2 Kasım 2019 Cumartesi

Zamana Riayet Konusunda Dakik miyiz? *

Görüşlerini tasvip ettiğim ve konuşmalarını dinlediğim bir siyasi vardı. Zaman zaman siyasi yasaklı olsa da 2000'lere kadar adından sıkça söz edilirdi. Şimdilerde yaşamıyor. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun. 

Bilgi, birikim, öngörü bakımından zeka fışkıran bu siyasinin dikkat çeken yönlerinden birisi zamana riayet etmemesiydi. Ne mitingine zamanında gelir ne de TBMM'de konuşurken konuşma süresine riayet ederdi. Mitinglerine en az iki saat takar, Meclis konuşmalarında kendisine ayrılan süre bitmesine, Meclis başkanı tarafından kendisine defalarca ek süre verilmesine, mikrofonu kapatıyorum uyarılarına rağmen o, konuşmasına devam ederdi. Hiç unutmam, bir defasında yine konuşmasını uzattığı, kürsüyü terk etmediği, hala konuşmaya devam ettiği sırada zamanın Meclis başkanı "Sayın ...! Size bir soru soracağım. Anlattığınız davanızda zamana da riayet olacak mı" dedi. Bizimki gülerek "Sayın başkanım, bitiriyorum" dedi. Daha bir müddet konuşmasına devam etti. Üzülmüştüm bu duruma.

Anlatmaya çalıştığım bu siyasiyi bilenler hemen tanıyacaktır. Hatta sevenleri bu eleştirime kızacak, şundan dolayı böyle oluyordu deyip savunmaya da geçeceklerdir. Niyetim o kişiyi eleştirmek değildir. Zaten ismini de vermedim. Dikkat çekmek istediğim, zamana riayet etme konusunda iyi bir imaj vermediğimizdir. Bu siyasinin yaptığını zaman zaman başkaları da yapıyor. 

Geçen hafta cuma namazını kılmak için bir senedir gitmediğim bir camiye gittim. Ezan okundu okunacak. Görevli imam vaaz veriyor. Diğer camilerin ezanı bitti, imam hâlâ konuşmaya devam ediyor. Bitirdi, bitirecek, cümlesini bağlayacak derken "Biriniz ezan okusun" dedi. Kaldığı yerden konuşmaya devam etti. Ezan okumaya kalkan olmayınca nice sonra "İçinizde ezan okuyacak yok mu" dedi. Sonra bir defa daha tekrarladı. Sanırım arka taraftan biri kalkmış olmalı ki konuşmasına geri döndü. Ezan okunurken yine konuşmasına devam etti. Ezan bitti, istifini bozmadan konuşmasını sürdürdü. Ne konuşuyor diye sormayın. Çünkü dinlemedim. Sadece haydi hoca bitir artık, bak işime geç kalacağım dedim durdum içimden.

Bulunduğum caminin ezanının okunmasından bir beş dakika daha geçti. Nihayet bir duyuruyla kapattı. Kulak kabarttım hemen. Duyuru nedir derseniz "Kudüs üzerinden umre turları başlamış, imkanı olanlara ve ilgilenenlere duyuruyorum" dedi. Aklımda da burası kaldı. Sonra hep birlikte cumanın ilk sünnetini kılmak için ayağa kalktık. Civarımızdaki camilerden en az bir 10 dakika gecikmeli olarak cuma namazını kılıp çıktık. Mesele on dakika değil, zamana riayet meselesi.

Mübarek! Zaten hutbeyi de sen okuyacaksın. Duyurunu ve irşat görevini hutbede devam ettirsen olmaz mı? Civarın okul ve hastane. Köy yeri değil. Herkes bir an evvel görevimi ifa edip işime döneyim diye düşünürken sen post derdindesin. Ha ezandan önce cümleni bağlasan da herkes huşu içerisinde güzel sesinden bir ezan dinlese ne olur? Senin mesain cumadan sonra ikindiye kadar ara veriyor, milletin mesaisi devam ediyor. Söyleyeceğini süresi içerisinde söylesen olmaz mı? Unutma ki iyi bir hatip zamana riayet edendir. Süresi içerisinde konuşmasını bitiremeyen, daha konuşacaklarım var diyen iyi bir hatip değildir. Bu tür uzatmalar bir faydaya da haiz değildir. Zaten dinleyeni de yoktur.

Başkasının zamanından aşırarak konuşmak samimiyetin bir göstergesi falan değildir. İmam veya bir başkası görevini layıkıyla yapmak istiyorsa lütfen zamana riayet etsin ve dakik olsun...

* 08/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Çocukları Gözüyle Parçalanmış Ailelere *

Anneciğim ve babacığım!
Biliyorum ikiniz de evlenirken bir müddet sonra ayrılırız diye bir araya gelmediniz. Bir yastıkta kocamak için evliliğinizi birleştirdiniz. 

Evlenirken sizi kimse zorlamadı, kimse size nikah masasında imzalayın diye silah dayamadı. Sevinç içerisinde birbirinize evet dediniz. 

Evlendikten sonra ben ve kardeşim dünyaya geldi. Biz doğmadan önce bize doğal olarak "Yavrum! Doğmak istiyor musunuz" diye de sormadınız. 

Şimdi siz kalkmış "Şiddetli geçimsizlik" iddiasıyla ayrılmaya kalkıyorsunuz. Nasıl evlenirken evlenmek hakkınız ise ayrılırken de ayrılma hakkınız var. Buna bir diyeceğim yok. Buna saygı duyuyorum. Zira hayat sizin hayatınız. Zorla güzellik olmaz.

Belli etmesem de size kırgın ve kızgınım. Kolay kolay da affedeceğimi sanmıyorum. Çünkü bireysel kararınızla evlendiniz ve sayenizde ben ve kardeşim de dünyaya teşrif etmiş olduk. Vara gelmez olaydık. Siz olmayınca bizim ağzımızın tadı kalacak mı? Siz birbirinize yabancı olduktan sonra biz ne olacağız? Bizi dünyaya getirirken sormadığınız gibi ayrılırken de bize sormuyorsunuz. 

Velayeti annemin veya babamın alması, bizi yedirip içirmeniz, okutmanız atalık mıdır? Sahi bu mu atalık? Her şey maddiyat mı? Bizim hiç duygularımız yok mu? Bizi boynu bükük bırakmaya ne hakkınız var? Kardeşimle ben, dünyaya gelmeden önce evliliği bitirirsiniz. Buna eyvallah derim. Biz olduktan sonra sizin "anlaşamıyoruz" diye ayrılma gibi bir lüksünüz ve hakkınız olabilir mi? 

Bir aile olmayı bize çok gördünüz. Ben hayatım boyunca anne, bana deyip peşinizden mi koşacağım? Kendi hayatınızı karartırken bizim hayatımızı karartmaya hakkınız var mı? Kendinizi düşündüğünüz kadar bizi niye düşünmüyorsunuz? Siz kendinize mi Müslümansınız? Siz şehvetinizin esiri olurken ben niye bu oyunun kuklası olayım?

Temenni etmiyorum. Zira atamızsınız. Ölseniz öksüz ve yetim kalsak annesizlik ve babasızlık zor olsa da kaderin bir cilvesi, demek ki böyle imtihan olacağız der, hayata tutunmaya çalışırız. Ya şimdi? Birbirinize karşı biriniz Filistin, diğeriniz İsrail iken bizim yüzümüz gülecek mi? 

Çocuğunuz olarak sizi sorgulamak haddim değil, nasihat hiç veremem. Zira ateş düştüğü yeri yakar. Ama bu yaptığınız iş değil. Yol yakınken vazgeçin bu sevdanızdan. Bir ve beraber olun, aile olun aile! Sizden bir ve beraber olmanız dışında başka bir şey istemiyorum.
                                                      Evladınız
* 06/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Öğretmenliğimden Bir Enstantane -2-

Üç hafta önce yeni bir ders programıyla birlikte bir sınıfın haftada iki saat Kur'an derslerine girmeye başladım. İlk dersimizde Kur'an okuyanlarla okumayı bilmeyenleri tespit ettim. Cüz okuyanları yanıma tek tek çağırarak seviyelerini öğrenmeye çalıştım. 

Cüz okuyanların çoğu harfleri dahi tanımazken bir kız öğrenci harfleri tanıyordu. Hafta sonu diğer sınıflardaki cüz okuyacak öğrenci adedince kitapçıdan elif ba cüzü satın alıp pazartesi gibi öğrencilere dağıttım.

Harfleri bilen kızımız ağabeyini tanıyıp tanımadığını sordu. Tanıyorum, iki sene önce 7.ve 7.sınıfta dersine girdim. Ama ağabeyin içine kapanık biri idi. Neredeyse iki yıl boyunca hiç konuşmadı. Sen öyle değilsin. Ağabeyine göre çok sosyalsin dedim.

01.11.2019 günü itibariyle bu kızımız cüzü bitirerek bugün Kur'an'a geçti. Derste okudukça okudu. Zil çaldı, vakit yetmedi. Çocuğa ne yapalım dedim. "Boş dersiniz varsa devam edebiliriz, bugün Kur'an'a geçmek istiyorum” dedi. Ders öğretmeninden izin alarak öğrenciyi öğretmenler odasına aldım. Aradan nereden sordumsa bildi ve Kur'an'a geçti. Çocuğu tebrik ettim. Haftaya Kur'an'dan okuyacağı ödevini verdim. Ardından bu cüzü bana geri  verir misin, biri cüzünü kaybetmiş, ona vereyim dedim. Olur dedi. Parasını geri verdim. Cüzü de falan sınıftaki falan öğrenciye teneffüste verir misin dedim. Ona da olur dedi.

Öğrenci sınıfına geri gittikten sonra içimi bir sevinç kapladı. Nasıl sevinmem. Nice öğrenciler haftada bir veya iki sayfa okurken bu öğrenci, üç haftada gördüğümüz üç derste cüzünü okumak suretiyle Kur'an'a geçti. Azmin elinden ne kurtulabilir ki... Helal olsun bu kıza. Allah sayılarını artırsın. İnşallah arkası gelir. Diğer cüzdeki öğrenciler de bir an evvel Kur'an okumaya başlarlar.

Kız öğrenci sınıfına gittikten sonra iki sene önce okuttuğum ağabeyini gözümün önüne getirdim, bir de bu kızımızı. Taban tabana zıt iki kardeş. Hem başarı hem de huy yönüyle. Beş parmağın beşi bir değil dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

Öğretmenliğimden Bir Enstantane -1-

Ortaokul ve liselerde Kur'an-ı Kerim derslerinin seçmeli ders olarak okutulmaya başlanmasından sonra ilk defa 2018-2019 öğretim yılında altı sınıfın Kur'an'ı Kerim derslerine girdim. Çoğunluğu Kur'an'ı Kerim okuyan öğrencilerin okuduğu Kur'an'dan, okumak için ilgi, alaka ve gayret göstermelerinden fazlasıyla memnun kaldım. 

2019-2020 öğretim yılı başında biri 5. diğeri 6.sınıf olmak üzere iki sınıfın Kur'an derslerine giriyorum. 5 Ekim tarihinden itibaren 4 sınıfın daha Kur'an derslerine girmeye başladım. İçlerinde Kur'an okumasını bilenler de var, bilmeyenler de. Kur'an okuyanlara haftalık birer veya ikişer ayet vererek her hafta okutuyorum. Kur'an bilmeyenlere cüz aldırdım. Onlara da haftalık cüz okutuyorum. Cüz okuyanlara "Dersi beklemeden beni nerede bulursanız cüz okuyacaksınız. Her gün, ne kadar okursanız size zaman ayıracağım" dedim. Zaman zaman teneffüslerde "Öğretmenim! Ben cüzümü okumak istiyorum" diyerek gelen öğrencilerim var. Kiminin sınıfına gidiyorum, kimi ile bahçede nöbetçi iken kenara çekilip okuyoruz.

Yan taraftaki fotoğraftaki öğrenci, ekim ayından itibaren dersine girmeye başladığım bir öğrenci idi. İlk derste Kur'an ve cüzcüleri belirlerken Kur'an okuyorum diyenlerden biridir. Ertesi hafta okuttum. Okuyamadı. Öteki öğrencilerden duyduğu bazı kelimeleri söyledi. O kadar. Haftaya da böyle okursan cüze dönersin dedim. Çocuk yine okuyamadı. Yanına varıp kalemle harfleri gösterdim. Okuyamadı. Önüne bir cüz koyup elif ba'yı oku dedim. Harfleri bile bilmiyordu. Haftaya cüz getir, sen Kur'an bilmiyorsun dedim. İşte bu çocuk o çocuktu. 


30 Ekim Çarşamba günü öğrencileri bahçeden içeriye aldıktan sonra bu öğrenci yanıma geldi ve "Ben cüzümü okuyacağım" dedi. Bodrum katta nöbetçiyim. Şimdi derse gireceğim. Diğer teneffüs nöbet yerime gelirsen okuturum" dedim. Çocuk boyun bükünce "Tamam, çıkar cüzünü okuyalım"  dedim.  Yere çömelerek 8 sayfa okumuşuz.

Üçüncü saatim boştu. Arayan soranım var mı diye telefonuma bir baktım. Dersini bitirip giden sabahçı bir öğretmen meslektaşımın bir mesajı vardı. Biz çömelip cüz okurken bizi çekmiş ve bu fotoyu göndermiş. Altına da "Gruba atamadım ama Allah razı olsun hocam. Var olun!" ve "Tam okuldan çıkıyordum, o kadar duygulandım ki görünce bozmak istemediğim için sadece fotoğraflayıp ayrılmak ihtiyacı duydum." şeklinde iki mesaj yazmış. Hem foto hem de yazılanlar beni fazlasıyla mesrur etti. Öğretmenim, sağ olsun, var olsun.

Altıncı dersin teneffüsünde aynı çocuk bodrum kata gelerek aynı gün iki sayfa daha okudu. Bu çocuk bir an evvel Kur'an'a geçerse çok memnun olacağım. Ki azminden Kur’an’a çabuk geçecek görünüyor.

Pazarcı Esnafı Olmak Zordur *

Hayatta elinin emeğiyle kazanmak zordur. Sorumluluk isteyen her meslek zor olsa da meslekler içerisinde kolaydan zora doğru bir sıralama yapılırsa semt pazarlarında pazarcılık yapmak da meslek grupları arasında zor olanlarındandır.

Mevsimine göre satacağın ürünü almak için sebze halinden veya yerinden getirmelisin. Malı en uygun fiyata almalısın. Çünkü rakiplerinle rekabet etmenin başka yolu yoktur. Aldığın ürünü stoklayacağın bir yerin olmalı. Malı koyduğun yer ürününü üşütmemeli ve bozmamalı. Çabuk bozulacak sebze ve meyveyi çabucak elden çıkarmalısın.

Belli bir yerin yoktur. Her gün satacağın sebze veya meyveyi aracına yüklemelisin. Göçebe gibi her gün bir semte gitmelisin. Daha müşteriler gelmeye başlamadan tezgahı açmalısın. Gerekirse çadır kurmalısın. Yağmura, kara ve dona karşı tedbirini almalısın. Ürünü, albeni diyecek şekilde tezgaha dizmelisin. 

Müşteriler gelmeye başlayınca oturamazsın. Kimi fiyat sorar, kimi seçmece var mı der, kimi şurada şu fiyat, seninki pahalı der. Malını beğendirmek, satmak ve müşteri çekmek için gerekirse bağırmalısın.

Akşam hava kararmaya başlayıp müşteriler el etek çekmeye başlayınca satamadığın sebze ve meyveyi tekrar arabana yükleyeceksin, evinin yolunu tutacaksın.

Evde yemeğini yedikten sonra yattığın yeri beğenirsin. Mışıl mışıl bir uykuya dalarsın. 

Sabah erkenden malını tekrar yükleyip diğer semt pazarının yolunu tutarsın.

Ne tatili vardır ne de pazarı pazarcılığın. Hastalık kabul etmez. Keyfin olmasa da yollara düşeceksin. Ekmek teknesi ne de olsa.

Bazen iyi kar edersin, keyfine diyecek olmaz, yorgunluk nedir bilmezsin. Malın elde kalırsa dut yemiş bülbüle dönersin, kara kara düşünürsün. Bazen içine kapansan da bazen burnundan soluyarak çatacak birini ararsın.

Hasılı pazarcılık zordur vesselam. Zorluğun yanında bir de helalinden kazanma durumu var. Eğer sebze ve meyvenin iyilerini öne koyup arka tarafa kötü, çürük ve eziklerini koymuş ve müşteriye her yer aynı deyip arka taraftan el çabukluğuyla çürük ve çarık ürün doldurursan bil ki kazancına haram karıştırırsın. Terazin doğru tartmazsa haram yemiş olursun.

*25/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yazmak Okumaktır Aynı Zamanda ***

Toplum olarak okuma sorunumuz var. Okumada dünya ortalamasının altındayız. Okumada geri olsak da konuşmada üstümüze yoktur. Çünkü okuma yerine konuşmayı tercih ediyoruz. Konuşmalarımız yazıya dökülse dünya kadar yazılı eserimiz olur. Teknoloji ileride konuşmalarımızı aynı anda yazıya geçirecek seviyeye gelirse dünyanın en büyük eserinin müellifi bizim toplum olur.

Okuma yönünden özürlü olsak da yazan insanımızın sayısı az değil. Kitapçı raflarına bir göz atarsak alınıp okunsun diye okuyucu bekleyen kitap sayısı az değil. Kitapların alıcısı fazla olmasa da kitap bolluğu sevindiricidir. Çünkü yazmak deyip de geçmeyelim. Yazılan bu kitapların her biri birer emek mahsulüdür.  Yazmak okumaktır aynı zamanda. Hayatın getirdiği sorunları ele almaktır, onları dert edinmektir. Onlara çözüm önerileri sunmaktır. Duyarlı olmak demektir.

Yazmak cesarettir aynı zamanda. Görüşünü açıklarken kendini ele vermektir. Rengini ve duruşunu belli etmektir. Kınayanın kınamasına aldırmamaktır. Görüşünden dolayı gelebilecek eleştirilere göğüs germektir ve terlemektir.
Yazmak içini dökmektir aynı zamanda. Rahatlamaktır. Düşündüklerini kağıda yansıtabilmektir. 
Yazmak bir sanattır aynı zamanda. Herkes konuşur, herkes okur ama herkes yazamaz.  Bir insicam içerisinde kelimeleri ve cümleleri konuşturmaktır. Kelime, kavram ve deyimleri yerli yerince oturtmaktır. 
Yazmak bir birikimdir aynı zamanda.  Geçmişten günümüze, belleğinde topladığını kağıda dökmektir. Balık kafalı olmadığına işarettir. Yazmak hafızayı güçlendirir aynı zamanda. Kişiyi dinç ve diri tutar. Kelime hazineni geliştirir.
Yazmak hayata farklı pencerelerden bakmayı öğretir aynı zamanda. Kişi yazarken öğrenmeye devam eder. Eleştirel bir bakış açısı verir. Ufkunu geliştirir. Aynı zamanda eleştirilmeyi de göze alır.
Yazmak bir bağımlılıktır aynı zamanda. Kişiye boş vaktini değerlendirmeyi öğretir, zamanı boşa harcatmaz. Yazmak varken ne yapayım dedirtmez. Yeter ki bir boşluk bulsun.
Yazmak sessizliktir ve sessizliğe bürünmektir aynı zamanda. Kalabalıklardan uzaklaşmaktır. Düşünmeye dalmaktır.
Yazmak bir gözlemdir aynı zamanda. Sorunu görmektir. Kalabalıklar içerisinde otururken zihninde sorunu yazmaya başlamaktır. Kağıda kaleme dökmeden zihninde pişirmektir.
Yazmak geçmişle gelecek arasında bir köprü olmaktır, bağlantı kurmaktır. Çözüm odaklı çalışmaktır. Bazen parçadan bütüne, bazen de bütünden cüze gitmektir. Bir çıkarımda bulunmaktır.
Yazmak bir taraftan kendini geliştirirken bir taraftan da eksikliklerini bulmaktır ve bu eksikliği gidermeye çalışmaktır. Kendini sorgulamaktır.
Yazmak gündemi takip etmek ve gündemle yaşamak demektir.
Yazmak mücadeledir. Bir nevi savaştır. Silahı kalemdir. İnsanı hedef alır. Onlara ve gönüllerine dokunmaya çalışır.
Yazmak yarası olan gocunsun diye inceden inceye dokundurmaktır. Anlayana ve anlamak isteyene elbette. Anlamak istemeyene davul zurna azdır.

***09/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.





1 Kasım 2019 Cuma

Temcit Pilavı*

Bizim ülkemizin yumuşak karnı çok. Terör, ekonomi, kutuplaşma, diplomasi ve dış politika gibi. Genelden özele inersek bize göre tehcir, başkalarına göre "soykırım" meselesi, her yıl nisan ayında dünya gündemine gelir. 1965 yılından bu yana 29 ülke meclisinde “soykırım” oylanarak kabul edildi.

Bu senenin diğer yıllardan farkı, “soykırım” nisanı beklemeden tekrar gündeme geldi. ABD Temsilciler Meclisinde yapılan oylama ile Osmanlı’nın Ermenilere “soykırım” yaptığına dair yasa tasarısı kabul edildi. Temsilciler Meclisinden geçen bu yasa tasarısı, ABD parlamentosundan da bu şekil geçerse Osmanlı’nın Ermenilere “soykırım” uyguladığını kabul eden 30.ülke olacak.

ABD Temsilciler Meclisine “soykırım” meselesi ilk defa gelmiyor. Her sene temcit pilavı gibi gelir. Fakat kabul edilmezdi. Bu sene üstelik nisan ayı da beklenmeden Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bir araya gelerek ezici bir çoğunlukla “soykırım”ı kabulde yarıştılar. Aynı Meclis, “Barış Pınarı Harekâtından” dolayı Türkiye’ye yaptırım yapma yasa tasarısını da oylayarak kabul etti. Halbuki aynı ABD, Türkiye ile yaptığı Ankara Mutabakatında yaptırım uygulamayacağını söylemişti.  

Ne oldu da her yıl ABD kamuoyunun ve Meclislerinin gündemine gelen ve kabul edilmeyen “soykırım” apar topar oylandı? Aldığımız yaptırım kararlarını geri çekiyoruz diyen ABD, sözünün ve imzasının üzerinden on beş gün bile geçmeden yaptırım kararını oylayıp kabul edebiliyor. Hiç büyük ve köklü bir devlet ciddiyeti var mı ABD’nin bu yaptığında? Hoş, karşımızdaki ABD olunca normal görür olduk artık. Çünkü saat başı karar ve görüş değiştiren, görüşlerinde sürekli zikzak çizen ve “U” dönüşü yapan bir ABD var karşımızda.  Konuştuğu ve yazdığı her şeyde, aldığı her kararda dünyayı yakından ilgilendiren ve etkileyen bu ülkenin ne dilinde diplomatik bir dil var ne devlet teamülü var ne de sorumlu bir devlet görüntüsü var. İşin garibi Temsilciler Meclisinde oylanarak kabul edilen “Soykırım Yasa Tasarısı”na ABD’lilerin inandığını falan düşünmüyorum. Anlaşılan “Barış Pınarı Harekatı dolayısıyla imzalanan Ankara Mutabakatını hazmedememiş görünüyorlar. Belki de bu harekatla tekerlerine taş koyduk. Ortadoğu’daki emellerine ulaşamayacaklar. “Soykırım” ve ekonomik yaptırım kararları ile akılları sıra bize had bildirecekler ve intikam alacaklar. Bu aşamadan sonra ABD’nin her yaptığı cami duvarına işemekten başka bir şey değil. Biz de ABD’nin çizdiği bu tablodan sonra, ne olur: “Efendim! Birlikte biz bir NATO ülkesiyiz, müttefikimiz, stratejik ortağımız” falan demesin.

Bir söz de ABD Temsilciler Meclisinden geçen “soykırım” ve yaptırım kararını, TBMM’de grubu bulunan partiler ortak bildiri ile kınarken bir partimiz kınamamış. ABD’nin aldığı bu karar gibi bu partimizin kınamaya destek vermemesini de yadırgamadım. Çünkü o partinin hiçbir milli davada Türkiye’nin yanında yer aldığını görmedim bu güne kadar. Körler, sağırlar misali birbirlerini ağırlayıp duruyorlar. Ama TBMM’nin kınama kararına ret oyu vermesi, kendi içinde kendisiyle çelişmiyor. Çünkü emin adımlarla davasını(!) savunmaya devam ediyor. 1975 yılında suikastlara imza atan ve birçok konsolosumuzu öldüren ASALA terör örgütü, 1985’lerde eylemlerine son verdikten sonra bayrağı PKK devraldı. Değişik adlarla bu kanlı terör örgütü, içeride ve dışarıda Türkiye ile mücadele etmeye devam ediyor. PKK bu işi, içimizde ve sınır ötemizde yaparken Ermeni diasporası da dünya devletlerinin parlamentolarında lobi çalışması yaparak Türkiye’yi mahkum ettirmeye çalışıyor. PKK terör örgütü ile organik ve inorganik bağını kesmeyen ve bunu inkar etmeyen TBMM’deki parti de Meclisteki görevini harfiyen yerine getiriyor. Biz besliyoruz, dışarıya çalışıyor. Merak ediyorum, bu gayri milli görüntüsüyle bu partinin Mecliste ne işi var?

*02/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.