22 Ağustos 2019 Perşembe

Kişilere Adanmış Ömürler ***

Hepimizin bildiği bir söz ile başlayacağım yazıma: "Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır." Bu sözün doğruluğunu herhalde kabul etmeyeniniz yoktur. Bu söze inanırız ama çoğu zaman uygulamaya koymayız. Çünkü hayatın içinde cereyan eden olaylara kendimizi o kadar kaptırırız ki nereye girdiğimizi, ne yaptığımızı kendimiz bile bilemeyiz. 

Sebebi nedir bilmiyorum ama çoğumuz büyük kafa olmayı değil, kişileri tartışır dururuz. Bu durum tevazuumuzdan mıdır yoksa büyük adam, büyük kafa olacak kapasitemiz olmadığından mıdır? Kendimiz olacağımız yerde sürü psikolojisi ile hareket ediyor, algılarla yaşıyoruz. Kendi aklımıza güvenmeyerek başkalarının dolduruşuyla kendimizi bir yere veya kişiye ait hissetmeye çalışıyoruz. Kendimizin kişi veya kişileri savunan ya da kişi veya kişilere saldıran bireyler olarak görüntü vermesinden de rahatsız olmuyoruz.

Kişileri savunma veya kötülemeye adadığımız ömrümüzü, uğruna inandığımız prensiplere harcasak fena mı olur? Şayet savunduğumuz fikir, düşünce ve ideallerin uzun ömürlü olmasını istiyorsak; kişilere gösterdiğimiz sevgi ve nefretin onda birini, inandığımız prensiplerimize göstersek, prensipler çerçevesinde hareket etsek, başarı/başarısızlığı kişilere bağlamasak, bu alanda bir kültür oluştursak hiç de fena olmaz. Çünkü bu yol, bir ideal uğruna bizi yaşatır, inandığımız değerleri yarınlara taşır. Kişilere sevgi ve nefret duyarak gösterdiğimiz bağlılık kişi ile sınırlıdır. Kişi öldü mü orta yerde kalakalırız veya sevdiğimiz kişi hata veya yanlışlar yapmaya başlarsa kendimizi kandırılmış hisseder, hayal kırıklığına uğrarız. 

Şunu unutmayalım ki hiçbir dava, ideoloji, fikir kişiler üzerine yürümez. Kişiler üstüdür bunlar. Bugün sevgi gösterdiğimiz kişiler, davayı menzile götürmeye çalışan birer aktördür. O olmasa, bir başkası bayrağı devralır, bayrağı tepeye dikmeye çalışır. Bu davanın en altında yer alanla en üstünde yer alan arasında bir fark yoktur. Herkes o dava için çalışır. Bu şekil davranılırsa herkes davanın hizmetkârı olur. Ama kişileri davanın önüne çıkarırsak yaptığımız, dava mücadelesinden ziyade kişi mücadelesi haline döner. Unutmayalım ki kişiler gelip geçicidir, kimse vazgeçilmez değildir. 

Prensipleri değil de kişileri prensiplerin önüne geçirmek ve sensiz olmaz demek o kişiye de yapılan en büyük kötülüktür. Çünkü normalinden fazla gösterilen sevgi, kişileri güç zehirlenmesine götürebilir. Çünkü var bende bir şey demeye başlar.

Gelin bir seçim yapalım. Kişileri tartışarak küçük adamlar olarak mı kalmaya devam edeceğiz yoksa olayları tartışarak orta adam mı olacağız ya da prensipleri tartışarak büyük adam mı olacağız? Karar bizim...

***18/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Taifliler ve Kürtler

Adına ister Güneydoğu ister Kürt sorunu diyelim, ülkemizin Güneydoğusu bizi yıllardır uğraştırıyor. İhmal ettiğimiz, yönetmek için birilerine ihale ettiğimiz Güneydoğuyu PKK, parsellemiş durumda. Tabiat boşluk kabul etmez. Nereyi boşaltır, ihmal edersen orasını birileri doldurur.

Önceleri vur-kaç taktiğiyle dağda yuvalanan terör örgütü bitti bitiyor derken daha da büyüdüğü görülüyor. Dağ kadrosu var, şehir kadrosu var, arkalarında maddi ve manevi destek sağlayan emperyalist devletler var. 

Dağdan inip ovada siyaset yapmaya başladıkları ilk zamanlarda az sayıdaki sempatizanlarının yanında kırsaldaki halkı da sindirerek bir taban oluşturmaya çalıştılar. Bunda da başarılı oldukları görülüyor. Bugün korkuya dayalı olmadan bölgedeki halkın çoğunun oyunu almayı da başardılar. Güneydoğuda bir taban oluşturduktan sonra Batıya göç edip yerleşmiş, iş-güç sahibi olmuş Kürtlerin de oylarını alabiliyorlar artık. Önceleri sadece Güneydoğuya hapsolmuş lokal bir bölge partisi, yeni sistemle birlikte kilit parti durumuna geldi. Artık Kürtleri hesaba katmayan ve yanlarına çekemeyen hiçbir siyasi partinin tek başına çoğunluğu sağlayamayacağı ortaya çıktı. İşin ilginci PKK ve onun siyasi uzantısı HDP yetkilileri Kürtlere yabancı Marksist, Leninist bir düşünce yapısına sahip olmasına rağmen dindar Kürtlerin bir kısmından da oy alabiliyor. Sanırım hepsi olmasa da Kürtlerin bir kısmı PKK veya HDP'yi haklarını savunan bir parti olarak görüyor.

Güneydoğu'da başlayan terör eylemleriyle birlikte devlet de üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalıştı. Hizmeti önceledi, zaman zaman Kürtleri kucakladı. Teröristle Kürtler arasına mesafe koymaya çalıştı. Terörle mücadele ederken polisiye tedbirlere başvurdu. Her ne yaptıysa Güneydoğu'ya hakim olan yapının belini kıramadı, hatta yapı daha da büyüdü. Bu durum hep böyle mi devam edecek? Güneydoğu'nun yavaş yavaş elimizin altından kayıp gitmesine seyirci mi kalacağız? Dini hassasiyetleri yüksek olan Kürtlerin çoğunu, bu yapının elinden kurtarmanın mutlaka bir yolu olmalı. Ama ne?

Aklıma Taifliler geldi. Baştan beri Taif, peygamberimize kök söktürdü. Az uğraşmadı peygamberimiz Taif'le ya da Taif az uğraştırmadı peygamberimizi. En zor ve son İslam beldesi olan yerdir. Taifliler ne Müslüman olmuşlar ne de şehri teslim etmişlerdir. Zaman zaman peygambere karşı düşmanların safında yer almışlardır. Peygamber kendisine onca kötülük yapan bu şehri elde etmek ve onların da İslam'la şereflenmelerini sağlamak için soğukkanlılığı hiç elden bırakmamıştır, sağduyulu davranmıştır, zamana yayarak Taiflileri kazanmayı yeğlemiştir. Taifliler Müslüman olmak için heyet gönderdiklerinde şartlı Müslüman olma seçeneğini peygambere sunmuşlardır: 
1.Namaz ve zekattan muaf olursak,
2.Lat'a dokunulmaz ise,
3.Taif kutsal bölge ilan edilir ise,
4.İçki ve faize izin verilir ise gibi birçok şartlar ileri sürmüşler, kendileri için taviz istemişlerdir. 
Peygamberimiz şartların hepsini kabul etmemiş, onları ikna etmiş ama İslam'ın bir emri olmasına rağmen onları zekat ve sadakadan muaf tutmuştur. Taif'i de kutsal bölge ilan etmiştir. Farkındaysanız peygamber burada ödün vermiştir. Belki de peygamberin verdiği bu tavizler sonucunda Taifliler Müslümanlığı seçti, Taif İslam beldesi oldu. Zekattan muaf olmaları Hz Ömer zamanına kadar devam etti. Hz Ömer bu imtiyazı kaldırmıştır.

Burada Taif ile Güneydoğuyu veya Taifliler ile Kürtleri karşılaştırırken niyetim Kürtleri Müslüman yapmak değil. Kürtler zaten bizim yüzyıllardır beraber yaşadığımız, aynı inancı paylaştığımız din kardeşlerimizdir. Hatta çoğunun dini hassasiyeti ileri seviyededir. Bu ikisini karşılaştırmadaki niyetim her iki bölgenin ve bölge insanlarının yönetiminin zor olması. (Olaya inanç açısından bakmıyorum)  Bizim Güneydoğumuzun yönetimi de tıpkı Taif gibi zordur. Dış güçler bu bölgeden ellerini çekmedikleri müddetçe de bu zorluk artarak devam edecektir. 

Sadede gelirsem, bugün PKK ve HDP'yi muhatap almadan devlet, yetkili organlarıyla her bir Kürt'ün talepleri nedir? Bunları tespit etse, ardından Kürtlerin sevilen ve sayılan kişileriyle komisyon vasıtasıyla bir araya gelinse, masada tüm talepler tek tek gözden geçirilse, bölünmenin dışında makul istek ve taleplerin bir listesi tutulsa, bu liste çerçevesinde bir vatandaşlık sözleşmesi ortaya çıkarılsa nasıl olur? Yani tıpkı Taiflilere verilen bir kısım imtiyazlar Kürtlere de verilse diyorum. Biliyorum içimizden bazıları taviz, tavizi doğurur deyip bana kızacaktır. İnanın denemekle bir zarar görmeyiz. Kürtlerin tüm istekleri devlet nezdinde kabul görmese bile muhatap alıp samimiyet göstermek bile bizi bize yaklaştıracaktır. 

İşi Kurul ve Komisyonlara Havale Etmek

Bizim ülkemizde bir sorun ortaya çıktığında o sorunu çözmek için iş kurul ve komisyonlara havale edilir. Komisyon o meseleyi enine boyuna inceler, bilgi ve belge toplar, gerekirse tarafları dinler, teknik bir iş ise gerekirse bilirkişiye rapor hazırlatır. Ardından derleyip topladığı bilgilere kendi kanatlarını da ilave ederek nihai bir rapor hazırlarlar ve atamaya yetkili makama sunarlar. 

FETÖ ile mücadele etmek amacıyla her birimde kurulan komisyonlar, 2016 Temmuz'undan itibaren adlarını sıkça duyurmaktadırlar. İşleyiş itibariyle bu komisyonlar mahkemelerin üzerinde bir yetkiye sahipler. Yani mahkeme kararları kendilerini bağlamıyor. Kısaca bu komisyonlara kanaat komisyonları da diyebiliriz. Çünkü en az üç kişiden oluşan bu üyeler tamamen kanatlarına göre görüş bildirmektedirler. Kişi mahkemeden berat veya takipsizlik alsa, devlet gözünde suçlu ve tehlikeli görülmese bile komisyonlar kişiyi göreve başlatabildiği gibi başlatmayabiliyor veya görevden uzaklaştırabiliyor ya da ihraç edebiliyor. Kimse bunlara niçin böyle bir kanaat serdettiniz, niçin bu kişiyi göreve başlattınız veya başlatmadınız diyemez. Çünkü inisiyatif tamamen kendi uhdelerinde.

FETÖ ile mücadele edilmesin, bunun için komisyonlara gerek yok demek istemiyorum. Elbette eli kanlı bu sinsi örgütle mücadele edilecek. Bunun için komisyonlar da kurulacak. Fakat komisyonlarımız ellerindeki bu yetkiyi ekseriyetle kişinin lehinde kullanmıyor, yargılama sonucu onları bağlamıyor. Kişinin tehlikeli biri olmadığına kanaat getirseler bile "Biz bu kimseyi görevine başlatır veya görevine iade edersek FETÖ'cüleri korumuş oluruz ve bize de FETÖ'cü derler" endişesiyle kişiyi kazanma uğruna bir tasarrufta bulunmuyor. Bu durum asansörün yeni çıktığı dönemde vatandaşın asansöre binmesine yardımcı olsun diye görevlendirilen bir görevlinin, vatandaşa yardımcı olmamasına benzer. Kazara vatandaş kendiliğinden asansöre binmeye kalkarsa görevli "Hemşerim, ne yapıyorsun sen, biz burada eşek başı mıyız" deyip vatandaşı fırçalamasına ve asansöre bindirmemesine benzer. 

Komisyonlar, hakkında şüphe duyulan kişiyi inceledikten sonra göreve başlamasında sakınca görmediklerini hızlı bir şekilde görevine iade etmeli, sakınca gördükleri için gereği için rapor hazırlamalı. Temizlik komisyonu olarak çalışmamalı. Çünkü komisyonun görevi devleti korumaya almakla beraber kişiyi de korumak olmalıdır. Kişiyi yaşatırsak devlet de yaşar. Çalışmasını yaparken bu ülkenin 40-50 yılına mal olan bir toplumsal vakıayı gözardı etmemeli. Çünkü mağduriyetler arttıkça bu ülke sosyal barıştan biraz daha uzaklaşır. Komisyon zina suçu işleyip itiraf eden bir kadına ceza vermemek için her yolu deneyen Hz Muhammed'i örnek almalıdır. Yani öldürmeyi değil, yaşatmayı esas almalıdır.


Siyaset İlkeler Üzerine Yapılmalı

İçinde bulunduğum camianın yıllardır savunduğu bir fikri vardı: Sandıkla gelen sandıkla gider, sandığa saygı duyacaksınız, derdi. Buna karşılık karşı kesim, "Demokrasilerde her şey sandık değil" derdi. Şimdi görüyorum ki her iki kesim, değişmeyen tek şey değişimdir sözünü kendilerine referans almış görünüyorlar. 

Bizde boşu boşuna birimizin ak dediğine diğerimiz hep siyah der diye birbirimize kızıp durur, ah bir defa da asgari müştereklerde birleşseler der dururduk. Sağ olsunlar, serzenişimizi duymuş olmalılar ki her ne kadar aynı görüş etrafında birleşemeseler de birbirlerinin daha önceki görüşlerini emaneten de olsa almış oldular. Bence sevindirici bir durum bu, büyük bir aşama. Böyle böyle hepsinde olmasa bile asgari müştereklerde buluşacak gibiyiz. Sadece biraz daha bekleyeceğiz.

İşin esprisi bir tarafa. Ki bunun şakası bile hoş değil. Maalesef siyasetimizin ve insanımızın geldiği nokta bu. Pozisyona göre tavır almak dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Halbuki siyaset prensipler üzerine yapılırsa o siyaset acı olsa da sonuçları itibariyle tatlıdır. Prensipler, yeri geldiği zaman kişinin elini kolunu bağlar ama bir dik duruştur, ilkeli davranıştır. Siyaseti de ilkelerimiz üzerine yapmalıyız diye düşünüyorum.

İlkeli davranmak her şeyden önce rakip ve muhataplarımıza güven verir. Bugün ne kadar da ihtiyacımız var bu güven ortamına.

Demokrasi demek, seçimle gelmek demek her istediğini yapmak demek değildir elbet. Seçilmişin seçenlerden bir farkı yoktur. Hatta seçmene göre seçilenlerin daha fazla sorumlulukları vardır. Yoğurdu üfleyerek yemeliler. Suç işleme gibi bir lüksleri yoktur. Devletin emanet ettiği koltuğu ve bütçesini istediği şekilde hoyratça kullanamazlar. Kullanmaya kalkarlarsa devletin yetkili organlarının elleri armut toplayacak değildir. Mutlaka gereğini ve gerekeni yapacaktır. Fakat devlet bu yetkilerini kullanırken toplumsal bölünme ve infiale sebebiyet vermemek ve toplumun bir kesiminin nefretini üzerine çekmemek için bu işi yargıya havale etmeli. Yargı hızlı bir şekilde kararını vererek sonucuna herkes katlanmalı. 

Bir diğer husus, özellikle belediyelerimizin imkanları geniş ve buralarda büyük paralar dönmektedir. Yerel başkanlıklar diyebileceğimiz belediyelerde kamu kaynaklarının harcanmasında özensiz davranıldığı bir gerçek. Bunun önüne geçmenin yolu da iyi bir denetimdir. Ülkemizin en büyük eksikliği denetimsizliktir. Denetim varsa da ya art niyetle yapılır ya üstü örtülür ya da minareyi çalan kılıfına uydurmuştur. Adil ve şeffaf denetim şart. Ucu kime dokunursa dokunsun.

Bir diğer husus, seçimle gelen bir başkan "Beni halk seçti, ben istediğimi yaparım" aymazlığı içerisine giremez. Belediye mevzuatında neyin, nasıl yapılacağı bellidir. Başkanlar yetkilerini kılıfına uydurarak kötüye kullanmamalıdırlar.  


21 Ağustos 2019 Çarşamba

Sosyal ve Siyasi Olaylara Bakışımız *


Sosyal ve siyasi olaylarda tek doğru yoktur. Doğruya giden onlarca yol olabilir. Kişilerin bakış açısına, yetişme tarzına, sırtında taşıdığı yumurta küfesine, taşıdığı hassasiyete, yaptığı göreve ve  olayların ne tür sonuçlar vereceği düşüncesine göre değişir. 

Kişi asker veya polis ise olayın çözümünü suçluyu yakalamaktan geçer diye düşünür. 
Kişi yargı mensubu ise fail hakim karşısına çıkarılarak cezalandırılmalı, der.
Siyasetçi ise bir olay karşısında, elimdeki yetkiyi kullanmazsam, olaylar iyice sarpa sararsa görevimi ihmal etmiş olurum, halk ve muhalefet beni eleştirir, diye düşünür.
İktidar sorumluluğu olmayan muhalif siyasetçiler, olaya daha demokrat ve eleştirel yaklaşırlar. Olaya anında müdahale edilirse de eleştirirler, gecikilse de. Çünkü işleri eleştirmektir onların.
Milliyetçi kesim, asla taviz verilmemeli, gereken yapılmalı, der.
Bazı kişilerde vardır ki meydana gelen olaya müdahale etmeyi sonuçları itibariyle değerlendirir. Olaya bu şekil yaklaşmak telafisi mümkün olmayan sonuçlara gebe olabilir, şeklinde düşünür.
Bir kesim daha var ki bu kesim iki ayrı kesimden oluşur. Ya savunur ya da eleştirir. Bu iki kesim olayı yapanla, olaya müdahale eden kesimi savunur. Olayı yapan kendilerinden ise haksızlık yapıldı, der. Olaya müdahale edenler kendilerinden ise iyi oldu, olması gereken budur, derler. Bu son kesimin kendilerine ait bir fikri yoktur. Sürü psikolojisiyle yaşarlar. Bir düşüncenin, bir siyasi görüşün fanatikleridirler. Bu tipler TBMM genel kurulunda parti grup başkan vekilinin, oylamada takındığı tavra göre hareket eden vekiller gibidirler. Kalabalık etseler de, sesleri çok çıksa da, moral bozsalar da irapta mahalleri yoktur.

Diğer kesimlerin olaylar karşısında takındıkları tavırların -doğru ya da yanlış- bakış açılarına göre bir mantığı vardır. Her birinin bakış açısında bir doğruluk payı olabilir ama parçalardan bir doğru çıkmayabilir. Yanılma ve yanlış yapma olasılığı fazladır. Bana göre olayları, ortaya çıkması muhtemel sonuçları itibariyle değerlendirenler sosyal ve siyasi vakaları daha doğru okuyanlardır. Kısa vadede doğru oldukları anlaşılmayıp tepkileri üzerlerine çekseler de uzun vadede doğru yolda oldukları anlaşılır. Çünkü bu bakış açısında perdenin gerisi gözetilir ve bir öngörüde bulunulur. Öngörüleri çıkmayabilir, endişeleri yersiz olabilir ama sosyal ve siyasi olaylarda izlenmesi gereken yol budur. Yani çok yönlü düşünmektir. Yangına körükle gitmemektir. Daha soğukkanlı ve sağduyulu hareket etmektir. Bu yön aynı zamanda halkı da germez.

Sosyal ve siyasi konularda kullanılan tasarruflar kişiler tarafından eleştirilebilir. Önemli olan eleştirilere tahammül etmek, gerektiğinde faydalanmak ya da kimseyi töhmet altında bırakmadan eleştirilere makul cevaplar vermektir. 

*04/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Sonuçları İtibariyle 15 Temmuz

2016'nın 15 Temmuz gecesinde yaşadığımız sürecin iki yönü var: Kanlı darbe teşebbüsünden dolayı lanetlenecek bir gün, diğeri de darbeye direnerek bedel ödeyen milletin zaferi.

Burada hepimizin yaşadığı bu darbe sürecini ve darbe gecesinde ortaya çıkan devlet ve millet bütünleşmesini anlatacak değilim. Zira hepiniz biliyorsunuz. Bugün bu yazımda bu menfur darbe teşebbüsüne bir başka açıdan bakacağım. Önce sorularla başlayalım.

15 Temmuz hain darbe teşebbüsünü planlayıp uygulamaya koyanların amacı neydi? Başarılı olsalardı seçilmiş bir hükümeti indirip ülkeyi uzun yıllar yönetmek miydi? Niyetleri iç savaş çıkarmak mıydı? Soruları çoğaltabiliriz. Darbe başarılı olmadığı için ülkeyi yönetme arzularının ve iç savaş çıkarma niyetlerinin olup olmadığını bilemeyiz. Hedefe ulaşmamış bu darbe teşebbüsüne, ortaya çıkan sonuçları itibariyle bakarsak acaba darbeye teşebbüs edenlerin amacı topluma güvensizlik tohumu ekmek olabilir mi? Eğer böyle bir niyetleri varsa bu darbe başarıya ulaşmış demektir. Çünkü hiç olmadığı kadar bugün birbirimize güvenmiyoruz. İşe alımlarda "Acaba bir FETÖ izi var mı" diye sınavı kazananları veya göreve başlayacakları didik didik inceliyoruz. Hakkında iyi malumat edinemediklerimizi sözlü mülakatlar marifetiyle eliyoruz. Yazılı ve sözlüyü geçenleri güvenlik soruşturması adıyla aylarca süren bir istihbarattan geçiriyoruz. Mahkeme ve istihbaratın, başlamasında ve görev yapmasında bir sakınca görmediği kişileri kurumlarda oluşturulan komisyonlar vasıtasıyla bir güzel daha sorgu ile terletiyoruz. Görev yapanları en ufak bir şüphe ile önce açığa alma, ardından ihraç etme yoluna gidiyoruz. Mahkemelerin takipsizlik verdiği kişiler göreve dönmek için kurumuna dilekçe verdiğinde geri göreve başlamaları bir mucize. Çünkü göreve başlatılıp başlatılmamaları üç kişiden oluşan komisyonun inisiyatifinde. Yani iki dudaklarının arasında. Çünkü yetkileri geniş. Göreve başlatsalar da kimse niye başlattın demez, başlatmasalar da. Süre sınırı da yok ellerinde. 

Devlet, iş verdiği veya işe alacağı kişileri böyle süzgeçten geçirirken kamuoyunda ve sosyal medyada kişiler birbirlerini FETÖ'cü ithamıyla da karalamaya devam ediyorlar. 

Namaz kılan veya başörtülü bir çalışan görüldüğünde "Acaba FETÖ'cü olabilir mi" diye içimizden geçiriyor ve onlardan şüpheleniyoruz. Zaman zaman dün birlikte iş yaptıklarımızı bile FETÖ'cülükle veya FETÖ'cüleri korumakla ya da onlarla yeterince mücadele etmedi diye suçluyoruz.

Hızımızı alamayıp oğlu, kızı, damadı, kardeşi FETÖ'cü olanları da FETÖ'cü görüyor, suçun ferdiliğini unutarak onları da kara listeye alıyoruz. 

Cemaat olarak bilindiği dönemde içlerinde kalmış, 15 Temmuz itibariyle yapının ihanetini gördükten sonra "Ben bu yapıyı tanıyamamışım" deyip bildiklerini anlatarak devletin yanında yer alanlar mahkemeden takipsizlik alsalar bile komisyon, göreve başlatma yönünde inisiyatifini kullanmıyor. Göreve başlatsak bizi de FETÖ'cü görürler endişesi taşıyor. Hem komisyon hem de kamuoyu "Dur bakalım, pişman mı? Yarın FETÖ tekrar güçlense bunlar tekrar yapının hizmetine koşarlar" niyet okuyuculuğu yapıyor. Halbuki pişmanlık duyup itirafta bulunanlar ve yapının çözülmesine katkı sağlayanlar tabir yerindeyse FETÖ'yü satmıştır. FETÖ tekrar bu topraklarda filizlenmeye başlasa ilk uğraşacağı kişiler, kendisini satan bu kişiler olur.

Hasılı belki de şüphenin şüphesini hatta bir paranoya durumunu yaşıyoruz. Kimse kimseye güvenmiyor. Bu durumu görünce acaba darbe planlayıcılarının gerçek niyeti aramıza güvensizlik tohumu ekmek miydi diye düşünmeden edemiyorum. Böyle bir niyeti yoktu ise de darbenin üzerinden üç yıl geçmesine rağmen toplumda bir güvensizlik durumu hakim. Oluşan bu durumun bugünden yarına kalkacağı da yok.

20 Ağustos 2019 Salı

Göbek Gösterme Furyası ***


Öyle bir ülkede, öyle bir devirde, öyle hızlı değişim yaşıyoruz ki on yıl önce vefat eden mezarından kalkıp gelse yabancı bir yere geldim sanır. Günümüzde değişen devirle birlikte giyim kuşamlarımız da değişiyor. Erkeklerin dünü ve bugünü arasında pek fark yok. Kadın ve kızlarımızın, adına moda dedikleri bu rüzgara -kadınların dışında- yetişebilene aşk olsun. Bu rüzgar esmeye devam ettiği müddetçe birçok meslek kaybolsa da herhalde kaybolmayan tek meslek kadınlar üzerine çalışan stilistler olur.

Modada renk ve desenin, dar, ince veya bol giyinmenin, yırtık ve vücut hatlarını gösteren elbiselerin ötesine geçtik artık. Tüm çaba ve sarf edilen efor kadınları nasıl giyindiririz, daha doğrusu kadın ve kızları neresinden, nasıl soyarız üzerine kurulu. 

Önce etek deyip bacaklarını, ardından göğüs üstünü, sonra omuzlarını, daha sonra bele kadar sırtlarını açtık. Baş zaten açık… Şimdi de göbeklerini meydana çıkardık. Biraz vücut yapısına güvenen, göbeğini açıyor. Böyle giderse sahil kenarında ve denize girmek için giyilen bikinili giyimler sokak ve caddelerimize sirayet ederse hiç şaşırmayacağım. Kız ve kadınlarımızda bu giyme ve modaya uyma furyası olduğu müddetçe daha neler göreceğiz neler! Modacıları tebrik etmek lazım burada. Ne sürüyorlarsa alıcısı var, hiçbir ürünleri ellerinde kalmıyor.

Cin şişeden çıktı artık. Bir daha şişeye girmez. O, bu, şu, başkası ne dermiş; kimsenin özellikle kadın ve kızlarımızın öyle bir sorunu yok artık. Çünkü baskın kültür öyle emrediyor ve "Ne varmış kıyafetimde? Herkes öyle giyiniyor" denip yarışırcasına giyiniliyor. Giyiniliyor diyorum, tamamen dil alışkanlığı. Soyunuyoruz artık. 

Elbise demeye bin şahit dediğimiz giyimler kısalıp küçüldükçe fiyatlar da düşse eh devir tasarruf dönemi, kızlarımız aile bütçesine katkıda bulunuyorlar, hatta giderekten giyime para vermeyecekler diyeceğim. Fakat fiyatlarda bir düşme olmadığı gibi yukarıya doğru bir çıkış söz konusu.

Durum aynen anlatmaya çalıştığım gibi değil mi? İnanın eksiği var, fazlası yok, abartı zaten yok anlattıklarımda. Bu komedi, bu savrulma nerede durur? Bilinmez.

Kadınlar üzerine yazmak zordur, bilirim. Karşılığında "Sapık mısın sen, gözün bizim vücudumuzda ve göbeğimizde mi" deyip bir araba laf işitmek de var. Kendileri bilir. Niyetim ahlak polisliği falan değil. Herkes kendi hayatını yaşar amma velâkin bu gidişat, iyi bir gidişat değil; bilsinler, hepimiz bilelim.

Hani diyorum, hazır kadın ve kızların göbeği açılmışken benim neyim eksik diyerek onlara gıpta edip ben de göbeğimi açsam mı diyorum. Off! Göbek sorun... En iyisi zayıflayayım. Göbeğimi eritip çıta gibi olayım. Bu arada ar damarımı da çatlatayım, olur biter. Sonra göbek görün siz... Bekleyin ve beni izlemeye devam edin.

***22/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.