21 Ağustos 2019 Çarşamba

Sonuçları İtibariyle 15 Temmuz

2016'nın 15 Temmuz gecesinde yaşadığımız sürecin iki yönü var: Kanlı darbe teşebbüsünden dolayı lanetlenecek bir gün, diğeri de darbeye direnerek bedel ödeyen milletin zaferi.

Burada hepimizin yaşadığı bu darbe sürecini ve darbe gecesinde ortaya çıkan devlet ve millet bütünleşmesini anlatacak değilim. Zira hepiniz biliyorsunuz. Bugün bu yazımda bu menfur darbe teşebbüsüne bir başka açıdan bakacağım. Önce sorularla başlayalım.

15 Temmuz hain darbe teşebbüsünü planlayıp uygulamaya koyanların amacı neydi? Başarılı olsalardı seçilmiş bir hükümeti indirip ülkeyi uzun yıllar yönetmek miydi? Niyetleri iç savaş çıkarmak mıydı? Soruları çoğaltabiliriz. Darbe başarılı olmadığı için ülkeyi yönetme arzularının ve iç savaş çıkarma niyetlerinin olup olmadığını bilemeyiz. Hedefe ulaşmamış bu darbe teşebbüsüne, ortaya çıkan sonuçları itibariyle bakarsak acaba darbeye teşebbüs edenlerin amacı topluma güvensizlik tohumu ekmek olabilir mi? Eğer böyle bir niyetleri varsa bu darbe başarıya ulaşmış demektir. Çünkü hiç olmadığı kadar bugün birbirimize güvenmiyoruz. İşe alımlarda "Acaba bir FETÖ izi var mı" diye sınavı kazananları veya göreve başlayacakları didik didik inceliyoruz. Hakkında iyi malumat edinemediklerimizi sözlü mülakatlar marifetiyle eliyoruz. Yazılı ve sözlüyü geçenleri güvenlik soruşturması adıyla aylarca süren bir istihbarattan geçiriyoruz. Mahkeme ve istihbaratın, başlamasında ve görev yapmasında bir sakınca görmediği kişileri kurumlarda oluşturulan komisyonlar vasıtasıyla bir güzel daha sorgu ile terletiyoruz. Görev yapanları en ufak bir şüphe ile önce açığa alma, ardından ihraç etme yoluna gidiyoruz. Mahkemelerin takipsizlik verdiği kişiler göreve dönmek için kurumuna dilekçe verdiğinde geri göreve başlamaları bir mucize. Çünkü göreve başlatılıp başlatılmamaları üç kişiden oluşan komisyonun inisiyatifinde. Yani iki dudaklarının arasında. Çünkü yetkileri geniş. Göreve başlatsalar da kimse niye başlattın demez, başlatmasalar da. Süre sınırı da yok ellerinde. 

Devlet, iş verdiği veya işe alacağı kişileri böyle süzgeçten geçirirken kamuoyunda ve sosyal medyada kişiler birbirlerini FETÖ'cü ithamıyla da karalamaya devam ediyorlar. 

Namaz kılan veya başörtülü bir çalışan görüldüğünde "Acaba FETÖ'cü olabilir mi" diye içimizden geçiriyor ve onlardan şüpheleniyoruz. Zaman zaman dün birlikte iş yaptıklarımızı bile FETÖ'cülükle veya FETÖ'cüleri korumakla ya da onlarla yeterince mücadele etmedi diye suçluyoruz.

Hızımızı alamayıp oğlu, kızı, damadı, kardeşi FETÖ'cü olanları da FETÖ'cü görüyor, suçun ferdiliğini unutarak onları da kara listeye alıyoruz. 

Cemaat olarak bilindiği dönemde içlerinde kalmış, 15 Temmuz itibariyle yapının ihanetini gördükten sonra "Ben bu yapıyı tanıyamamışım" deyip bildiklerini anlatarak devletin yanında yer alanlar mahkemeden takipsizlik alsalar bile komisyon, göreve başlatma yönünde inisiyatifini kullanmıyor. Göreve başlatsak bizi de FETÖ'cü görürler endişesi taşıyor. Hem komisyon hem de kamuoyu "Dur bakalım, pişman mı? Yarın FETÖ tekrar güçlense bunlar tekrar yapının hizmetine koşarlar" niyet okuyuculuğu yapıyor. Halbuki pişmanlık duyup itirafta bulunanlar ve yapının çözülmesine katkı sağlayanlar tabir yerindeyse FETÖ'yü satmıştır. FETÖ tekrar bu topraklarda filizlenmeye başlasa ilk uğraşacağı kişiler, kendisini satan bu kişiler olur.

Hasılı belki de şüphenin şüphesini hatta bir paranoya durumunu yaşıyoruz. Kimse kimseye güvenmiyor. Bu durumu görünce acaba darbe planlayıcılarının gerçek niyeti aramıza güvensizlik tohumu ekmek miydi diye düşünmeden edemiyorum. Böyle bir niyeti yoktu ise de darbenin üzerinden üç yıl geçmesine rağmen toplumda bir güvensizlik durumu hakim. Oluşan bu durumun bugünden yarına kalkacağı da yok.

20 Ağustos 2019 Salı

Göbek Gösterme Furyası ***


Öyle bir ülkede, öyle bir devirde, öyle hızlı değişim yaşıyoruz ki on yıl önce vefat eden mezarından kalkıp gelse yabancı bir yere geldim sanır. Günümüzde değişen devirle birlikte giyim kuşamlarımız da değişiyor. Erkeklerin dünü ve bugünü arasında pek fark yok. Kadın ve kızlarımızın, adına moda dedikleri bu rüzgara -kadınların dışında- yetişebilene aşk olsun. Bu rüzgar esmeye devam ettiği müddetçe birçok meslek kaybolsa da herhalde kaybolmayan tek meslek kadınlar üzerine çalışan stilistler olur.

Modada renk ve desenin, dar, ince veya bol giyinmenin, yırtık ve vücut hatlarını gösteren elbiselerin ötesine geçtik artık. Tüm çaba ve sarf edilen efor kadınları nasıl giyindiririz, daha doğrusu kadın ve kızları neresinden, nasıl soyarız üzerine kurulu. 

Önce etek deyip bacaklarını, ardından göğüs üstünü, sonra omuzlarını, daha sonra bele kadar sırtlarını açtık. Baş zaten açık… Şimdi de göbeklerini meydana çıkardık. Biraz vücut yapısına güvenen, göbeğini açıyor. Böyle giderse sahil kenarında ve denize girmek için giyilen bikinili giyimler sokak ve caddelerimize sirayet ederse hiç şaşırmayacağım. Kız ve kadınlarımızda bu giyme ve modaya uyma furyası olduğu müddetçe daha neler göreceğiz neler! Modacıları tebrik etmek lazım burada. Ne sürüyorlarsa alıcısı var, hiçbir ürünleri ellerinde kalmıyor.

Cin şişeden çıktı artık. Bir daha şişeye girmez. O, bu, şu, başkası ne dermiş; kimsenin özellikle kadın ve kızlarımızın öyle bir sorunu yok artık. Çünkü baskın kültür öyle emrediyor ve "Ne varmış kıyafetimde? Herkes öyle giyiniyor" denip yarışırcasına giyiniliyor. Giyiniliyor diyorum, tamamen dil alışkanlığı. Soyunuyoruz artık. 

Elbise demeye bin şahit dediğimiz giyimler kısalıp küçüldükçe fiyatlar da düşse eh devir tasarruf dönemi, kızlarımız aile bütçesine katkıda bulunuyorlar, hatta giderekten giyime para vermeyecekler diyeceğim. Fakat fiyatlarda bir düşme olmadığı gibi yukarıya doğru bir çıkış söz konusu.

Durum aynen anlatmaya çalıştığım gibi değil mi? İnanın eksiği var, fazlası yok, abartı zaten yok anlattıklarımda. Bu komedi, bu savrulma nerede durur? Bilinmez.

Kadınlar üzerine yazmak zordur, bilirim. Karşılığında "Sapık mısın sen, gözün bizim vücudumuzda ve göbeğimizde mi" deyip bir araba laf işitmek de var. Kendileri bilir. Niyetim ahlak polisliği falan değil. Herkes kendi hayatını yaşar amma velâkin bu gidişat, iyi bir gidişat değil; bilsinler, hepimiz bilelim.

Hani diyorum, hazır kadın ve kızların göbeği açılmışken benim neyim eksik diyerek onlara gıpta edip ben de göbeğimi açsam mı diyorum. Off! Göbek sorun... En iyisi zayıflayayım. Göbeğimi eritip çıta gibi olayım. Bu arada ar damarımı da çatlatayım, olur biter. Sonra göbek görün siz... Bekleyin ve beni izlemeye devam edin.

***22/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Tek Sermayesi Konuşma Olanlar

Teknoloji ile birlikte dünya küçük bir köy olsa da, biz bugün dünyanın her bir köşesinde cereyan eden bir olaydan anında haberdar olsak da bu küçücük dünyada her birimizin dünyası farklı farklı. Biz bize yaşadığımız bu dünyada her birimizin ilgi ve ihtiyacı ne ise aslında onu yaşıyoruz. Şöyle dünyalılar da az değil aramızda:

Okur-yazar değildir. Çünkü anne-babası okutmamıştır. Çocukluk ve gençlik hayatı köyde bağ-bahçe ve hayvan otlatmakla geçmiştir. Köyünden daha büyük bir köye giderek medeni halini değiştirmiştir.

Gittiği yerde de tarla, bağ, çubuk işlerinde bir işçi gibi eşine yardım etmiş, işten dönünce kendini, bekleyen ev işlerine ve ardı arkasına doğmuş çocuklarına bakmıştır.

Radyo yok, televizyon yok, gazete yok; çevresinde görmüş, geçirmiş kimse de yok. Tek yaptıkları uzun kış gecelerinde eş-dost, akraba oturmalarına gitmek olmuş, diğer iş-güç zamanı dışında, herkesin gelip geçtiği yolun bir köşesinde komşularıyla beraber oturmuş ve mahalle çarşısı diyebileceğimiz bu yerde yarenlikler yapılmış. Gündemde ne varsa o konuşulmuş. Gündem derken dünya ve Türkiye gündemi değil. Kimin dağarcığında ne varsa o konu ortaya dökülmüş. Oğlandan, kızdan, gelinden, kaynana ve kaynatadan önce biri, sonra diğeri sırayla içini dökmüş. Kim evlenecek, kim nişanlandı, kim hasta; kim kiminle küs, hangi gelin babasının evine küs gitmiş hepsi masaya yatırılmış. Yoldan kim geçiyorsa onunla laflanmış, ayaklarına kadar gelen bohçacıdan inci-boncuk alınmış. Tüm bunları yaparken de elleri boş durmamış. Kimi kocasına ve çocuklarına çorap, kimi kazak örmüş, kimi de kızının çeyizliğine hazırlık olsun diye önünde model, kanaviçeye iğne geçirmiş. 

Hasılı mahalle çarşısında kimin eteğinde ne taş varsa dökülür. Bu sokak oturmalarından iki taraflı faydalanılır. Herkes buradaki öğrendiğini "Benden duymuş olma da" deyip gidip bir başkasına satar. Dünya ve Türkiye gündeminden farklı bu gündemlerle bellekler bu şekil doldurulur.

Gel zaman, git zaman oğlan-kız evlenir. Hepsi anne-baba ve iş-güç sahibi olur. Sokak kültürüyle yetişen ve bir başlarına kalan yaşlılar ise çaresizlikten ya oğlanın ya da kızın evine sığınırlar. Çünkü bir başına ve bakıma muhtaçlar artık. Eski arkadaşlarından çoğu da dünyalarını değiştirmiştir. Sığındıkları evler eski köy hayatını andırmıyor, bahçeli evler kalmamış. Çoğu apartman hayatı yaşıyor.

Buralara gelen yaşlılar dairelerde esir hayatı yaşamaya başlıyorlar. Sokağa çıksalar, kimseler yok. Olsa da köy hayatındaki sokak kültürü şehir hayatında olmaz. Çıkmak istese de vücut gitmem diyor, yani çekmiyor. Evde bir başına oturmak dünyanın en büyük işkencesi onlar için. Televizyon izleseler gözler yeterince görmez, sesi kafa götürmez. Kitap okusa zaten okur-yazar değiller. Uyusa, ağrı-sızı uyutur mu? Sonra uyusa, nereye kadar uyuyacak? İbadet yapsa…biter mi ömür bu şekil? Geriye ne kaldı, ne yapacak bu tür yaşlılar? Dünyadan ve gündemden kopuk bu yaşlıların sermayeleri var: Biri geçmiş müktesebatları diyebileceğimiz anıları, diğeri bunları anlatacak dilleri. Bir üçüncü sermayeye daha ihtiyaçları var. O da bu anıları dinleyecek bir veya birkaç hayırsever. Kim çıkarsa bahtlarına artık. Yeter ki bulsunlar ve denk getirsinler. Anlatır dururlar. Anlattıklarını bir daha anlatırlar, hem de bıkmadan usanmadan. Araya sözü kesen bir durum girerse arıza giderildikten sonra yarım bıraktıklarını kaldıkları yerden anlatmaya devam ederler. Dinleyeni bezdirse de onlar anlattıkça rahatlayıp içlerini boşaltırlar. Çünkü tek sermayeleri konuşmaktır. Ötesi eziyet.

Bir diğer sermayeleri daha vardır. Yanı başlarından hiç ayırmadıkları ve aranır aranmaz açtıkları telefonları. Bu yönleriyle "duymadım, telefonum şarjdaydı, açamadım, müsait değildim" diyen gençlere taş çıkartırlar. Yeter ki bir arayan olsun. İçini boşaltırlar telefona. Yaşadıklarını ve gördüklerini bir bir anlatırlar. Ardından sizde ne var, ne yok deyip karşıdan aldıkları bilgi ve haberleri de dağarcıklarına bir güzel yerleştirirler. Sonra onları bir başkasına servis ederler. Gördüğünüz gibi sermayeleri sadece geçmiş anılarından ibaret değil, böylece bilgi akışı da sağlıyorlar. Telefonla bir başkasını aramayı bilmeseler de karşı tarafı seslerinden çıkarırlar. Kimin ne zaman aradığını, kimin ne zamandır aramayıp hal hatır sormadığını da akıllarında tutarlar. Geç arayan fırçayı da yer bu arada.

Haydi son olarak bir başka sermayelerinden daha bahsedeyim: Poşet dolusu ilaçları hep yanı başlarındadır. Sırası geleni atarlar. Kaç tane kaldığını da parmak hesabıyla bilirler. İlaçları daha bitmeden “Şu ilaçtan bu kadar kaldı” deyip uyarırlar. Elden başka bir şey de gelmiyor. Allah bundan geri koymasın.

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Attığımız Taş, Ürküttüğümüz Kurbağaya Değmeli *

Yıllardır ağzımızın tadını kaçıran, bir başka işe yönelmemizi sekteye uğratan, uğruna binlerce can verdiğimiz, devletin tüm imkanlarını seferber ederek mücadele ettiği terörle mücadele, hız kesmeden her yerde devam ediyor. Buna paralel olarak terör ve teröriste yardım ve yataklık, alınan tüm tedbirlere rağmen bitmediği gibi mantar gibi üremeye veya ayrık otu gibi çıkmaya, dal-budak salmaya devam ediyor. Öldürsek de bitmiyor, yargılayıp cezaevine koysak da bitmiyor, başkanlıklarını düşürsek de bitmiyor. Teröre destek veriyor diye aldığımız belediye başkanlarının yerine atadığımız kayyumlar, tüm imkanları seferber ederek atandığı şehri imar etmeye çalışıyor. Yeni bir seçim yaptığımızda teröre destek veriyor dediğimiz başkanlar veya bir başka kopyası, daha fazla oy yüzdesi ile yeniden başkan seçiliyor. Sonuç, tekrar başa dönüyoruz. Yani kellim kellim la yenfeu.

Terörle mücadelemizin sonucu hep böyle değil mi? Neyi yanlış yapıyoruz da sonuca ulaşamıyor ve bataklığı kurutamıyoruz? Sonuçta bataklık sivrisinek üretmeye devam ediyorsa terörle mücadelede sonuç alıcı yeni yol ve yöntemler bulmamız gerekir diye düşünüyorum. Çünkü şu ana kadar bu alanda attığımız her adım, terörü bitiremediği gibi destekçilerini de kesemedi. Öyle atış yapmalıyız ki attığımız taş, ürküttüğümüz kurbağaya değmeli. Nedense bizim attığımız her taş, kötü huylu kanser hücresi gibi vücudun her bir tarafına yayılıyor.

Sonuç alınamıyorsa terörü ve destekçilerini kendi haline bırakacak değiliz elbet. Ama polisiye tedbirlerle ve kanundan aldığımız yetkiyi kullanmakla olmuyor bu işler. Toplumsal barışa da hizmet etmiyor. Yaptığımız her tasarruf terörle mücadele kadar toplumsal barışa da hizmet etmelidir. Bunun için önce;
*Adalete güven tesis etmeliyiz. Herkes ve her kesim adalete güvenmeli.
*İdarenin kısa süreli görevden uzaklaştırmasının dışında her türlü görevden alma ve ihraç mahkeme kararına bağlanmalı. Mahkeme kararı kamu vicdanını rahatlatmalı. Halk adalet yerini buldu demeli.
*Cezaevlerimiz içeriye giren suçluyu eğitecek şekilde düzenlenmeli, verilen cezalar caydırıcı olmalı. Hapisten çıkan tövbekar olarak çıkmalı.
*Terör ve terörist olanlarla teröre yardım ve yataklık yapanların arasındaki organik ve inorganik bağı kesecek ikna edici bir dil ve üslup geliştirilmeli. Bu aşamada asla diyalog kesilmemeli. Kimse ötekileştirilmemeli. Kimseye toptancı davranılmamalı. Kendimizi daha iyi anlatacak ortamlar geliştirmeliyiz.
*Terörün dış bağlantısını kesmek için iyi bir diplomasi yürütülmeli. Çünkü hiçbir terör örgütü dış bağlantı olmadan yaşayamaz.
*Terör örgütüne katılan insan gücü ve maddi destek kesilmeli. Devlet istihbaratı aracılığıyla iyi bir iz sürmeli. Örgüte katılma meyli olanları yakın takibe almalı. Örgüte katılımın önü kesilirse terör uzatmalara oynar.
*Terörle bağı, kuvvetli bulgulara dayalı kişilerin seçimlerde aday yapılmamasının tedbirleri alınmalı.
*Başta belediyeler olmak üzere terör örgütlerine destek veren kurumlar sıkı ve sürekli denetimden geçirilmeli.
*Her türlü yargılamalar adil olduğu kadar hızlı olmalı.
*Düşüncesi, milliyeti ne olursa olsun doğuştan gelen haklar verilmeli.
*Silah çeken, bomba patlatana karşı devlet yumruğunu balyoz gibi indirirken diğer taraftan halkının tamamına şefkat elini uzatmalı.
*Ortak yaşamanın yollarını bulacak projeler geliştirilmeli.

Anlatmak istediğim polisiye tedbirlerden ziyade terörü kökten çözecek kalıcı tedbirleri uygulamaya koymamız gerekiyor. Tüm bunları yaparken de yapacaklarımızın makul izahını yapmalıyız. Herkesi olmasa da çoğunluğu ikna etmeliyiz. Öyle şeyler yapmalıyız ki her attığımız taş hedefine isabet etsin ve vurduğu yeri tedavi etsin.

*21/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






Dünyanın En Büyük Sorunu veya En Büyük Ordusu *

Size yakın gelecekte en büyük sorun nedir veya dünyanın en büyük ordusu hangisidir desem, ne cevap verirsiniz? Çivisi çıkmış bu dünyada sorundan çok ne var, hangisini söylersen doğrudur diyebilirsiniz. Kişiden kişiye değişse de bana göre fazla değil, yakın gelecekte Türkiye'nin ve dünyanın en büyük sorunu işsizlik olacaktır. 

Hemen bu da cevap mı? Zaten işsizlik şimdi de sorun, bunun için yakın geleceğe falan gitmeye gerek yoktu diyebilirsiniz. El-cevap, işsizlik dün olduğu gibi bugün de sorun, yarın da sorun olmaya devam edecek. O zaman mesele nedir derseniz? Turpun büyüğü heybede derim. Çünkü yakın gelecekte,

*robotlar devreye girecek. Bugün insanların çalıştığı ve yaptığı işler bu robotlar eliyle gördürülecek.

*Üç boyutlu yazıcılar piyasaya sürülecek. Buna kişisel bir fabrika da denebilir. Katmanlı üretim teknolojisine sahip masaüstü 3 boyutlu yazıcılarla evinizde veya ofisinizde istediğiniz her türlü şeyi üretmenize imkan tanır.

*Yapay zekâ; insan gibi davranışlar sergileme, sayısal mantık yürütme, hareket, konuşma ve ses algılama gibi birçok yeteneğe sahip yazılımsal ve donanımsal sistemler bütünüdür. Başka bir deyişle yapay zekâ; bilgisayarların insanlar gibi düşünmesini sağlar.

Düşünün ki yukarıda bahsettiğim robot teknolojisi, üç boyutlu yazılım ve yapay zekâ yaygınlaştırıldığında, öyle görünüyor ki insan iş gücüne pek hatta hiç ihtiyaç kalmayacak. Bugün ihtiyacımız olan ve insan eliyle üretilip tedavüle sürülen birçok mamulün imali için robotlar kullanılacak. Bizim düşündüğümüzü yapay zekâ düşünecek. Bu demektir ki dünyada en büyük ordu, dünya işsizler ordusu olacaktır. Şu anda bile ülkeleri kara kara düşündüren istihdam işi, herhalde yakın gelecekte en büyük ve değişmez birincil sorun olur.

Görünen, bugün meslek dediğimiz mesleklerin çoğu çöpe gidecek, yetişmiş insan gücünün tüm yetenek ve bilgileri sıfırlanacak. Böyle bir durumda, dünyanın hiçbir devletinin en güçlü ordusu bu işsizler ordusunun karşısında tutunamaz, mevzi alamaz. Alsa da bu ordu karşısında tutunamaz. Dünya işsizleri, savaşmak için bir araya gelseler veya sosyal medya üzerinden örgütlenseler bunları hiçbir ordu durduramaz.

Hasılı teknolojinin gelişmesiyle birlikte hayatımız kolaylaşıyor ama işsizliğe bir çare bulunmaz, bu işsizler bir şeye veya yere kanalize edilmez ve bu süreç iyi bir şekilde yönetilmez ise bu ordu, bize dünyayı dar edeceğe benziyor. Kim bilir? Belki de bugün yaşadığımız sıkıntılı günleri ileride anıp “O günler, en mutlu günlerimizmiş” dedirtecek bizlere.

Bu durumda yapacağımız, çocuklarımızı gelmekte olan bu teknolojiye uygun bilgi ile donatmak ve onları yaşayacakları çağa uygun hazırlamak gibi görünüyor.

*26/10/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Kovanın İçinden Konuşmak

Duydunuz mu "kovanın içinden konuşmak" deyim veya tabirini? Çoğunuzun duyduğunu, duymuş iseniz de ne anlama geldiğini bildiğinizi sanmıyorum. Çünkü bu deyimi çevrenizden duymamış iseniz, deyimler sözlüğünde bulmanız mümkün değil. Yöre ve bölgelerimize ait kullanılan deyimler arasında da bulamazsınız. Konuştuğum bir Türkçe öğretmeni de benim ağzımdan bu deyimi duyunca önce şaşırdı, sonra ne anlama geldiğini sordu. İlk defa duyduğunu söyledi.

"Kovanın içinden konuşmak" deyimi Türkiye'nin neresinde, ne kadar kullanılır bilmem ama -çoğu Konyalı bilmese de- bu deyim Konya yöresinde  kullanılmaktadır. Ne anlama gelir derseniz? Açıklamaya çalışayım. Yalnız açıklamam dil kurallarına göre bilimsel bir açıklama olmayacak. Kullanıldığı yerden hareketle izah etmeye çalışayım.

Hepimiz okur, görür, duyar ve yaşarız. Tüm bunları yaparken hepsinden bilgiler ediniriz. Bu bilgilerin çoğunu yeni bilgiler öğrendikçe unuturuz. Dağarcığımızda, önemsediğimiz ve bize tesir edenler kalır. Bunları kolay kolay unutmayız. Ne zamanki görüp duyduğumuz, geçmişe dair bir çağrışım yaparsa hafızamızda yer edinen önemli gördüğümüz bilgiler ve yaşadığımız anılar sanki o an oluyormuş gibi yeniden canlanır ve fırsatını bulduğumuz ortam müsaitse anlatmaya başlarız ya da hiç yeri değilse bile geçmiş yaşadıklarımız ve tecrübelerimizi usanmadan anlatırız. Özellikle yeni bilgiyle tanışmayan bazı yaşlı insanlar yapar bunu. Çünkü yeni bilgi gelmeyince hafızasında daha önce yer edinmiş veya hafızasına kazınmış bilgiler ile hayata tutunmaya devam eder. Başka da sermayesi yoktur. Yeter ki bir dinleyici kitlesi bulsun, açılır da açılır; konuşur da konuşur, anlattığını bir daha anlatır. Buna askerlik anılarını örnek olarak verebiliriz. İyi bir dayak yemiş ise anlatır durur. 

Yeni bilgiye kapalı, geçmiş bilgilerden ibaret bilgilerin, örneklerin ve anıların tutulduğu hafıza veya bellek, bu deyimle kovaya benzetilmiştir. Bundan dolayı kovanın içinden konuşmak tabiri kullanılır. Yaşlı büyüğümüz konuşacaksa kovayı bir karıştırır. Bahtına ne çıkarsa artık. Bu kovanın içinden konuşmak bazen ilgi çekse de tekrarı ve fazlası bezdirmeye yeter de artar bile. Hatta aynı büyükle karşılaşmış bir tanıdığınız size "Falan kimseyle tanıştım, biraz sohbet ettik, gıyabında senden de bahsettik" dediğinde "Sana şu konuyu anlattı mı" diye sorarsan el-cevap "evet" olur gülerek.

Nasıl, beğendiniz mi kovanın içinden konuşma deyimini? Keşke yanımda olsanız da size biraz kovanın içinden konuşsam... Kınamayın, yarın belki sizin de olacağınız bu kovanın içinden konuşmak olacaktır.

18 Ağustos 2019 Pazar

Doğal Afetlere Hazır Olalım ***

Zaman zaman bizi yoklayan, yokladığı zaman geriye büyük bir enkaz bırakan; çoğu vakit mal ve can kaybına neden olan deprem, heyelan, çöküntü, sel baskını gibi doğal afetlere bundan sonra daha fazla hazır olmamız lazım. Çünkü küresel ısınmayla birlikte bundan sonra özellikle sel baskınlarına daha fazla maruz kalacağız. Geliyorum diyor devamlı. Bazen bir ilimizi, başka bir gün bir başka ilimizi tabir yerindeyse önce teslim alıyor, ardından boğup geçiyor. Tüm bu yıkımdan sonra can kaybı yoksa veya fazla olmamışsa "Can kaybı yok" deyip şükrediyoruz. Yıkım fazla ise gerekirse o bölgeyi afet bölgesi ilan ederek halkın ekim, dikim kaybını, esnafın zayiatını telafi etmenin yoluna gidiyoruz. Başka yaptığımız bir şey var mı? Maalesef yok. 

Yazımın başlığını "Doğal Afetlere Hazır Olalım" koydum, "...Hazırlıklı Olalım" demedim. Çünkü geçmişten günümüze kurup altyapısını geçirdiğimiz ve geliştirdiğimiz yerleşim yerlerinin hiçbiri gelmekte olan ve daha da artarak devam edecek olan doğal afetlere karşı hazırlıklı değil. Tüm yerleşim yerlerimiz yıllık metrekareye düşen yağış miktarına göre alt yapısını yapıyor. Normalinden fazla gelecek yağmur ve sel baskınlarına karşı hiçbir belediyemizin ne planı ne programı ne ufku ne de hazırlığı var. Tek yapılan, şehri birinci dereceden yönetenler, meteorolojiden aldıkları hava raporları doğrultusunda "Şiddetli yağacak yağmur sonucunda meydana gelebilecek sel baskınlarına karşı dikkatli olmaları ve tedbir almaları için" basın aracılığıyla vatandaşları uyarmaktan ibarettir. Merak ettiğim, gelmekte olan şiddetli yağış, sel baskınlarına neden olacaksa evi çukur veya dere yatağında olan, iş yeri alt geçidin içinde olan vatandaş ne tür bir tedbir alabilir? Evini, barkını, iş yerini, malını, mülkünü sırtına alıp yüksek yerlere çıkacak değil ya… Böylesi durumlarda tek yapabileceği, imkanı varsa eşyalarını evin daha yukarısına taşımak olur. Çoğu kimsenin de böyle bir seçeneği yok. Sonuç olarak gelen sel, normal yollardan akıp gidemiyorsa nereden bir çıkış yolu bulursa o tarafa yöneliyor ve orasını dolduruyor. Geçmişten günümüze belediyelerin atık su ve sel baskınlarına karşı yerin altından geçirdiği tahliye boruları iflas ediyor. Normalinden fazla gelen su, boruyu patlatmasıyla birlikte evlerin bodrum katlarına yöneliyor.  

Evini su basan ve canını güç bela kurtaran vatandaş "Evimin/iş yerimin şu haline bakın, belediyeyi aradık daha gelmedi" ya da "geç geldi" serzenişinde bulunuyor. Böylesi afet durumlarında belediye hangi eve, ne yapabilir? Su baskınına maruz kalan yer o kadar çok ki… Belediye, sel baskınına uğrayan yerleri boşaltmaya kalksa çektiği suyu nereye tahliye edecek? Çünkü her yer suyla birikmiş vaziyette.

Hasılı bundan sonra bizim ve dünyanın ne kadar ömrü kalmışsa küresel ısınmanın bir sonucu olarak başta sel baskınları olmak üzere doğal afetleri yaşayacağız. Yaşarken de görünen köy kılavuz istemez, biz tüm bu afetleri seyredeceğiz. Yıkım götürdüğünü götürecek, ayakta kalan sağlar bizim olacak. Böyle böyle dünyanın sonunu getireceğiz.

Kimin eseri bu tablo? Biz bunları hak ettik mi? Maalesef hak ettik, hem de çoktan. Çünkü kurduğumuz şehirler hepsi bizim elimizden geçti. Başımıza gelen ve geleceklerin hepsi de bu cuma hutbesinin konusunda geçtiği gibi bizim eserimizdir. Yani kendi yapıp ettiklerimizin, doğa ile savaşımızın, doğayı hoyratça kullanmamızın bir sonucudur. Maalesef geriye dönüş de yok. Çünkü neresinden tutarsak elimizde kalıyor.  Daha biz yirmi yıl önce yaşadığımız büyük Marmara depreminden ders çıkartıp tedbir almış değiliz. 

Ne diyelim? Rabbim akıbetimizi hayır eylesin!

***20/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.