9 Eylül 2019 Pazartesi

Ömer Aramak mı, Ömer Olmak mı? ***


Müslüman camiada Hz Ömer sevgisi tarif edilemez. Sevgi o kadar ileri safhada ki aşağı yukarı her hanede ismiyle müsemma olsun diye bir Ömer ismine rastlanır. Bize onu sevdiren de adaletiyle nam yapmış olmasıdır.  Ömer, adalet kelimesiyle özdeşleşmiştir. İkisi ayrılmaz bir parçadır. Ömer denince adalet, adalet denince Ömer akla gelir. Bu yüzden kendisine doğru ile yanlışı ayırt eden anlamında Faruk denmiştir. Onun adaleti dillere destandır. On yıllık halifeliği döneminde Müslümanlara birçok hizmet yapan Hz Ömer'in hilafetinin üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen belki diğer yaptığı hizmetler unutulmuştur. Ama adaleti hiç unutulmaz. Unutmamamızın sebebi adalete susamışlığımızdır. Öyle ya, kim istemez adaleti...

Hz Ömer'in adil yönetimine kendisinden çok sonra hilafete gelen torunu Ömer bin Abdülaziz'in kısa devlet yönetimini saymazsak pek yaklaştığımız sayılamaz. Yani adalette Hz Ömer'i geçemediğimiz gibi onun döneminin yakınına bile yaklaşamadık. Halen sınıf tekrarı yapıyoruz sürekli. Ama adalete susamışlığımızdan olsa gerek Ömer arayışımız sürüyor. Ömer ve adalet bizim yitiğimizdir. Arıyoruz ama hala bulabilmiş değiliz.

Ömer gibi adil olan Ömerleri bulabilir miyiz? Bulamayız. Çünkü Ömerler aranmaz ancak Ömer olunur. Her birimiz Ömer arayacağımıza Ömer olmayı hedeflesek mesele kalmaz zaten. Kenarda, köşede Ömer olacak kişiler olsa da onlar görevlere talip olmaz. Ki talip olsalar da biz onları barındırmayız. Ayrıca Ömer aramakta samimi miyiz gerçekten? Çok samimi olduğumuzu düşünmüyorum. Zaten samimi olsak belki bulabiliriz. Diyelim ki araya araya bulduk. Bulduğumuz bu Ömer'e kendimiz sabredebilecek miyiz? Çünkü bulduğumuz Ömer yaptıklarımızdan dolayı belki ilk önce bizim karşımıza dikilecek. O yüzden Ömer aramayı bırakalım. Her birimiz olduğumuz yerde birer Ömer olalım ve adaleti uygulayan sayımız o kadar çok olmalı ki insanlar Ömer dediğinde hangi Ömer diye sorsun. Şu anda Ömer dendi mi Hz Ömer'den başka bir Ömer aklımıza gelmiyor. Çünkü başka yetiştiremedik, yetişmedi ya da yetişmesine imkan vermedik. O zaman Ömer olmak için önce samimiyet sınavını geçmek zorundayız.

Ömer olursak çevremizde bizim adımıza iş yapanlar da yoğurdu üfleyerek yer, asla haksızlık yapmazlar. Çünkü at sahibine göre işler. Ömer olma yolunda kim savsaklarsa emrindeki çalışanlar da savsaklar.

Ben Ömer olma yerine Ömer arayışına girenleri ipe un serenler olarak görürüm. Çünkü bu arayış, samimi bir Ömer arayışı değildir, topu taca atmaktır. 

***21/09/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.




Bir Çıkış Yolu Arıyor isek... *

*Beklentilerimizi en aza indirger isek,
*Kendimize çok büyük hedefler koymaz isek,
*Herkesi kendimiz gibi bilir, "Ben işimi nasıl yapıyorsam, karşımda ki de aynı şekildedir" diyor isek,
*Kendimize yapılmasını istemediğimizi başkasına yapmaz isek,
*Sonunda yapabileceğim ve evime helalinden götürebileceğim bir iş ister, masa başı bir iş istemez isek,
*Toplum bana değil, ben topluma hizmet edeceğim; ama aşağıda ama yukarıda. Önemli olan almak değil, vermek der isek,
*Olmamız ve yapmamız gerekenin en iyisini yapmam gerek deyip işimizi, gücümüzü savsaklamaz isek,
*Başıma gelen her şeyin kendi yapıp ettiğimizin bir sonucu olduğuna inanır; başkasını değil, kendimizi sorgular isek,
*Hiçbir şeyin fanatiği olmaz, insanlara ön yargılı bakmaz isek,
*Eleştirilerimizi yapıcı yapar isek,
*Benim doğrularım kadar başkalarının da doğruları vardır der isek,
*İnsanları olduğu gibi kabul edip kendimiz de olduğumuz gibi görünür isek,
*İnandığımız değerleri pratiğe geçirebilir isek,
*Ele talkın verir iken kendimiz salkımı yemez isek,
*Her hayırdan bir şer, her şerden bir hayır olabileceğini hesaba katar isek,
*İstediğimiz bir şeyi elde etmek için gereken çabayı sarf ettikten sonra ötesini tevekkül edebilir isek,
*Hayata karamsar bakmaz isek,
*İnsanların hatalarını affedebilir, insanlara merhamet edebilir isek,
*İnsanları düşman bilmez, onlara kin gütmez isek,
*İyilikleri kayaya, kötülükleri kuma yazar isek,
*Adaleti insanlardan beklemez, isyanlara oynamaz isek,
*Karşı tarafı anlamak için dinleyebilir isek,
*Kendimizi mükemmel görmez, her şeyin en iyisine layığım demez isek,
*İletişimi kesmez isek,
*Başkalarından beklediğimiz saygı ve sevgiyi başkalarına önce biz gösterir isek,
*Doğru bildiğimiz yolda kınayanın kınamasına aldırmaz isek,
*Herkesin iyiliğini ister isek,
*İnsanların çiğ süt emdiğini kabul eder isek,
*Almaktan ziyade vermekten zevk alır isek,
*Adım attığımız, iz bıraktığımız her yerde kubbede bir seda bırakabilir isek,
*Kibir ve nefsimizin esiri olmaz isek,
*Münacatlarımızı Yaradan'a iletir, yardımı sadece ondan ister isek,
*Gözümüzü çok yukarılara dikmez, mütevazılığı elden bırakmaz isek,
*Aza kanaat getirip şükretmeyi bilir, az ile mutlu olabiliyor isek,
*Ayağımızı yorganımıza göre uzatır isek,
*Hayatın her alanında haddimizi bilir isek...

Aradığımız çıkış yolu, ayağımızın altına halı serer.

20/12/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Zilsiz/Dilsiz Okul ***

Konya İl Milli Eğitim Müdürü Sayın Seyit Ali Büyük'ün başlattığı proje ile 05.04.2019 tarihinden itibaren Konya'daki okullarda zilsiz okul projesi uygulamaya kondu. Bazı okullar projeyi hemen uyguladı. Bazıları kah çaldı kah çalmadı, bazıları zil yerine anons yolunu seçti, bazıları da zil sesini kıstı. 2018-2019 eğitim ve öğretim yılı bu şekilde tamamlandı.

2019-2020 öğretim yılına başlarken "Zilsiz okul projesi" kapsamında okullar, eğitim ve öğretimini zilsiz açtı. Proje ile öğrencilerin;
●zamanı daha dikkatli kullanmaları,
●sorumluluk bilinci kazanmaları,
●güven duygularını yükseltmeleri hedeflenmektedir. Ayrıca bu uygulama ile
●özellikle hastalar, yaşlılar ve çocuklar başta olmak üzere çevreye rahatsızlık vermeme amaçlanmaktadır.

Gül bahçesi dikensiz olmazsa zilsiz okul projesinin uygulanma aşamasında da birtakım zorluklar olacaktır. Her şeyden önce zile alışan bizler zillerin susmasına alışabilecek miyiz? Çünkü okul denince zil akla gelir. Zilsiz okul dilsiz okul demektir. İki taraflıdır zil. Hem üzer, hem de sevindirir. Çalan zil ders zili olunca of, yine mi ders dedirtir. Aynı zil teneffüs zili olunca oh, dünya varmış dedirtir. Hayat da böyle değil mi? Hep üzmez, hep sevindirmez. Bazen üzer, sonra sevindirir ya da tersi. Haydi buna alıştık diyelim. Öğrenciler nasıl alışacak buna? Malumunuz yeni neslin çoğu koluna saat takmıyor. Saat ihtiyacını cep telefonuna bakarak gideriyor. Okullarda öğrencinin cep telefonu kullanması veya açması yasak olunca ve de giriş ve çıkış zilleri de çalmayacaksa, okul yönetimleri de her yere saat asamayacağına göre özellikle öğrencinin derse girişi bir mesele olacak. Buyurun size işte bir cenaze! Kim kaldıracak bu cenazeyi? Nöbetçi öğretmenler sağ olsun! Okulun bahçesi büyükse, bahçe bir baştan bir başa oyuna dalmış öğrenci ile dolmuş ise nöbetçi öğretmen “Haydi çocuklar, ders zamanı” sesini öğrenciye duyursun da göreyim. Bu uygulama ile okullara zil satışları bıçak gibi kesilse de öyle zannediyorum, düdük satışlarında bir patlama olur. Çünkü sesini duyurabilmek için her bir öğretmen düdük almak zorunda kalır.

Nöbetinde öğrencileri derse zamanında göndermek için düdük öttüren öğretmenleri bir tehlike daha bekleyebilir. Çevreye duyarlılık amacıyla kaldırılan zilin yerine alternatif olarak kullanılacak düdüğün sesinden mahalleli rahatsız olur da, bu durumu Sayın Milli Eğitim Müdürüne “Sayın müdürüm! Zil belli aralıklarla bir defa çalıyordu. Alışmıştık. Bu düdükler bir teneffüste çok ötüyor. Bunlar da bizi rahatsız ediyor, o zaman biz ne anladık bu işten” derlerse öyle zannediyorum zilsiz okul projesinden sonra düdüksüz okul projesi de yolda demektir.

Düdük alıp öttürmek istemeyen öğretmen “Ben ne yapacağım, sesimi nasıl duyuracağım, zil çaldı mı diyen öğrencilerin her birine nasıl cevap yetiştireceğim” diyen öğretmen olursa ona ancak ya sabır tavsiyesinde bulunabilirim. Yok şayet sabredemezse oturup ağlayacak. Çünkü bu durumda başka çıkar yol görünmüyor. Hem ağlamak insanın içini rahatlatır.

Neyse işin yarı şaka, yarı ciddi meselesi bir tarafa…Eğitim ve öğretimin öncelikli sorunu olmasa da zilsiz okul projesi güzel, projeyle hedeflenen öğrenciye sorumluluk bilinci kazandırmak ve gürültü kirliliğine karşı duyarlılık göstermek de bir o kadar güzel. Projeden kastedilen hedeflere ulaşılırsa daha bir güzel olur. Niyet hayır görünüyor, akıbeti de hayır olur inşallah. Umarım ince düşünülmüş ve bir duyarlılığı gösteren bu proje ölü doğmaz, maksat hasıl olur… Milli Eğitimin çevreye gösterdiği bu duyarlılığı öyle zannediyorum, çevre de milli eğitimin okullarına gösterir.

***10/09/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Eylül 2019 Pazar

Su Faturaları Nereye? *


Çift haneli enflasyon ile yaşamaya başlayalı beri ister yerli üretim, ister ithal olsun, zamdan nasibini almayan ürün/mal/hizmet kalmadı. TL'nin dolar karşısında değer kaybetmesiyle birlikte benzin, doğalgaz ve mazotun pompa fiyatları değişir. Yani zam gelir. TL'nin değer kazanmaya başlamasıyla birlikte pompa fiyatlarında indirime gidilir.

Yakıtta dışa bağımlı olduğumuz için petrol fiyatlarında bindirim ve indirimi anlayabiliyorum. Anlayamadığım, belediyelerin uhdesinde olan su fiyatları. TL değer kaybetse de, değer kazansa da suyun metre küpü aylık otomatiğe bağlanmış durumda. Kullandığımız su ithal olsa, bu da ithal edilen diğer ürünler gibi zamdan nasibini alacak diyelim. Halihazırda su, bizim öz sermayemiz. İthal falan değil. O zaman su fiyatlarının otomatiğe bağlanmasının bir izahı olabilir mi? Haydi enflasyonlu hayatın bir cilvesi olarak yerli/ithal her ürüne zam gelir, su da yerli olmasına rağmen girdileri de arttı. Bundan dolayı su fiyatları da artış gösterdi diyelim. Bu mübareğin girdisi her ay değişir mi? İşin içinde değilsiniz. O yüzden işin iç yüzünü bilemezsin diyebilirsiniz. Tamam öyle olsun. Girdiler dolayısıyla su fiyatlarını artırdık. Hiç mi düşmez bu? Dövizin iniş ve çıkış seyrine göre akaryakıt fiyatları değişirken su fiyatlarındaki sürekli yukarı seyrin bir izahı olabilir mi? İnanın, anlamakta zorlanıyorum.

Belediyeci değilim. Herkes gibi bir su tüketicisiyim. Suyun maliyetini bilmesem de kullanıyorum. Gerçekten suya ödediğimiz yüklü faturalar suyun olması gereken gerçek değeri ise sözüm olmaz. Acaba belediyeler diğer masraflarını karşılamak için aylık, suya mı dokunuyor? Eğer belediyeler böyle yapıyorsa yanlış yaparlar. Belediyeler giderlerini karşılamak için başka yollar bulmak zorunda. Başka yol bulamıyorlar ise onlara söyleyeceğim, ücretsiz olarak düzenlemiş oldukları, adına hizmet dedikleri kurs vb hizmetlerden ücret almaları. Sosyal belediyecilik adına düzenlediğimiz kurslardan ücret alamayız denirse, verilen hizmetin en azından maliyeti alınabilir. Çünkü her hizmetin bir bedeli olması gerekir. Ali'nin gördüğü kursun bedeli Ahmet'ten alınmamalı diye düşünüyorum.

Su hayattır, hayatımızın vazgeçilmezidir. Olmazsa olmazımızdır. Susuz ve su kullanmadan yaşamamız mümkün değildir. Elimiz mahkum su kullanmaya. Durum bu iken her ay katmerli bir şekilde faturalara yansıyan su fiyatlarının hayatımızı zindan etmesini istemiyorum. Girdi fiyatlarına göre suya gelecek zamma evet ama fahişine el insaf, yani hayır diyorum.

*21/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






Hutbe Konularını Belirlerken *

Diyanet İşleri Başkanlığı, bünyesinde bulunan Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan hutbeleri yayımlayarak hutbede okunması için tüm camilere gönderiyor. Konu bakımından birliğin sağlanması, aşırı uçlara karşı tedbir alınması ve birinci elden doğru ve sağlıklı bilgi vermesi bakımından Diyanetin hazırlatıp onay verdiği hutbe konularını önemsiyorum. Burada okunan hutbeler ve seçilen konular üzerinden bir değerlendirme yapmak istiyorum.

Diyanetin tek elden okuttuğu bazı hutbeler yerinde ve yararlı olmakla beraber bazı seçtiği konular yönüyle hutbeleri bir eleştiriye tabi tutmak gerekir diye düşünüyorum. Her şeyden önce seçilen ve okutulan hutbelerin gündem belirlemesini istiyorum. Ama çoğu zaman hutbeler rutinin dışına çıkmayınca okunan hutbeler sönük kalıyor. Zaman zaman hutbeleri belirli gün ve haftaları takip ediyor diye eleştiriyorum. Bence Diyanet, günleri takip etme sevdasından vazgeçmelidir. Belirli gün ve haftaları ilgili kurum ve kuruluşlar ansın veya kutlasın. Diyanet siyasete girmeden Müslümanları ilgilendiren konu ve sorunlara öncelikli olarak yer vermelidir. Hutbeyi dinleyen Müslüman, Müslüman’ın bir konuda alması gereken tavrı öğrenmelidir. Hutbeler Müslüman’a yol gösterici bir misyon üstlenmelidir. Bir değindiği konuya zorunlu olmadıkça kolay kolay yer vermemelidir.  Hutbe illaki dini bir konu olması gerekmiyor. Müslümanları ilgilendiren her konu, hutbede yer bulabilmelidir. Bazı hutbe konuları şimdiki gibi tüm camilerde tek ve aynı hutbe olarak okunurken bazı haftalarda konu belirlemeyi Diyanet, il ve ilçe müftülüklerine bırakmalıdır. Hutbeyi il veya ilçe müftülükleri hazırlamalıdır. Çünkü hutbeler Müslümanlara bir şeyler vermeyi hedefliyor, Müslümanların sorunlarına eğilmesi gerekiyorsa bazı genel sorunlar olmakla beraber her il veya ilçenin de lokal ve kronik sorunları olabilir. Yani bazı hutbeler mahallinde, yörenin sorununu çözme amacını gütmelidir. İhtiyaç olan hutbelerin cemaat nezdinde daha dikkatli dinlenileceğini düşünüyorum.

Ne demek istediğimin daha iyi anlaşılması bakımından yöresel hutbe konularına bazı örnekler vermek istiyorum. (Konya'dan örnekler. Bu konular başka şehirlerimizin de sorunu olabilir)
Ben olsam  Konya'da;
1.Semt pazarlarına değinirim: Esnafın sebze ve meyvesini seçtirmemesini, çürük, çarık, ezik gibi ayıplı mal vermesini, gösterdiği ile tarttığının farklı olmasını "Aldatan bizden değildir" hadisi ışığında işlemeye çalışırım. Pazar dağıldıktan sonra esnafın tüm çöpünü satış yaptığı yere bırakıp gitmesini, görüntünün savaş alanına benzediğini, bu durumun "Temizlik imandandır" nassına uymadığını hatırlatırım.
2.Düğün sezonunda düğünlerdeki astronomik harcamalara işaret ederim. Yaptığımızın "Ev alanla, evlenene Allah yardım eder" sözüne ters olduğunu, kolaylaştırmanın dinin emri olduğunu söylerim. 
3.Düğün yemeklerindeki israfı işlerim.
4.Düğün konvoylarına ve patlayıcı madde kullanımına değinirim. Müziğin sonuna kadar açılmasını, konvoyda korna çalınmasını, konvoyu durdurup trafiğin içinde oynanmasını ele alırım.
5.Düğünlere hediye olarak götürülen kap kacak meselesinin artık demode olduğunu, yükten başka bir fayda sağlamadığını, birbirimize eziyet etmememiz gerektiğini işlerim.
6.Taziye çadırlarında yemek vermenin doğru bir hareket olmadığını, eski köye yeni âdetler getirilmemesi gerektiğini anlatırım.
7.Ölenin altını üstünü görme meselesine ölenlerimize hatim okutmak için para verilmesi gibi durumların yanlışlığına işaret ederim.
8.Öğrenci kaydı için yanlış adres göstermenin doğru olmadığına, bunun devleti kandırmak olduğunu, bir nevi yalan olduğunu, haksız rekabete sebebiyet verdiğini anlatırım.

Gördüğünüz gibi örnek olarak verdiğim konular ağırlıklı olarak sosyal konulardır. Daha ne konular var! Yeter ki böyle bir imkan sunulsun. Bu tür hutbe konularının halkımıza daha faydalı olacağını düşünüyorum.

*20/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



7 Eylül 2019 Cumartesi

Adamın Gözü Ayakkabımdaymış!

Şu gördüğünüz açık renkli spor ayakkabısını geçen geçen yıl aldım. Açık renk olduğu için kirlenmesin diye uçan kuştan korumaya çalışıyorum dense yeridir. Çünkü kirlenince silmekle temizlenmiyor. Tek temizleme yolu çamaşır makinesine atıp çamaşır yıkar gibi yıkamaktır. 

Ayakkabı değil mi, kirlenerek elbet. O kadar da hassas olma. Madem kirlenmesini istemiyorsun. O zaman giyme, turşusunu kur demeyin. Ayakkabının doğal yoldan kirlenmesine evet ama başka türlüsüne hayır derim. 

Cuma günü hem cuma namazını kılmak hem de bir cenaze namazına katılmak için Musalla Mezarlığının Nalçacı tarafındaki bir camiye gittim. Cami tıklım tıklım doluydu. Ayakkabılarımı çıkardım. Ama ayakkabılıklar da dolu olduğu için ayakkabımı paşmaklığa koyamadım. Cami girişinin kenarına ayakkabımı çıkararak içeri geçtim. 

Güç-bela, iki büklüm namazı kıldım. Ardından musallaya geçmek için çıktım. Ayakkabım koyduğum yerdeydi. Şükür ki korktuğum başıma gelmedi. Ayakkabım çalınmamıştı. Ama korktuğumun dışında başıma başka bir şey geldi. Ayakkabısını alan hiç boşluk bulamasa bile çorabıyla ayakkabımın üzerine basıp geçeceği yerde ayakkabısıyla ayakkabıma basıp geçmiş ve ayakkabısının izini spor ayakkabıma geçirmiş. 

Ne diyeyim bu adama? Allah hayrını versin diyeyim en iyisi. Yapabileceğim başka bir şey yok. Bereket bastığı yerde ayakkabım vardı, ben yoktum. Böylesi bir adam değil ayakkabımı, beni görse acımazdı. Gözü başımda değil, ayağımdaymış. Ayağımı göremeyince ayağımı koruyan ayakkabıma göz dikmiş. Bu durumdaki bir kişi için üzülmeye değmez. Hatta sevinmem lazım. Canımı kurtardığıma şükredeyim. 

Allah kıldığın namazını kabul etsin kardeşim! Bir daha namaz kılmak için camiye geleceksen, Ne olur! Namazdan önce başkasının ayakkabısına o pis ayakkabılarınla basılmaması gerektiğini öğren, sonra camiye gel. Çünkü edep, ahlak namazdan daha önceliklidir.


"Kadına Şiddet" Başlıklı Haberlerden Gına Geldi



Gün geçmiyor ki televizyonlarımız haberlerinde "Kadına şiddet", "kadın şiddeti" başlıklı bir habere yer vermesin. Bazen aynı haberde birden fazla şiddet olayı da haber olarak verilmektedir. Her şiddet olayıyla birlikte kadına şiddet konusunda bir uzman görüşüne de yer vermeleri eksik olmuyor. İçimizi karartan bu haberlerden ve şiddet üzerine yorum yapan uzmanlardan ve şiddet konulu tartışma programlarından gına geldi iyice ve iyi yapılmıyor. 

Neden derseniz, nedenine az sonra geleceğim. Önce "Dayak yiyen kadın için suçu var ki hak etti. Ki kültürümüzde şiddetin yeri var" dediğim anlaşılmaz umarım. Öyle bir niyetim yok. Zira her ne sebeple olursa olsun şiddet masum gösterilemez. Şiddeti önlememiz lazım. Ama nasıl? İşte esas önemlik olan soru bu. Şiddeti çözmek için önce şiddetin adını da doğru koymamız gerek. Çünkü bu ülkenin sorunu kadına şiddet değil, güçlü olanın kendisinden daha güçsüz olana şiddet uygulamasından ibarettir. Bu müzmin sorunumuza kadına şiddet diyeceğimize, şiddet adını verelim. Sonunda şiddet var, adının ne önemi var, sanki şiddeti önleyebilecek mi diyebilirsiniz. Şiddeti çözmese de en azından tartışmaya doğru yerden başlamış oluruz.

"Kadına şiddet" haberlerine kına geldi dememin sebebi bu tür haberlere sürekli yer verilmesi, şiddeti bir gün bize normalmiş gibi kanıksatmaya başlayabilir, toplumun bu konudaki duyarlılığı azalabilir, şiddet haberlerini göre göre "Nasılsa herkes eşine şiddet uyguluyor. Demek ki bu normal bir şey. Benim de eşimle sıkıntılarım var. Bir şiddet uygulayan da ben olayım" noktasına getirebilir insanımızı. 

Biz kadını koruyacağız diyerek kanun çıkarsak da erkeğe daha ağır cezalar versek de bu ülkede şiddet olayları artmaya devam edecek. Sanırım bir cinnet hali yaşıyoruz. Cinnet hali yaşayan bir kimse ise sonunda başıma şu gelir endişesi taşımaz. Sonu ölüm de olsa şiddete devam eder.

Görüşüme katılır veya katılmazsınız, ben şiddet olaylarının haberlerde çok yer bulmasını uygun görmüyorum, hatta bu tür haberlerin şiddeti körüklediğini, eşeğin  aklına karpuz kabuğunu getirdiğini düşünüyorum. 

Bir şiddet olayında ne yapacağız? Şiddet uygulama işi adliyelik bir vaka. Süreç de burada devam etmelidir. Yani adliyede. Şiddete başvuran kimse en ağır cezaya çarptırılmalı. Adli kontrol şartı ile salıverilmemeli. Hele şu kadını koruyacağım diye çıkarılan, hazırında kadına şiddeti ve öldürmeyi tetikleyen 6284 sayılı kanun -gerçekten kadını korumak istiyorlarsa- kaldırılmalıdır. Kaldırırlarsa kadına en büyük iyiliği yapmış olurlar. Çünkü bu haliyle bu kanun kadına kötülük yapmaktadır. Televizyonlarımız uygulanan kadın şiddetini haber yapma yerine mahkeme sonuçlanınca "Eşine şiddet uygulayan x kişi şu kadar yıl ceza almıştır" şeklinde haber vermelidir.