20 Ağustos 2019 Salı

Tek Sermayesi Konuşma Olanlar

Teknoloji ile birlikte dünya küçük bir köy olsa da, biz bugün dünyanın her bir köşesinde cereyan eden bir olaydan anında haberdar olsak da bu küçücük dünyada her birimizin dünyası farklı farklı. Biz bize yaşadığımız bu dünyada her birimizin ilgi ve ihtiyacı ne ise aslında onu yaşıyoruz. Şöyle dünyalılar da az değil aramızda:

Okur-yazar değildir. Çünkü anne-babası okutmamıştır. Çocukluk ve gençlik hayatı köyde bağ-bahçe ve hayvan otlatmakla geçmiştir. Köyünden daha büyük bir köye giderek medeni halini değiştirmiştir.

Gittiği yerde de tarla, bağ, çubuk işlerinde bir işçi gibi eşine yardım etmiş, işten dönünce kendini, bekleyen ev işlerine ve ardı arkasına doğmuş çocuklarına bakmıştır.

Radyo yok, televizyon yok, gazete yok; çevresinde görmüş, geçirmiş kimse de yok. Tek yaptıkları uzun kış gecelerinde eş-dost, akraba oturmalarına gitmek olmuş, diğer iş-güç zamanı dışında, herkesin gelip geçtiği yolun bir köşesinde komşularıyla beraber oturmuş ve mahalle çarşısı diyebileceğimiz bu yerde yarenlikler yapılmış. Gündemde ne varsa o konuşulmuş. Gündem derken dünya ve Türkiye gündemi değil. Kimin dağarcığında ne varsa o konu ortaya dökülmüş. Oğlandan, kızdan, gelinden, kaynana ve kaynatadan önce biri, sonra diğeri sırayla içini dökmüş. Kim evlenecek, kim nişanlandı, kim hasta; kim kiminle küs, hangi gelin babasının evine küs gitmiş hepsi masaya yatırılmış. Yoldan kim geçiyorsa onunla laflanmış, ayaklarına kadar gelen bohçacıdan inci-boncuk alınmış. Tüm bunları yaparken de elleri boş durmamış. Kimi kocasına ve çocuklarına çorap, kimi kazak örmüş, kimi de kızının çeyizliğine hazırlık olsun diye önünde model, kanaviçeye iğne geçirmiş. 

Hasılı mahalle çarşısında kimin eteğinde ne taş varsa dökülür. Bu sokak oturmalarından iki taraflı faydalanılır. Herkes buradaki öğrendiğini "Benden duymuş olma da" deyip gidip bir başkasına satar. Dünya ve Türkiye gündeminden farklı bu gündemlerle bellekler bu şekil doldurulur.

Gel zaman, git zaman oğlan-kız evlenir. Hepsi anne-baba ve iş-güç sahibi olur. Sokak kültürüyle yetişen ve bir başlarına kalan yaşlılar ise çaresizlikten ya oğlanın ya da kızın evine sığınırlar. Çünkü bir başına ve bakıma muhtaçlar artık. Eski arkadaşlarından çoğu da dünyalarını değiştirmiştir. Sığındıkları evler eski köy hayatını andırmıyor, bahçeli evler kalmamış. Çoğu apartman hayatı yaşıyor.

Buralara gelen yaşlılar dairelerde esir hayatı yaşamaya başlıyorlar. Sokağa çıksalar, kimseler yok. Olsa da köy hayatındaki sokak kültürü şehir hayatında olmaz. Çıkmak istese de vücut gitmem diyor, yani çekmiyor. Evde bir başına oturmak dünyanın en büyük işkencesi onlar için. Televizyon izleseler gözler yeterince görmez, sesi kafa götürmez. Kitap okusa zaten okur-yazar değiller. Uyusa, ağrı-sızı uyutur mu? Sonra uyusa, nereye kadar uyuyacak? İbadet yapsa…biter mi ömür bu şekil? Geriye ne kaldı, ne yapacak bu tür yaşlılar? Dünyadan ve gündemden kopuk bu yaşlıların sermayeleri var: Biri geçmiş müktesebatları diyebileceğimiz anıları, diğeri bunları anlatacak dilleri. Bir üçüncü sermayeye daha ihtiyaçları var. O da bu anıları dinleyecek bir veya birkaç hayırsever. Kim çıkarsa bahtlarına artık. Yeter ki bulsunlar ve denk getirsinler. Anlatır dururlar. Anlattıklarını bir daha anlatırlar, hem de bıkmadan usanmadan. Araya sözü kesen bir durum girerse arıza giderildikten sonra yarım bıraktıklarını kaldıkları yerden anlatmaya devam ederler. Dinleyeni bezdirse de onlar anlattıkça rahatlayıp içlerini boşaltırlar. Çünkü tek sermayeleri konuşmaktır. Ötesi eziyet.

Bir diğer sermayeleri daha vardır. Yanı başlarından hiç ayırmadıkları ve aranır aranmaz açtıkları telefonları. Bu yönleriyle "duymadım, telefonum şarjdaydı, açamadım, müsait değildim" diyen gençlere taş çıkartırlar. Yeter ki bir arayan olsun. İçini boşaltırlar telefona. Yaşadıklarını ve gördüklerini bir bir anlatırlar. Ardından sizde ne var, ne yok deyip karşıdan aldıkları bilgi ve haberleri de dağarcıklarına bir güzel yerleştirirler. Sonra onları bir başkasına servis ederler. Gördüğünüz gibi sermayeleri sadece geçmiş anılarından ibaret değil, böylece bilgi akışı da sağlıyorlar. Telefonla bir başkasını aramayı bilmeseler de karşı tarafı seslerinden çıkarırlar. Kimin ne zaman aradığını, kimin ne zamandır aramayıp hal hatır sormadığını da akıllarında tutarlar. Geç arayan fırçayı da yer bu arada.

Haydi son olarak bir başka sermayelerinden daha bahsedeyim: Poşet dolusu ilaçları hep yanı başlarındadır. Sırası geleni atarlar. Kaç tane kaldığını da parmak hesabıyla bilirler. İlaçları daha bitmeden “Şu ilaçtan bu kadar kaldı” deyip uyarırlar. Elden başka bir şey de gelmiyor. Allah bundan geri koymasın.

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Attığımız Taş, Ürküttüğümüz Kurbağaya Değmeli *

Yıllardır ağzımızın tadını kaçıran, bir başka işe yönelmemizi sekteye uğratan, uğruna binlerce can verdiğimiz, devletin tüm imkanlarını seferber ederek mücadele ettiği terörle mücadele, hız kesmeden her yerde devam ediyor. Buna paralel olarak terör ve teröriste yardım ve yataklık, alınan tüm tedbirlere rağmen bitmediği gibi mantar gibi üremeye veya ayrık otu gibi çıkmaya, dal-budak salmaya devam ediyor. Öldürsek de bitmiyor, yargılayıp cezaevine koysak da bitmiyor, başkanlıklarını düşürsek de bitmiyor. Teröre destek veriyor diye aldığımız belediye başkanlarının yerine atadığımız kayyumlar, tüm imkanları seferber ederek atandığı şehri imar etmeye çalışıyor. Yeni bir seçim yaptığımızda teröre destek veriyor dediğimiz başkanlar veya bir başka kopyası, daha fazla oy yüzdesi ile yeniden başkan seçiliyor. Sonuç, tekrar başa dönüyoruz. Yani kellim kellim la yenfeu.

Terörle mücadelemizin sonucu hep böyle değil mi? Neyi yanlış yapıyoruz da sonuca ulaşamıyor ve bataklığı kurutamıyoruz? Sonuçta bataklık sivrisinek üretmeye devam ediyorsa terörle mücadelede sonuç alıcı yeni yol ve yöntemler bulmamız gerekir diye düşünüyorum. Çünkü şu ana kadar bu alanda attığımız her adım, terörü bitiremediği gibi destekçilerini de kesemedi. Öyle atış yapmalıyız ki attığımız taş, ürküttüğümüz kurbağaya değmeli. Nedense bizim attığımız her taş, kötü huylu kanser hücresi gibi vücudun her bir tarafına yayılıyor.

Sonuç alınamıyorsa terörü ve destekçilerini kendi haline bırakacak değiliz elbet. Ama polisiye tedbirlerle ve kanundan aldığımız yetkiyi kullanmakla olmuyor bu işler. Toplumsal barışa da hizmet etmiyor. Yaptığımız her tasarruf terörle mücadele kadar toplumsal barışa da hizmet etmelidir. Bunun için önce;
*Adalete güven tesis etmeliyiz. Herkes ve her kesim adalete güvenmeli.
*İdarenin kısa süreli görevden uzaklaştırmasının dışında her türlü görevden alma ve ihraç mahkeme kararına bağlanmalı. Mahkeme kararı kamu vicdanını rahatlatmalı. Halk adalet yerini buldu demeli.
*Cezaevlerimiz içeriye giren suçluyu eğitecek şekilde düzenlenmeli, verilen cezalar caydırıcı olmalı. Hapisten çıkan tövbekar olarak çıkmalı.
*Terör ve terörist olanlarla teröre yardım ve yataklık yapanların arasındaki organik ve inorganik bağı kesecek ikna edici bir dil ve üslup geliştirilmeli. Bu aşamada asla diyalog kesilmemeli. Kimse ötekileştirilmemeli. Kimseye toptancı davranılmamalı. Kendimizi daha iyi anlatacak ortamlar geliştirmeliyiz.
*Terörün dış bağlantısını kesmek için iyi bir diplomasi yürütülmeli. Çünkü hiçbir terör örgütü dış bağlantı olmadan yaşayamaz.
*Terör örgütüne katılan insan gücü ve maddi destek kesilmeli. Devlet istihbaratı aracılığıyla iyi bir iz sürmeli. Örgüte katılma meyli olanları yakın takibe almalı. Örgüte katılımın önü kesilirse terör uzatmalara oynar.
*Terörle bağı, kuvvetli bulgulara dayalı kişilerin seçimlerde aday yapılmamasının tedbirleri alınmalı.
*Başta belediyeler olmak üzere terör örgütlerine destek veren kurumlar sıkı ve sürekli denetimden geçirilmeli.
*Her türlü yargılamalar adil olduğu kadar hızlı olmalı.
*Düşüncesi, milliyeti ne olursa olsun doğuştan gelen haklar verilmeli.
*Silah çeken, bomba patlatana karşı devlet yumruğunu balyoz gibi indirirken diğer taraftan halkının tamamına şefkat elini uzatmalı.
*Ortak yaşamanın yollarını bulacak projeler geliştirilmeli.

Anlatmak istediğim polisiye tedbirlerden ziyade terörü kökten çözecek kalıcı tedbirleri uygulamaya koymamız gerekiyor. Tüm bunları yaparken de yapacaklarımızın makul izahını yapmalıyız. Herkesi olmasa da çoğunluğu ikna etmeliyiz. Öyle şeyler yapmalıyız ki her attığımız taş hedefine isabet etsin ve vurduğu yeri tedavi etsin.

*21/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






Dünyanın En Büyük Sorunu veya En Büyük Ordusu *

Size yakın gelecekte en büyük sorun nedir veya dünyanın en büyük ordusu hangisidir desem, ne cevap verirsiniz? Çivisi çıkmış bu dünyada sorundan çok ne var, hangisini söylersen doğrudur diyebilirsiniz. Kişiden kişiye değişse de bana göre fazla değil, yakın gelecekte Türkiye'nin ve dünyanın en büyük sorunu işsizlik olacaktır. 

Hemen bu da cevap mı? Zaten işsizlik şimdi de sorun, bunun için yakın geleceğe falan gitmeye gerek yoktu diyebilirsiniz. El-cevap, işsizlik dün olduğu gibi bugün de sorun, yarın da sorun olmaya devam edecek. O zaman mesele nedir derseniz? Turpun büyüğü heybede derim. Çünkü yakın gelecekte,

*robotlar devreye girecek. Bugün insanların çalıştığı ve yaptığı işler bu robotlar eliyle gördürülecek.

*Üç boyutlu yazıcılar piyasaya sürülecek. Buna kişisel bir fabrika da denebilir. Katmanlı üretim teknolojisine sahip masaüstü 3 boyutlu yazıcılarla evinizde veya ofisinizde istediğiniz her türlü şeyi üretmenize imkan tanır.

*Yapay zekâ; insan gibi davranışlar sergileme, sayısal mantık yürütme, hareket, konuşma ve ses algılama gibi birçok yeteneğe sahip yazılımsal ve donanımsal sistemler bütünüdür. Başka bir deyişle yapay zekâ; bilgisayarların insanlar gibi düşünmesini sağlar.

Düşünün ki yukarıda bahsettiğim robot teknolojisi, üç boyutlu yazılım ve yapay zekâ yaygınlaştırıldığında, öyle görünüyor ki insan iş gücüne pek hatta hiç ihtiyaç kalmayacak. Bugün ihtiyacımız olan ve insan eliyle üretilip tedavüle sürülen birçok mamulün imali için robotlar kullanılacak. Bizim düşündüğümüzü yapay zekâ düşünecek. Bu demektir ki dünyada en büyük ordu, dünya işsizler ordusu olacaktır. Şu anda bile ülkeleri kara kara düşündüren istihdam işi, herhalde yakın gelecekte en büyük ve değişmez birincil sorun olur.

Görünen, bugün meslek dediğimiz mesleklerin çoğu çöpe gidecek, yetişmiş insan gücünün tüm yetenek ve bilgileri sıfırlanacak. Böyle bir durumda, dünyanın hiçbir devletinin en güçlü ordusu bu işsizler ordusunun karşısında tutunamaz, mevzi alamaz. Alsa da bu ordu karşısında tutunamaz. Dünya işsizleri, savaşmak için bir araya gelseler veya sosyal medya üzerinden örgütlenseler bunları hiçbir ordu durduramaz.

Hasılı teknolojinin gelişmesiyle birlikte hayatımız kolaylaşıyor ama işsizliğe bir çare bulunmaz, bu işsizler bir şeye veya yere kanalize edilmez ve bu süreç iyi bir şekilde yönetilmez ise bu ordu, bize dünyayı dar edeceğe benziyor. Kim bilir? Belki de bugün yaşadığımız sıkıntılı günleri ileride anıp “O günler, en mutlu günlerimizmiş” dedirtecek bizlere.

Bu durumda yapacağımız, çocuklarımızı gelmekte olan bu teknolojiye uygun bilgi ile donatmak ve onları yaşayacakları çağa uygun hazırlamak gibi görünüyor.

*26/10/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

Kovanın İçinden Konuşmak

Duydunuz mu "kovanın içinden konuşmak" deyim veya tabirini? Çoğunuzun duyduğunu, duymuş iseniz de ne anlama geldiğini bildiğinizi sanmıyorum. Çünkü bu deyimi çevrenizden duymamış iseniz, deyimler sözlüğünde bulmanız mümkün değil. Yöre ve bölgelerimize ait kullanılan deyimler arasında da bulamazsınız. Konuştuğum bir Türkçe öğretmeni de benim ağzımdan bu deyimi duyunca önce şaşırdı, sonra ne anlama geldiğini sordu. İlk defa duyduğunu söyledi.

"Kovanın içinden konuşmak" deyimi Türkiye'nin neresinde, ne kadar kullanılır bilmem ama -çoğu Konyalı bilmese de- bu deyim Konya yöresinde  kullanılmaktadır. Ne anlama gelir derseniz? Açıklamaya çalışayım. Yalnız açıklamam dil kurallarına göre bilimsel bir açıklama olmayacak. Kullanıldığı yerden hareketle izah etmeye çalışayım.

Hepimiz okur, görür, duyar ve yaşarız. Tüm bunları yaparken hepsinden bilgiler ediniriz. Bu bilgilerin çoğunu yeni bilgiler öğrendikçe unuturuz. Dağarcığımızda, önemsediğimiz ve bize tesir edenler kalır. Bunları kolay kolay unutmayız. Ne zamanki görüp duyduğumuz, geçmişe dair bir çağrışım yaparsa hafızamızda yer edinen önemli gördüğümüz bilgiler ve yaşadığımız anılar sanki o an oluyormuş gibi yeniden canlanır ve fırsatını bulduğumuz ortam müsaitse anlatmaya başlarız ya da hiç yeri değilse bile geçmiş yaşadıklarımız ve tecrübelerimizi usanmadan anlatırız. Özellikle yeni bilgiyle tanışmayan bazı yaşlı insanlar yapar bunu. Çünkü yeni bilgi gelmeyince hafızasında daha önce yer edinmiş veya hafızasına kazınmış bilgiler ile hayata tutunmaya devam eder. Başka da sermayesi yoktur. Yeter ki bir dinleyici kitlesi bulsun, açılır da açılır; konuşur da konuşur, anlattığını bir daha anlatır. Buna askerlik anılarını örnek olarak verebiliriz. İyi bir dayak yemiş ise anlatır durur. 

Yeni bilgiye kapalı, geçmiş bilgilerden ibaret bilgilerin, örneklerin ve anıların tutulduğu hafıza veya bellek, bu deyimle kovaya benzetilmiştir. Bundan dolayı kovanın içinden konuşmak tabiri kullanılır. Yaşlı büyüğümüz konuşacaksa kovayı bir karıştırır. Bahtına ne çıkarsa artık. Bu kovanın içinden konuşmak bazen ilgi çekse de tekrarı ve fazlası bezdirmeye yeter de artar bile. Hatta aynı büyükle karşılaşmış bir tanıdığınız size "Falan kimseyle tanıştım, biraz sohbet ettik, gıyabında senden de bahsettik" dediğinde "Sana şu konuyu anlattı mı" diye sorarsan el-cevap "evet" olur gülerek.

Nasıl, beğendiniz mi kovanın içinden konuşma deyimini? Keşke yanımda olsanız da size biraz kovanın içinden konuşsam... Kınamayın, yarın belki sizin de olacağınız bu kovanın içinden konuşmak olacaktır.

18 Ağustos 2019 Pazar

Doğal Afetlere Hazır Olalım ***


Zaman zaman bizi yoklayan, yokladığı zaman geriye büyük bir enkaz bırakan; çoğu vakit mal ve can kaybına neden olan deprem, heyelan, çöküntü, sel baskını gibi doğal afetlere bundan sonra daha fazla hazır olmamız lazım. Çünkü küresel ısınmayla birlikte bundan sonra özellikle sel baskınlarına daha fazla maruz kalacağız. Geliyorum diyor devamlı. Bazen bir ilimizi, başka bir gün bir başka ilimizi tabir yerindeyse önce teslim alıyor, ardından boğup geçiyor. Tüm bu yıkımdan sonra can kaybı yoksa veya fazla olmamışsa "Can kaybı yok" deyip şükrediyoruz. Yıkım fazla ise gerekirse o bölgeyi afet bölgesi ilan ederek halkın ekim, dikim kaybını, esnafın zayiatını telafi etmenin yoluna gidiyoruz. Başka yaptığımız bir şey var mı? Maalesef yok. 

Yazımın başlığını "Doğal Afetlere Hazır Olalım" koydum, "...Hazırlıklı Olalım" demedim. Çünkü geçmişten günümüze kurup altyapısını geçirdiğimiz ve geliştirdiğimiz yerleşim yerlerinin hiçbiri gelmekte olan ve daha da artarak devam edecek olan doğal afetlere karşı hazırlıklı değil. Tüm yerleşim yerlerimiz yıllık metrekareye düşen yağış miktarına göre alt yapısını yapıyor. Normalinden fazla gelecek yağmur ve sel baskınlarına karşı hiçbir belediyemizin ne planı ne programı ne ufku ne de hazırlığı var. Tek yapılan, şehri birinci dereceden yönetenler, meteorolojiden aldıkları hava raporları doğrultusunda "Şiddetli yağacak yağmur sonucunda meydana gelebilecek sel baskınlarına karşı dikkatli olmaları ve tedbir almaları için" basın aracılığıyla vatandaşları uyarmaktan ibarettir. Merak ettiğim, gelmekte olan şiddetli yağış, sel baskınlarına neden olacaksa evi çukur veya dere yatağında olan, iş yeri alt geçidin içinde olan vatandaş ne tür bir tedbir alabilir? Evini, barkını, iş yerini, malını, mülkünü sırtına alıp yüksek yerlere çıkacak değil ya… Böylesi durumlarda tek yapabileceği, imkanı varsa eşyalarını evin daha yukarısına taşımak olur. Çoğu kimsenin de böyle bir seçeneği yok. Sonuç olarak gelen sel, normal yollardan akıp gidemiyorsa nereden bir çıkış yolu bulursa o tarafa yöneliyor ve orasını dolduruyor. Geçmişten günümüze belediyelerin atık su ve sel baskınlarına karşı yerin altından geçirdiği tahliye boruları iflas ediyor. Normalinden fazla gelen su, boruyu patlatmasıyla birlikte evlerin bodrum katlarına yöneliyor.  

Evini su basan ve canını güç bela kurtaran vatandaş "Evimin/iş yerimin şu haline bakın, belediyeyi aradık daha gelmedi" ya da "geç geldi" serzenişinde bulunuyor. Böylesi afet durumlarında belediye hangi eve, ne yapabilir? Su baskınına maruz kalan yer o kadar çok ki… Belediye, sel baskınına uğrayan yerleri boşaltmaya kalksa çektiği suyu nereye tahliye edecek? Çünkü her yer suyla birikmiş vaziyette.

Hasılı bundan sonra bizim ve dünyanın ne kadar ömrü kalmışsa küresel ısınmanın bir sonucu olarak başta sel baskınları olmak üzere doğal afetleri yaşayacağız. Yaşarken de görünen köy kılavuz istemez, biz tüm bu afetleri seyredeceğiz. Yıkım götürdüğünü götürecek, ayakta kalan sağlar bizim olacak. Böyle böyle dünyanın sonunu getireceğiz.

Kimin eseri bu tablo? Biz bunları hak ettik mi? Maalesef hak ettik, hem de çoktan. Çünkü kurduğumuz şehirler hepsi bizim elimizden geçti. Başımıza gelen ve geleceklerin hepsi de bu cuma hutbesinin konusunda geçtiği gibi bizim eserimizdir. Yani kendi yapıp ettiklerimizin, doğa ile savaşımızın, doğayı hoyratça kullanmamızın bir sonucudur. Maalesef geriye dönüş de yok. Çünkü neresinden tutarsak elimizde kalıyor.  Daha biz yirmi yıl önce yaşadığımız büyük Marmara depreminden ders çıkartıp tedbir almış değiliz. 

Ne diyelim? Rabbim akıbetimizi hayır eylesin!

***20/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.







Hz Osman ve Akrabalarıyla İlişkisi ***

Hz Osman'ı bilirsiniz. Ailesi şiddetle karşı koymasına rağmen Müslüman olan ilk on kişiden biridir. Ticaretle geçimini sağlayan zengin bir Müslüman’dır. Zenginliği mal biriktirme, servet üzerine servet koyma değildir. Cömertliğiyle ün salmıştır. Fakiri, fukarayı görüp gözeten, İslam yoluna servetini bağışlayan ve verirken eli titremeyen, verdikçe malı bereketlenen bir sahabidir.

Adı anıldığı zaman haya akla gelir. Çünkü ahlaki özelliğiyle nam salmış ve onun ahlakı haya sahibi olmasında temeyyüz etmiştir. Kimseye nasip olmayacak şekilde peygamberimizin iki kızıyla -biri vefat edince diğeriyle- evlenmiş ve kendisine iki nur sahibi anlamında "Zinnureyn" denmiştir.

Kur'an'ı Kerim bilgisi, onu çok okuması değerine değer katan diğer özelliklerindendir. Hz Ömer'in şehit edilmesiyle birlikte istişare ile üçüncü halifemiz olmuş olan Hz Osman, Hz Ebubekir zamanında kitap haline getirilen Kur'an'ı Kerim'i Kureyş lehçesine göre çoğalttırarak diğer İslam beldelerine göndermiştir. Ömrünü Kur'an'a adayan Hz Osman'ın en büyük hizmetlerinden birisi de Kur'an'ı istinsah ettirmesidir.

Yazımın bundan sonraki kısmında Hz Osman’ın halifelik dönemine yani devlet yönetme siyasetine değinmeye çalışacağım. Niyetim bir dönemi eleştirmek değil, günümüze ışık tutması için bir durum tespitidir. Çünkü Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy,
"Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? der, “Kıssadan Hisse” isimli şiirinde.

12 yıl devlet başkanlığı yapan Hz Osman’ın ikinci altı yılından sonra huzursuzluklar baş göstermeye başlar. Bu dönem İslam tarihi için çalkantılı dönemlerin başlangıcıdır. Muhaliflerinin Hz Osman ile ilgili tenkitlerinin başında,
*“Hz. Osman’ın önemli devlet görevlerine akrabalarını tayin etmesi,
*Hz. Osman, muhtemelen idarede birlik ve beraberliği daha kolay sağlama arzusuyla (Seyyid Süleyman Nedvî, s. 57; İA, IX, 429) önemli valiliklere ve devlet kâtipliği görevine yakın akrabalarını tayin etmesi,
*Muâviye b. Ebû Süfyân’ı Suriye genel valisi yapmış; Humus, Kınnesrîn ve Filistin vilâyetlerini de ona bağlayarak yetkilerini genişletmesi,
*Kûfe valiliğine önce anne bir kardeşi Velîd b. Ukbe b. Ebû Muayt’ı, ardından yine akrabalarından Saîd b. Âs’ı getirmesi,
*Mısır valiliğine Amr b. Âs’ın yerine sütkardeşi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’i, Basra valiliğine Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin yerine dayısının oğlu Abdullah b. Âmir’i tayin etmesi, *Amcasının oğlu Mervân b. Hakem’i de devlet kâtipliğine getirmesi,
*Bu tayinler neticesinde devletin bütün idarî kademeleri bazılarının liyakati tartışılan Ümeyyeoğulları’nın eline geçmiş olması,
*Hz. Ali ve diğer ileri gelen sahâbîlerin de eleştirdiği bu uygulama, halifenin valilere karşı beklenen sertlikte davranmaması ve onlara önemli mal bağışlarında bulunması sebebiyle şikâyetleri daha da yoğunlaştırması.” (TDV, İslam Ansiklopedisi, Osman) gelmektedir.
Tüm bu ve benzerlerinin sonucunda maalesef Hz Osman, isyancılar tarafından evinde şehit edilmiştir. Hz Osman’ın şahadetiyle mesele kapanmamış, Müslümanlar arasında daha sonra cereyan eden Cemel ve Sıffın savaşlarının da tetikleyicisi olmuştur. Bugün bile hala yaralar kapanmamıştır.

Bu dönemde cereyan eden huzursuzlukların başka sebep ve nedenleri olsa da Ümeyyeoğlullarının Hz Osman’ın akrabayı görüp gözetme iyi niyetini ve Hz Osman’ın yumuşak başlılığını kötüye kullandığı ve Hz Osman’ın da bu duruma sessiz kaldığı görülecektir. Akif’in dediği gibi bir tekerrürden ibaret olan tarihten ibret alalım, kamuya alımlarda ehliyet ve liyakati esas alalım, adalet duygusunu zedelemeyelim, yoğurdu üfleyerek yiyelim, derim.

***24/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

17 Ağustos 2019 Cumartesi

Bu Dünyada Yaşarken Boş Bir Mezarınız Olsun İstemez misiniz?

Kim istemez ki kendisine ait boş bir mezarının olmasını. Yüzü soğuk olsa da hepimizin hayalidir boş bir mezara sahip olmak. En azından nereye gömüleceğin bellidir. Ayrıca mezarın hazır olunca -olur ya- dostlar son görevimizi yapalım diye cenazeye katılmak isterlerse kimse defin işinde fazla beklemez.

Ne anlatıyorsun, kendinde misin? Biz öldükten sonra nereye gömüleceğimizin ne önemi var dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız elbet. O zaman size dünyada iken içinde bir ailenin kalabileceği büyüklükte boş mezarlarda yaşayanlar var desem, herhalde kim bu şanslılar deyip merak edersiniz. O zaman sizi fazla merakta bırakmayayım. Unutmayın ki bu anlatılmaz, yaşanır.

*Bir kamu veya amme görevi ifa ederler.
*Maaşlarını devletten alırlar. Maaşları asgari ücretlinin çok üstünde olup bir memurun maaşından fazladır.
*Gece gündüz part time çalışırlar. Diğer devlet memurları gibi 08.00-17.00 arası değil.
*Boş mezarları, iş yeri ile aynı bahçe içindedir. İşe gitmek için ayrıca vasıtaya ihtiyaçları yoktur. 8-10 adımlık bir yerdedir.
*İzinli oldukları zaman çoğu mezarda kalır, iş yerine gitmez. Çünkü izinlidir.
*Oturdukları boş mezar için ekseriyeti kira ödemez. Beleş otururlar yıllar yılı. Mezar kendisine tahsislidir. Bir hayırsever tarafından yaptırılıp teslim edilmiştir ya da satın alınmıştır veya iş yeri sakinleri tarafından yardım toplanarak yaptırılır. 
*Bu boş mezarlarda oturanların çoğunun kendisine ait evleri vardır ama oraya gidip oturmazlar. Kiraya verir, kirasını alır, gelirine gelir katarak kendisine katma değer üretirler.
*Boş mezarların bir kısmının araba garajı bile vardır. 
*İş yeri ve müştemilatı boş mezarda bir tadilat ve tamirat gerekirse iş yerinin müdavimlerine müracaat edilir veya belli periyotlarla sergi açılır. Çoğu "Ben bu boş mezarda yıllar yılı kalıyorum. Şu ihtiyacını da ben gidereyim deyip elini cebine atmaz. Çünkü cebinde akrep vardır veya öyle alıştırılmıştır.
*İş yeri tercihinde iş yerine ait boş mezarının olması tercih sebebidir. Boş mezarı yoksa kolay kolay tercih edilmez. Kazara tercih etmek zorunda kalan olursa ilk işi sakinlerle görüşerek boş mezar yapımına öncülük eder ve yaptırtır. Sonra güle güle oturur.
*Boş mezarın çevrili olduğu bahçe bir güzel ekilir, dikilir, hasılatı kaldırılır, iş yeri veya boş mezar sahibi tarafından afiyetle yenir. Fazlası satılır.

Hasılı emeklilik gerektirmeyen bir iş icra edilen vazife. Nimetlerini say say bitmez. Sakın ola ki kim bu tür çalışan talihliler, keşke biraz daha okuyup böyle bir göreve talip olsaydık demeyin. Zorlasanız da kimler olduğuna dair ağzımdan tek kelime alamazsınız. Zira ben aklımı yolda bulmadım. Ölümlü dünya. Yarın önlerine varmama durumum yok. Elim mahkum onlara.

Sadede gelirsek... Burada, boş mezarda kalanlara kızıyor veya onları kıskanıyor değilim. Ama gıpta etmiyor da değilim. Görevleri icabı boş mezarları iş yerlerine yakın olmalı. Ama bu deruhte ettikleri görevi meccanen yapmıyorlar. Karşılığında devletten maaşlarını alıyorlar. Niçin kira vermezler veya kira alınmaz bu durumda? Diğer devlet memurlarının suçu ne burada? Bence bu boş mezarları kullanmalarına karşılık kira vermeleri gerekir. Alınan kira, iş yeri veya boş mezarın ihtiyaçlarını gidermede kullanılmak üzere bekletilebilir.

Oturdukları boş mezara kira verenler vardır mutlaka. Sadece bu boş mezarlarda oturanlar için söylemiyorum. Diğer bazı amir ve memurlar da boş mezarlarda oturmakta. Ödenen kira, piyasa değerinden çok uzak ve sembolik olmamalı, makul bir fiyata oturulmalı. Çünkü buraları kim yaparsa yapsın, buralarda kim oturursa otursun, buralar amme malıdır. Karşılığı ve değeri verilmeden oturulmamalı. 

Günümüzde halen bu boş mezarlarda ücretini ödemeden oturanlar varsa burada hesap soracağımız kişiler, o yerlerden kira almayan sorumlu kişilerdir. Onlar, ilk baştan bu konuyu konuşup hatta karşılıklı  kontrat imzalamalıdırlar. Baştan konuşmaz, iş kurala bağlanmazsa herkes oturur böylesi boş mezarlarda. Kim istemez beleş boş mezarı. Ben de isterdim; oturur, üzümünü yer, bağını sormazdım.