24 Eylül 2019 Salı

Yeter ki Düğme Yanlış İliklensin...

Ülkede ne kadar iletişim kurduğum insan varsa "Her şey iyi olsun, herkes işini düzgün yapsın, eğitim ve öğretimimiz en iyi olsun" derdinde. Herkesin de bu istediklerinde samimi olduğunu görüyorum. Fakat aynı insanlarda aynı zamanda işlerini çıkıştırmak için bazı yollara tevessül ettiklerini veya etmek zorunda kaldıklarını müşahede ettim. 

Toplum olarak her işin başı eğitim deriz, yeter ki eğitimimiz düzgün olsun isteriz. Hiç düşünmeyiz, kendimiz düzgün hareket etmedikçe eğitimimiz düzgün olur mu veya düzgün olsa ne değişir diye. Çünkü daha işin başında işe yamuklukla başlıyoruz. Yani düğmeyi yanlış ilikliyoruz. Öyle zor örnekler falan vermeyeceğim. Çok basit örneklerle çok masum görülen işlere tevessül ettiğimize bir örnek vermek istiyorum.

Muhitimizdeki okulumuz iyi değilse çocuğumuzun iyi eğitim almasını isteyen biz büyükler çocuğumuzu göndermek istediğimiz okulun kayıt alanına uygun bir yere adresimizi taşıyoruz. Adresimizi resmen taşıdığımız bu evde oturmuyoruz. Bunu yapan bir değil, beş değil; yığınla insanımız var. Test için gözde okulların bahçesine girip çıkan servis araçlarına bakarak bunu anlayabiliriz. Bu yaptığımız nedir, biliyor musunuz? En basitinden, sahte adresle sahte okulda çocuğumuza doğruluk öğretilsin istiyoruz. Bu yaptığımızla biz çocuğumuza "Bak çocuğum, senin iyi eğitim alman için sahte adres göstererek devleti kandırdım. Aynı zamanda bu yaptığımızla mahallendeki arkadaşlarının önüne geçeceksin. Tüm bunları senin için yaptım, saçımı süpürge ettim. İleride işini çıkarmak için sen de böyle yap, demiş oluyoruz. Yani çocuğumuz okula başlamadan sahtekarlığın ne olduğunu ona biz öğretiyoruz. Bu durumda onun ilk öğretmeni biz oluyoruz. Eğitim ve öğretime gömleği yanlış ilikleyerek başlıyoruz. Düğme yanlış iliklenmiş ise bu gömleğin düğmeleri alt tarafa doğru düzelir mi? Maalesef düzelmez. Çünkü kem âlât ile kemâlât olmaz. Yaptığımız, yanlış yol ve yöntemlerle doğruyu bulmaktır. Bu da havanda su dövmektir.

Bu yol ve yöntemi izleyen veliler ve izlenen bu yolu bilen devler ricali bu durumda eğitim ve öğretimden bir şey beklemesin. Sahtekarlığı ilk baba ocağında gören bu çocuk, ileride yanlış işler yapar, istemediğimiz başka işlere tevessül ederse hiç öğretmenlere, okullara falan kızmayalım. Çünkü çocuklarımızın ilk öğretmeni biziz. Onlara sahtekarlık kapısını ardına kadar açan biziz. Kimse kusura bakmasın, çocuklar bizim ileriye attığımız oklardır. Ne atmış isek onu toplayacağız. Toprağa hangi tohumu atmış isek onu biçeceğiz. Eğitim ve öğretimin ilk başında iliklediğimiz bu yanlış düğme yoluna hep yanlış devam edecek. Ötesi kendimizi kandırmak olur.

"Vermek Zorunda Değilsin..."

Geçen gün beş kişinin oturduğu bir ortamda çaylarımızı yudumlarken muhabbet döndü dolaştı, ücret karşılığı yaptırdığımız işlerde verdiğimiz veya vermek zorunda kaldığımız bahşiş meselesine geldi. Bu şekil verdiğimiz çoğu paraların adı bahşiş olur mu bilmiyorum. Ki bahşiş, içten gelerek verilen bir şey olsa gerek. Benim bildiğim meslek öğrenmek amacıyla bir usta yanında çalışan çıraklara uzatılırdı eskiden bahşiş. O da iş karşılığı üste verilen bozuk paranın küçük çocuğa verilmesinden ibaretti. Görüyorum ki bahşişin alanı epey genişlemiş. Gerçi ben bahşiş diyorum ama verilen bu paralar bahşişten öte başka bir şey.

Evinin eşyasını taşıtmak için evden eve taşımacılık yapan adı sanı belli bir firma ile görüşüyor ve anlaşıyorsun. Firma belirtilen günde aracı ile birlikte üç dört kadar hamal gönderiyor. Eşyan taşınıyor, etrafını firmanın elemanları sarıyor, efendim! Terledik, bizi görür müsün diye.

Düğün yapıyorsun. Vereceğin yemek için salonla anlaşıyorsun. Yemek sonrası servis yapan kişiler başını sarıyor. Versen bir türlü, vermesen bir türlü. Mesele cebinden çıkacak para değil, bunun emsal ve normal görülmeye başlanması.

Alınan bu şekil paralara bahşiş dense de içten gelmeden, hesapta yok iken verilen bu paralar haraçtan başka bir şey değil. Bir de kimse istemeden cebe sokuşturulanlar var. İstemem, olmaz desen de bu şekil verilen paralar bir müddet sonra kişilerde bir bağımlılık ve onları bir beklenti içerisine sokabiliyor. Cenaze yıkayan görevlilere, hatim okuyan kişilere para verilmesi gibi.

Muhabbet ortamında verilen bir para şeklini daha öğrendim. Herkes başından geçeni anlatırken içimizde avukatlık yapan biri de "Bize de veriyorlar" dedi, anlatmaya başladı: "Bizi CMUK'tan bir davaya çağırdıkları zaman zanlının yakınları 'Davayı iyi savun' diyerek cebimize para sokuşturuyor. Ben de kendilerine, kardeşim! Vermek zorunda değilsin. Zaten biz verseniz de vermeseniz de görevimizi yapacağız. Devletten bu görevimizden dolayı ücretimizi alıyoruz, dememe rağmen vatandaş vermeye devam ediyor" dedi. Bu vesileyle bizim insanımız avukatlarımızı da maalesef bu para verme işine dahil etmiş. Üzüldüm gerçekten. Avukatın anlattığına göre demek ki avukata para verme işi de nice zamandır devam ediyor. Avukat da bu duruma alışmış ki cebine para koyana "Vermek zorunda değilsin" diyormuş. Ben bu cevabı "İstemem ama yan cebime koy" şeklinde anlıyorum. (Burada bilmeyenler için söyleyeyim. Karakol veya savcılık safhasında zanlı olarak ifadenize başvurulacağında "Avukatın var mı" diye soruluyor. Avukatım var dersen avukatının gelmesi bekleniyor. Yok dersen avukatlık ücretini devlet vermek üzere BARO'dan bir avukat isteniyor. Gelen avukat soruşturma ve ifadenin usullere uygun olup olmadığını izliyor. Tutukluluk talep edilirse itiraz ediyor vs.) 

Avukatlara "İyi savun" diye el altından ilave para verilmesini garipsedim doğrusu. Bunu bir avukattan duymasam inanmazdım. Bundan hareketle her işte yani bizim insanımızın bulunduğu her yerde bu şekil adı konmamış, kayıt dışı paranın döndüğü çıkarımını yaparsam herhalde yanılmış olmam. Varın ötesini siz düşünün. Çünkü bu ülke garip insanların bol olduğu bir ülke. 

Sahi avukatlara verilen bu şekil ilave para bahşişe mi girer yoksa başka bir şeye mi? Adını da siz koyun.






23 Eylül 2019 Pazartesi

Yaprak Dökümü

Sonbahar mevsimi geldi mi -bazıları hariç- ağaçlar yapraklarını döker. Yaprakları dökülen ağaçlar bir ölüm sessizliğine bürünür, yani kış uykusuna yatar. İlkbahar gelince yeniden dirilir/uyanır ve dökülen yapraklarının yerine yenisi gelir ve tüm ağaçlar yemyeşil olur. Ağaçlara biçilen bu rol, biyolojik yasaların bir gereği olduğu için yaprakların dökülmesi kimse tarafından garipsenmez.

Yaprak dökümünün en tehlikelisi ve en istenmeyeni Reşat Nuri  Güntekin'in "Yaprak Dökümü" romanında işlediği gibi babanın çok istemesine rağmen ailesini bir arada tutamayıp aile fertlerinin yaprak dökümü gibi evden çekip gitmesi, yani evi terk etmeleridir. Romandaki gibi olmasa da dağılan aile sayısı az değil günümüzde.

Siyasi partiler de bir ağacı andırır. Bir hedefe yönelmiş insanların toplandığı yerdir siyasi partiler. Bir ve beraber oldukları müddetçe seçim kaybetseler de seçim kazansalar da bu partiye dışarıdan kimse zarar veremez, partiden kolay kolay kopma olmaz. Ama kendi içlerinde anlaşmazlığa düşüp küskünlük ve kırgınlıklar artar, orta yerdeki ufak tefek anlaşmazlıklar bir araya gelerek sıcağı sıcağına çözülmez ise partiden kopmalar baş göstermeye başlar. Partiden kopan sınırlı sayıda olursa parti fazla yara almadan yoluna devam eder. Ama partiden kopan sayısı ne kadar çok olur ve kopanlar partinin bir zamanların ağır topları ise bu kopuşlar hayra alamet olmaz. Çünkü bu görünen bir yaprak dökümüdür. Ama bu yaprak dökümünden öte bir anlam ifade eder. Sonbaharda dökülen yaprağın yerine ilkbaharda daha gür yapraklar gelir, önceki yaprakları aratmazlar. Siyasi partilerdeki yaprak dökümü bir kopuştur. Ayrılan bir daha geri gelmez. Gidenin yerine monte edilen kişiler ise gideni aratır.

Partilerinde bir yaprak dökümü durumunu yaşayan siyasi partiler umarım bu işin vahametinin farkındadırlar. Yok farkında değiller veya bir şey yokmuş gibi davranıyorlar ve bu kopuşlar olmasın diye ellerinden geleni yapmıyorlar veya gidenler bize bir zarar veremez, biz ana gövdeyiz derler, gidenleri küçümserler ise partide bir parçalanma söz konusu olabilir. Bunun örneğini Türkiye geçmişte iki türlü yaşamıştır. Ayrılıp gidenler kurdukları partilerle bir varlık gösteremedikleri gibi varlık gösterip kısa zamanda iktidar olanlar da var. 

Siyasi partilere düşen, partilerinden ayrılıp gidenler ister parti kurup varlık göstersin ister varlık göstermesin, partilerinden bir yaprak bile dökülmemesi için çaba sarf etmesi gerekir. Yaprak dökümü olmaması için gösterilen çaba yeterli gelmedi. Partiden ayrılmak isteyen kopup gitti. Bu durumda gidenin aleyhinde konuşmamak ve kapıyı tamamen kapatmamak esas olmalıdır. 


Öğrencilerimize Güvenmenin Neresindeyiz? *


Liselerde okumakta olan öğrencilerin özürlü ve özürsüz devamsızlık yapma durumları Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliğine göre özürsüz 10 günü, toplamda 30 günü geçmemesi esastır. Asıl olan öğrencinin devamsızlık yapmaması ve okuluna devam etmesidir. Özürlü veya özürsüz devamsızlık yapmak arızı bir durumdur. Hastalık veya değişik nedenlerle öğrenciler devamsızlık yapabilmektedirler.

Öğrenci herhangi bir nedenle devamsızlık yaptı, bunu özürlü devamsızlığa dönüştürmesi gerekiyor. Bunu kim yapacak? Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliğinin 36.maddesinin 7.fıkrasına göre bu işi veli yapacak. Yönetmelikte “Öğrencinin devamsızlık yaptığı süreye ilişkin özür belgesi veya yazılı veli beyanı, özür gününü takip eden en geç 5 iş günü içinde okul yönetimine velisi tarafından verilir” (Değişik: RG-1/7/2015-29403) denilmektedir. Görüleceği üzere Yönetmelikte her şey düşünülmüş.

Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliğinde dikkatimi çeken ve garip bulduğum kısım, yapılan özürlü devamsızlık belgesinin veya veli beyanının okul idaresine bizzat veli tarafından teslim edilmesinin istenmesidir. Yönetmeliği hazırlayanlar sorumluluğu 18 yaşını doldurmamış çocuğa değil, veliye yüklemektedir. Bunu anlayabiliyorum. Fakat ben burada çocuklara bir güvensizlik görüyorum. Olur ya çocuk, velisinin bilgisi dışında yaptığı devamsızlığı, özürlüye çevirmek için velisi adına dilekçe yazıp imzasını da atarak okul idaresine teslim edebilir. Bunu yapan çocuk çıkar mı? Çıkar elbet. Ama sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Birkaç çocuk sahte belge ve sahte imza ile veli ve okulu kandırabilir düşüncesiyle tüm çocuklara güvensizlik doğru mu? Bu toptancı yaklaşımı doğru bulmuyorum. Yönetmeliği hazırlayanlar ve okulları yönetenler ilk önce çocuklarımıza güvenmeyi esas almalıdırlar. Onlara “Biz size güveniyoruz” derken elbette tedbiri de elden bırakmamalılar. Pekala okul yönetimi, yapılan devamsızlığın özürlüye dönüştürülmesi için öğrencinin getirdiği dilekçeden şüpheleniyorsa e-okul sisteminden veli iletişim telefonunu bularak kendisine telefon açarak “Çocuğunuz şu şekilde bir dilekçe getirdi, bilginiz dahilinde mi” diye sorabilir. Burada okul yönetimi devamsızlık yapan çocukların hangi birinin velisini arayacak denilebilir? İnanın bu yöntem velinin okula gelerek dilekçe vermesinden daha kolaydır. Çünkü tüm veliler okulun muhitinde ikamet etmiyor. Çoğu veli, gündüz vakti mesai için işine gitmiştir. Bir dilekçe için velinin mesaisini bölerek okula gelmesi hem zor hem zaman kaybıdır.

Öğrenci devamsızlık yaptığı anda birçok okul, veli telefonuna “Çocuğunuz bugün okula gelmemiştir” mesajı göndermektedir. Mesajla çocuğunun okula gelmediğini öğrenen veli, bu devamsızlığın özürlüye dönüşmesi için çocuğuyla dilekçe de gönderebilmelidir. Yönetmelikte bu esnekliğin sağlanmasında fayda vardır. Bu yapılırsa okul yönetimi ile öğrenci ve veli karşı karşıya gelmemiş olur.

Velinin dilekçe verip çocuğunun devamsızlığını özürlü devamsızlığa dönüştürmesi size basit gibi gelebilir. Ben bu sorunu önemsiyorum. Eğer bu sorun büyümüyorsa ya okul idareleri bu konuda esnek davrandığındandır ya da velilerin bu durumu sorun haline getirmek istemeyişindendir. Ben hepsinden geçtim. Götürdüğü dilekçenin okul yönetimi tarafından “Velin gelecek…velin getirecek” şeklinde geri çevrilmesi, çocuklarımızda “Bize güvenilmiyor” psikolojisini yerleştirdiği gibi aynı zamanda “sahte dilekçe de verilebiliyormuş” anlayışını akıllarına getirecektir.

*25/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




22 Eylül 2019 Pazar

"Kur'an Okumak İstemiyorum"

—Azizim, dinimi daha iyi ve doğru öğrenmem için bir kitap tavsiye eder misin?
—Kur'an kitabını oku.
—Çok isterdim ama onu okumak istemiyorum.
—Sebep?
—Ne olur ne olmaz, ağrımaz başımı ağrıtmayayım.
—Niye ağrısın ki?
—Bugünlerde Kur'an okuyanların başı dertte. Neme lazım.
—Niye başın derde girsin. Herhangi bir kitap değil, yazarı tartışılır biri değil, içerisinde şüphe yok. Sen dinini öğrenmek istemiyor muydun? Müslümanların asli yemek kaynağı bu. Bundan iyi kitap mı olur? Hem sonra kim ne desin?
—Anlıyor ve biliyorum ama farz et ki ben dediğin gibi Kur'an okumaya başladım. Birileri beni Kur'an okurken görse ne der?
—Ne diyecek? Allah kabul etsin der.
—Öyle diyen çıkar. Ya Kur'an okuduğumu gören biri bu adam "Hadis düşmanı, sünneti inkar ediyor" derse o zaman ben ne yaparım?
—Niye desin ki? Sen hadis düşmanı mısın?
—Değilim elbet!
—Eee o zaman?
—Biliyorsun bugünlerde "sünnetsiz, hadisleri kabul etmiyor, işine geleni kabul ediyor, işine geleni kabul etmiyor" ithamları moda. Hele böyle bir adım çıksın, ehli sünnet düşmanı da derler. Ondan sonra uğraş dur. Yeter ki biri desin ve seni hedef göstersin. Yemin billah etsem, ekmek-mushaf çarpsın ben hadis düşmanı değilim desem de kimseyi ikna edemem. 
—Biraz abartmıyor musun?
—Hiç bile...Sanırım gündemi pek takip etmiyorsun? Şayet gündemi takip etseydin bana hak verirdin. Çünkü "sünneti kabul etmiyor, hadisleri reddediyor" denilenlerin sayısı az değil. O yüzden "hadis inkarcısı" damgası yemek istemiyorum. 
—Bu durumda ne yapacağız?
—En iyisi Kur'an okumamak bana göre. 
—Yanlış düşünüyorsun? Birilerine kızarak Kur'an okumamak olur mu? Birilerinin kınamasına aldırmamak lazım.
—Aldırdığım yok. Ama algılarla yaşadığımız günümüzde kimseyi çekemem bu durumda. Kimse kimseyi dinlemiyor ve anlamak istemiyor. Birbirimize hep belden aşağı vuruyoruz. Niyet okuyuculuğu yapıyoruz hep. Didişiyoruz birbirimizle. Midemiz götürse birbirimizi yiyeceğiz.  Bir de hedef gösteriyoruz. İşin garibi kafir ve İslam düşmanları bizim ortak hedefimiz değil. Tüm derdimiz birbirimizi alt etmek üzerine kurulu. Faydası olmayan bu tartışmada biz bize yeteriz, düşmana ihtiyacımız yok.

21 Eylül 2019 Cumartesi

Günümüzün Geçer Akçesi: FETÖ ***

2000'li yıllarda Adana'da çalışırken bilgisayar laboratuarında bilgisayar ile iştigal ettiğimi gören bazı meslektaşlarım bana "Senden nasıl kurtulacağız" derlerdi gülerek. Ben de bunun kolayı var. Bugünlerin geçer akçesi Hizbullah'tır. Beni Hizbullahçı diye şikayet edersiniz. Polis sorgusuz, sualsiz götürür. İçeride ben kendimin Hizbullahçı olmadığımı anlatıncaya kadar aylar, yıllar geçer. Siz de böylece kurtulmuş olursunuz derdim. Onlar da bana "Aman hocam, ağzını hayır aç, bunun şakası bile kötü" derlerdi.

Hizbullah davaları bitti. Kimi ceza aldı; yattı çıktı, kimi aldığı ceza ile hala yatıyor; kimi girdi, uzun süre tutuklu kaldıktan sonra yargılanıp çıktı. Yazılı ve görsel medya günün ilk flaş haberlerini Hizbullah ile açtı, yapılan operasyonları verdi. Şimdilerde Hizbullah operasyonları  yapılmaz oldu. Ne devlet hatırlıyor ne de halk.

2013 yılından itibaren gündemimizde güncelliğini hiç kaybetmeyen FETÖ var. Önceleri Paralel Yapı diye bilinen bu örgüte birkaç yıldır FETÖ diyoruz. Altı yıldır gündemden düşmeyen bu örgüt, böyle giderse uzun süre güncelliğini sürdüreceğe benziyor. Hizbullah lokal bir bölgede yapılanmış, operasyonlar o bölge ile sınırlı tutulurken FETÖ yurdun her bir köşesinde örgütlenmiş görünüyor. FETÖ adına yapılan operasyonlardan etkilenmeyen kesim yok gibi. Kimi KHK ile ihraç edilirken kimi hala açıkta bekliyor, kimi tutuklu, kimi ceza almış, kiminin cezası daha verilmemiş. Gün geçmiyor ki FETÖ adına operasyon yapılmamış olsun.  Hiç alakası olmayanlar bile FETÖ ile ilgili yapılan operasyonlardan veya ithamlardan nasibini alıyor. En hafif geçiştiren "Bu, FETÖ'cü ağzı... Bu FETÖ'cülerin yöntemi" ithamına maruz kalıyor. FETÖ'cü damgası yiyen ya bulunduğu makamdan ediliyor ya da geçeceği makamdan oluyor. Çünkü iftira, itham ve şüphenin sınırı yok. Kişi de hiç FETÖ bulaşığı olmasa bile atılan çamurun izi kalsa mantığı güdülüyor. İşin garibi FETÖ ile mücadele edenler de bundan nasibini alıyor. Birilerini FETÖ'cülükle itham edenler de FETÖ'cü damgası yemekten kendisini kurtaramıyor. Günümüzün geçer akçesi ne de olsa.

Toplum olarak öyle bir cendereden geçiyoruz ki kendisini bundan kurtarabilene aşk olsun. Masum olduğuna inandığın birine bile referans olamıyorsun. FETÖ'cülükle suçlanmış isen suçsuz olduğuna inananları bile yanında bulamıyorsun. FETÖ'cülükle itham edilen birinin FETÖ'cü olmadığına şehadet etsen "Sen böyle diyorsun ama bunlar kendini belli etmez, kripto olabilir, ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Niçin bana ithamda bulunmuyorlar" cevabı alıyorsun. Bu kişi kendi halinde bir memur. Nasıl FETÖ yöneticisi olur diyorsun. "Efendim, bu yapı çok sinsi. Değişik bir yapılanma şekli var. Pekala rektörlere, komutanlara emir veren bir yönetici olabilir" deniyor. Bir tanıdığım var, çok iyi biri. FETÖ'cülükle itham edilmiş diyorsun. "Bunların hepsi iyi zaten" cevabı alıyorsun.

Kamuya eleman alımında veya yönetici seçiminde ilk yapılan, FETÖ'cü mü araştırmasıdır. Kazara biri sana FETÖ'cü demişse isminin üstü çizilmen için yeter de artar bile.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Ama örnekleri çoğaltmanın pek de bir anlamı yok. Kim ne kadar FETÖ'cü, kim suçlu, kim masum bilmiyorum. Bildiğim bir şey FETÖ konusunda toplum olarak bir paranoya durumu yaşadığımızdır. Bir diğer husus da FETÖ konusunda bu gidişat, bu mücadele tarzının sonunun hiç hayır olmayacağıdır.

***24/09/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.



20 Eylül 2019 Cuma

Devletin Kendisi Olan Partiler ***

Milletimizin çoğunluğu Cumhuriyet Halk Partisine mesafelidir. Tek parti döneminde yaptıklarından dolayı halk, çok partili sisteme geçtiğimiz andan itibaren bu partiyi tek başına iktidara bir daha getirmemiştir. Bu parti zaman zaman koalisyon ortağı olarak iktidara gelse de bu iktidarları uzun ömürlü olmamıştır.

Halkımızın ekserisi CHP'ye niçin mesafelidir? Değişik sebepler söylenebilir. Bence en önemli sebebi, CHP'nin devletin kendisi olmasıdır. CHP uzun yıllar devlet ile özdeşleşmiştir. Uzun süre iktidar olan partilerde bu risk daima vardır.

2002'de AK Parti iktidara geldi. Devletin kendisiyle, kendisinin de devletle barışık olmadığı AK Parti, uzun yıllar devlet ve devletin kurumlarıyla mücadele etti. Her mücadelesi bu partiye artı puan kazandırdı ve arka arkasına iktidara geldi. Bugün AK Parti ile mücadele eden ya da AK Partinin mücadele edeceği bir devlet kurumu kalmadı. Bu durumu bazıları iyi görebilir ama bu durum AK Parti için hiç iyi değildir. Çünkü devletin kendisi olma yolunda hızla ilerliyor.

Neden derseniz? AK Parti halkın, olmasını istediği birçok konuyu iktidar olduktan sonra yerine getirmek istedi. Ama karşısına YÖK çıktı, Anayasa Mahkemesi çıktı, bazen Yargıtay-Danıştay çıktı, kimi vakit askeriye çıktı. Böylesi durumlarda halk, sorunu çözemediğinden dolayı AK Partiyi suçlamadı, engel olan kurumlara tavır aldı. AK parti yapmak istediklerini zamana yayarak daha sonra yaptı. Kendisiyle uğraşan ne kadar kurum varsa zamanla pes etti.

Şimdi AK Partinin önünde devletin içinde kendisine engel çıkartacak, sorun olacak hiçbir kurum kalmadı. Sorunlar bitti mi? Hayır. Ülkenin sorunları biter mi? Yığınla sorunu var bu ülkenin. Halk, hükümetten bu sorunları çözmesini bekliyor. Sorunlar çözülemeyince halk eskisi gibi kurumları suçlamıyor, hükümeti suçluyor. Çünkü sorunu çözmesi veya bir isteğin yerine gelmesi için hükümetin önünde, kendisinden başka bir mânia yok. Partinin kurumlarla barışık olmadığı zamanlar olsaydı “Ne yapalım, Anayasa mahkemesi çıkardığımız kanunu iptal etti, Cumhurbaşkanı kanunu geri çevirdi, asker bu işe sıcak bakmıyor…” derdi. Şimdi ne diyecek? Çünkü AK Parti bütün kurumlarla uyumlu ve tüm kurumlar emrinde. Eskiden iktidardı ama muktedir değildi. Şimdi hem iktidar hem de muktedir. Bu sefer beklentilere cevap verilemeyince halk tüm okları AK Partiye çeviriyor.

Burada halkımızın devletle meselesi var anlaşılmasın. Halkımız devletini sever ve devleti için gerekirse canını verir. Çünkü devleti ebed müddet görür. Yine halk için devlet babadır aynı zamanda. Hepsi bu kadar…

Hasılı her parti için iktidar olmak iyidir ama uzun süre iktidar olanları bekleyen en büyük tehlike, iktidarın devletin kendisi olmasıdır. Çünkü devlet olmak demek halka yabancılaşmak demektir, yozlaşmak demektir. Her ne kadar AK Parti halkın değerlerine yabancı değilse de hep zirvede olması, halk ile arasına mesafe koydurur, halkı okuyamaz hale getirir. Parti kendisini yenileyemez ve kendisini tekrarlamaya başlar. Bu da ülkede memnuniyetsizlerin sayısını her geçen gün artırır. Bugün AK Partinin yaşadığı bu olsa gerek. Demek istediğimden “İktidar olan yıpranır” anlamı çıkarılmasın. Bu durum yıpranmışlıktan öte başka bir şey. Aman dikkat!

***16/06/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.