11 Kasım 2019 Pazartesi

Mevlid'i Nebi ve 10 Kasım'ın Ardından *

8 Kasım'da Mevlid'i Nebi adıyla Hz Muhammed'in doğumu değişik etkinliklerle cami ve salonlarda anıldı. Hemen iki gün sonrası 10 Kasım'da da ölüm yıldönümü dolayısıyla Atatürk, okul bahçelerinde ve şehirlerin meydanlarında anıldı. 

Niyetim Hz Muhammed ile Atatürk'ü karşılaştırmak değil. Zira ayrı kulvarların insanı her ikisi de. Biri Allah tarafından peygamber olarak görevlendirilmiş ve İslam'ı yaymış, diğeri de Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusudur. Her ikisini de bir arada almamın nedeni düzenlenen anma programları üzerinedir.

Oldum olası anma programlarına sıcak bakmadım. Bu durum Hz Muhammed için de Atatürk için de geçerlidir. Kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın ölünce cenazeye karşı görevler layıkıyla yerine getirilir. Ölüm taze olduğu için zaman zaman hatırlanır ve hayırla yad edilir. Ötesi abartma, dayatma, mevzuatın arkasına sığınma olur. Aynı durum doğumlar için de geçerlidir. Vefat etmiş kişilerin doğum gününü kutluyoruz. Bunlardan birisi de Hz Muhammed'in doğum günü. Fatımilerle birlikte anılmaya başlanmış, günümüze kadar gelmiş.

Dine ve ülkeye hizmeti geçmiş insanlar elbette unutulmaz. Unutmamamız lazım. Bize yol gösterecek söz ve eylemlerini hatırda tutmamız lazım. Fakat belirli gün ve haftalar kapsamına alınınca anmak mecburi hale geliyor. Haydi andık diyelim. Anmalarımız önceki yıl anmalarının küçük bir kopyası. Anmaları niçin yapıyoruz? Andığımız kişileri anlamak, onlar gibi olmak, onları örnek almak, onların yolundan gitmek için yapılır. Peki biz andığımız kişileri anlayabildik mi? Haydi anladık. Onlar gibi olabildik mi? Peygamberimizin vefatının ardından 1448 yıl, Atatürk'ün vefatının ardından 81 yıl geçmiş...çok anlayabildiğimizi ve onların yolundan gittiğimizi söyleyemem. 10 Kasım törenleriyle geldiğimiz nokta, küçücük çocukların Atatürk posterleri önünde secdeye kapandırılmasına kadar vardırıldı iş.

Bu ülkede hem Hz Muhammed hem de Atatürk ekseriyet tarafından sevilip sayılmaktadır. Kimsenin bu iki şahsiyeti unuttuğu yok. Çünkü her ikisi de tarih sahnesinde başarılı olmuş iki şahsiyettir. Sevmeyeni yok mu? Vardır elbet. Bugüne kadar seven sevmiş, sevmeyen sevmemiş. Tören düzenlemekle, program yapmakla bu  iki şahsiyeti, sevmeyenlere de sevdireceğiz düşüncesi varsa tören ve programla kimse sevdirilemez. Program yapılacak ve tören düzenlenecek ise de gönüllülük esasına dayalı olması lazım. Trafiği aksatacak şekilde yolları kapatmanın, katılım listesi oluşturmanın, katılmayan veya katılamayana inceleme ve soruşturma başlatmanın, tören ve program organizasyonunu yapanın gözden kaçan hata ve yanlışlarının deve yapılmasını doğru bulmuyorum. Hele küçücük çocukların diz çöktürülüp Atatürk posterinin önünde secde ettirilmesinin hiç makul bir izahı olamaz. Herhalde önünde secde edilmesini Atatürk görmüş olsaydı bu işe ön ayak olanları yerin dibine sokar ve “Sizin Atatürkçülükten anladığınız bu ise ben Atatürkçü falan değilim” derdi. Yine düzenlenen her türlü programlara katılımda, mahalle baskısını andırır bir tavır içine girilmesini doğru bulmuyorum.

Merak ettiğim, gelip geçmiş önemli şahsiyetler için niçin günü beklenir? Onları anlamak için illaki güne gün, saati saatine anma programı düzenlemek gerekmez. Hz Muhammed, Atatürk veya başkaları, anılmaya devam edilecek ise bunun yolu, bu tür anmaları doğal akışına bırakmalı. Salon programları şeklinde düzenlenmeli. Programa konuşmacı olarak işin uzmanları davet edilmeli. Tarihi, önemli şahsiyetlerle ilgili hala anlaşılmayan, kapalı yönleri varsa o yönleri vuzuha kavuşturulmalı.

*16/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

9 Kasım 2019 Cumartesi

Seyircilikte Üstümüze Yoktur ***

"Ülkenin birinde oynanan bir tiyatro oyununda rol gereği bir oyuncu, oyunda rol alan diğer arkadaşını kurusıkı tabancayla öldürmesi gerekiyor. Fakat arkadaşı gerçek silah kullanır, adam can havliyle bağırır ve acıyla yere yıkılır. Ölüyorum diye seyirciden yardım ister. Adam yerde kıvranıyor, bağırıp çağırıyor; öldüm, bittim diyor. Ama nafile…Çünkü seyirciden yardım istedikçe 'Oh! Ne güzel rol yapıyor' diye seyirci, durmadan alkışlıyor, sonra ayağa kalkıp alkışlıyor ve sonunda adam, sahnede iken ölüyor."
Bu olay gerçekten olmuş mu, olmamış mı bilmiyorum. Sonuçta gerçekleşmiş olmasa da hikayedir. Hikaye, kıssa ve fıkralar hisse alınsın diye yazılıp çizilir ve yeri geldiğinde anlatılır.
Bu hikaye, günümüz çoğunluğuna tıpa tıp uyuyor. Zira çoğumuz olaylar karşısında ya sessiz kalıyoruz ya olayın mağdurunu görmezden gelip yok kabul ediyoruz ya da yangına körükle giderek mağdurun mağdurluğuna inanmıyoruz. Takiyye yapıyor, az bile yapılıyor buna diyoruz ya da kişi ya da kişilerin mağdur olduğuna inansak bile o kişinin elinden tutmuyor ve aynı karede görünmek istemiyoruz. Niye yapıyoruz bunu? Çünkü mağdur diye bildiğimiz kişinin elinden tutmaya kalkarsak o kişiyi koruyormuş ithamıyla karşı karşıya kalabiliriz. Ne olur ne olmaz deyip uzak durmayı yeğliyoruz. Bu, tamamen tiyatrodaki oyuncunun ölürken alkış tutan tiyatro seyircisinin durumuna benziyor. Yandım, öldüm, bittim demesi, insanları yardıma çağırması, yere yığılıp kalkamaması, vücudundan kan akması bir şey ifade etmiyor. Oyuncu inandırıcı olacak ki seyirciyi eğlendirebilsin.
Gerçi günümüzde sap ile saman öyle karıştırılıyor ki ayırt etmek mümkün değil. Dezenformasyon o kadar fazla ki suçlu dışarıda, masum içeride olabiliyor ya da tersi. Suçlu dediğimiz insan yıllar sonra aklanabiliyor. Bir zaman sonra tüm bildiklerimiz ters yüz olabiliyor. Çünkü algılarla yaşıyor ve yaşatılıyoruz. Senaristler bir olaya nasıl bakmamız gerektiğinin de senaryosunu hazırlıyorlar. Bu gibi durumlarda insanlar acaba bu olayı şu şekilde de değerlendirebilir miyiz diyemiyor. Kim demeye kalkarsa olaylara seyirci büyük kesim tarafından tu kaka ediliyor. Çünkü bize dayatılan bakış açısı dışında düşünemezsin. Bizden istenen bu değil zira. Sonra düşünmek ne haddimize bizim. Onlar bizim adımıza düşünüp hazır yemek şeklinde bize servis etmişler. Yersen...ister beğen ister beğenme. Önümüze konan bu yemeği beğenmiyorsan bile beğenmiş görünmek zorundasın. Ya bu yemeği yiyeceksin ya bu yemeği yiyeceksin. Yoksa suçu ve suçluyu koruyup kollamakla hatta onlardan olmakla itham edilirsin. 
Hasılı seyirciliğin hakim olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Hatta bazen seyirciliğin de ötesine geçip yangına körükle gidiyoruz.
***12/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Kasım 2019 Cuma

"Sen Hala Orada mısın?" *


Sabah erkenden mahallemdeki semt pazarına gittim. Esnafın kimisi satacağı ürünü tezgâha istifleme işini bitirmiş, kimi de yeni yeni tezgâhını düzenlemekle meşguldü. Az sayıda alışveriş için gelmiş müşteri de tezgâhları dolaşıyordu. 

Aynı ürünü satan, emsallerine göre daha pahalı veren, ama düzgün mal sattığına inandığım her zamanki esnafın tezgâhının önünde durdum. Arka taraftan kardeşi, müşterilerin isteğini yerine getirirken ağabeyi de tezgâhın önüne malın iyisini dizmeye çalışıyordu. Benimle ilgilenmelerini beklerken ön tarafta albeni istif işini yapan ağabey ile bir müşterinin konuşmalarına şahit oldum. 
—Öne iyilerini koyup arkadan kötülerini vermek haramdır dedi müşteri. Esnafın sözü manidar mı manidardı.
—Sen hala orada mısın? Dünyanın her yerinde bu böyledir. Alacağını tarttıktan sonra poşetin ağzını bağlayanlardan değiliz. İnsanın olduğu gibi her malın iyisi de var, kötüsü de. Elbette tezgâhın arka tarafından vereceğiz, dedi.

Sabah sabah şahit olduğum bu diyalog moralimi bozdu. Ne hale gelmişiz dedim kendi kendime. Biliyorum pazarcılık yapmak, müşteriye malını beğendirmek zordur. Düzgün mal tartıp vermek de zordur. Çünkü çoğu pazarcı esnafı, ürününü seçtirmeden iyi-kötü olacak şekilde karıştırıp veriyor. Biz buna alıştık. Poşetin içine konan ürünün içinde ne kadar az kötü varsa kendimizi bahtiyar hissederiz. Garibime giden, müşterinin öne iyilerini koyup arkadan kötülerini vermek haramdır demesine, esnafın "Sen hala orada mısın" cevabıdır. Bu cevap karşısında esnafın haram olduğunu bile bile malının kötü olanını vermesinden geçtim. Varsın versin. "Haram olsa da maalesef yapıyoruz. Çünkü piyasa ile rekabetten geri kalmamak için böyle yapmak zorundayız. Aslında doğru değil yaptığımız. Sonra bize de mal böyle veriliyor." dese veya sessiz kalsa kimsenin tasvip etmediği suç yaygınlaşmış, bu esnaf da içine sinmediği halde mecbur kalmış diyeceğim. "Sen hala orada mısın" suçlaması, tamamen suç bastırma refleksidir. Geç haramı, şimdi haram zamanı mı? Bu, bayatladı artık demektir. Bereket, sen ne diyorsun, nasıl böyle bir şey söyleyebiliyorsun diye müşterinin üzerine yürünmedi. Birbirlerine kızıp bağırmadan mendi bir şekilde konuşuyorlardı.

Görüyorum ki suç alenileşip yaygınlaşmış, özümsenmiş, "Sen hala orada mısın" sözüyle haram hafife alınır ve haramı ağzına alan ayıplanır olmuş. Haramı hiçe sayan bu esnaf, üzerine farz olan cuma namazını kılmak için öğle vakti cumaya gelecek. Zira görüyorum her cuma. Ben hem harama geçit veririm hem de helâli/farzı yerine getiririm demektir bu. Bir elde Kur'an, diğer elde kadeh durumu. 

Burada haramı hafife alan pazarcıyı eleştiriyorum ama tek başına suç pazarcıda değil. Bu ürün yerinden pazar veya hale, kasanın altındaki ürünün kalitesi ile üstüne konan ürünün kalitesi farklı istiflenmiş şekilde geliyor. Aynı yöntemi pazarcı da kullanıyor. Kasanın üstündeki ürünü tezgâhın önüne, altındaki ürünü de arka tarafa yığıyor. Bu durumda ne yapılabilir? Bence yapılması gereken bir kasadan çıkan ürün için üç bölüm ayarlanır. Ürün; büyük, orta ve küçük şeklinde sınıflandırılır. Kasadan çıkan ürün ilgili bölüme konarak her birine ayrı bir fiyat belirlenebilir. Her ürünün, her fiyatın bir müşterisi vardır.

* 13/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


7 Kasım 2019 Perşembe

Yapamadım Yapamadım!


Geçtiğimiz cumartesi günü Kayalı Park'ta kendi aracına kurduğu düzenek ile gelip geçene çorba-ekmek ikramı yapan, yaptığı bu ikramdan dolayı bir ücret almayan, tek istediği "Allah razı olsun deyin" olan aynı amcayı, kadın doğum hastanesinin önünde yine çorba dağıtırken gördüm.

Teşkilat yine aynı şekilde. Yanına varıp selam verdim. Selamımı aldıktan sonra çorba doldurmaya davrandı. Allah razı olsun içmeyeceğim. Sizi cumartesi günü Kayalıpark'ta görmüştüm. Şimdi buradasın. Sanırım bu işi rutin yapıyorsun. Kaç yıldır yapıyorsun dedim. Üç yıldır dedi. Nereden aklına geldi böyle bir şey? Biri mi söyledi dedim. Allah dedi, ben de yapıyorum dedi. Daha önce ne iş yapıyordun soruma esnaf emeklisiyim  dedi. Kolay gelsin deyip vedalaştım.

Hastaneye girdim, başhekim yardımcıları ile görüştüm. Bir tanesine amcadan bahsettim. "Eşi çorba pişirip amca bu şekil ikram ediyor, bazen eşi de olur yanında dedi. Helal olsun, ahiret için çalışan tek kişi değilmiş meğer. Eşi de bu yolun yolcusu. Allah eşinden de razı olsun dedim, ayrıldım.

Ayrıldıktan sonra yolda giderken bir gün ben de bu amca gibi çorba dağıtsam nasıl olur dedim. Gözümün önüne getirdim. Sonra vazgeçtim. Neden mi? Ben çorba pişirmeyi bilmem. Pişirmeye kalksam da çorbamdan yiyen ilk kişi "Amca! Sen ne olursun, Allah rızası için çorba pişirme" diyecek. Çünkü elimle pişirdiğim çorbayı kör eşek yemez. 

Haydi diyelim ki eşim yardım etti. Pişirdi, ben dağıttım. Bir gün, iki gün, üç gün...nereye kadar? Bir akşam çorba ikramını yaptıktan sonra eve geleceğim. Kapıyı açan yok. Hemen telefona sarılıp eşimi arayacağım. Açmayacak. Bir daha bir daha arayacağım. Sonunda açacak ve beni dinlemeden "Ben anamın evindeyim. Daha bir süre burada kalacağım. Belki de daha uzun süre. Zira belki aklın başına gelir" diyecek ya da sevap olur diye pişirmeye devam edecek. Çorba servisinden sonra eve gelip mutfağa geçeceğim. Zira karnım açlıktan zil çalıyor. Masa hazır değil, evde yemek yok. Hanım, ben açıktım. Yiyecek bir şey yok mu diyeceğim. Allah Allah! Ne yemeği? Pişirdiğim koca tencere yemekten sonra ne yemeği pişireceğim? Pişirdiğimden bir kase de sen içseydin, olmaz mıydı? Ben bu dünyaya yemek yapmak için mi geldim, ömrüm mutfakta mı geçecek" derse...bir yere kadar anlarım ama ya "Aklından zorun mu var be herif” derse, işte bu, çok zoruma gider. Anlayacağınız, gidişat aile saadetimin bozulmasına kadar gider.

Haydi, eşim günlük yemek yaptı, iş dönüşü bana yine sofra hazırladı. Tüm bunları kaderiiim kaderiiim demeden zevkle yaptı. O zaman geriye ne kaldı? Kollarını sıva demeyin. Aklıma neler geldi neler...

El emeği, göz nuru ev ve el yapımı çorbayı alıp Allah rızası için dağıtmaya çıktım. Çorba ve ekmek verdiğim kişi "Amca! Limon yok muydu? Madem bir iyilik yaptın.  İşini tam yap. Zira çorba limonsuz olur mu" dedi. (Ne anlarlarsa çorbaya veya herhangi bir şeye limon sıkmaktan. Şimdiden dişlerim uyuştu.) Diyelim ki isteyenler için limon da bulundurdum. Çorbamı içtikten sonra “Amca! Baharatı az olmuş…tuzu eksik, çorba biraz koyu veya sulu olmuş…” diyen çıkar mı çıkar ya da ekmeğin ambalajını çöp kutusuna değil de yere atan olmaz mı? Olur. Ekmekten bir parça koparıp yarım bırakan çıkar mı? Çıkar. Ne yapayım, yapsınlar da diyemem. Belki birkaç defa mıntıka temizliği yapacağım. Sonra? Evliya değilim ki…çatacağım birine. Çünkü karışmadan edemem ben. Sonuç, kafayı, gözü kırdırıp evin yolunu tutacağım. Düşündüm de bu iş bana göre değil. Anlayacağınız bu işe başlamadan havlu attım şimdiden.


4 Kasım 2019 Pazartesi

Gelin Şu Sorulara Birlikte Cevap Arayalım *

Bugün sorularla bir sorgulama yapmak istiyorum.
*Mükemmel bir dine inanmamıza rağmen İslam dünyası her yönüyle dünyanın niçin gerisindedir?
*Tüm savaşlar niçin İslam dünyasının topraklarında olur veya yapılır?
*Terör eylemleri, canlı bombalar niçin İslam topraklarında olur? Teröristler ve terör örgütleri niçin Müslümanlar arasından çıkar? Müslümanlar niçin birbirlerini boğazlarlar?
*Batı, İslam dünyasını niçin sevmez?
*Başımıza ne gelirse niçin İsrail, ABD ve Batı'yı suçlarız? Bunda bizim hiç payımız yok mu?
*İslam dünyası niçin üretmiyor, hep tüketiyor?
*Son yüzyıllarda ürettiğimiz, patenti bize ait olan, dünyaya pazarladığımız bir ürünümüz var mı?
*İslam dünyası dünyaya ne kadar katma değer verebiliyor?
*Dünyanın herhangi bir ülkesinde İslam dünyasında olduğu kadar bir kutuplaşma var mı?
*İslam dünyasının çoğunda niçin demokrasi yok? Niçin yönetimleri krallıktır?
*İslam dünyası Batı, ABD ve Rusya gibi ülkelerin elinde niçin birer piyondur?
*İslam dünyasındaki kural tanımazlık dünyanın kaç ülkede var?
*Ahlaki yozlaşmanın her türü İslam dünyasında niçin daha fazla?
*İslam dünyası, dünyaya karşı önemli konularda niçin bir ve beraber değildir? Niçin birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışırlar? Niçin düşmanla iş tutarlar?
*Geri kalmışlığı, kokuşmuşluğu dert edinen kaç Müslüman ülke vardır?
*Eleştiri kültürü ve hoşgörü ortamı bu topraklarda niçin yoktur?
*İslam dünyasının durumuna ve yaşantısına bakarak kaç kişi Müslüman olmuştur?
*Bizim bizden başka düşmanımız var mı? Başka düşmana ihtiyacımız var mı?
*Dünyada İslam dünyasının niçin bir ağırlığı ve değeri yok?
*İslam dünyasından bilime hizmet eden kaç bilim adamı çıkmıştır?
*İlk beş yüze giren kaç üniversitesi vardır?
*İsraf, adam kayırmacılık başka ülkelerde bizdeki kadar var mı?
*Mezhep, cemaat kavgaları bizdeki kadar başka ülkelerde var mı?
*İşimizi düzgün yapma konusunda dünya sıralamasında kaçıncı geliriz?
*İslam dünyasında dilenenler kadar başka ülkelerde dilenen insan var mıdır?
*Dünyada bizim kadar konuşan ama icraatı olmayan başka ülke insanı var mıdır?
*Dünyanın hangi ülkesinde bizdeki kadar kahvehane ve çay ocağı kültürü yaygındır?
*İnsan hakları, adalet, ehliyet ve liyakat gibi konularda ilk elliye giren İslam ülkesi var mıdır?
*Dünyada itibarımız olmamasına rağmen kendimizi devamlı övmekten ne anlarız? Bunun bize ne faydası vardır?
*Başka ülkelerin pazarı ve sömürgesi olmaktan memnun olmayan kaç İslam ülkesi var?
*Niçin kanan, kandırılan ve başkasının dümen suyuna giren insanlar hep İslam dünyasından çıkar?
*İslam dünyası kadar rahatına düşkün başka ülke var mı?

Soruları uzatabiliriz. Sizlerin de soracağı sorular vardır. Bu kadar yeterli sanırım. Niyetim İslam dünyasının bir fotoğrafını çekmektir, başka ülke ve kültürleri şirin göstermek değil. Hepimizin bildiği bu fotoğrafı hiç savunmaya geçmeden, hiç gerekçe üretmeden, bir mazeretin arkasına sığınmadan cevaplamaya çalışalım. Bir öz eleştiri yapalım. Bakalım ne çıkacak? Benim bu konuda söyleyeceğim tek şey, inandığı değerlere uygun yaşamayanları Allah’ın bu şekil rezil ve rüsva ettiğidir.

21/12/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Kasım 2019 Pazar

Nimete mi Konmak İstersin Yoksa Külfete mi? ***

Türkiye ve İslam dünyasında yaşıyorsanız yazılmamış yerleşik düzeni de biliyor olmalısınız. Yoksa haliniz haraptır. Asla nimetlere konamazsınız. Eğer siz külfet neyime, ben en iyisi nimete konayım, şu üç günlük dünyada ağzımın tadını bozmayayım diyorsanız, o zaman dediklerimi yapacaksınız. Bu dediklerim siyaset, cemaat, yönetim başta olmak üzere hayatın her alanında geçerlidir. Bu arada bu kıyağımı da unutmayın.

Sürü psikolojisini bilecek ve sürüye tabi olacaksın, güdülen olmayı kabulleneceksin. Asla öne geçmeyecek, hep arkada olacak ve sadakat bağı ile bağlanacaksın. Doğruya doğru, yanlışa yanlış demeyeceksin. Kendi görüşün diye bir şey olmayacak. Bir sürüden ne isteniyorsa onu gönülden destekleyecek ve yapacaksın. Liderini ve liderinin kurduğu hareketi asla eleştirmeyeceksin. Zaten haddin değil. Lider kim, sen kim! Zira lider olmadan sen bir hiçsin. Konuşma ve düşüncede sivrilmeyecek ve doğrucu davut olmayacaksın. Bunu ekran ve meydanlarda dile getirmeyeceksin. Yerini ve haddini bileceksin. Senin görevin daima liderini övmek ve savunmaktır. Onu ölümüne savunacaksın.

Sanırım çok uzatmaya gerek yok. Nimete konmanın yolunu öğrendiniz sanırım. Böyle olursanız sizi kim tutar. Mukarrabunden olur, daima başköşede oturur, el üstünde tutulur ve sizin için yükselmenin bir sınırı yoktur. 

Yok, ben bunları yapamam, ben özgür bir bireyim, asla görüşlerimden ve doğru bildiklerimden ödün vermem; doğruya doğru, eğriye eğri derim, bunu uygun ve sair ortamlarda da dile getiririm diyorsan, kusura bakma ama senden bir cacık olmaz. Nimetlere konamazsın. Ancak külfete talip olmuş olursun. Çünkü nankörlük senin yaptığın. Bu durumda bu seçimine ancak hayırlı olsun denir. Hiç ağlamaya, sızlamaya gerek yok. Kendi düşen ağlamaz. Zira bu, senin tercihindir. Sonra sen kim, görüş bildirmek kim. İçine sinmeyenleri söylemek ne haddine! Laftan, sözden anlamayan o içine tüküreyim senin. 

Senin misyonun itiraz etmek, öne çıkmak, akıl vermek değil, öndekini takip etmektir. Yani yükselebileceğin en iyi yer ikinci adam olmaktır. Bu da taklitte kötü bir mertebe sayılmaz. 

Bak etrafına! Senin gibi bir düşünceye sahip olanların akıbetini gözlerinle gör. Dün mukarrabun idiler, bugün neredeler? Unutma! İnsanın bu dünyada başına gelenler kendi elleriyle yapıp ettikleridir.

Şimdi tüm bu dediklerimden sonra tercihini yap. Nimete mi talipsin yoksa külfete mi? Nimete talip isen uyumlu ol,  vicdanının sesine kulak verme, sesini çıkarma, su akarken testini doldurmaya devam et. Asla sorgulama! Sadece denileni ve isteneni yap. Külfete talip isen sürüden ayrıl da seni kurt kapsın diyeceğim ama kurdun seni kapması ancak senin kurtuluşun olur. Daha ölümlerden ölüm beğeneceksin.

***23/12/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Haz Almadığım Tipler *

Hem iş hayatımda hem sosyal hayatta ister camiam içinde ister camiam dışında diğer kesim insanı olsun; benden haz almayan, benim de kendilerinden haz almadığım kişiler vardır. Bunların ortak noktalarını şöyle sıralayabilirim:
*İşini düzgün yapmayan, işini savsaklayan, işten kaçan, işini başkasının üzerine yıkan ve sorumluluğunu üstlenmeyen kişiler,
*Yapmadığı işinden dolayı bir mazeret ve gerekçenin arkasına sığınanlar, 
*İşini ve görevini düzgün yapmadığı halde kendisine hiç toz kondurmayanlar,
*Menfaati ve çıkarı için kırk takla atanlar,
*İşi bitinceye kadar dost ve arkadaş olan ve görünenler,
*İletişim ve eleştiriye açık olmayanlar,
*Paratoner gibi her şeyi üzerine alınıp kırılıp küsenler,
*Hata ve eksikliğini görmesini beklediğim ama görmeyen veya görmek istemeyenler,
*Konuşması ve yaptığıyla çelişen ve herkesi balık hafızalı sanan ve yutturdum deyip akıllı geçinenler,
*Hata, eksiklik ve çelişkisini söyleyince suratını asıp tavır alanlar,
*Espriden anlamayan düz kontaklar,
*Hep savunma pozisyonunda duranlar,
*Beni ön yargılı dinleyenler,
*Olaylar arasında bağlantı kuramayanlar,
*Doğru ile çıkarı çeliştiği zaman çıkarı doğru kabul edenler,
*Kafası basmadığı halde anlamış görünen ve ayıplayanlar,
*Olayın iç yüzünü, tarafları dinlemeden tek taraflı dinleyip tavır alanlar ve yargısız infaz yaparak selamı sabahı kesenler,
*Bir görüşün, fikrin aşırı fanatiği olanlar,
*Doğruyu kendisinden ibaret zannedenler ve bu zanlarıyla yaşayanlar,
*Başkasının yönlendirmesiyle hareket edenler,
*Haksızlık karşısında güçlünün yanında yer alanlar, en hafifiyle sesini çıkarmayanlar,
*Kendisi ve hatalarıyla yüzleşmeyenler,
*Senden duyduğu bir sözü gidip bir başkasına aktaranlar ve güçlü adına çalışanlar,
*Olması gereken doğruyu söylediğinden dolayı bu doğrudan rahatsız olanlar,
*Gördüğü ve dinlediği bir yanlışa yanlış demeyenler,
*Herhangi bir tehlike anında renk vermeyip rüzgâra göre yön değiştirenler…
Bir kısım özelliklerini saydığım bu kişiler benden, ben de onlardan haz almadım. Aynı ortamda bulunmamaya dikkat ederim. Çünkü ne benim onlara ne de onların bana verebilecekleri bir şeyleri vardır. Bu tiplerle birlikte olmadığım için bugüne kadar hiç eksiklik hissetmedim. Benim kalbim onlara, onların da kalbi bana kapalı oldu hep.

*04/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.