29 Ağustos 2019 Perşembe

Bir Gün Yetkili Bir Sendika Olursam...*

Olur ya bir gün, oldu olacak, bir de sendikacılığa soyunayım dedim. Maceranın sonu yok biliyorsunuz. Kendi başıma bir sendika kurdum. Çiçeği burnundaki sendikam, umduğumdan öte bir ilgi gördü. Memurlar, "İktidar yanlısı ve iktidar karşıtı normal sendika ve konfederasyonlardan pek bir şey görmedik, bir de deli dolu konuşan anormalini deneyelim" dedi. Demekle de kalmadı, çoğunluk mevcut sendikalarından istifa ederek benim sendikama üye oldular. Kısa zamanda temsil ettiğim iş kolunda en çok üyeye ulaştım. 

Baktım iş kolu sendikam umut vaat ediyor. Diğer iş kollarında da sendikacılığa soyunurum. Beş tane sendikayı bir araya getirerek bir çatı konfederasyon kurarım. Gelecek vadeden konfederasyonumuza "ille bizi de alın" diyecekler. Kısa zamanda on bir iş kolunda da memurları temsil etme gücüne ulaşırım.

Bu durumda toplu sözleşmede kamu işveren heyetinin karşısına kim oturacak? Benimki de laf! Elbette ben oturacağım. Görün o zaman toplu sözleşme nasıl yapılır?

Sanmayın ki hükümetle çatır çatır pazarlık yapacağım, kavga edeceğim. Yok öyle bir niyetim. Zira ben uyumlu bir insanım. Ayrıca muhatap olacağım heyetin hükümeti, hükümetin de devleti temsil ettiğini bilirim, aynı zamanda haddimi de. Devlete karşı gelinmeyeceğini zaten biliyorum.

Ağustos bir dedi. Zam pazarlığı için hükümetle aynı masa etrafında buluştum. Hükümet bana "Ne isten, söyle" diyecek. Ben de canınızın sağlığı diyeceğim. "İste bir şeyler, verelim" diyecekler. Ne haddime benim efendim, vermeseniz de olur diyeceğim. Baktım vermekte ısrarcılar. Ağanın eli tutulur mu efendim, ne takdir ederseniz kabulümdür diyeceğim. Yine ısrar var, teklif yok. O zaman işveren heyetine, efendim! Ben bir oran vermeden size bir soru sorabilir miyim diyeceğim. Onlar da elbette diyecekler. Kaça kadar saymayı biliyorsunuz diyeceğim. Doğaldır ki bozulacaklar ve ne alaka diyecekler. Hiç efendim! Bugüne kadar benden önceki yetkili konfederasyonlarla toplu sözleşme yaparken dörtten yukarı hiç çıkmadınız. Bu, bütçe imkanlarını zorladığınız anlamına mı geliyor yoksa en büyük rakam olarak dört sayısını mı biliyorsunuz ya da siz hiç çift haneli rakam duydunuz mu diyeceğim. Kızıp sinirlenecekler. Bununla kalmayıp köpürecekler.  Sinirle beraber akılları başlarından gidecek, sinirleri tavan yapacak ve bana dörtten yukarı bir rakam bildiklerini göstermek ve caka satmak için dördün çok  üzerinde bir rakam söyleyecekler. "Nasıl söyledik bunu, bütçe disiplini ne olacak" deyip biraz dövünecekler ama geri dönemezler. Çünkü söz ağızdan bir kere çıkar. Böylece ilk görüşmede toplu sözleşme imzalanmış ve memur bugüne kadar Refah-Yol Hükümetinden sonra alamadığı zam oranını almış, muradına ermiş olur. Hükümet biz ne yaptık diye kara kara düşüne dursun. Ben nerde miyim? Tabii ki memurların omuzlarında. Çünkü bu sevinç beni olsa olsa omuzlara çıkarır. En büyük endişem, sevinç narası atacağız derken beni omuzlarından düşürmeleri.

Gördüğünüz gibi bir toplu sözleşmeyi tereyağından kıl çeker gibi ilk gününde hallettim. Şimdi sırada ne var, neyi halledeceksin derseniz bu başarıya göre, önce bir sendika kurmam gerekecek. Sonrası benim için çocuk oyuncağı. Yukarıda gördünüz.

Şunu da ilave edeyim. Bu toplu sözleşme masasında çok esnek olacağım. Taviz vermeyeceğim tek konu, toplu sözleşmenin notere pardon hakem kuruluna gitmesinin önüne geçmektir. Zira hakemden zırnık çıkmaz. Biz yine hükümeti öpüp başımıza koyalım. Hükümet bu sene size para yok dese de boş evraka imza atarım, işi hakeme bırakmam. Bu da benim olmazsa olmaz prensibim, yani kırmızı çizgimdir.

*31/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Hükümet Bana Yeni Bir Görev Tevdi Ederse...***

Olmaz da. Oldu diyelim. Hükümet bana "Bugüne kadar bir şey olmak için olur olmaz her göreve talip oldun. Bahtından mıdır? Hiçbiri olmadı. Bugüne kadar çok kişiyi sevindirdiğimiz gibi geç de olsa ahir ömründe seni de sevindirmek istiyoruz. İstediğin olacak. Çünkü sen nazarımızda idam sehpasına giden bir idam mahkumu gibisin. Dile bizden, mesela bir kurul" dese, acaba hangisini istesem diye hiç tereddüt etmem. Direk Hakem Kurulu derim.

Bugüne kadar talip olduğun her görevi biliyoruz. Hakem Kurulu da nereden çıktı derseniz? Atlamışım bugüne kadar. Aslında benim yerim burasıymış. Hiç aklıma gelmedi nedense.

İyi de niçin Hakem Kurulu dediniz. Güzel bir soru. O zaman söyleyeyim niçin bu kurulu seçmek istediğimi.

Gördüğüm kadarıyla fazla bir iş yükü yok bu kurulun. İki yılda bir yapılan toplu sözleşmede hükümet ile memurlar adına yetkili konfederasyon, maaş zammı görüşmesinde anlaşamazlar ise işte o zaman bize iş  düşecek. Anlaşırlarsa zaten bize ihtiyaçları olmayacak. 

Burada bizi bağlayan, anlaşmazlığın beş iş gününde çözülmesi. Bu bizim iki ayağımızı bir pabuca sokar ama olsun. Vatan-millet için bu kadar sıkıntıya da katlanırız. Beş gün boyunca gecemizi gündüzümüze katarak çalışır, tarafları dinler; ser verir, sır vermeyiz. Çünkü ihsası reyde  bulunmuş oluruz. 

Beşinci günün sonunda nihai kararımızı veririz. Her ne kadar ihsası reyde bulunmasak da Amerika'yı yeniden keşfe gerek yok. İmkanlar bellidir. Hükümet ölçüp biçmiş, düşünüp tartmıştır. Hükümetin teklifini aynen onaylarız.  Zira devlete karşı gelinmez, boynumuz kıldan incedir. Onayladıktan sonra kimse sözümüzün üzerine söz söyleyemez. Memur kesimi bu sonuçtan yani vereceğimiz karardan çok hoşnut olmasa da karar karardır. Önemli olan hükümeti memnun etmektir. Zira biz aklımızı yolda bulmadık. Ayrıca hükümet koskoca ülkeyi yönetiyor, kime ne vereceğini bir güzel hesaplamıştır. Kamu disiplininden ödün vermemesi gerekir. Biz her şeyi göze alıp hükümetin verdiğinin birkaç puan yukarısını da versek bile zaten memuru yine memnun edemezdik. Onlar ister de ister. Varsın isteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara yani bizim iki yüzümüz kara olsun. Mesele devlet bütçesi ise gerisi teferruattır. Değer bu tepkilere göğüs germeye. Zaten memurun bize çok kızacağını da sanmıyorum. Çünkü bugüne kadar onlara hiç umut vermedik. Onlar hükümete ve yetkili sendika ve konfederasyona kıza kıza bize pek sıra gelmez. Ayrıca kızacaklarsa kızsınlar. Ancak kendilerine zarar verirler. Zira kızgın sirke kendi küpüne zarar verir. Sonra kızsalar kaç yazar? Ellerinde bir yaptırımları yok. Birkaç gün kızarlar. Sonra unutur giderler. Ayrıca bize kızmaya hakları yok ki... Kendileri yirmi gün boyunca anlaşamayıp bir orta yol bulamadılarsa biz toru topu bir beş iş gününde ne yapabilirdik? Hasılı bize bırakmayacaklardı bu işi. 

Gördüğünüz gibi görev alacağım bu kurulda iki yılda bir iş düşerse toplamda beş gün çalışacağım. Böyle bir görevi seve seve kabul ederim.

Böyle bir durumda toplu sözleşme için kamu işveren ile masaya oturan yetkili konfederasyonun yerinde olmak istemezdim. Gariplerim, ne İsa'ya yaranacaklar ne de Musa'ya. Hükümetin zam teklifini kabul etselerdi de çoğu onlara kızacak, imza etmeseler de onlara kızacak.

***31/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




28 Ağustos 2019 Çarşamba

Şule Yüksel Şenler ***

1979 yılında orta birinci sınıfta okumakta iken okul dersleri dışında ilk okuduğum kitap Mustafa Yazgan’a ait “Sessiz Çığlık” isimli ince bir kitap idi. Ardından hangi kitabı okuyayım demedim. Çünkü ne maddi durumum ne de bilgi dağarcığım şu kitabı oku diyemezdi. Kimin elinde ne kitap varsa ondan emanet alıp okuyacaktım. Elime, Şule Yüksel Şenler’e ait “Huzur Sokağı” isimli kitap geçti. İlk okuduğum kitaba göre çok kalın bir kitaptı. Görünce gözüm korktu. Okumaya yeni başlamış, okuma zevkini henüz tatmıştım. Ebadı kalın bu kitap beni okumaktan soğutur ama neyse dedim. Zaten başka da seçeneğim yoktu.

Belli bir süre sonra vermek üzere aldığım Huzur Sokağı kitabını okumaya başladım. Okudukça kitap beni kendine çekti. Biter mi diye gözümü korkutan bu kitabı okumaya başlayınca bitmesin demeye başladım. Süresinden önce bitirdiğim kitabın ikinci cildini de bularak onu da bir çırpıda okudum.

Kitap beni çok etkilemişti. Tenha yerlerde okurken az ağlatmadı beni. Hem duygulandırdı, hem heyecanlandırdı, hem de üzdü, zaman zaman da sevindirdi. Kitap ortaokul boyunca okuyacağım yüzlerce kitabın tetikleyicisi oldu. Çünkü içimdeki boşluğu doldurarak bana okuma zevki de aşılamıştı.

Şule Yüksel Şenler vefat etti haberini okuyunca 1979 yılında okuduğun “Huzur Sokağı” isimli kitabı ve içeriği gözümün önüne geldi. İstanbul’un gecekondu mahallesinde annesiyle birlikte yaşayan, aynı zamanda üniversiteyi bitirmiş, yaşantısıyla çevresine örnek bir şahsiyet olan Bilal; evlerinin karşısına dikilen apartmanda yaşayamaya başlayan, arkadaşlarıyla birlikte Bilal’in yaşantısına tepeden bakan Feyza, romanın başkahramanlarından idi. Çok istemelerine ve aynı mahallede yaşamalarına rağmen farklı dünyaların insanları oldukları için evliliklerini birleştiremezler. Her ikisi de başkasıyla evlenir. Bu evliliklerinden Bilal’in Nusret, Feyza’nın da Hilal isimli kızı dünyaya gelir. Daha önce başörtüsüne mesafeli olan Feyza, kendisi kapandığı gibi kızı Hilal’i de -Bilal’in istediği gibi- tesettürlü olarak yetiştirir. Kitapta Hilal’in başörtülü olarak okuma mücadelesi de işlenir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde kendilerine nasip olmayan birliktelik çocuklarına nasip olur. Nusret ile Hilal hayatlarını birleştirirler.

Niyetim kitabı anlatmak değildi. Sayın Şule Yüksel Şenler’in vefat haberini duyunca nedense kitabın içeriğine gittim. Sayın Şenler, kendisini anlatmış bu kitabında.

Ortaokul ikinci sınıftan terk olan Sayın Şenler, buraya kadar deyip köşesine çekilmemiş, gezip tozmamış, okuduğu kitaplarla kendisini yetiştirmiş münevver bir kadındır. Gazetelerde yazdığı yazılarla, Türkiye’nin her yerinde verdiği konferanslarla ve yazdığı birbirinden güzel ve değerli kitaplarıyla ömrünü dopdolu geçirmiş saliha bir kadındır. Hayatı incelendiğinde okumanın dört duvar ve sıralardan ibaret olmadığına, insan isterse kendisini okul dışında da yetiştirebileceğine en güzel örnektir. Başörtüsü mücadelesinin öncü isimlerinden olan Şenler, 81 yıllık ömrünü mücadeleye adamış dense yeridir. Gençliğin bilinçlendirilmesinde katkısı büyüktür. Allah kendisinden razı olsun, mekanı cennet olsun.

***29/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

27 Ağustos 2019 Salı

Orman Yangınlarında PKK'nın Eli *

“Yanan orman yangınlarını terör örgütü PKK üstlendi” haberini bir gazeteden okuyunca haberin doğruluğunu teyit için diğer gazetelere de göz attım. Ormanlarımızı yakan 'Ateşin Çocukları İnisiyatifi' adıyla PKK'nın yandaşı bir grup imiş. Yaktığını üstlenmiş de. Üstelik üstlenmekle de kalmamış, bugüne kadar yaktıkları ormanların listesini 'Nûçe Ciwan' sitesi yayınlamış.

Bir devlete düşman olabilirsiniz, halkını sevmeyebilirsiniz, o ülkenin polis ve askeriyle sorununuz olabilir, bir dış gücün silahlı askeri olup vur-kaç taktiğiyle o ülkeyi zayıf düşürmeyi isteyebilirsiniz, emellerinize ulaşmak için her şeyi mubah görebilirsiniz, "Biz haklı mücadelemiz için savaşıyoruz" da diyebilirsiniz. Hiçbir gerekçenizi haklı görmesem de, yanlış olsa da bir yol tutturmuşlar, beyhude bir çaba gösteriyorlar, halkın nefretini kazanıyorlar diyeceğim. Uyguladıkları terörü bir yere koyup bir mantık göremesem de anlamaya çalışacağım. Ama hiç anlayamayacağım ve anlamak istemeyeceğim, bir örgüt ormanları niçin yakar? Ormanlar bize olduğu kadar kendilerine de nefes veriyor. Çünkü ağaç demek, orman demek bir ülkenin akciğerleridir. Akciğeri olmadan bir ülke, bir insan yaşayabilir mi? 

Demek ki PKK ve yandaş örgütlerinin bu ülkeyi ele geçirme ve yurt edinme gibi bir niyetleri yok. Öyle bir niyetleri olsa kendilerine de nefes aldıracak akciğerleri niye yaksınlar? Bir, iki, üç değil; binlerce hektar alanı yakıp kül edecek kadar gözleri dönmüşse, karşımızda yarınını düşünemeyecek kadar gözü dönmüş, ne menem bir örgüt var. Bu tipler ne Allah'tan korkar ne de kuldan utanır. Doğaya zaten saygıları olmaz. Varsa yoksa maşalıklarını yapacaklar. Zaten yaptıkları da o. Bunların insanlıktan zerre nasipleri olsaydı dili olmayan, sesi çıkmayan, bize faydadan başka bir şeyi murat etmeyen ağaçların arkasına sığınarak ormanları ateşe vermezlerdi. Çünkü savaşların bile bir hukuku vardır: Yaşlıya, silah doğrultmayana, kadına, çocuğa, yeşile ve ağaçlara zarar verilmez. 

Tüm bunları gözü dönmüş, bize karşı kahpece, kirli bir savaş yürüten insan görünümlü kişilere söylüyorum. Benimki de laf! Beyhude bir çaba yani… O zaman sözümü "Bu adamlar var ya, bu adamlar; bizim haklı mücadelemiz için Türkiye Cumhuriyeti ile savaşıyorlar" diyerek PKK ve onun uzantılarını destekleyen, içimizde yaşayan ve benim gibi bu ülkenin her türlü imkanından faydalanan kişilere çeviriyorum: 

Sizin destek verdiğiniz bu örgüt, polis ve askerin karşısına çıkamıyor. Hıncını ağaçlardan alıyor. Yani akciğerlerinize ateş ediyor. Bu kalbinize atış demektir. Yani bize kızarak sizi de oksijensiz bırakıyorlar. Bunların derdi sizi korumak falan değil, aklınızı başınıza alın. Bu satılmış örgüte destek vermeyin, hatta sempati bile duymayın. Unutmayın ki ağaçla barışık olmayanlar insanla hiç barışık olmazlar. 

Lanet olsun orman yakanların mücadele anlayışına! Yuh olsun onların insanlıklarına!

*23/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Fıkıh İlmine Dair (2)

"Fıkıh İlmine Dair" başlığını koyduğum yazıda geçmiş içtihat ve fetvaların günümüzde bazı sorunlarımızı çözmekten uzak olduğunu, şartların ve zamanın değişmesiyle birlikte geçmiş ictihatların günümüz bakış açısıyla yeniden değerlendirilmesinde fayda olacağını izah etmeye çalıştım. Bu yazımda da günümüzde Müslümanların önünde problem gibi duran bazı konuları örnek olarak vermek istiyorum.
1.Evlilik ve boşanma...Müslümanlar, örf veya dini görüş diyebileceğimiz evlenme ve boşanma konusunda medeni hukuk ile çelişki yaşamaktadırlar. Kayda alınmayan "imam-hoca veya dini nikah" ve boşanma konusunda insanımız çoğu zaman ikilem içerisinde kalmakta ve sorun yaşamaktadır. Bugün toplumun büyük bir kesiminin resmi nikah dışında evlilik akdi olarak kıydırdığı "dini nikah" konusunda fıkıh ne der. Yine erkeğin "boş ol" demesi hususunda fıkıh, günümüze dair ne söylemek ister? Çünkü birçok insan söylediği bit sözden dolayı çoğu zaman bir çıkış kapısı aramaktadır. Kayda bağlı olmayan evlilik ve boşanma durumu kadının aleyhine bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bir ticari alışverişte borçlanılacağı zaman(borç ayeti) neler yapılması gerektiğini Bakara süresinde Allah bir sayfada izah ederken daha önemlisi ve toplumun temel taşı olan ailenin birleşmesinde ve ayrılmadında biz niçin işi kayıt küreğe bağlamayız, uçup giden söz ile hallediyoruz. Bence nikah ve talak işini ciddiye alıp yeni bir açılım ve bakış açısı getirilmelidir.
2.Miras meselesi...Nisa süresinde miras taksimi ayrıntılı bir şekilde verilmiş. Kısaca erkeğe bir, kadına onun yarısı diye özetleyebileceğimiz miras hukuku toplum yapısının değişmesi nedeniyle günümüzde pek çok aile tarafından uygulanmamaktadır. Bunun yerine kadın ve erkeğe paylaşımı eşit gören medeni hukuku tercih etmektedir. Bu çelişkinin önüne geçmek için Nisa süresi 7.ayetten hareketle aile fertlerinin sorumluluğu, aile bütçesine katkısı gibi illetlerle yeni bir bakış açısı getirilebilir mi? Nisa 7.ayet geneli, Nisa 11.ayet, ayetin indiği toplum yapısını kastediyor olabilir mi?
3.Seferilik konusu...İlmihal kitaplarında yazan seferilik şartlarından biri diye bilinen 90 km'lik mesafeyi günümüz vasıtalarına uygun olarak yeni mesafe ve kıstaslara bağlayamaz mıyız?
4.Faiz konusu...Günümüzde bankaların verdiği krediler konusunda bazıları bu kredilerin ve bankaların mevduat hesabına yatırılan paraların Kur'an'da riba ismiyle bahsedilen faiz olmadığını, kastettiğinin tefeci faizi olduğunu dillendirmeye başladı. İnsanımızın büyük bir kısmı konut, araba kredisi adı altında kredi çektiği düşünülürse faiz konusunda eski hassasiyetlerimizin kalmadığı maalesef görülecektir. Bankalara ve faize mesafeli olanlar da paramıza faiz bulaşmasın diye parasını yastık altında tutmaya çalışmakta. Çoğu zaman da hırsızlara kaptırmaktadır. Günümüz bankacılık sistemine dair İslam hukukçularının iktisatçılardan destek alarak son noktayı koymalarında ve tartışmaları bitirmelerinde fayda vardır.

Sayfam el vermediği için verdiğim örnekleri dört örnekle sonlandırıyorum. Başka çözüm bekleyen konularımız da vardır. Burada İslam hukukunu kuşa çevirelim, birçok kural ve prensipten vazgeçelim demiyorum. Günümüzde Müslümanların yaşadığı ikilem ve çelişki durumunu çözelim demek istiyorum.

Fıkıh İlmine Dair (1)

Müslümanların çıkmazlarının başında dini yönden uymaya çalıştıkları fıkıh ve ilmihal bilgisi gelir diye düşünüyorum. Malumunuz fıkıh, kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. Yine fıkıh Müslümanların gündelik hayatını, ibadetini,  evlilik ve boşanma işlerini ve toplum ilişkilerini düzenleyen bir bilim dalıdır. 

Yanlış anlaşılmasın fıkhın kendisine değil serzenişim. Daha doğrusu fıkha yüklediğimiz anlamda sorun var. Her devirde ortaya çıkan sorunlara, dinin görüşünü ortaya koyması gereken fıkhı çoğumuz, dinin kendisi ve değiştirilemez olarak anlıyor. Asırlar öncesinde o günün şartlarına uygun ve sorunlara çözüm üreten görüşleri İslam'ın görüşü budur diyerek hayatına uygulamaya çalışıyor. Halbuki fıkıh dinin kendisi değil, dinin bir görüşüdür. Dini görüş de zamana ve şartlara göre değişir. Sadece ibadetler değişmez. Çünkü ibadetler tevakkufidir. 

İslami görüşün her devirde uygulanabilir olması için müçtehitler geçmiş görüşleri gözden geçirerek ihtiyaca cevap vermeyen görüşleri günümüzde uygulanabilir hale getirmelidir. Yani güncellemelidir. Çünkü İslam her devre hitap eder. Fıkıhtaki birçok görüş bugün ihtiyaçlara cevap vermiyor. Ki bu da doğaldır. Zira eskimeyen İslamdır, görüşleri eskir. Fakat çoğu kimse geçmiş bir görüşün değiştirilmesine karşı çıkıyor. Çünkü alimler olması gerekeni söylemiş, başka görüşe ihtiyaç yoktur görüşündeler. Maalesef bu görüşte olanların sayısı da çoktur ve bu zihniyet İslam'ın her çağda yaşanmasının önündeki en büyük engeldir. Hepimizin bildiği gibi İmamı Şafi, bir bölgeden başka bölgeye gidince önceki görüşlerini değiştirmiştir. Çünkü şartlar değişmiştir.

Geçmiş fıkhî görüşler güncelliğini kaybetti, hepsini süpürüp atalım, yerine sıfırdan başlayarak yeni görüşler monte edelim demek istemiyorum. Geçmiş görüşler bizim müktesebatımızdır. Alimlerimiz o müktesebatı oluşturmak için az çaba sarf etmediler zamanında. Günümüz müçtehitleri, bugün bir konuda yeni bir görüş ortaya koyacağı zaman mutlaka geçmiş alimlerin, görüşü ortaya koyarken kullandığı delil ve illeti, aynı zamanda şartları incelemelerinde fayda var. Yine günümüzde verilecek görüşlerin oluşturulan bir komisyon marifetiyle olmasında yarar görüyorum. Çünkü tek kişinin çıkardığı görüş isabetli olmayabilir ve hata riski daha fazladır. Komisyonda ayat, hadis ve fıkıh bilenlerin yanında görüş hangi alanı ilgilendiriyorsa o alandan uzmanlar da yer almalıdır.

Bazılarımız buna ihtiyaç var mı diyebilir. Bence ihtiyaç var. Çünkü geçmiş müktesebatımızda genelde yoğurdu üfleyerek yeme hassasiyeti gözetilerek birçok meseleye yasakçı bir anlayışla yaklaşılmıştır. Bugün de her meseleyi mübah gören, görmek isteyen bir sosyolojik taban oluşmuş durumda. Alimlerimiz halkın istediği yolu açsın, her şeye cevaz versin, İslam'ı şirin göstersin gibi bir düşüncem yok. Zaman ve şartların değişmesiyle bazı görüşlere yeniden bir bakış açısı getirilmelidir ve sağlam delillerle insanımız ikna edilmelidir. Böyle yapılmazsa dini görüşü bilen fakat uygulamayan insanımızın sayısı giderek çoğalacaktır. Bu da Hz. Ömer'in dediği gibi "İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlar" durumunu ortaya çıkaracaktır.

Hasılı fıkıh ilmi önümüzü açan, önümüzü açarken frenleyen, İslam'ın her devre hitap ettiğini gösteren, günümüz problemlerine çözüm üreten ve Müslümanlara sağlıklı bir bakış açısı getiren ve onlara hassasiyetleri hatırlatan bir işleve kavuşturulmalıdır. 

26 Ağustos 2019 Pazartesi

Profesörlerin Liselerde Ders Vermesi *

Milli Eğitim Bakanı Sayın Ziya Selçuk, detaya girmeden "Fen liselerinde Fizik, Kimya, Biyoloji ve Matematik derslerini üniversite hocası profesörler verecek" açıklaması yaptı. Bakanın eğitim adına bugüne kadar yaptığı bazı açıklamalar yüreklere su serperken bu açıklamasına eyvah ki eyvah dedim.

Ne var bunda? Koskoca akademisyenler liselerde derslere girecek diyebilirsiniz. Bana göre bu uygulama ölü doğar, uygulansa da fayda sağlamaz. Ayrıca profesörlerimiz "İyi ya, liselerde ders anlatacağız" deyip koşa koşa gelecekler mi?

Niçin derseniz? İzah etmeye çalışayım: Öğretim görevlilerinin FKB(Fizik-Kimya-Biyoloji) ve Matematik bilgileri değil mesele. Bence bu uygulamada en büyük sorun, seviye meselesidir. Üniversite amfilerinde rüştünü ispatlamış gençlere ders anlatan bir profesör, lisede okuyan öğrencilere ders anlatmada zorlanabilir. Çünkü öğrencilerin seviyelerine inemeyebilir. 

Haydi akademisyenlerimiz çok donanımlı, kısa sürede çocukların seviyesine inme problemini hallederler diyelim. Bu öğretim görevlileri, derslere sürekli girebilecekler mi? Sanmıyorum. Çünkü çoğu zaman akademisyenler il dışına çıkar, kurul ve komisyonlara katılır, konferanslar verir, bir başka üniversitede jüri olarak görevlendirilirler. Böyle durumlarda üniversitedeki derslerine giremezler, yerlerine asistanları girer. Üniversitede dersi doldurma bu şekil oluyorsa bu durum lisede de aynıyla gerçekleşir. Yani görevinden dolayı dersine giremeyen profesörün dersini lisede de asistanı doldurur. Bu durum liselerde Milli Güvenlik dersi varken derse girmekle yükümlü albay veya yarbayın derse giremeyip yerine teğmen veya üsteğmenini göndermesine benzer. 

Diyelim ki her şey planlandı. Bu mesele de çözüldü. Norma göre fen liselerine atanan FKB ve Matematik öğretmenleri ne iş yapacak? Haydi bunu da çözdük. Öğretmenler öğrenci gibi en arkaya oturacaklar, dersine giren akademisyeni dinleyecekler. Bu öğretmenler kendilerinin yetersiz addedildiğini düşünmeyecekler mi? Ayrıca her şeyden geçtim. Akademisyenler lise şartlarına uyum sağlayabilecekler mi? Zor dostum zor…

Detayını bilmediğimiz bu proje ile ilgili ilk etapta aklıma gelenler bunlar. Sembolik olarak birkaç derse girip örnek bir sunum yapacaklar (ders anlatacaklar) veya öğrencilere tecrübelerini aktararak rehberlik yapacaklar denir ise olabilir derim. Ötesi başlı başına sorundur. Yol yakınken hiç başlanmasın. 

Bu konuda son söz olarak şunu söyleyeyim. Akademisyenleri tenzih ederim. Gören de üniversitelerimiz güllük gülistan, hiçbir sorunları yok. Akademisyenler de görevlerini harfiyen yerine getiriyorlar, üniversitelerini dünyada ilk beş yüz üniversitenin içine girdirdiler sanır. Sorun ders anlatanlarda ise üniversitedeki akademisyenler üniversitelerindeki kendi söküklerini, lisedeki öğretmenler de liselerindeki kendi söküklerini diksinler.

*28/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.