26 Ekim 2019 Cumartesi

Türkiye'nin En Büyük Dershane Sektörü ***

Size, Türkiye'nin en büyük dershane sektörü kimin elinde desem, dershane mi kaldı demeyin sakın! Adı kurs merkezi, etüt merkezi olsa da dershanecilik bal gibi devam ediyor. Sadece adı değişti. Üstelik dershanelerin kaldırılmasıyla ortaya çıkan kurs ve etüt merkezlerinin fiyatları eski dershane ücretlerine göre daha katmerli. Kurs, etüt adına ne derseniz deyin, sayısı azımsanamayacak kadar fazladır. Kurs ve etüt merkezi dışında kanundan kaçarak başka adlar altında açılanları saymıyorum bile. Bir nevi kayıt dışı ekonomi olan özel ders alma ve vermenin ne boyutlarda olduğunu kestirmek mümkün değil. Çünkü adı üzerinde kayıt dışı. 

Ben size Türkiye'nin en büyük kurs/dershane sektörü kim demiştim. Siz de her zamanki gibi suskun kalıp cevap vermediniz. Cevap vermeyince ben sorumun dışına çıktım. Belki de en iyisi sizin yaptığınız. Şimdi gelelim soruma tekrar. Cevabı yine ben vereyim. Türkiye'nin en büyük dershane işleteni MEB'dir. "Yetiştirme ve Destekleme Kursu" adı altında kurs açılmayan okul yok gibi. Yani dershaneciliği okullarda devlet yapıyor. Özel sektörün yaptığı dershanecilikten tek farkı, devletin bu kurslardan ücret almamasıdır. Yani ücretsiz kurslar buralar. MEB eliyle açılan bu kurslardan devlet, herhangi bir ücret almadığı gibi para dağıtıyor. İstek olduğu takdirde her dersten açılabilen okul dershaneciliğinde devlet; dersi veren öğretmene, kurstan sorumlu idareciye, hafta sonu görev yapan temizlik personeline ücret ödüyor. Üstelik bu ücretler normal ek ders ücretine göre katmerli. Verilen her bir ders saati iki ders saati yerine geçiyor, ücreti de iki kat oluyor. Devlette para çok olmalı ki, dağıtıyor bu şekil. Ne edersiniz ki zenginlik başa bela! Devlet nereye, nasıl para harcayacağını şaşırıyor. Allah şaşırtmasın!

Hafta içi ders bitimi veya hafta sonu okullarda takviye kursu adı altında açılan bu dershaneciliğin, verimi olmadığı konusunda ister eğitimci ister dışarıdan birileri olsun, çoğunluk nezdinde bu kurslar verimsiz olmaya verimsiz. Ama devlet, dershaneciliği kaldıracağım, bu bir ihtiyaç ise bunu ben yapacağım dedi ya, şimdi kendi eliyle okulları dershaneye döndürdü. Yanlışı yanlışla düzeltmeye çalışıyor. Bu işi yaparken de kıymet bilinsin ve ciddiye alınsın diye keşke takviye isteyenden makul bir ücret alsa... Ama nerde? Ağa para alır mı? Sonra devletten büyük ağa mı olur? Borç paçasından akmasına rağmen Züğürt Ağa misali ağalığına da halel gelsin istemiyor. Bu işi meccanen yapıyor. Nasılsa cebinden verecek değil ya, yağma Hasan'ın böreği. 

Sanırım hepinizin bildiği sorunun cevabını bir de benim ağzımdan duymuş oldunuz. Tekrar edeyim, MEB halihazırda Türkiye'nin en büyük dershane sektörünü elinde bulunduruyor. Bu gidişle de bu arpalığı kimse geçemez.

MEB, okulları eliyle verimi olmayan bu dershaneciliğe devam edecek ise hafta içi okulları kapatsa nasıl olur? Bence fena olmaz. En azından ben eğitim ve öğretim yapıyorum demez. Ben eğitim ve öğretim değil, dershanecilik yapıyorum, benim işim takviye. Eğitim ve öğretim anne ve babaların işi desin, bu işi bitirsin. Böylece kendisiyle çelişmemiş olur. Çünkü şu anda MEB bir çelişki içerisinde. Bir taraftan okullarda yardımcı kaynak tavsiye edilmesini yasaklıyor, testi yasaklıyor, deneme sınavı adı altında yapılan sınavları yasaklıyor. Ben öğrencileri yarıştırmayacağım, sadece yüzde onunu akademik yönden geliştireceğim diyor ve adrese dayalı okulları teşvik ediyor. Diğer taraftan başarısına bakmadan, isteyen her öğrenciye okullarda takviye veriyor. Yani akademik yönden yetiştiriyor. O kadar yetiştiriyor ki yetişebilene aşk olsun. Bence devlet başını kumdan çıkarıp ne oluyoruz, bu takviye kurslarının getirisi ve götürüsü ne demeli ve okullarda açtığı dershaneleri masaya yatırmalı. Kimsenin inanmadığı bu duruma "Biz burada takviye veriyoruz" diyerek çocuklarımızı bari kandırmayalım. Çünkü hafta sonu açılan bu takviye kurslarına hafta içi aynı dersi okutan öğretmenler giriyor. Haftalık 35-40 saatte verilmeyen/öğretilmeyen/öğrenilmeyen dersler hafta sonu 8-10 saatlik bir ilave ders ile mi öğretilecek veya öğrenilecek?

***29/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Niye Yorsun Kendisini?

Bir tanıdığıma hem geçmiş olsun diyeyim hem de ulaştırmam gereken emaneti vereyim diye Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesine ziyarete gittim. Yerleşim planından hastanın yatmakta olduğu Kardiyoloji Bölümünün 7.katta olduğunu öğrendim. Asansör önünde kimi aşağıya inmek, kimi de yukarıya çıkmak için bekleşiyordu. Kimi hasta, kimi de ziyaretçi idi. 7.kata yürümeyi gözüm kesmedi. Ben de onlar gibi beklemeye koyuldum. Zaten asansörlerin aşağı ve yukarı düğmelerinin tümüne basılmıştı.

Hastaneye gelip de acelesi olmayan yoktu. Hele bir kadının o kadar acelesi vardı ki yukarı düğmesine daha önce basılmış olmasına rağmen ara ara basılı düğmeye bastı durdu. Sanki basması işe yarayacak. Hangi katın çağır düğmesine basılmışsa asansör torpil yapmadan sırasını takip edecek. Biz insanoğlu gibi değil yani.

Beş dakika kadar bekledikten sonra asansörün biri geldi. Bekleşenler doluştuk birlikte. Her binen 2, 3, 4, 5, 6, 7 ve 8 olmak üzere çıkacağı katların düğmesine bastı ve arka tarafa doğru geçti. Çünkü asansör yukarı doğru çıkıyor. Hastane asansöründeysen -Allah'ın emri gibi- her katta duracak. Nitekim birinci kata varınca durdu. Bu katta eksi katlardan binenler indi. İnenlerin yerine doğaldır ki yenileri bindi. Tam asansör hareket edecekti ki orta yaşlarda bir hanımefendi de bindi. Biner binmez herkes gibi o da ineceği katın düğmesine bastı. Haydi tahmin edin bakalım, birinci katta binen bu kadın, yukarı katlara çıkan bu asansörün hangi düğmesine basmış olabilir? Sizi yormayayım. Sıfıra bastı efendim! Ne var bunda? Sıfır da katlardan biri ve asansörde sıfır var ise doğaldır ki sıfıra da basılır diyebilirsiniz. Doğrudur. Sıfıra basmak normal ama bu kadının basması anormal. Asansör aşağı yöne doğru gitse eh, olabilir dersin. Asansör yukarı gidiyor ve bina 8 katlı olduğuna göre bu kadın bir yedi kat çıkacak, sonra 8 kat inecek. Ölme eşeğim ölme... Bu asansör hem çıkışta hem de inişte her katta duracak. Kadın ne zaman inmiş olabilir? Kadın asansöre binmekle kendisine iyilik mi yaptı yoksa kötülük mü? Havasız, kapalı ve kalabalık bir yerde 7 kat çıkıp, 8 kat inmek nasıl bir duygu? Her katta asansörün açılıp indi-bindi süresini hesaba katmıyorum bile.

Kadıncağız birinci kattan zemin kata inmek için belki 10-15 basamağı bir dakikada inebilir, yoluna koyulabilirdi. Öyle zannediyorum asansörle son kata çıkıp sonra zemine inmek en azından 10 dakikasını almıştır.

Benimki de laf yani! 10-15 basamağı inerken yorulmaktansa hiç adım atmadan zemin kata gelecek nasılsa. Bunun yolu varken niye yorsun kendisini? Akılsız başının cezasını niye ayağı çeksin sonra? Ayrıca asansör teknolojisi insana hizmet için icat edilmedi mi? Üstelik vergisini de veriyor olmalı. Asansör varken bir kat aşağı inmek akılsızlık olur bu durumda. Doktorlar kilo vermek ve sağlıklı olmak için yürü, merdiven in-çık diyormuş. Zamanı mı şimdi? Belki de hastanede vakit geçirmesi gerekiyordu, değil mi ya! Hastane burası. Öyle birden işin bitivermiyor ki... Hem asansör varken yürüyene deli derler. Sonra burası yürüyüş parkuru mu ki... Şu hastanede işi bir bitsin. Bir ara yürüyüş yapar. Ama burada değil. Sapla samanı karıştırmamak lazım.

Aklınız varsa bir de hastanede vakip geçirmek istiyorsanız benim ayıpladığıma bakmayın. Siz de bu kadın gibi yapın.


24 Ekim 2019 Perşembe

MEB'i Nasıl Bilirsiniz? ***


“Bir insanın kalitesi, neye güldüğünden belli olur” derler veya insanoğlu, dilinin altında gizlidir; konuşunca kendini ele verir, denir. Bu demektir ki kişinin gülmesi veya konuşması kendini açık eder. Ya kurumlar? Kurumlarımızı değerlendirirken aynı yöntemi uygulayabiliriz. Mesela çözmek için uğraştığımız, uğruna dünya para harcadığımız, hemen hemen dünyanın her türlü sistemini denediğimiz ama bir türlü becerip hale yola koyamadığımız maarif meselemizi ele alalım. Milli eğitimimizin durumunu öğrenmek için MEB'in ne ile uğraştığını, daha doğrusu ne ile oyalandığını ya da neye önem verdiğini öğrenmek istiyorsak neye öncelik verdiğine bir göz atmakta fayda var. 

Etliye sütlüye dokunmadan, fincancı katırlarını ürkütmeden, ne şiş yansın ne de kebap diyerek herkesi memnun edecek şekilde bir eğitim ve öğretim planlayan MEB'in önceliği, eğitim ve öğretimden ziyade seminerlerdir. O kadar seminer yapıyor, kurs düzenliyor, çalışanlarını merkezi ve mahalli hizmet içi eğitime alıyor ki şaşar kalırsınız. İstatistik oranlarını bilmiyorum ama herhalde diğer bakanlıklara göre en fazla hizmet içi eğitim faaliyeti yapan bakanlıktır. Eskiden isteğe bağlı yapardı bu işi. Şimdilerde "Sayın X kişi,  falan tarihteki şu numaralı hizmet içi  eğitim faaliyet seminerine kursiyer olarak görevlendirildiniz" mesajıyla kendisi belirliyor. Yani dayatıyor. Düzenlediği bu seminerlere de herkesi almıyor. Önce yapacağı seminere karar veriyor, ardından semineri verecek eğitim görevlisini belirliyor, sonra eğitim merkezini ayarlıyor, en son kursiyer kalıyor. Kursiyer bulmakta zorlanmıyor. Müşterileri belli: İkili öğretim yapan okulların öğretmenleri. Sabah eğitim yapanları öğleden sonra, öğle ders görenleri ise sabah kurs veya seminere alıyor. Normal öğretim yapan öğretmenlere pek dokunmuyor. Nasılsa bina ihtiyacını gideremediği için ikili öğretim yapmak zorunda olan elinde yeteri kadar öğretmen var. Zaten bu öğretmenler yarım gün çalışıyor, diğer yarım günde yatıyor. Öğretmen kısmını boş durdurmaya gelmez. Hem onlara iş bulup çalıştırmalı hem daha önce seminerini alıp formatör belgesini alan eğitim görevlisine iş ayarlamalı hem de çalışanlarına ne kadar kurs/seminer verdiği istatistiklere girmeli. Böylece eğitim ve öğretimi aksatmadan öğretmenlerini de eğitip donatmış oluyor. Öğretmenin hastası varmış, çocuğuna bakacak kimsesi yokmuş, hastanede randevusu varmış, gündüz gözüyle bir işini halledecekmiş...önemli değil MEB için. Seminer veren eğitim görevlisi yeterli mi, seminer/kurs verimli mi problem değil. Varsa yoksa seminer ve kurs. Oldu olacak...adını da Milli Eğitim Bakanlığı yerine Milli Seminer Bakanlığı koysa aslında çok iyi olur. O zaman kimse seminer ve kursları garipsemez.

Haydi bu anlattıklarımı, o kadar da değil deyip abartılı buldunuz. Eğitim ve öğretimin başında ve sonunda düzenlediği mesleki çalışmalara ne demeli? Yeni iş takvimine göre 18-22 Kasım 2019'da öğretmenlerin yapacağı seminer çalışma programını ve içeriğini yayımlamış oldu. Sosyal medyada ve sanal alemde "Bakanlık seminer programını yayımladı" paylaşımları eksik değil. Hem de özene bezene hazırlanmış ve bir aydan fazla bir zaman olmasına rağmen piyasaya sürmüş. İşte plan, program, düzen ve tertip diye buna derim ben. Bu durum Bakanlığın seminer dönemini ve programını çok önemsediğini göstermektedir. Keşke Bakanlık mesleki çalışmalara ve hizmet içi eğitim faaliyetlerine verdiği önemin onda birini eğitim ve öğretime de vermiş olsaydı… Şayet eğitim ve öğretime önem veriyor diyorsanız kurs/seminer ve mesleki çalışmalar kadar değil diyebilirim.

Bakanlığın seminer ve kurs sevdası bu kadarla sınırlı değil. Sakın ola ders dışı bu tür faaliyetler, öğretmeni dersten alıkoymuyorsa olabilir demeyin. Bakanlık hızını alamıyor, öğretmeni dersinden de alıyor. Bir branşa ait tüm öğretmenleri ders saatlerinde okullarından ederek dersleri boş geçmesi uğruna ayda bir seminere alıyor. Gören de bunlar önemli bir iş yapıyorlar sanır. Halbuki bir öğretmenin dersinden öncelikli ne olabilir ki? Dedik ya MEB bu. Pardon Milli Seminer Bakanlığı.

***26/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



22 Ekim 2019 Salı

Kariyer ve Liyakat ile Sınavımız ***


Zaman zaman farklı konular Türkiye gündeminin ilk sırasında yer alsa da hiç gündemden düşmeyen ve sürekli dilimize pelesenk ettiğimiz, kanayan yaramız iki kavram var. Bunlar: Ehliyet ve liyakat. Özellikle kamuya eleman alımında ve kamuda yükselme görevlerinde bu iki kavramı ağzımıza alarak her defasında yaramızı yeniden depreştiririz ve bu iki güzel kavrama yazık ediyoruz. Çünkü adalet kavramıyla ilintili bu iki kavram kadar hiçbir kavram bizim elimizden ve dilimizden çekmedi.

Ehliyet ve liyakat kervanına en son katılanlardan biri de Memur-Sen Konfederasyonu Genel Başkanı Ali Yalçın. Samsun'da yapılan Eğitim Bir-Sen 7. Bölge toplantısının kapanışında Sayın Yalçın "Kamu görevinde kariyer ve liyakat sistemi kurulmalı, hak ederek, hazmederek, adım adım bir devlet yönetimi icra edilmeli ve güven hissi topluma verilmeli." şeklinde bir açıklamada bulunmuş. Sayın başkanın bu açıklamasına kimsenin itirazı olmaz sanırım. Zira olması gereken bu. Adaletin bir gereği olarak kamuya alımlarda ve yükselmelerde ehliyet, liyakat ve kariyer olmazsa olmazımız olmalı. Çünkü liyakatin esas alınmadığı yerde yine bir başka olmazsa olmazımız güven duygusu büyük yara alır. Ortaya çıkan bu haksızlık devlete, kurumlara ve devleti yöneten kişilere güven problemini beraberinde getirir. Hak ettiği halde atanmadığını ve yükselmediğini düşünen kişiler, kurumlara ve o kurumların başında olan kimselere kırılır, küser. Kurumların liyakate dayanmadan yaptığı alımların faturası da devleti yöneten siyasi iktidara kesilir.

Peki, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununda liyakat, kariyer ve sadakat olarak bahsedilen temel ilkelerin neresindeyiz? Herhalde hiç kimse her türlü alım ve yükselmelerde bu adalet ilkelerinin gözetildiğini söyleyemez. Devletiyle ve milletiyle bu kavramlardan her yıl sınıf ikmaline kaldığımız hepimizin malumu. Çünkü her dönemde Kanunda açıkça yazmasına rağmen bu adalet ilkeleri çiğnenmektedir. Durum bu iken bir kimse de çıkıp "Biz bu alımda liyakat ve kariyeri esas almadık" demiyor. Şayet dese "Helal olsun, itiraf etti" diyeceğiz. Tepeden tırnağa liyakat ve kariyere aşık bu devlet "Liyakate göre alım yapıldı" açıklamasını yaparak bu kavramların arkasına sığınıyor. Nasıl oluyor bu böyle derseniz? İş, kılıfına uydurulmuştur. Maalesef devletiyle ve milletiyle bu güzel kavramları emellerimize alet ediyoruz. Torpil, kayırmacılık, ahbap ve çavuş ilişkisi her türlü alımda gırla gidiyor. Her birimiz işimizi çıkarmanın peşindeyiz. Bizde bu hak ve hukuk çiğneme anlayışı oldukça 657'deki "liyakat ve kariyer" ne yapsın? İsterse Anayasanın amir hükmü olsun. Devlet ve toplum olarak biz işimizi biliriz.

Sayın Ali Yalçın, dile getirdiği kariyer ve liyakat konusunda ne kadar samimi, içine girip bilme imkanımız yok. Konuşmasına göre değerlendiriyor ve açıklamasını yerinde buluyorum. İnşallah değindiği hususlar bir gün bu ülkede geçerli tek kriter olarak hayata geçer. Yalnız burada şuna da değinmeden geçemeyeceğim. Sayın Ali Yalçın'ın başkanlığını yaptığı sendika ve konfederasyonun kamuya alım ve yükselmelerde, toplumun bir kesiminde iyi bir imajı yok. Çünkü "Bu sendikanın günümüzdeki her türlü alımlarda etkili olduğu" kanaati hakim. Sayın Yalçın samimiyetini bu imajı düzelterek gösterebilir. 

Sonuç olarak kariyer ve liyakate göre alım yapılmayacaksa veya bu ilkelere riayet etmeyeceksek, kılıfına uydurup bu ilkeleri çiğnemeye devam edeceksek kariyer, liyakat, ehliyet ve adalet gibi güzel kavramları en azından ağzımıza almayalım.

***24/10/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


21 Ekim 2019 Pazartesi

Türkiye Dış Dünyada Niçin Yalnız?

Türkiye, ne zaman yurt dışında bir operasyon yapmaya kalksa veya herhangi bir ülke ile bir gerilim yaşasa birkaç ülke dışında bizi destekleyen ülke neredeyse yok gibi. Görebildiğim kadarıyla sadece Filistin meselesinde öncülük yaptığımızda dünyayı yanımızda görebiliyoruz. Kimse yanımızda yer almayınca kızıp bağırıyor, hayıflanıp duruyoruz. Bu durumda ben de aynı durumdayım.

Şimdi başka ülkeleri bir an için bir tarafa bırakalım. Dünyada niçin yalnızlara oynuyoruz? Bunun nedenlerini irdelemeye çalışalım:
1.Dünya bloklaşmış dünyada ait olduğu bloğunun yanında yer almakta ve bloktaki rolünü oynuyor, oyun dışına çıkmıyor veya çıkamıyor.
2.Dünya güçlüden yana tavır almaktadır. Çünkü her ülkenin bir yumuşak karnı vardır. Güçlülerin bu yumuşak karnı kaşıyacağını düşünür ve devletler durup dururken başıma iş açmayayım endişesini taşımaktadır.
3.Dünya tarafını seçerken olaya realist yaklaşmaktadır. Olaya duygusal bakmamaktadır.
4.Haber ajansları bir haberi yanlı vermektedir. Verilen haberler dünya kamuoyunda bir algı oluşturmaktadır. Dünya devletleri de bundan etkilenmektedir. Habere göre tavır almaktadır.
5.İnsanları ve devletleri etkileyen güçlü bir lobi var. Bu lobilerin gücü hem haberlere yansıyor hem de el altından devletlere baskı uyguluyor vs.

Dünyada yalnız kalmamızda bizim de payımız olabilir mi? Şimdi de bunun üzerinde duralım:
1.Kendimizi anlatma sorunumuz var. Devletleri ve dünya kamuoyunu etkileyecek yeterince gücümüz yok.
2.Bir konuda dünyayı yeterince bilgilendiremiyor ve onları ikna edemiyoruz. Aleyhimizde çalışanlar bizden önce devletleri etkiliyor.
3.Devletleri kapalı kapılar ardında ve ikili görüşmelerle, masalarda etkileyeceğimize meydan ve ekranlarda bol bol açıklama yapıyoruz.
4.Uluslararası ilişkilerde geçerli olan diplomatik dilden uzak bir dil kullanıyoruz.
5.Uluslararası ilişkilere çıkar ilişkisi açısından bakmıyoruz. Olaylara duygusal ve hamasetle yaklaşıyoruz.
6.Dünya niçin bizimle değil, onların gönlünü ve desteğini nasıl kazanabiliriz, bizim de bir hatamız var mı diye kafa yoracağımıza, var gücümüzle karşı çıkan devletleri eleştiriyoruz. 
7. “Biz haklıyız. Bu yüzden dünya özellikle tarihi ve kültürel bağı olan ülkeler bizim yanımızda yer almak zorunda” gibi bir anlayışa sahibiz.

Dünya ülkelerinin bir olayda yanımızda niçin yer almadığını ve bunda bizim payımızın olup olmadığını izah etmeye çalıştım. Elbette her ülkenin olayı değerlendirişi farklı olabilir. Gönlü bizimle olmasına rağmen pozisyonu ve özel durumu gibi nedenlerle birçok ülke yanımızda görünmek istemeyebilir. Bu duruma kızalım kızmasına. Ama kızmanın pek faydası olacağını sanmıyorum. Üzerinde düşünmemiz gereken niçin dünyayı ikna edip yanımızda yer almalarını sağlayamadık olması lazım. En fazla da yanımızda olmasını istediğimiz İslam ve Arap dünyası ve Filistin niçin bizimle değil? Bahsettiğim dünya için “Kelin merhemi olsa başına sürer” sözünü söylersem, sanırım gerisi kalsın dersiniz.
Her yönüyle güçlü bir ülke olur ve bölgemizde ve dünyada oyun kurucu bir aktör olursak bugün bizim yanımızda görünmek istemeyen devletlerin çoğu yanımızda saf tutar.


19 Ekim 2019 Cumartesi

Oldun mu Trump Gibi Olacaksın *


ABD'de doğmak varmış. Belli ki yanlış bir ülkede doğmuşum. Şayet ABD'de doğmuş olsaydım bahtım açılır, hedeflerimi bir bir yerine getirirdim. Hayallerim gerçek olurdu. Hatta ABD başkanlığı bile hiçten değildi. Ben kör talihime yanayım.

Yine ne oldu demeyin. Trump'a gıpta ediyorum. Daha doğrusu kıskanıyorum. Görmüyor musunuz Trump, bey gibi yaşıyor. Ne derdi var ne de tasası. İş için Beyaz Saray'a bile gitmesine gerek yok. Twitter aracılığıyla hem ülkesini yönetiyor hem de dünyaya ayar veriyor. O kadar çok paylaşım yapıyor ki dünya onu izlemekte zorlanıyor. Paylaşımlarında bir özen yok, bir uyum yok. Aklına ne geliyorsa yazıyor. Bir paylaşımını az sonra bir diğer paylaşımı nakzedebiliyor. Dünya bunu çelişki olarak görse de Trump bunu dert edinmiyor. Çünkü tek parolası var: Değişmeyen değişimdir. Bu; olması gereken, insan sürekli gelişim ve değişim halinde zaten diyebilirsiniz. Trump'ınki anlık değişim. Yine twitter aracılığıyla öğreniyoruz durumunu. Kah hakaret ediyor, kah kızıp tehdit ediyor, kah batırırım diyerek ekonomik yaptırımlardan söz ediyor. Kah küsüyor kah espri yapıyor, kah uluslararası ilişkileri askıya alıp tanımıyorum diyor, kah devletlere ceza kesiyor.

Sanırım ABD'nin mevcutlar içerisinde en iyisi olmalı ki başkan seçildi ve ABD'yi temsil ediyor. Ne devlet geleneği var ne de diplomatik dil. At ve sığır yetiştiriciliğinde ne öğrendiyse aynısını ülke ve dünya yönetiminde de gösteriyor. Dünyanın ihtiyaçlarını iyi biliyor. Nerede bir terör örgütüne ihtiyacı varsa hemen orada bir terör örgütü kuruyor. Örgütü, önceleri el altından desteklerken şimdilerde alenen destekliyor. Dünyanın meşru devletiyle terör örgütünü birbirine kırdırıyor. Kendisi de bunu seyrediyor. Baktı ki eliyle büyüttüğü terör örgütü iş çıkaramayacak. Apar topar meşru devletle terör örgütü adına masaya oturuyor ve anlaşma imzalıyor. Yaptıklarında da bir anormallik görmüyor. Nasılsa garibine gitse de dünya bu çelişkiler yumağını izliyor. Dünya, bana dokunmayan bin yaşasın anlayışı ile yaşadıkça ABD adına Trump neler yapmaz ki. Çünkü dünya öküzün trene baktığı gibi bakıp sessiz kaldıkça dünyayı hesaba katmayan ABD, doğru yoldayım diyerek yoluna tam gaz devam ediyor.

Yanlış yaparsam karizmayı çizdiririm diye de düşünmüyor. Nasılsa hep kazanan o oluyor. Terör örgütlerini desteklerken param yok, bu iş maliyetli de demiyor. Çünkü karşılığı olmayan parası dünyada tedavülde. Her ülke onun parası üzerinden kendisine çalışıyor. Dünyanın en borçlu ülkesi olsa da mesele değil. Yaptığı masrafı fazlasıyla Arap krallarına fatura ediyor.

Hasılı attığı twetlerle Trump, dünyaya ayar veriyor. Devletler tedirgin oluyormuş, sorun değil onun için. Dünya sıkıntı yaşadıkça o keyif alıyor. Kıskanılmaz mı bu adam... Zira tam bana göre.

*21/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


18 Ekim 2019 Cuma

İngilizlerden Neyimiz Eksik?*

At, karbonat, siyaset hepimizin bildiği isim ve kavramlardır. Başına İngiliz getirilince daha bir önem kazanıyor, aranan bir isim ve kavram olup çıkıveriyor. İngiliz atı, İngiliz karbonatı ve İngiliz siyaseti gibi…

Nedir bu İngiliz atının özelliği diye küçük bir gezinti yaptım. İngiliz atının özelliği, Prof. Dr. Donna Landry'nin yaptığı araştırmaya göre, İngiliz atları "Uzun yol gidebiliyorlar. Yorulmadan, üzerindeki yükü uzun mesafe taşıyabiliyorlar." Yine araştırmada Landry, İngiliz atının kökeninin Osmanlı'ya dayandığın, 1650-1750 yılları arasında Osmanlı'dan götürdükleri atları İngilizlerin ıslah edip eğittiği ve bugünkü konumuna getirdiği sonucuna ulaşır. O tarihlerde İngiltere'de at yok mu? Var elbet. Ama İngiltere'deki atlar, ''O dönemlerde İngiliz atları ya küçük boydalar ya da oldukça büyükler. Büyükler at arabalarında kullanılıyor. At arabası dışında ulaşım ve savaşta kullanılacak dayanıklı atları yok." Gördüğünüz gibi at bizim, ama yetiştiren İngiliz ve tarihe İngiliz atı diye geçiyor.

Sodyum bikarbonat, diğer adıyla İngiliz karbonatı, faydalı alkali bir madde olup halk arasında kullanımı yaygındır. Tıp ve eczacılık sektörü kabul etmese de İngiliz karbonatı kanser dahil birçok hastalığa iyi geldiği belirtilmektedir.

İngiliz siyasetine gelince, dünya siyasetine hakimdir. Her olayın ve işin arkasında mutlaka bir İngiliz eli vardır. Fakat hiç ön planda olmazlar. Kimseyle kavga etmezler, fazla konuşmazlar. Neredeyse sömürmediği ülke kalmamıştır. Buna rağmen hiçbir ülke bu devlete düşman değildir. Ülke yönetimine kim gelirse siyasetleri değişmiyor. Sanırım siyaset okulları var. Politikaları günübirlik değildir, uzun solukludur. Ne askeri ölür ne de bir ülkeyle kriz yaşar. Geri planda dursa da dünya siyasetinde etkindir. Diğer imparatorluklar sona ermiş olsa da İngiltere hala dimdik ayakta. Girdiği yerde, yaptığı işte kaybettiği pek vaki değildir. Siyasetlerinde soğukkanlılık hakim, duygusallığa ve hamasete yer yok.

İngiliz ile anılan şeyler sadece bu verdiğim örneklerden ibaret değil. Birçok şeye öncülük yapmış ve o şeyin beşiği kabul edilir. Demokrasinin beşiği, futbolun beşiği gibi. Yine İngiliz anahtarı da ismiyle özdeşleşmiş ilk akla gelenlerdendir.

İngiliz hayranı değilim. İngiltere'nin reklamını da yapacak değilim. Birçok ürünün, siyasetin, demokrasinin başında İngiliz'in ismini görünce bu ülke neredeyse marka olmuş. Buradan hareketle İngilizler çok özel bir millet mi diye sorabiliriz. Sanmıyorum İngilizlerin diğer milletlerden çok farklı olduğunu. İşlerini daha iyi yaptıklarını ve marka olmak için çabaladıklarını söyleyebilirim. Öyle ki başka bir dil öğrenmeye de ihtiyaçları yok. Çünkü dünya onların dilini konuşuyor. Yani dilleri bile marka.

Geriye dönüp bakıyorum. Bizim İngilizlerden ne eksikliğimiz var? Zeka bakımından daha mı geriyiz? Bir şeyi yapmaya gücümüz, imkanımız ve kapasitemiz mi yok? Bu özellikler fazlasıyla bizde de var. Ama ne yazık ki dünyaya pazarlayabildiğimiz ve marka olmuş bir ürünümüz yok. Ne arabamız var ne siyasetimiz ne atımız ne de karbonatımız. Ham maddemiz yok desek... Yukarıda kısaca değindiğim gibi İngilizler bizim atı götürüp eğitmişler. Maalesef elimizdekini bile değerlendirememişiz. Demek ki at sahibine göre kişner sözü boşuna söylenmemiş. Bizim at, İngiltere’de kişniyor.

Yanlış anlaşılmasın! Bizde hiçbir şey yok mu? Yanılıyor olabilirim ama tespitlerime göre bizde -geçmişle- övünme var, başkasını beğenmeme var, başkasını eleştirme var, mazeret üretme var, yapamadıklarımıza gerekçe bulma var, savunma refleksimiz yüksek. Çok konuşuruz, ürettiğimiz bir şey yok. Hamaset, heyecan ve dolduruşa gelme var. Bir yönümüz daha var: başkasının üretip marka yaptığı ürünleri satın alıp kullanmasını iyi biliriz.

Bırakalım İngilizleri; dünya bir yana, biz bir yanayız. Bu yüzden "Bir Türk dünyaya bedel" deriz. Nasıl bedel isek... Keşke "bedel" olacağımıza; adımızı taşıyan, marka değerinden dolayı aranan bir tek ürünümüz olsaydı…

*23/10/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.