30 Kasım 2019 Cumartesi

Günah İşlemek mi İstiyorsun? *

Anlamı "Kişinin her duyduğunu söylemesi ona günah olarak yeter" şeklinde rivayet edilen bir hadisi şerif var. Bu hadisi şeriften, duyduğunun doğruluğunu araştırmadan, doğruymuş gibi başka yerde anlatmanın günah olduğu anlaşılmaktadır. Eğer bir kişi günah kazanmak istiyorsa duyduğu her şeyi ulu orta her yerde anlatsın.

Günümüzde sosyal medya ortaya çıkınca bu aleme takılanlar daha iyi bilir. Bu alem çıkınca insanın duyduğunu sağda solda dolaşarak anlatmasına ve yorulmasına gerek kalmadı. Duyduğunu, gördüğünü ve okuduğunu oturduğu yerden cep telefonu marifetiyle aynı anda takipçilerine ulaştırabiliyor. Aktarılan ve paylaşılan bilgi yeter ki işimize yarasın. Paylaşan paylaşana. Bu aleme girip çıkanların çoğunluğu gördüğünü, okuduğunu "Acaba bu paylaşım doğru olabilir mi" diye sorgulamıyor. Hemen bir tık ile paylaşıveriyor. Paylaşımın doğru olduğuna inanmasa bile paylaşıyor. Çünkü işine öyle geliyor. Düşman bellediğini alt edecek veya onu zor durumda bırakacak. Rakibini alt etmek için de tüm etik ve ahlaki ilkeleri bir tarafa bırakarak her yolu mubah görüyor. Çünkü bu devirde savaş/mücadele/rekabet algılar oluşturularak yapılıyor. Eskiden buna "Çamur at, izi kalsın" denirdi. Ha algı ha çamur. Aynı şey. Hatta günümüzde algı oluşturma iftiradan daha beter durumdadır. Çünkü kimin üzerinde bir algı oluşturulursa bu algının sonucundan kolay kolay kendisini kurtaramaz.

Bana her duyduğunu söyleyen mi yoksa her duyup gördüğünü paylaşan mı daha fazla günah işler derseniz, paylaşanın vebalı daha büyük derim. Çünkü duyduğunu aktaranın söylediği sınırlı bir çevrede kalırken sosyal medyada paylaşanın ulaşabileceği kitle sayısı daha fazladır.

Gördüğü her paylaşımı araştırmadan, sorgulamadan paylaşan ve büyük kitlelere ulaşmasına aracılık edenler günahın tam içindedir. Her paylaşımı sorgulamadan "yapmıştır, olmuştur, bundan ben böyle şeyler beklerim" diyerek inanıp yorum ve değerlendirme yapanlar da bu günahta pay sahibidirler. Paylaşımın yalan olduğunu bildiği halde işime yarıyor, karşı tarafı zor durumda bırakacak düşüncesiyle paylaşım yapanlara gelince onların günah diye bir dertleri yoktur. Allah onları bildiği gibi yapsın.

Görüp duyduğumuz ve okuduğumuz her şeyi acaba ile sorgulamak ve teyidi yapılmayan her iddia, bilgi, belge ve paylaşım fâsık (yalan) haber hükmündedir. Bu da pişmanlık duymamak için araştırma ve incelemeyi gerektirir. Ötesi iftiradır, kişiyi töhmet içinde bırakmaktır. Bunun ise ne dinde yeri vardır ne insanlıkta yeri vardır. Kaçak güreşmedir bunun adı. Kişiye belden aşağıya vurmadır. Unutmasınlar ki düşmanın, rakibin mert olanı makbuldür, belden aşağı vuranı değil.

* 06/12/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Kasım 2019 Cuma

"Allah Beni Affetsin!"

Bir zaman birileriyle birlikte iş tut, bir dediklerini iki etme, her yere onlardan yerleştir, istedikleri her şeyi onlara ver, "Ne istedilerse verdim, Allah beni affetsin" deyip işin içinden sıyrıl. Sonra onlarla mücadele etmeden önce yapıyı "Altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet" şeklinde tasnif et. "İbadet kesimi masumdur, onlara zarar vermeyeceğim" de. Ardından ihanet şebekesini elde edemeyince kendi yapıp ettiklerini ve söylediklerini unutup altı ibadet dediğin kesimle mücadeleye hız ver.

Üç yıllık mücadelenin sonunda ortaya çıkan fatura ağır. Binlerce insan KHK ile ihraç edildi. Binler yargılandı ve damgalandı. Çoğu ceza aldı. Ceza almayıp berat veya takipsizlik alanlar oluşturulan OHAL komisyonu marifetiyle görevlerine başlatılmadı. Kamuda çalışan insanlar geriye dönük didik didik incelenip soruşturuldu. Geçmişte suç kabul edilmeyen birçok şeyler suç kapsamına alındı.

Kamudan ihraç edilenleri inceleyen OHAL komisyonu göreve geri dönmelerine imkan vermedi. Çoğu özel sektörde iş bulamadı, açlığa terk edildi. İhraç edilenlerle birlikte aileleri de cezalandırıldı.

Kamuda yeni göreve bağlayacaklar için sözlü mülakat kriteri getirildi. Yazılı sınav kriterinin bir anlamı kalmadı. Göreve başlamayı hak edenler sular süren güvenlik soruşturmasına tabi tutuldu.

Operasyonlar hiç hız kesmedi. Hemen hemen her gün birkaç ilde operasyon düzenlendi. Herkes birbirinden şüphelenmeye başladı. Yapıya mensup olmayanlar bile yapı ile suçlanır oldu. Muhalif olanlara FETÖ'cülerin ağzı ile konuşuyorsun dendi. Bir kişiyi yerinden etmenin yolu açıldı. En hafif suçlama FETÖ ile mücadelede pasif kaldı, göz yumdu dendi.

Tüm bu mücadele verilirken içlerinde mağdur olup olmayacağına inanılmadı. Mağdur varsa da geri döner dendi. Kimi aylarca açıkta kaldıktan sonra görevine döndürüldü. Masum olduğu halde görevine geri dönenlerin içinde bir kırgınlık kaldı. Göreve geri dönenlere etrafı "işini halletti, geri döndü" gözüyle baktı.

Mücadele hep alt kesim ile yapılyor sözüne kimse kulak vermedi. Bunların eline imkan geçseydi neler yapardı dendi.

Kimse masum olduğuna inandığı kişilerin yanında durmadı, referans olmadı. Çünkü herkes "Biz de mimleniriz" korkusu sardı.

Sonuç olarak aileleriyle birlikte milyonlara varan bir kesim suçlu bulundu. İçimizde yaşamaya devam ediyorlar. Çoğu içlerine kapanmış durumda. Bu tip suçlu kimseler 15 Temmuz'da süç üstü yakalansalar ettiklerini bulsunlar dersin. Darbeyi savunsalar canları cehenneme dersin. Zira kimse böylelerine acımaz. Ama yapının şu ya da bu şekilde altında yer almış, darbeden haberi olmayan ve darbeyi tasvip etmeyen ibadet kesimi cezalandırılıyor bugün. Acaba ediyorum, bunlar da "Ne dedilerse yaptık, Allah bizi affetsin" deseler bunlar da kurtulur mu idi? Benimki de laf işte.


28 Kasım 2019 Perşembe

Mehdilik ve İsa-Mesih'in Nüzulü ***

Türkiye ve İslam dünyası başta olmak üzere dünyada peygamberlik müessesesini diline dolayıp Allah, peygamber diyerek toplumda kendini pazarlayan insanların sayısı az değil. Önüne gelen "Ben beklenen mehdiyim, ben İsa-Mesih’im, gavsım, kainat imamıyım, kutubum, ben müceddidim, ben resulüm, bu kitap bana Allah tarafından yazdırıldı, bana vahiy geliyor, ben Allah'ı gördüm, peygamberlere namaz kıldırdım" gibi gizemlerin arkasına sığınarak kendisinin bir şey olduğunu iddia ediyor. Bu iş, bir kişinin safsatası olarak kalmıyor, her biri arkasında epey bir kalabalık takıyor.

Bu iddia sahiplerinden biri de İskender Evrenesoğlu'dur. Peygamber olduğunu iddia eden, kendini sözde 'resul' ve 'mehdi' olarak tanıtan İskender Evrenesoğlu, aynı zamanda Mihr Tarikatı'nın kurucusudur. Resulullah olduğunu ve Allah katından kendisine kitap verildiğini, kendisine vahiy geldiğini ve “Risalet Nurları” isimli kitabın Allah tarafından yazdırıldığını iddia etmiştir. Veli-resullerden biri olduğunu ve Allah tarafından Türk ırkını tebliğle, irşatla vazifelendirildiğini iddia etmektedir. Kendisini Mehdi-Resul ve devrin imamı olarak lanse eden ve Hz. İsa ile birlikte altın çağı tesis edeceğini söyleyen biridir. Peygamberlerin misakta kendisini desteklemek için söz verdiğini, tüm peygamberlere namaz kıldırdığını söyleyen, Hz. Muhammed'e imamlık yaptığını ama bunda şaşılacak bir şey olmadığını, Allah'ı birçok kez gördüğünü söylemiştir.

ABD'de vefat eden ve Türkiye'ye getirilen İskender Evrenesoğlu Bursa'da toprağa verildi. Cenazesine üç bin kişi katıldı. Bu sayı az bir rakam değil. Evrenesoğlu'nun vefatıyla yerine kim geçecek? Bekleyip göreceğiz. Çünkü kendisinin ölümüyle herzesi sona ermiyor.

Mehmet Ali Ağca, Hasan Mezarcı, Adnan Oktar, İskender Evrenosoğlu, Bahailiğin kurucusu Bahaullah Mirza Hüseyin Ali ve nicelerinin iddialarının arkasında Mehdilik ya da İsa Mesih'in nüzulü gibi anlayışlar vardır. İslam dininin itikadi konuları içerisinde olmayan mehdilik ve İsa-Mesih anlayışı, Müslümanların aralarında konuşup tartıştıkları ana meselelerden biri olagelmiştir hep. İsa-Mesih ve mehdilik gizemi vuzuha kavuşturulmadığı müddetçe bu konulardan bugüne kadar ekmek yiyenler olduğu gibi bundan sonra da yemeye devam edenler olacaktır.

İslam ve diğer dinlerdeki gizemler kalkmadığı/kaldırılmadığı müddetçe kerameti kendinden menkul bazıları, kendilerinin Allah tarafından görevlendirildiğini iddia ederek şarlatanlık yapmaya devam edeceklerdir. Çünkü saf ve sorgulamayan insanları din ile aldatmaktan daha kolayı yoktur dünyada.

Hz İsa'nın gökten ineceği ve mehdinin ortaya çıkacağı, bir inanç konusu değil iken bütün sapık hareketlerin bu iki anlayıştan çıkmasına daha ne kadar tahammül edeceğiz? Bu iki gizemli konuyu emellerine alet edenler arkalarına binler, milyonlar takabiliyor. Bizler de seyrediyoruz. Bizimle beraber kendisini din konusunda uzman görenler de seyrediyor. Gerçekten ne bekliyoruz? Diyanet İşleri Başkanlığının ev sahipliğinde, ilahiyat fakültesi anabilim dalları başkanlarından oluşturulacak bir istişare heyeti, pekala İsa-Mesih ve mehdilik anlayışının kapısını kapatabilir. İslam dininde bu anlayışların aslı astarı yok şeklinde bir görüş belirterek şarlatanların elinden ekmeğini alabilir.

İsa-mesih, mehdilik ve kıyametin alametleri gibi gelecekten haber veren konular “bazı hadis kitaplarında zayıf olarak geçiyor. Bundan dolayı üzerine gidemeyiz, tepki çekeriz” düşüncesiyle ilahiyat camiası suskun kalmaya devam ederse yanlış yapar, dine de büyük kötülük yapmış olur. Çünkü bu konu onulmaz yaralar açacaktır. Eğer bir konu, birileri tarafından kullanılıyor  ve kötü sonuçlar ortaya çıkıyorsa fıkıhçıların ortaya koyduğu "kötülüğe giden yolların tıkanması” diyebileceğimiz seddi zerai kuralı devreye sokulabilir. Peygamberimizin ve Hz Ebu Bekir'in müellefe-i kulûbe (kalbi İslam'a ısındırılmak istenenler) verdikleri zekatı Hz Ömer "Bundan sonra size zekat yok" diyerek kesmiştir. Hz Ömer ayeti inkar mı etmiştir, ayetin hükmünü mü kaldırmıştır? Hayır. Ayet ve hükmü aynen devam ediyor. Hz Ömer zekat almayı alışkanlık haline getirmiş, hal ve hareketlerinde değişiklik olmayan yiyici bir kesime hayır demiştir.

Sonuç olarak gizemlerden, gizemli anlatımlardan İslam'ı uzak tutmak, insanlara ayakları yere basan ve ahlakı önceleyen bir din anlatmak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü böyle bir dini kimse emellerine alet edemez. İslam dünyası kurtarıcılardan kurtulmuş olur.

***30/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Kasım 2019 Çarşamba

Kamuoyuna Zorunlu Açıklama


Onca sorunu arasında Türkiye'yi meşgul eden, ülke gündemini gereksiz yere işgal eden aşağıdaki hususlarla ilgili bir açıklama yapmam zarureti doğmuştur:

1.Cumhurbaşkanı ile görüşmek üzere Beştepe'ye giden CHP'li ben değilim. Zaten CHP başta olmak üzere hiçbir partiye üyeliğim yoktur. Cumhurbaşkanı'ndan herhangi bir davet almadım. Beştepe ile ilgili yakınlığım 3-4 yıl öncesinde bir grup öğretmenle birlikte Millet Camisini ziyaret etmekten ibarettir. Camiye girerken şahsım VİP'ten yararlanmamıştır. Tepeden tırnağa üzerimdekileri boşaltarak X-ray cihazından geçtim. Bu ziyaretimde Sayın Erdoğan bana eşlik etmemiştir. Bu duruma kırılmadım mı? Kırıldım elbet. Ama bu, Beştepe ile benim aramda bir şey.
2.Geçen hafta salı günü  günübirlik yüksek hızlı trenle Ankara'ya gidip geldim. Altındağ civarında bulundum. Kızılay, Çankaya, Beştepe gibi yerlere gitmedim. Zaten o gün partilerin grup toplantısı vardı. Bir görüşme yapmamız mümkün değil. Şahsıma ait 2000 model aracım Beştepe'ye giriş yapmamıştır. Aracım Konya Garı parkında kalmıştır. Kamera kayıtlarına bakılabilir.
3.Konya Valisi Sayın Toprak'ın katıldığı 24 Kasım Öğretmenler Günü etkinliğine katılmadım. Katılmadığım bir etkinlikte doğaldır ki bacak bacak üstüne atan ben olamam. Vali'nin tepkisini alkışlayan öğretmen grubu içerisinde de değildim. Vali ile tüm karşılaşmam birkaç ay önce bir düğün vasıtasıyla aynı salonda bulunmaktan ibarettir. Sayın Vali o düğünde nikah şahidi idi. Ben de davetliler arasındaydım. Oturduğum yer salonun en ücra köşesi idi. Yemek yerken bacağımı bacağımın üstüne atmadım. Ki atmışsam da masanın altından görünmesi teknik olarak mümkün değil. Ayrıca yemek yerken bacak bacak üstüne atmam. Çünkü bu oturuş fazla yememi engellediği için yemek esnasında hiç böyle oturmam. Masaya abanırım.
4.Katıldığım toplantılarda hiç protokol kısmına oturmam. Yerimi bilirim. Bu tür yerlerde benim yerim salonun en arkası olur. Arazi olmam kolay olsun diye kenar ve arka tarafları seçerim.

Hasılı şimdi ve geçmişte Sayın Erdoğan ile bir görüşmem olmamıştır. Konya Valisi ile de düğün hariç hiçbir salon toplantısında bir araya gelmedim.

Kamuoyuna saygıyla arz olunur...

26 Kasım 2019 Salı

Saygı Anlayışımız *


Her toplumda etik ve ahlak ilkesi olan saygı anlayışı vardır. Fakat her toplumun saygı anlayışları farklı farklıdır. Türk milletinin saygı anlayışına gelince yörelere göre farklılık gösterse de şu şekil saygı örneklerine rastlayabiliriz.
*Büyükler ile karşılaşıldığında ve ziyaret edildiğinde mutlaka önünde eğilir ve iki elin ile elini öpersin. Sen öpmesen de çoğu büyük; al öp, görgüsüzlük yapma dercesine elini sana doğru uzatır. Öpmeyip tokalaşmaya kalkarsan saygısız addedilirsin. Elin mahkum, öpeceksin. Zira adet böyle.
*Yanında büyük varken ayağını uzatamazsın, bacağı bacak üstüne atamazsın.
*Hiç içmemek lazım ama büyüklerin yanında sigara içemezsin. Sigara içiyor musun denince "Zinhar içmem" diyeceksin.  Tanıdığın bir büyükle karşılaşınca ya avucunun içine saklayacaksın ya yolunu değiştireceksin ya da görünce sigarayı heder etme uğruna yere atacaksın. Büyüklerle bir arada otururken onlar içecek, sen ağzına almayacaksın. İlla içeceksen tuvalete girip orada zıkkımlanacaksın.
*Sofrada büyük başlamadan yemeğe elini uzatmayacaksın.
*Su ikram edilecekse büyük istemese de önce büyüğe tutacaksın.
*Servis yaparken safları yararak büyüğün yanına gelip önce ona ikram edeceksin.
*Eşinin annesine anne, babasına da baba diyeceksin. Eşin akrabalarına ne şekilde hitap ediyorsa sen de öyle hitap edeceksin. Dayısı dayın, amcası amcan, dedesi deden vs. olacak.
*Tüm yörelerimizde olmasa da bazı yörelerimizde gelin kayınpeder ile konuşmaz.
*Küçük yerleşim yerlerinde erkek gelirken kadın erkeğin önünü kesmez, geçmesini bekler dururdu. (Şimdilerde kalmadı. İyi ki kalmadı)
*Baba ve dedenin yanında baba, çocuğunu kucağına alamaz, onu sevemez, onu öpemez, ona ismiyle hitap edemez, oğlum/kızım diyemezdi. (Şimdilerde kalmadı. İyi ki kalmadı)
*Bakanlık müfettişleri kurumunu ziyarete geldiğinde hocam diyemezsin, ismine bey diyerek hitap edemezsin, sayın başmüfettişim diyemezsin. Ancak beyefendi diyeceksin.
*Öğrenci, öğretmeni ile karşılaştığında yolunu değiştirir, kaçardı. Kaçma imkanı yok ise eli cebinde ise çıkarır, ceketini ilikler ve selamlardı. Ceketinin düğmesi yoksa ilikliyormuş gibi yapardı. (Şimdi öğretmen öğrencisini görünce yol değiştiriyor. Zaten ceket giyen de kalmadı)
*Veli çocuğunu öğretmene teslim ederken eti senin, kemiği benim derdi. Kemiğini ne yapacaksa... Şimdi veliler çok cimrileşti. Zırnık et koklatmıyor.
*Toplu taşıma araçlarında seyahat ederken bir büyüğün veya kadın binerse kalkıp yer vereceksin. Vermek istemiyorsan uyur gibi yapacaksın ya da pencereden dışarıyı seyredeceksin. (Şimdilerde bu saygı kuralına uyan az sayıda kişi kaldı. Çoğunluk büyük veya kadının gözünün içine baka baka oturarak gidiyor. Bizde nesil değişti. Saygı kalmadı diye homurdanır gider olduk.)

Aklıma gelen saygı anlayışlarımız bu şekil. Bizde saygı kabul edilen bu âdetlerin çoğu başka ülkelerde saygı kabul edilmez.

Çoğu saygı anlayışımız abartı olmakla birlikte birçoğu kalkmaya doğru gidiyor. Saygı anlayışlarımızın çoğunun kalkmaya yüz tutması, zorumuza gitse de içimize sinmese de yavaş yavaş yeni duruma alışacağız, alışmak zorundayız.


*14/12/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

25 Kasım 2019 Pazartesi

Bir Yanlış Bir Başka Yanlışla Düzeltilmez *


Usul, yol, yöntem bilmek ve adabı muaşeret dediğimiz nezaket kurallarına riayet etmek asıl olandır. Bunu herkes ister. Zaman zaman nezaket ve görgü kurallarına uymayan insanımız olmuyor mu? Oluyor elbet. Mesela bir büyüğün karşısında bacağı bacak üstüne atıp oturmak bizim toplumun saygı anlayışına uymaz. 

Bu durumda ne yapmak lazım? Kişi bu şekil oturmasına devam etmeli, ses çıkarılmamalı mı? Yapanın yanına kar kalmamalı. Mutlaka tepki verilmeli. Ama bu tepki nasıl gösterilmeli?

*İsim belirtmeden, kişinin yüzüne bakmadan üstü kapalı bir şekilde genel bir uyarı yapılabilir. Kulakları çınlasın! Burnunu karıştıran bir öğrenciyi gördüğünde Recai Gümüş, başını havaya dikerek "Yavrum! Çöp sepeti gibi burnunu karıştırıp durma" derdi. Herkes bu kim diye bakardı. Ama öğretmen kimse değil diyerek şahsın kim olduğunu söylemezdi. Peygamberimiz de herkesi rahatsız eden bir koku sürünen bir kimseyi görünce "Bazılarına ne oluyor ki insanları rahatsız edecek şekilde koku sürünüyor" şeklinde genel bir hatırlatma yapardı.
*Kişiyi uyarması için birini yanına gönderebilir. Bu durumdan kimsenin haberi olmayabilirdi.
*Toplantı ve program sonrası kişi yanına çağırılarak "Bu şekil oturuş çok dikkat çekti. Böyle oturmazsanız memnun olurum" denebilirdi.
*Konuşma esnasında dikkat çeken oturuşla ilgili kıssadan hisse alınsın diye "Arkadaşlar! Daha önce bir başka yerde bir toplantıda konuşma yaparken protokol ve görgü kurallarına uymayan birine gözüm ilişmişti. İçinizde böyle oturan yok. Sizi tebrik ediyorum" diyerek faullü oturan kişinin kendisine çekidüzen vermesini sağlayabilirdi.

Böylesi durumlarda yapılmaması gereken, kişinin kalabalık içerisinde muhatap alınarak uyarılmasıdır. Çünkü bu, bir yanlışın bir başka yanlışla düzeltilmesi demektir. Kişiyi topluluk nezdinde rencide etmektir. Kimsenin buna hakkı yoktur. Burada yapılabilecek bir başka yanlış da yanlışı yanlışla düzelteni alkışlamaktır. Zira bu alkış "İyi yaptın. Helal olsun sana. Bacağı bacak üstüne atana iyi haddini bildirdin" şeklinde bir destek açıklamasıdır.

Evet, “Bir yanlış, bir kötülük gördüğümüz zaman elimizle düzelteceğiz, buna gücümüz yetmiyorsa dilimizle düzelteceğiz, buna da gücümüz yetmiyorsa kalbimizle buğzedeceğiz.” Ama bunu nasıl yapacağız? Kırmadan, dökmeden, insanların onurunu koruyarak maksada ulaşmalıyız.

Unutmayalım ki yerinde, usulünce yapılmayan uyarılar ters tepebilir. Çünkü kişi topluluk içerisinde rencide olmuştur. Yaptığının yanlış olduğunu bilmesine rağmen bir başka yerde de aynı yanlışı sergilemeye devam edebilir. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Aman dikkat!

* 27/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Zamanın Ruhunu Yakalayabilmek ***


Son yıllarda sıkça dillendirdiğimiz "Değişmeyen tek şey değişimdir" sözüdür. Zira her şey değişiyor. Bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle değişim daha bir hızlandı. Hiçbir şey dünkü gibi değil. Yaşam tarzımız, giyim kuşamımız, aile yapımız, yetişme tarzımız da bu değişimden nasibini aldı. Örf-adetler, ahlaki ilke ve değerler de değişimden etkilendi.

Günümüzde mahalle baskısına boyun eğmeyen, anne ve babayı dinlemeyen, öğretmeni rol model olarak almayan; toplumun yerleşik düzenini, yaşam tarzını ve değer yargılarını iplemeyen bir nesil var. Ben bir bireyim ve özgürüm, beni bu şekilde kabul edin. Yoksa siz bilirsiniz diyen ve özgürlüğünden ödün vermeye yanaşmayan bir gençlik var. Farklılığını göstermek ve bir farkındalık oluşturmak için kendisini farklı şekil ve şemailde göstermeye çalışıyor. Kah kulağına küpe takıyor kah saçını kadın gibi uzatıyor, sakal koyuyor, değişik aksesuarlarla kendini süslüyor, modayı takip ediyor, aldığı elbiseyi tam vücuduna göre alıyor, bizim yediğimizi yemiyor, içtiğimizi içmiyor, TV izlemiyor; yolda, çarşıda, araçta kimseyle konuşmuyor, kulağında kulaklık bana mısın demiyor. 

Apolitik gibi görünen bu nesil, polisten korkmuyor, askerden çekinmiyor, mülki amiri önemsemiyor. Öğretmene beklenildiği gibi saygı göstermiyor. Anne-babaya karşı geliyor.

Orta yerde bizim yetişme tarzımızdan farklı bir nesil var iken biz onlara eski gelenekleri ve saygı anlayışlarını dayatmaya çalışıyoruz. Çünkü biz saygının alasını büyüklerimize gösterdik. Şimdi sıra onlarda diyoruz.

Veli ve öğrenci profili farklılaşmışken öğretmen, kendisine saygı gösterecek ve kendisini sorgulamayan veli ve öğrenci istiyor.
Vatandaş farklılaşmış iken mülki amirler eski vatandaşı arıyor. İstiyor ki karşısında ayak ayak üstüne atan biri olmasın. 
Devlet bile kendisini vatandaşın hizmetinde bir hizmetkar olarak görmeye başlamışken devleti taşrada temsil edenler, hizmet yerine eskisi gibi vatandaşa ayar vermeye çalışıyor.
Devlet memurlarının iş yerinde ne şekilde giyineceğini belirten yönetmelik hala yürürlükte olmasına rağmen memurlar, "sivil itaatsizlik" adı altında okul, kamu kurum ve kuruluşlara aykırı kılık kıyafetle gidip geliyor.

Baş döndüren bu hızlı değişime ayak uydurmak bir nevi zamanın ruhunu yakalamak, çağı okumak, ona göre hareket etmek ve ona göre proje geliştirmek demektir. Değilse ya oyun dışı kalırız ya da zamanın ruhu ile çatışır dururuz. Hz Ali "Çocuğunuzu kendi zamanınıza göre değil, yaşadığı döneme göre yetiştirin" derken öyle zannediyorum zamanın ruhuna işaret ediyordu. Bence büyükler bu mevcut duruma bakarak zamanı anlamaya çalışsalar daha iyi ederler. Yoksa mahcup olmaya devam ederler. Yok, eskisi gibi olsun, bunlar bizim değerlerimizdir, yaşatalım diyorlarsa bu işi kırıp dökmeden, insanların psikolojisini bozmadan ve onların onurlarıyla oynamadan edebince yapmalılar. Şayet böyle yapmazlar ise kaybedenler hep kendileri olacaktır. Unutmasınlar ki geçmiş yaşanıp bitmiştir ve dünde kaldı. Bugüne dair söyleyecekleri ve tedavileri varsa usulünce yol göstersinler. Yoksa sussunlar... Zamanın ruhunu yakalayabilmek, zamanı okuyabilmek, çağa uygun nesiller yetiştirmek ve kendisini bu çağa göre uyarlamak, okumak ve okutmak ve bu işi kırıp dökmeden yerli yerince nezaket kurallarına uyarak yapmak sadece öğretmenlerin görevi değildir. Bu iş aynı zamanda mülki amirlerin de görevidir. İmam osurursa cemaat ne yapar?

***26/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.