 Perşembe

Yürüyen Merdivenlerde Yürüyenlerden misiniz? ***

Yürüyen merdivende ne yapılır desem, işin yok mu deyip bana kızarsınız. Çünkü adı üzerinde yürüyen merdiven. Aşağıya gideni var, yukarı gideni var. Bineceksin üzerine. O yürüyecek, sen de üzerinde dikileceksin. Sağı solu seyrederken hem soluklanacaksın hem de akılsız başının cezasını ayağın çekmeyecek. Cevabınız bu değil mi? Ben de sizin gibi düşünüyorum. Daha doğrusu böyle düşünüyordum. Ta ki aşağıya doğru inen yürüyen merdivene bininceye kadar.
***
İlk yürüyen merdivenlerle muhatap olduğumda uzun süre binmedim. Yanımdakiler merdivende dikilerek yürüdü. Ben ise B planını uyguladım. Yan taraftaki doğal basamakları teptim. Eşim dostum yürüyen merdivenden gülerek bana baktı durdu. Öyle ya. Ayağım takılır veya sıkışır. Ondan sonra göreyim günümü. 

Baktım binenlere bir şey olmuyor. Nice sonra korka korka ya Allah ya bismillah diyerek binmeye başladım. Fena değilmiş hani! Alıştım artık. Şimdi nerede bir yürüyen merdiven görürsem B planını uygulamıyorum, tercihim hep A planı.

Ben size desem ki hem yürüyen merdivene binen hem de yürüyen var desem, bana inanır mısınız? O zaman buyurun!

Bugün bindim aşağıya doğru seyreden bir yürüyen merdivene. O yürüyor, bense dikiliyorum. Bir taraftan da aşağıya doğru bakıyorum. Başka da kimseye bir şey yaptığım yok. Hele rahatsızlık...ne kelime! Arkamdan "Biraz çekilir misin" sesi duydum. Arkama dönüp baktım. Benden daha yaşlı biri ardıma iyice yanaşmış. Yan dönerek buyur geç dedim. Adamcağız yürüyen merdivende merdiven yürürken kendisi de yürümeye başladı. Ardından madem yürüyecektin. Ne işin vardı yürüyen merdivende? Ha şu yan taraftaki basamakları tercih etseydin ya dedim. "Ne bileyim, rahatlık diye binmiştim. Çok yavaşmış" dedi gülerek.

Acelesi var belli ki diye düşündüm. Yürüyen merdiven önce onu, sonra beni indirdikten sonra çok acelesi varmış gibi davranmadı. Salına salına yürümesine devam etti. 

Hem yürüyen merdivene binip hem de yürümeye devam eden böylelerin sayısı ne kadardır bu ülkede? Benimki de merak işte. Sanırım sayıları az değildir. Elimde bir istatistik yok ama yüzde bir civarında bir oy alan bir siyasi parti kadar bir sayıya tekabül ettiklerini düşünüyorum.

Yoksa sizde mi merdivene binip yürüyenlerdensiniz? O zaman yalnız değilsiniz.

***06/02/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

29 Ocak 2020 Çarşamba

ABD ve İsrail’e Niye Kızıyoruz ki? ***

Daha önce ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyan ve Golan Tepeleri’ndeki İsrail egemenliğini tanıyan ABD Başkanı Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte düzenlediği basın toplantısında, “Yüzyılın Anlaşmasını” açıkladı. Adına barış planı dedikleri bu projeye göre;
-Kudüs İsrail’in bölünmez başkenti olacak.
-İsrail’in güvenliğinden ödün verilmeyecek.
-Batı Şeria gibi yerlerdeki İsrail yerleşimcileri kalıcı olacak ve bu yerleşim yerleri İsrail tarafından ilhak edilecek.
-İsrail’in güvenliği için Ürdün Vadisi ilhak edilecek.
-Filistinliler bu anlaşmayı kabul ederlerse bağımsız devlet kurmalarının önü açılacak.
-1948’den beri yerlerinden olan Filistinliler geri dönemeyecek.
-Filistinliler terörü reddedecek, silahlı direnişi terk edecek…

Açıklanan bu barış planına İslam dünyası ve dünya, beklendiği gibi tepki gösterdi: Filistin Devlet Başkanı Abbas “Bin kere hayır” dedi. Hamas, “safsata” olarak değerlendirdi. İran, “ihanet” açıklamasını yaptı ve Filistin’de bir intifada beklediklerini sözlerine ekledi. Türkiye, “Kudüs kırmızı çizgimizdir” dedi. Ürdün, bu sözde planın tehlikeli sonuçlara yol açacağını duyurdu. AB, iki devletli çözüme bağlılığa vurgu yaptı. BM, bu konuyla ilgili tutumun daha önceki alınan kararlarda gösterildiğine atıf yaptı. Filistinliler, açıklamanın ardından Ramallah’da sokağa döküldü. İstanbul’daki ABD konsolosluğu önünde protesto gösterisi yapıldı.

Sözde “barış projesine” tepki gösterenlerin yanında destek açıklaması yapanlar da oldu. Bunların başını Birleşik Arap Emirliği çekti. Bahreyn ve Umman da açıklanan barış toplantısına büyükelçileri vasıtasıyla katılarak destek verdi. (ABD ve İsrail bir olup Filistinlileri kökünden kuruttuğu zaman bu Arap ülkeleri şükür kurtulduk diye göbek atarlar. Çünkü Filistin Arapların önünde bir ayak bağı.)

Bize göre safsata ve bir deli saçması olan bu sözde “barış planı” konusunda ABD ve İsrail ciddi mi ciddi… Daha önce “olmaz, olamaz, İsrail buna cesaret edemez” dediklerimizi, bu muhteşem(!) ikili, (Trump-Netanyahu) bir plan dahilinde dünyaya rağmen hayata geçirdiklerine göre, açıkladıkları bu projeyi de yürürlüğe koymalarının önünde hiçbir engel yok. Başta İslam dünyası ve dünya istediği kadar tepki göstersin, BM Genel Kurulunda ABD ve İsrail yalnız kalırsa kalsın, ABD ve İsrail yollarına emin adımlarla ilerliyor ve İsrail’in “Arzı Mev’ûd” adını verdiği topraklar üzerinde Büyük İsrail’i kurma planları tıkır tıkır işliyor. Biz bu durumda bu iki ülkeye niye kızıyoruz ki? Adamlar inandıkları değerlerinin gereğini yapıyorlar.

Görünen o ki Filistin ve Kudüs meselesinde en açık tepkiyi hep Türkiye veriyor ve vermeye de devam edecek. Belki de Türkiye’nin son yıllarda başına gelenler, İsrail’i karşısına almasından ve İsrail’i devlet terörü yapıyor demesinden kaynaklanıyor. Türkiye, Filistin meselesinde BM’de öncü rol üstlense de en üst seviyede tepki gösterse de hep birlikte gördüğümüz gibi Türkiye’nin bu çırpınışları tek başına yeterli değil. Çünkü Türkiye’nin eti belli, budu belli. Elinden başkası da gelmiyor. Dünyanın sessizliği ve İslam dünyasının parçalanmışlığı devam ettiği müddetçe Ortadoğu’da ABD ve İsrail’in borusu ötmeye devam edecek görünüyor. Çünkü dünyada gücün kadar söz sahibisin, gücün kadar etkili olursun. Bu demektir ki Ortadoğu’da kan ve gözyaşı akmaya devam edecek.

***30/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Kimler Sinek Avlasın? *


Olması mümkün değil. Ama yine de bu yazımda, olmasını istediğim temennilerimden bahsedeceğim. Şu aşağıda yazacağım esnaf, kurum, kuruluş, işletme adı her ne ise hepsi sinek avlasın, müşteri bulamasın, işsizlikten kepenk kapatmak durumunda kalsın istiyorum:
1.Hastane poliklinikleri, aciller ve doktorlar hasta bulamasın.
2.Eczacılar, bir tek ilaç satamasın.
3.Avukatlar, tek bir dava alamasın.
4.Savcılar, hiç iddianame hazırlamasın.
5.Hakimler, yargılayacak zanlı bulamasın.
6.Kefen satıcıları, bir karış kefen satamasın.
7.Mezar kazıcıları, eline balta ve kürek almasın.
8.Polis, kimsenin peşinden koşmasın.
9.Asker, savaş ve operasyon yapmasın.
10.AFAD'a, UMKE'ye iş düşmesin.
11.İçki, sigara satıcılarına selam veren olmasın.
12.Uyuşturucular uyuşturucu baronlarının elinde patlasın.
13.Ülke yönetimine talip olan, iktidara gelmiş veya iktidar adayı olan, özü-sözü bir değilse, verdiği sözü yerine getirmiyorsa, iş yapmaktan ziyade demagoji yapıyorsa, olayları ve gerçekleri manipüle ediyorsa girdiği her seçimde aynı istikrarı görsün: Sadece kendi oyunu alsın.
14.Bile bile haksızlık yapan, adam kayıran, zulümle abat olmaya çalışan kim varsa hiç huzur bulmasın. Huzursuzluğu dillere destan olsun.
15.Gerçeği anlayacak kadar aklını, işitecek kadar kulağını, görecek kadar gözünü kullanmayıp varlık sebebi olarak birini kötüleyerek öbürünü överek geçirenler, ahir ömründe bir iyilik yapsınlar. Bu kullanmadıkları nimetleri ihtiyaç sahiplerine versinler. Kendileri de bu organlardan mahrum kalsınlar.
16.Kendisini dünyanın merkezi gören bencile, dünya dile gelip "Otur oturduğun yerde. Dünya olarak ben bile dünyanın merkezi olamadım. Sen de kim oluyorsun" demeli ki herkes yerini ve haddini bilsin. Bu cevap karşısında böylelerinin ağzını bıçak açmasın.

Hasılı nerede insanımıza dertler açan, onları üzüntüye gark eden, devleti uğraştıran ve yüklü masraflar açan ne varsa hepsi avucunu yalasın. İşsizlikten kendilerine başka yeni işler verilsin.

Temennilerim gerçekleştiği takdirde hastane ve buralarda görev yapacak doktora ihtiyaç kalmayacağı için devlet, hastane inşaatları ile uğraşmayacak. Çocuklarımız 6-7 yıl boyunca tıp fakültelerinde dirsek çürütmeyecek. Hastane ve doktora ihtiyaç olunmayınca eczacılık diye bir meslek olmayacak. Devlet ilaç sanayine yüklü miktarda ödeme yapmayacak. Suçlu olmayınca cezaevine, hakime, savcıya, avukata ve adliye binalarına gerek kalmayacak. Uzatmayayım, diğer örnekleri de mefhumu muhalifinden sizler çıkarın.

Gördüğünüz gibi temennilerim hayal de olsa güzel. Kim istemez herkesin mutlu ve huzurlu olduğu böyle bir dünyada yaşamayı...

*22/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Ocak 2020 Pazartesi

Burnumuz Çektirmesin! *


İnsanın faydasına olan her şey bir nimettir. Özellikle ihtiyaç hissettiğimizde ve yokluğunda o şeyin ne büyük bir nimet olduğunu ifade ederiz. Say say bitmeyen bu nimetlerden biri de beş duyu organımızdan burundur. Nefes alma uzvumuzdur her şeyden önce. Her ne kadar ağız yoluyla da nefes alabiliyor isek de ağızdan alınan nefes, boğaz kuruluğuna sebep olmaktadır. Burun yoluyla aldığımız nefes/hava, önce burnumuzda nemlendikten sonra boğazımıza kıvamında geçmektedir. Bu organın kıymetini nezle, grip, soğuk algınlığı gibi bir hastalığa yakalandığımız zaman daha iyi anlarız. Çünkü burundan nefes alamadığımız gibi koku da alamayız. Yerinden nefes ve koku alamayınca hayatın bir anlamı kalmıyor. Bu durum ister istemez konuşmamıza da yansıyor.

Rahat nefes alabilmemiz, rahatlayabilmemiz ve burnumuzun tüm işlevlerini tam yerine getirebilmesi için burnumuzun tıkalı olmaması gerekir. Burnumuzu sürekli açık tutmanın yolu da burnumuzu yerinde, zamanında ve uygun yerde temizlemektir. 

Büyük veya küçük, kadın veya erkek, içimizden bazıları, burun akıntısında veya burun tıkanıklığında üşengeçlikten veya huy edindiğinden lavaboya gitme veya mendil kullanma yerine, bulunduğu ortamda burnunu çekme yoluna gidiyor. Böyle yapanlar farkında veya değil, yanında bulunduğu insanları rahatsız etmektedirler. Çünkü onlar çektikçe duyanlar da onunla beraber çekmektedir. Burnunu çeken çekmekle kalıyor. Bundan da rahatsızlık duymuyor. Çevresindekilerin midesi bulanıyor, işine veya konuşmaya kendini veremiyor. Böylelerine "Rahatsızsın galiba! İstersen lavaboya git gel, rahatlarsın" deyince bazıları "İyi olur" deyip lavaboya gidip geldikten sonra rahatlıyor. Kendisi rahatlayınca etrafındakiler de rahat ediyor, hatta bayram ediyor. Burnunu çeken bazılarına "İstersen lavaboya gidip bir rahatla gel" dediğinde hasta olduğunu da kabul etmiyor, burnunu çektiğini de. Ne lavaboya gidiyor ne de çekmeyi bırakıyor. İşi, çektirmek gayri belli… Halbuki burun çekmek kişiyi rahatlatmaz, belki de iyileşmeyi geciktirir.

Ders defterini yazarken başka sırada oturduğu halde masamın önündeki sıraya oturmuş bir öğrenci, ikide bir burnunu çekti durdu. Birazdan bırakır dedim olmadı. Huylu huyundan vazgeçecek değil ya. Çevreye verdiği rahatsızlığın da farkında değil. Defteri imzaladıktan sonra "Kızım galiba üşütmüşsün. Lavaboya gitmek ister misin" dedim. "Yoo! Hasta değilim ben" dedi. Hasta olduğunu kabul etmeyen, burnunu çektiğinden haberi olmuyor olmalı ki durmadan çekmeye devam etti. Haliyle o çektikçe tüm sınıf da çekti ders boyunca.

Sizi bilmem ama ben bu burun çekmeye ben taktım. İşin garibi, bu eylemi gerçekleştirenlere burnunu çekme de diyemiyorsun. Alınabilir endişesi taşıyorsun. Gel de çık bu işin içerisinden... Hasılı ne burnunu çekenler çeksin ne de başkası çeksin. Allah kimseye çektirmesin.

*31/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.







26 Ocak 2020 Pazar

Depremin Ardından *

Yıkıcı, öldürücü ve acımasız yönleriyle birlikte afetlerin en büyük faydası, insanlığımızı ortaya çıkarmasıdır. Bir evren yasası olan, evrenin olmazsa olmazı depremlere karşı tedbirini ve nasıl korunması gerektiğine dair önceden önlem almayanların, yapıp ettiklerini "Alın, eserinize bakın" dercesine yıkıp yerle bir eden ve öldüren depremler; deprem esnasında ve sonrasında herkesin tıraşını ortaya koyuveriyor: Kimlerin insan olduğunu, kimlerin de insanlıktan nasibini almamış ne menem varlıklar olduğunu ortaya döküveriyor.

Kıyametin küçük bir provası olan belki de bu alemin ömrünü uzatmak, geri kalan dünya yaşamının daha sağlıklı yürümesi için elzem olan ve dünyayı bir nevi rektifiye eden depremler,
Daha fazla para kazanmak hırsızla demir ve çimentodan çalan müteahhitlerin gerçek yüzünü,
Yapılan binaları doğru dürüst denetlemeyen ve kaçak binaların yapılmasına göz yuman yerel yönetimlerin yönetim anlayışını,
1948'den beri üç beş oy uğruna gecekondu evlere göz yuman ve imar barışı adı altında sayısız af getiren siyasi iktidarların zaafını ve bütçe gediklerini kapatma hırslarını,
Deprem esnasında yaptıkları paylaşımlarla ırkçılığını gösteren, PKK üzerinden Kürtlere toptancılık yapan, hükümeti zor durumda bırakmak amacıyla başka bir ildeki inşaat halindeki hastanenin fotoğrafını deprem bölgesindeki bir hastanenin fotoğrafı gibi paylaşıp sözüm ona siyaset yaptığını sanan; depremin, olduğu bölgeye göre bölgesel ırkçılık yapan, enkaz altından sağ kurtarmak amacıyla dişini tırnağına takan ve her türlü riski göze alarak zamanla yarışan arama kurtarma görevlilerini yanıltmak amacıyla, enkaz altında kaldığına dair paylaşım yapan, deprem esnasında deprem bölgesindeki insanların vergiden muaf olacaklarını ve şu ana kadar toplanan deprem paralarının nereye gittiğini sorgulayan kişilerin, nasıl bir zihniyet ve kafa yapısına sahip olduklarını ortaya çıkarmıştır. (Deprem parası sorulabilir. Ama bu soru, can pazarının yaşandığı bir ortamda sorulmamalı diye düşünüyorum.)

82 milyona göre küçük bir azınlığı temsil eden bu kesimin dışında depremler,
Paylaşmak için koşuşturan, yardımlaşan,  evini-barkını depremzedelere açabileceğini teklif eden, acı ve kederde bir ve beraber olan insanlarımızı; madden, manen ve bedenen gösterilen fedakarlıkları, özveriyi ve empatiyi ortaya çıkarmıştır. Yine bu depremde tüm Türkiye,
Yaptığı telefon görüşmesiyle enkaz altındaki 8 kişinin kurtulmasına sebep olan Adıyaman UMKE'den Emine Kuştepe'nin kriz yönetim tarzını izlemiştir.
Elinde hiçbir malzeme olmadan deprem bölgesine giden ve yıkılan binalara koşan, enkazın altından duyduğu ve dilini bilmediği sese kulak veren, toprağı tırnaklarıyla kazıyarak enkazdan karı ve kocayı çıkartan yabancı uyruklu Mahmut'un, gönüllü çalışmasını televizyonlar vasıtasıyla görmüştür.

Örneklerini vermeye çalıştığım gibi deprem, denizdeki katre kadar içimizdeki art niyetlileri ortaya çıkarırken büyük çoğunluğun içindeki insanlığı ortaya çıkarmıştır. Kötü ve hasta ruhlu olanları Allah bildiği gibi yapsın. Zira onlar iflah olmayacak derecede hastadır. Depremin olduğu ilk andan itibaren çorbada tuzum olsun misali çalışan, çabalayan, koşuşturan, deprem bölgesindeki insanların acısını derinden hisseden herkesten Allah razı olsun.

*29/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Payitaht "Abdülhamit" ***


TRT1 kanalında cuma akşamları yayımlanan Payitaht "Abdülhamit" dizisini bugünlerde fırsat buldukça izlemeye çalışıyorum. Dizi, ne kadar gerçeği yansıtıyor bilmiyorum ama ümit ediyorum tarihi gerçekleri yansıtmaz. 

Dizi, adı üzerinde Abdülhamit üzerine kurgulanmış. Yurtdışı ve ülke sorunlarını çözmede hiçbir paşanın esamisi okunmuyor. Her bir soruna padişah koşuyor. Etrafında kendisine yardımcı olmak üzere görev verdiği ne kadar paşa varsa hepsi birer zayıf halka: Daha önce muhalifler arasında yer almış kız kardeşinin kocası olan paşa enişte, ciddiyetten ve düşünce üretmekten uzak pastırma hastası bir tip. Bu damat paşanın elinde güç olsa üç beş kilo pastırmaya ülkeyi satar. Diğer paşaların çoğunun, düşmanları tarafından bilinen yumuşak karnı var. Kendisine bir masa verilmiş oğlu muhalif, yeğeni Abdülhamit'i tahttan indirmek isteyen ve Osmanlı'yı yıkmak isteyen hainlerle işbirliği halinde. Kardeşi paşa hakeza düşmanlara bilgi sızdıran ve ikili oynayan bir tiptir. Bir diğer paşa yeğen, sarayın içine kadar sızmış, başkası adına çalışan biriyle evleniyor.

Dış devletlerin "Hasta Adam" dediği Osmanlı'nın iç ve dış düşmanları, sarayın içinde cirit atıyor. Abdülhamit aile sorunlarını gidermek için mi uğraşsın? İstanbul'un her bir köşesinde köşe başlarını kapmış ve gündemi belirleyen, padişahtan görünen hainlerle mi mücadele etsin ya da Osmanlı' ya son vuruşu yapmak için iştah kabartan sömürgeci devletlerle mi uğraşsın? Ekonomisi zayıf olan, borçlu bir devletin başında ülkeye mi hizmet etsin?

Dizide gördüğüm; tüm sorunlarla uğraşan, hainleri dahi sorgulayan, düşman ve hainlerin planlarını boşa çıkarmak için fikir üreten ve hamle yapan, tren güzergahını belirlemeye varıncaya kadar  plan üzerinde çalışan, ekibi sakat bir Abdülhamit var. Merak ettiğim, Abdülhamit 33 yıl ülkeyi tek başına böyle mi yönetti? Eğer dizide anlatıldığı gibiyse bu devlet 33 yıl iyi ayakta kalmış. Kendisinden önceki diğer padişahlar da ülkeyi böyle tek başına yönettilerse Osmanlı, 600 yıl üç kıtada iyi at koşturmuş. Çünkü içeride, özellikle ekibi arasında düşmana çalışan, içeriden dışarıya bilgi sızdıran hiçbir devlet bu kadar uzun ömürlü olamaz.

Tek kişiyle herkese meydan okuyan bir figür rolüyle, Abdülhamit'in bir deha olduğu imajı verilmeye çalışılıyor, senaryo bunun üzerine kurgulanıyor ve günümüze dair bir pay ve haklılık çıkarılmak isteniyorsa böylesi tek başına yönetimler ya hiç olmamıştır ya da kalmamıştır. Ortak aklın hakim olmadığı, ekibinin hainlerden müteşekkil olduğu, her işe bir kişinin koştuğu, sorumluluğun paylaşılmadığı ve yetkilerin verilmediği bir yönetim tarzında hiçbir deha, bu yönetimin altından kalkamaz. Her şeyden önce vücudu buna yenik düşer. Bir yerde iyi bir hamle yaparken diğer taraflarda hata üstüne hata yapar.

Yine dizide gördüğüm, padişah bir suikasta kurban gitse veya vefat etse bayrağı devralacak ve ülkeyi yönetecek, ön plana çıkmış liderlik potansiyeli taşıyan ikinci bir figür yok. Kişiye endeksli, tipik bir Doğu yönetim tarzı… Günümüz siyasi parti yapılanmasına ne kadar da benziyor. Padişah veya siyasi parti liderinden sonrası tufan... Tek kişi üzerine kurgulanan yönetim tarzından, ekip ve kurum kültürünün ortaya çıktığı yönetim tarzı idealimiz olmalı diye düşünüyorum.

***03/02/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.