27 Ekim 2019 Pazar

“İster Yaz İster Yazma!” *

Oynamalı ve çalgılı bir düğüne dini bütün bir kadın da davet edilir. Kadın geçer bir kenara oturur. Az sonra oynaması için kadın meydana çağrılır. Kadın, ‘Güpegündüz herkesin içinde olmaz, üstelik erkekler de var’ diyerek daveti geri çevirir. ‘Bir kereden bir şey olmaz’ denir ve ısrar edilir. İstemeye istemeye kalkar, oynamaya başlar. Oynarken ‘Allah'ım günah yazma’ diyerek mırıldanır durmadan. Müziğin temposuyla aşka gelen kadın biraz daha şevkle oynamaya başlar. Ama yaptığının doğru olmadığını bildiği için ‘Biraz yaz, biraz yazma’ şeklinde mırıldanır. Oynamanın sonuna doğru müziğin ritmine ve ortama iyice kendini kaptıran kadın, var gücüyle müziğe eşlik eder. Ağzından da ‘İster yaz, ister yazma. Yazarsan yaz’ sözleri dökülür ve içindeki kurtları döker.”

Kısaca aktarmaya çalıştığım bu hikayeyi bilmeyeniniz yoktur. Yeri geldiği zaman bu tür kıssaları anlatırız ki kıssadan hisse alınsın diye. Burada ahlak ilkelerine önem veren, dini emirlere azami derece riayet eden bir kadının ısrar ve mecburiyet karşısında inandığı değerleri terk etmesi, ayaklar altına alması ve kendi ile çelişmesi anlatılmaktadır.

Bir defadan bir şey olmaz deyip yaptığımız birçok şeyin arkası maalesef geliyor. Yeter ki insanımız değerleriyle bir defa çelişmiş olsun. “İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlar” sözü kısaca çok güzel özetler bu hikayeyi.

Dini bütün bir kadın üzerinden anlatılan bu olayı genellersek; günümüzde inandığımız değerlerimizle çelişen, ahlaki ilkelere ters olan ve dinen günah kabul edilen o kadar kötü şeyler yapıyoruz ki bu yaptıklarımıza karşılık “oynama” çok masum kalır.

Bir zamanlar adalet, ehliyet, liyakat, zulme karşı durma, kamu malını çarçur etmeme, manevi kalkınma, ahlaki değerlere sahip çıkma, aileyi koruma, inandığımız dini ve ahlaki değerleri uygulama ve hakim kılma gibi nice değerleri savunarak halkın teveccühünü kazanan nice insanlar vardır ki bu değerler sayesinde güce kavuştuğunu unutarak savrulma problemiyle karşı karşıyalar. Çünkü inandığı değerlerin içini boşaltarak hoyratça yaşamaya devam etmekteler. Dün prensip olarak neyi savunmuşlarsa bugün pratik olarak savunduklarının tersini yapıyorlar. Yani teori farklı, uygulama farklı. Durum bu iken genel geçer kuralları ve ahlaki ilkeleri ağızlarına almasalar eh değiştiler diyeceğim. Burada garip olan hala bu ilke ve değerler konuşuluyor ve bu değerlerin arkasına sığınılırken tersi icraatlara imza atılmasıdır. Bu durum “Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz. Allah katında yapmayacağınız şeyleri söylemeniz çok çirkin bir davranıştır” uyarısına tıpatıp uymaktadır. Bu ayet meali, dil ile pratiğin uyum içerisinde olmasına dikkat çekmektedir.

Değerleriyle çelişmeyi ve savrulmayı ben, imkanı yok iken dürüst olmaya benzetiyorum. Kişi, elinde imkan ve güç yok iken alabildiğine dürüsttür. Durmadan savrulup giden, yanlış işlere imza atanları eleştirir durur. “Ben asla böyle yapmam. Zira bunun doğrusu budur” der durmadan. Ne zamanki bir güce kavuşur. İşte insanın sınavı burada başlar. Gücü ele geçirmeden önce savunduğu ilkelere riayet ediyorsa makamın ve gücün değiştiremediği kişidir bu. İdeal olan ve olması gereken de budur. Çünkü esas dürüstlük budur. Ama güç ile beraber dünkü savunduğu fikirleri terk edenler veya dilleri doğruyu söyler iken icraatları ters oluyorsa bu tipler gücün ve koltuğun altında kalmış kişilerdir. Esas imtihanı kaybedenler de bunlardır. Demek ki bu tiplerin dürüstlüğü elinde güç olmadığı içinmiş.

Savunduğu değerler ile bir güç olduktan sonra teori-pratik uyumuna riayet etmeyenleri bekleyen en büyük tehlike, kendileriyle beraber savunduğu değerleri de yok ediyorlar. Kendileri güçten düşerlerse o güzelim değerler de inecektir. Çünkü içi boşaltılmış değerlerin yüzüne kimse bakmaz.  

Umarım, yaptıklarıyla savundukları değerler çelişenler, kadının yaptığı gibi hala “Allah’ım! Günah yazma” diyorlardır. “İster yaz, ister yazma” veya “Yazarsan yaz” etabına geçmemişlerdir. Çünkü birinci etapta hala imandan bir şube olan utanma duygusu hakimdir.

* 15/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Ekim 2019 Cumartesi

Giyim Tercihlerimiz

İnsanımız giyim ve kuşamda birbiriyle yarışıyor. İhtiyaç olsa da alıyor, ihtiyaç olmasa da. Tek giyimlik elbiselerimiz de eksik değil bu arada. 

Giyim ve kuşam için normal alışverişlerin dışında bir de düğün, bayram gibi özel günlerimizde giymek zorunda olduğumuz elbiseler olur. O kadar elbisenin içinde ne giyeyim telaşesi başlar. Gardroba bir göz atarak şunu mu giyeyim, bunu mu giyeyim; şunu giysem altına bu olmaz, bunu giysem üstüne şu gitmez deriz. Ne yapsam diyerek bir düşüncedir alır bizi. Fazla düşünmeye gerek yok deyip soluğu alışveriş mekanlarında alırız. Bu dünyaya bir daha mı geleceğiz sanki. Kefen giydirilmeden önce şöyle biraz giyinelim, hem de yakışan cinsten olsun. Sonra milletin içerisinde elalem ne der? Çünkü herkes bana değil, ne giymiş diye elbiseme bakacak. Rüküş bir şekilde giyinirsem tanıdıklarımın yüzüne nasıl bakarım sonra. Beğendiğim elbise biraz tuzlu olacak ama olsun. Para sorun değil. Nasılsa nakiti kaldırdık. Çektirdiğim kartın borcu bir ay sonra bir şekil ödenir. Milletin içerisinde moralim bozuk bir şekilde arzı endam etmektense keyfimi getirecek bu elbiseyi almalıyım. Hele bir de elbiseyi üzerimde görenler daha bana selam verip hal hatır sormadan önce "Ay! Elbisen ne güzel yakışmış" derse keyfime diyecek olmaz. Kafama takılıp aklımda kalacağına elbisem üzerimde olsun. Sonra ben o kadar fazla almıyorum ki...başkalarını bir görsen...bir giydiğini bir daha giymiyor. Ben yine iyiyim. 

Bu anlattığım giyim kuşam ve alışveriş düşkünü insan sayısı çevrenizde az değildir. Bu ben değilim anlayacağınız. Bana gelince ne bayram ne seyran ne düğün ne de dernek dinlerim, ne bulursam onu giyerim.  Gömlek pantolona uymuş mu, ayakkabı bu pantolona gider mi demem giyerim. Yani ne bulursam onu giyerim. Başkası ne der, yakışmış mı demem, üzerime geçiririm. Önemli olan temiz olması, yırtık olmamasıdır. Giydiğimi de kirleninceye kadar giyerim. Naçar kalmadığım müddetçe de yenisini almam. Yenisini alırken de marka ve pahalı ve de çok ucuz olanını almam. Ortasını alırım. Yaşım gereği ayağım ve boyum uzamasa da vücuduma göre almam. Ne olur ne olmaz deyip biraz gemi ve bol olanını alırım. Yani eski kafayım anlayacağınız. 

Size iyi alışverişler ve giyimler!

Suçlusun Öğretmenim! *

Toplum içerisinde halk ile iç içe olan bazı meslek grupları vardır ki çoğu zaman şiddete maruz kalırlar. Doktorluk ve öğretmenlik bu meslek gruplarının en başında gelir. İlk olmayan ve böyle giderse son olmayacak olan en son şiddet olayı da Diyarbakır'da bir okul bahçesinde öğrencilerin gözü önünde cereyan ediyor. 

Olayın iç yüzünü bilmemekle beraber basına yansıdığı kadarıyla okulun müdür yardımcısı, bir öğrencinin hal ve hareketlerinden dolayı velisini okula çağırtır. İki oğluyla beraber okula gelen veli, okulun müdür yardımcılığı görevini de yapan Görsel Sanatlar öğretmenini bahçede bir güzel döver. Veli, görüşmeye iki oğluyla beraber geldiğine göre öyle zannediyorum evinden gelirken taammüden kavga etmeye daha doğrusu öğretmeni dövmeye ve had bildirmeye gelmiş. 

Açılan soruşturmadan ne çıkar, olayın iç yüzü ne kadar ortaya konur bilmiyorum. Ama konu, velinin okula gelmesinden ibaret olmasa gerek. Bu olayın öncesi olmalı mutlaka. Değilse okula veli çağırmakla durduk yere kavga çıkmaz. 

Hepinizin okuduğu bu olayı ben basında çıktığı yönüyle değerlendireceğim ve veliye hiç toz kondurmadan şamar oğlanı öğretmene verip veriştireceğim izniniz olursa. Eti senin kemiği bizim, atış serbest dediğinizi duyar gibiyim. Aklınızla bin yaşayın. Ben de öyle düşünüyorum.

Öğretmenim! Neyine senin bir veliyi okula çağırmak? Veli kim, sen kim? Yerini ve haddini bilsen olmaz mı? Görüyorum ki haddini ve yerini bilmiyorsun. Eğer böyle devam edersen birileri şekil A da olduğu gibi sana haddini bildirir. 

Sen ki bir marabasın. Öğrenci ve veli ise efendidir. Efendisine hizmet için var olan bir marabanın yaramazlığından dolayı bir veliyi okula çağırması da ne oluyor! Sonra sen kimsin? Etin ne, budun ne? Veli ve öğrenci nezdinde hatta milli eğitim yetkililerinin gözünde değerin ne ki veliyi okula çağırmaya kalkıyorsun? Bil ki Yalova Kaymakamı kadar değerin yok. Sonra kim takar Yalova Kaymakamını! 

Bil ki problem öğrenci yoktur, problem veli de yoktur. Kendisi başlı başına sorun olan öğretmendir ve okul yönetimidir. Siz olmasanız bu okullar sorunsuz eğitim ve öğretim yaparlar. Ah, sorun olduğunuzu bir bilseniz! Keşke başkasına telkin vermeden önce kendinizin ne olduğunu ilk önce kendiniz bir öğrenseniz. 

Öğretmenim! Sen kendinde misin gerçekten? Çocuğunu şikayet etmek için bir veliyi okula çağırmak, affedilecek bir hata değildir. Sonra kıymetli vaktini çalarak veliyi okula çağırmaya ne hakkın var? Çocuk yaramazlık yapacak elbet. Sana düşen çocuğun yaramazlık yapmasına hoşgörü ile yaklaşmak. Adı üzerinde o bir çocuk daha. Ayrıca o çocuğun yaptığı sana göre yaramazlık. Veliye göre normal bir şey onun yaptığı. Çünkü o, kötülük nedir bilmeyen bir melektir velinin gözünde. 

Bereket senin bu yaptığına karşılık veli, okulu silahıyla basıp sana kurşun yağdırmadı. Şimdilik ufak çaplı bir tırpanlama ile sana gözdağı verdi. Umarım dikkate alırsın bu uyarıyı. Umarım sana vururken velimizin ve göz bebeği iki oğlunun eline ve ayağına bir şey olmamıştır. 

Aldığın darptan dolayı sana bir şey olmuşsa çok üzülmeyeceğimi bilmeni isterim. Bu uğurda eğitim şehidi de olabilirdin. Ama görüyorum ki nasip olmamış. Hoş başına bir şey gelse de büyük bir camia olan milli eğitim bundan etkilenmezdi. Nasılsa atanmak için sıra bekleyen yüz binler var. Müdür yardımcılığın da önemli değil. Zaten yaptığın evrak memurluğu. Yokluğunda milli eğitim elini sallasa elli meslektaşın birden sıraya girer. Yani yokluğunu aratmazlar. Meslektaşlarının bu dayanışmasını da unutma.

Şimdi sen hızını alamayıp o veliden ve muhterem iki çocuğundan şikayetçi olmuşsundur. Hakkındır. Ama keşke yapmasaydın. Okula çağırarak aldığın kıymetli vaktinden sonra velimiz bir de karakol ve adliyede vaktini harcayacak. Ama olsun, senin gibilerine haddini bildirmek için bu velimiz gerekirse pire için yorgan bile yakar. Velimizin değerli vaktini alsan da bereket bu davadan bir şey çıkmaz. Adalet mekanizmasına bu konuda güvenimiz tam. Nasılsa "Adli kontrol şartı" ile salıverecek. Ki olması gereken de bu. Bir öğretmen için kusura bakmayın da bir velimizi harcamayız. Çünkü veliler ve göz bebeği çocuklar bizim birer velinimetimizdir, küstürülmeye gelmez.

Hasılı öğretmenim! Velimizin vurduğu yerde gül biter.  Velimizin ellerine sağlık ve kendisine geçmiş olsun diyorum.

*28/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde "Velinin Ellerine Sağlık" başlığıyla yayımlanmıştır.

Zaaflarımız ve Şeytan *

İnsanoğlu, mükemmel bir varlık olarak yaratılmış olmasına rağmen bünyesi zayıflıklarla dolu. Olaylar, çektiği sıkıntılar ve bir şeyin olması için tabiatı zorlarcasına istekte bulunması bu zaafları gün yüzüne çıkarır. Çünkü zayıf yönleri insanın yumuşak karnıdır. Aynı zamanda çetin imtihanıdır.

Tarih sahnesi, insanın zayıf yönlerinden imtihan olmasıyla doludur. Güçlü bir irade gösterilmediği takdirde bu zayıf yönlerine mağlup olmayan yok gibidir.

İblis'in en zayıf yönü kendini beğenmişliği ve kibridir. İyi bir ırkçı ve kafatasçıdır şeytan. Topraktan yaratılan bir varlığın ateşten yaratılan kendisinden üstün olmasını hazmedemez. Ebediyen cehennemde kalacağını bile bile üstünlük fikrinden vazgeçmez ve ilk isyan bayrağını açar. Hak ve batıl mücadelesinde kötülerin temsilcisi olur. Üstünlüğü, Hz Adem'e kaptıran şeytanı ikinci bir zaafı takip eder: kıskançlığı.

İnsanın en zayıf noktalarının başında ölüm korkusu gelir. Makineye bağlı olarak yaşasa da hiçbir insan ölmek istemez. Çünkü insanoğlu tûl-i emel sahibidir. Bu konuda ilk imtihana atamız Hz Adem ve Havva tabi oluyor. Melekler ve cinlere karşı bilgisiyle galip gelen Hz Adem, ebedi ve ölümsüz olma zaafına yenik düşüyor. Kendilerine "Her türlü meyveden yiyin ama şu ağaca asla yaklaşmayın" denmesine rağmen şeytanın iğvasının esiri oluyor Adem ile Havva.

İlk imtihanda zayıf yönleriyle imtihan olan ve kaybeden Hz Adem ile Havva, nasılsa kaybettik, iş varacağına varsın diyerek burnunun dikine gitmiyor ve zaaflarıyla yüzleşerek pişmanlık duyuyor ve tövbe ediyorlar. Hatasıyla yüzleşen ve hatasında şeytan gibi ısrarcı olmayan Hz Adem, peygamberlikle taltif ediliyor.

Hz Adem ile Havva'nın tabi tutulduğu ebedi olma imtihanı, insanın yani bizim ilk imtihanımızdır. Kıssa, temsili olarak ilk atamız üzerinde cereyan etmiş sadece. Hangimiz olsak kaybedecek ve o ağacın meyvesinden yiyecektik.

Geçmişten günümüze asırlar geçse de insanın zaafları ortaktır. Hepimizin imtihanı farklı görünse de ortak noktası tüm soruların zayıf yönlerimizden çıkıyor olması. Kıyamete kadar bizim önümüze oturarak sağdan yaklaşarak bizi sapıtmakla görevli şeytan, boş durmuyor. Sürekli yumuşak karnımız zayıf noktalarımızı tetikliyor. Bu zayıf yönler kimimizde koltuk hırsıdır, kimimizde zenginlik hırsıdır, kimimizde şöhrettir, kimimizde kadındır/erkektir, kimimizde zararlı alışkanlıklardır, kimimizde kibirdir, kimimizde öfkedir vs.

Hasılı şeytan yumuşak karnımız zayıf noktalarımıza nokta atış ateş etmeye devam ediyor. Bu, dün böyleydi. Bugün de böyle. Yarın da böyle olmaya devam edecek. Zayıf noktalarıyla imtihan olup da kaybetmeyenlere ne mutlu! İmtihanı kaybedip de hatasıyla yüzleşip tövbe edenlere ne mutlu!

*29/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Türkiye'nin En Büyük Dershane Sektörü ***

Size, Türkiye'nin en büyük dershane sektörü kimin elinde desem, dershane mi kaldı demeyin sakın! Adı kurs merkezi, etüt merkezi olsa da dershanecilik bal gibi devam ediyor. Sadece adı değişti. Üstelik dershanelerin kaldırılmasıyla ortaya çıkan kurs ve etüt merkezlerinin fiyatları eski dershane ücretlerine göre daha katmerli. Kurs, etüt adına ne derseniz deyin, sayısı azımsanamayacak kadar fazladır. Kurs ve etüt merkezi dışında kanundan kaçarak başka adlar altında açılanları saymıyorum bile. Bir nevi kayıt dışı ekonomi olan özel ders alma ve vermenin ne boyutlarda olduğunu kestirmek mümkün değil. Çünkü adı üzerinde kayıt dışı. 

Ben size Türkiye'nin en büyük kurs/dershane sektörü kim demiştim. Siz de her zamanki gibi suskun kalıp cevap vermediniz. Cevap vermeyince ben sorumun dışına çıktım. Belki de en iyisi sizin yaptığınız. Şimdi gelelim soruma tekrar. Cevabı yine ben vereyim. Türkiye'nin en büyük dershane işleteni MEB'dir. "Yetiştirme ve Destekleme Kursu" adı altında kurs açılmayan okul yok gibi. Yani dershaneciliği okullarda devlet yapıyor. Özel sektörün yaptığı dershanecilikten tek farkı, devletin bu kurslardan ücret almamasıdır. Yani ücretsiz kurslar buralar. MEB eliyle açılan bu kurslardan devlet, herhangi bir ücret almadığı gibi para dağıtıyor. İstek olduğu takdirde her dersten açılabilen okul dershaneciliğinde devlet; dersi veren öğretmene, kurstan sorumlu idareciye, hafta sonu görev yapan temizlik personeline ücret ödüyor. Üstelik bu ücretler normal ek ders ücretine göre katmerli. Verilen her bir ders saati iki ders saati yerine geçiyor, ücreti de iki kat oluyor. Devlette para çok olmalı ki, dağıtıyor bu şekil. Ne edersiniz ki zenginlik başa bela! Devlet nereye, nasıl para harcayacağını şaşırıyor. Allah şaşırtmasın!

Hafta içi ders bitimi veya hafta sonu okullarda takviye kursu adı altında açılan bu dershaneciliğin, verimi olmadığı konusunda ister eğitimci ister dışarıdan birileri olsun, çoğunluk nezdinde bu kurslar verimsiz olmaya verimsiz. Ama devlet, dershaneciliği kaldıracağım, bu bir ihtiyaç ise bunu ben yapacağım dedi ya, şimdi kendi eliyle okulları dershaneye döndürdü. Yanlışı yanlışla düzeltmeye çalışıyor. Bu işi yaparken de kıymet bilinsin ve ciddiye alınsın diye keşke takviye isteyenden makul bir ücret alsa... Ama nerde? Ağa para alır mı? Sonra devletten büyük ağa mı olur? Borç paçasından akmasına rağmen Züğürt Ağa misali ağalığına da halel gelsin istemiyor. Bu işi meccanen yapıyor. Nasılsa cebinden verecek değil ya, yağma Hasan'ın böreği. 

Sanırım hepinizin bildiği sorunun cevabını bir de benim ağzımdan duymuş oldunuz. Tekrar edeyim, MEB halihazırda Türkiye'nin en büyük dershane sektörünü elinde bulunduruyor. Bu gidişle de bu arpalığı kimse geçemez.

MEB, okulları eliyle verimi olmayan bu dershaneciliğe devam edecek ise hafta içi okulları kapatsa nasıl olur? Bence fena olmaz. En azından ben eğitim ve öğretim yapıyorum demez. Ben eğitim ve öğretim değil, dershanecilik yapıyorum, benim işim takviye. Eğitim ve öğretim anne ve babaların işi desin, bu işi bitirsin. Böylece kendisiyle çelişmemiş olur. Çünkü şu anda MEB bir çelişki içerisinde. Bir taraftan okullarda yardımcı kaynak tavsiye edilmesini yasaklıyor, testi yasaklıyor, deneme sınavı adı altında yapılan sınavları yasaklıyor. Ben öğrencileri yarıştırmayacağım, sadece yüzde onunu akademik yönden geliştireceğim diyor ve adrese dayalı okulları teşvik ediyor. Diğer taraftan başarısına bakmadan, isteyen her öğrenciye okullarda takviye veriyor. Yani akademik yönden yetiştiriyor. O kadar yetiştiriyor ki yetişebilene aşk olsun. Bence devlet başını kumdan çıkarıp ne oluyoruz, bu takviye kurslarının getirisi ve götürüsü ne demeli ve okullarda açtığı dershaneleri masaya yatırmalı. Kimsenin inanmadığı bu duruma "Biz burada takviye veriyoruz" diyerek çocuklarımızı bari kandırmayalım. Çünkü hafta sonu açılan bu takviye kurslarına hafta içi aynı dersi okutan öğretmenler giriyor. Haftalık 35-40 saatte verilmeyen/öğretilmeyen/öğrenilmeyen dersler hafta sonu 8-10 saatlik bir ilave ders ile mi öğretilecek veya öğrenilecek?

***29/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Niye Yorsun Kendisini?

Bir tanıdığıma hem geçmiş olsun diyeyim hem de ulaştırmam gereken emaneti vereyim diye Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesine ziyarete gittim. Yerleşim planından hastanın yatmakta olduğu Kardiyoloji Bölümünün 7.katta olduğunu öğrendim. Asansör önünde kimi aşağıya inmek, kimi de yukarıya çıkmak için bekleşiyordu. Kimi hasta, kimi de ziyaretçi idi. 7.kata yürümeyi gözüm kesmedi. Ben de onlar gibi beklemeye koyuldum. Zaten asansörlerin aşağı ve yukarı düğmelerinin tümüne basılmıştı.

Hastaneye gelip de acelesi olmayan yoktu. Hele bir kadının o kadar acelesi vardı ki yukarı düğmesine daha önce basılmış olmasına rağmen ara ara basılı düğmeye bastı durdu. Sanki basması işe yarayacak. Hangi katın çağır düğmesine basılmışsa asansör torpil yapmadan sırasını takip edecek. Biz insanoğlu gibi değil yani.

Beş dakika kadar bekledikten sonra asansörün biri geldi. Bekleşenler doluştuk birlikte. Her binen 2, 3, 4, 5, 6, 7 ve 8 olmak üzere çıkacağı katların düğmesine bastı ve arka tarafa doğru geçti. Çünkü asansör yukarı doğru çıkıyor. Hastane asansöründeysen -Allah'ın emri gibi- her katta duracak. Nitekim birinci kata varınca durdu. Bu katta eksi katlardan binenler indi. İnenlerin yerine doğaldır ki yenileri bindi. Tam asansör hareket edecekti ki orta yaşlarda bir hanımefendi de bindi. Biner binmez herkes gibi o da ineceği katın düğmesine bastı. Haydi tahmin edin bakalım, birinci katta binen bu kadın, yukarı katlara çıkan bu asansörün hangi düğmesine basmış olabilir? Sizi yormayayım. Sıfıra bastı efendim! Ne var bunda? Sıfır da katlardan biri ve asansörde sıfır var ise doğaldır ki sıfıra da basılır diyebilirsiniz. Doğrudur. Sıfıra basmak normal ama bu kadının basması anormal. Asansör aşağı yöne doğru gitse eh, olabilir dersin. Asansör yukarı gidiyor ve bina 8 katlı olduğuna göre bu kadın bir yedi kat çıkacak, sonra 8 kat inecek. Ölme eşeğim ölme... Bu asansör hem çıkışta hem de inişte her katta duracak. Kadın ne zaman inmiş olabilir? Kadın asansöre binmekle kendisine iyilik mi yaptı yoksa kötülük mü? Havasız, kapalı ve kalabalık bir yerde 7 kat çıkıp, 8 kat inmek nasıl bir duygu? Her katta asansörün açılıp indi-bindi süresini hesaba katmıyorum bile.

Kadıncağız birinci kattan zemin kata inmek için belki 10-15 basamağı bir dakikada inebilir, yoluna koyulabilirdi. Öyle zannediyorum asansörle son kata çıkıp sonra zemine inmek en azından 10 dakikasını almıştır.

Benimki de laf yani! 10-15 basamağı inerken yorulmaktansa hiç adım atmadan zemin kata gelecek nasılsa. Bunun yolu varken niye yorsun kendisini? Akılsız başının cezasını niye ayağı çeksin sonra? Ayrıca asansör teknolojisi insana hizmet için icat edilmedi mi? Üstelik vergisini de veriyor olmalı. Asansör varken bir kat aşağı inmek akılsızlık olur bu durumda. Doktorlar kilo vermek ve sağlıklı olmak için yürü, merdiven in-çık diyormuş. Zamanı mı şimdi? Belki de hastanede vakit geçirmesi gerekiyordu, değil mi ya! Hastane burası. Öyle birden işin bitivermiyor ki... Hem asansör varken yürüyene deli derler. Sonra burası yürüyüş parkuru mu ki... Şu hastanede işi bir bitsin. Bir ara yürüyüş yapar. Ama burada değil. Sapla samanı karıştırmamak lazım.

Aklınız varsa bir de hastanede vakip geçirmek istiyorsanız benim ayıpladığıma bakmayın. Siz de bu kadın gibi yapın.


24 Ekim 2019 Perşembe

MEB'i Nasıl Bilirsiniz? ***


“Bir insanın kalitesi, neye güldüğünden belli olur” derler veya insanoğlu, dilinin altında gizlidir; konuşunca kendini ele verir, denir. Bu demektir ki kişinin gülmesi veya konuşması kendini açık eder. Ya kurumlar? Kurumlarımızı değerlendirirken aynı yöntemi uygulayabiliriz. Mesela çözmek için uğraştığımız, uğruna dünya para harcadığımız, hemen hemen dünyanın her türlü sistemini denediğimiz ama bir türlü becerip hale yola koyamadığımız maarif meselemizi ele alalım. Milli eğitimimizin durumunu öğrenmek için MEB'in ne ile uğraştığını, daha doğrusu ne ile oyalandığını ya da neye önem verdiğini öğrenmek istiyorsak neye öncelik verdiğine bir göz atmakta fayda var. 

Etliye sütlüye dokunmadan, fincancı katırlarını ürkütmeden, ne şiş yansın ne de kebap diyerek herkesi memnun edecek şekilde bir eğitim ve öğretim planlayan MEB'in önceliği, eğitim ve öğretimden ziyade seminerlerdir. O kadar seminer yapıyor, kurs düzenliyor, çalışanlarını merkezi ve mahalli hizmet içi eğitime alıyor ki şaşar kalırsınız. İstatistik oranlarını bilmiyorum ama herhalde diğer bakanlıklara göre en fazla hizmet içi eğitim faaliyeti yapan bakanlıktır. Eskiden isteğe bağlı yapardı bu işi. Şimdilerde "Sayın X kişi,  falan tarihteki şu numaralı hizmet içi  eğitim faaliyet seminerine kursiyer olarak görevlendirildiniz" mesajıyla kendisi belirliyor. Yani dayatıyor. Düzenlediği bu seminerlere de herkesi almıyor. Önce yapacağı seminere karar veriyor, ardından semineri verecek eğitim görevlisini belirliyor, sonra eğitim merkezini ayarlıyor, en son kursiyer kalıyor. Kursiyer bulmakta zorlanmıyor. Müşterileri belli: İkili öğretim yapan okulların öğretmenleri. Sabah eğitim yapanları öğleden sonra, öğle ders görenleri ise sabah kurs veya seminere alıyor. Normal öğretim yapan öğretmenlere pek dokunmuyor. Nasılsa bina ihtiyacını gideremediği için ikili öğretim yapmak zorunda olan elinde yeteri kadar öğretmen var. Zaten bu öğretmenler yarım gün çalışıyor, diğer yarım günde yatıyor. Öğretmen kısmını boş durdurmaya gelmez. Hem onlara iş bulup çalıştırmalı hem daha önce seminerini alıp formatör belgesini alan eğitim görevlisine iş ayarlamalı hem de çalışanlarına ne kadar kurs/seminer verdiği istatistiklere girmeli. Böylece eğitim ve öğretimi aksatmadan öğretmenlerini de eğitip donatmış oluyor. Öğretmenin hastası varmış, çocuğuna bakacak kimsesi yokmuş, hastanede randevusu varmış, gündüz gözüyle bir işini halledecekmiş...önemli değil MEB için. Seminer veren eğitim görevlisi yeterli mi, seminer/kurs verimli mi problem değil. Varsa yoksa seminer ve kurs. Oldu olacak...adını da Milli Eğitim Bakanlığı yerine Milli Seminer Bakanlığı koysa aslında çok iyi olur. O zaman kimse seminer ve kursları garipsemez.

Haydi bu anlattıklarımı, o kadar da değil deyip abartılı buldunuz. Eğitim ve öğretimin başında ve sonunda düzenlediği mesleki çalışmalara ne demeli? Yeni iş takvimine göre 18-22 Kasım 2019'da öğretmenlerin yapacağı seminer çalışma programını ve içeriğini yayımlamış oldu. Sosyal medyada ve sanal alemde "Bakanlık seminer programını yayımladı" paylaşımları eksik değil. Hem de özene bezene hazırlanmış ve bir aydan fazla bir zaman olmasına rağmen piyasaya sürmüş. İşte plan, program, düzen ve tertip diye buna derim ben. Bu durum Bakanlığın seminer dönemini ve programını çok önemsediğini göstermektedir. Keşke Bakanlık mesleki çalışmalara ve hizmet içi eğitim faaliyetlerine verdiği önemin onda birini eğitim ve öğretime de vermiş olsaydı… Şayet eğitim ve öğretime önem veriyor diyorsanız kurs/seminer ve mesleki çalışmalar kadar değil diyebilirim.

Bakanlığın seminer ve kurs sevdası bu kadarla sınırlı değil. Sakın ola ders dışı bu tür faaliyetler, öğretmeni dersten alıkoymuyorsa olabilir demeyin. Bakanlık hızını alamıyor, öğretmeni dersinden de alıyor. Bir branşa ait tüm öğretmenleri ders saatlerinde okullarından ederek dersleri boş geçmesi uğruna ayda bir seminere alıyor. Gören de bunlar önemli bir iş yapıyorlar sanır. Halbuki bir öğretmenin dersinden öncelikli ne olabilir ki? Dedik ya MEB bu. Pardon Milli Seminer Bakanlığı.

***26/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.