14 Haziran 2019 Cuma

Kredi Kartı Asgari Ödemesi *

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu(BDDK) yeni çıkardığı yönetmeliğe göre kredi kartı asgari ödemelerinde ve kredi kartı ile taksitlendirmelerde yeni düzenlemeye gitti. Daha önce yüzde 35 ve yüzde 40 olan asgari ödeme tutarını yüzde 30'a çekti. 

BDDK'nın bazı kalemlerde taksit sayısını artırmasını anlayabilirim. Mobilya ve elektronik eşya almalarda kredi kartı ile alışveriş yapan ve bu alışverişini taksitlendirmek isteyenler için bir kolaylık olacaktır. BDDK'nın asgari ödeme tutar yüzdesini aşağıya çekmesini tasvip etmediğimi buradan belirtmek isterim. Bu oran düşürme, vatandaşı daha fazla faiz sarmalına duçar edecektir. Vatandaşın borcunu kapatmasını istememek demektir. 

Ne demek asgari ödeme? Yaptığın alışverişin bir ay sonra yüzde otuzunu öde, kâfi demektir. Geri kalan yüzde yetmişe ise ilgili banka yine BDDK'nın belirlediği oranda faiz bindirecektir. Asgari ödemeye alışan veya buna mecbur kalan biri, her ay yine karttan harcama yaptığı ve sürekli asgarisini ödediği müddetçe bankaya olan borcu sürekli katlanacak ve bir müddet sonra bankanın belirlediği kart limiti döndürülemez noktaya gelecektir. Kartı döndüremeyince vatandaş kredi kartı borcunu ödemek için ya çevresinden borç bulacak ya da bankasından veya bir başka bankadan kredi çekme yoluna gidecektir. Vatandaş geri kalan ömrünü kredi kartı veya bankadan çektiği kredi borcunu ödemekle geçirecektir. Bu durum vatandaşı kredi/faiz batağına iyice çekmek demektir. Böylesi müşteri, bankacıların arayıp da bulamadığı bir müşteridir. Çok severler borcunun asgarisini ödeyen müşteriyi. Kredi kartı kullanıp da ödeme gününde borcunu tamamen sıfırlayan kart müşterisini hiç sevmezler. Çünkü işlerine gelmez.

BDDK'nın kart kullanıcılarına kolaylık gibi görünen bu asgari ödeme tutarını aşağıya çekmesi aslında vatandaşa yapılan bir kötülüktür. Bu değişiklik olsa olsa bankacıların işine gelir. BDKK'dan bırakın asgari ödeme tutarını aşağıya çekmesini, ödeme tutarını daha yukarıya çekmesini hatta asgari ödeme tutarını tamamen kaldırmasını beklerdim. Zaten içimiz-dışımız, yediğimiz-içtiğimiz faiz oldu. İşin içine bir de asgari ödeme tuzağı girmesin. İşin garibi asgari ödeme tutarını benimsedik iyice. Kimsenin bu duruma ses çıkardığı yok. Halbuki hangi birimiz bakkala olan borcumuzun bir kısmını ödedikten sonra geriye kalan borcumuza bakkalın faiz uygulamasını ister? Hiçbirimiz razı olmayız. İtiraz ederiz. Ne farkı var bankanın geri kalan borca faiz uygulamasında?

Biliyorum ne demek istediğimi anladınız. Ama yanlış anlaşılmaya mahal vermemesi için şu açıklamayı yapayım. Burada kastım bakkala da asgari ödeme yapınca bakkal da geri kalana faiz bindirsin demek istemiyorum. Böyle bir durumdan Allah bakkalı da korusun, borç yapanı da. Aslında en güzeli hiç kredi kartı kullanmadan peşin alışveriş yapmaktır. Eğer bu mümkün değilse kartla yaptığımız alışveriş tutarının aylık olarak tamamen temizlenmesidir. Allah kimseyi faize düşürmesin, herkese ayağını yorganına göre uzatmayı nasip etsin. Kimseyi asgari ödeme batağının içine düşürmesin. Bu bataklıkta olanları da tez elden kurtarsın.

*22/06/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



13 Haziran 2019 Perşembe

Her Şey Çok Güzel Olacak

23 Haziran İstanbul seçimleri sona erince;
*Adayların İstanbul seçmeni için verdiği vaatler sona erecek,
*Ana haber bültenlerinin ilk haberi İstanbul seçimleri olmayacak,
*TV kanallarında akşamdan başlayıp gece yarılarına kadar yapılan tartışma programlarının değişmez konusu "İstanbul seçimleri" gündemden düşecek, başka konular gündeme gelecek,
*İstanbul'u kapsayan ama tüm Türkiye'yi etkileyen seçim atmosferi sona erecek, böylece 2018 yılında başlayan seçim sathı maili 2019 Haziranı itibariyle bitecek, seçimsiz günler gelecek,
*Reklamlarda aday propagandaları sona erecek,
*Kazanan aday ve taraftarları sevinecek, kaybeden aday ve sevenleri üzülecek,
*Kazanan, kaybeden ve bunları takip eden işine, aşına yoğunlaşacak,
*O aday şunu dedi, bu aday bunu dedi tartışmaları sona erecek,
*Türkiye bir yıl önce bıraktığı normal gündemine dönecek,
*Kaybeden partinin içinde parti içi bir hesaplaşma ve yüzleşme olacak,
*Ülkede siyasi gerilim düşecek,
*Meclis daha yoğun çalışacak, asıl görevini yapacak,
*Seçim çalışmasından dolayı İstanbul halkı gürültüden kurtulacak...

Daha neler neler olacak. Anlayacağınız ülke için her şey çok güzel olacak...


Kararsız Seçmen

İster mahalli ister genel seçim olsun her seçim öncesinde kamuoyu araştırmacıları yaptıkları anket sonuçlarını açıklarken mutlaka kararsız seçmen yüzdesine de yer verirler. Kararsız seçmen oranı yüzde 10 ila yüzde 20 arasında değiyor. Hatta bazen yüzde 25'lere kadar çıkabiliyor. Diğer seçmen kitlesi futbol takımı tutar gibi partilerinden vazgeçmeyen kesimdir. Burada kararsız seçmen üzerinde durmak istiyorum.

Ne demek kararsız seçmen? Mevcut partiler içerisinde hangi partiye oy vereceğini belirlememiş, kafası karışık seçmen demektir. Ben bu seçmen kitlesine kararsız seçmen demekten ziyade henüz kararını vermemiş seçmen demeyi uygun görüyorum. Bu seçmen sandık yaklaşıncaya kadar kararını vermez. Sandık günü hangi partiye ağırlıklı olarak yönelirse o parti seçimi kazanmış oluyor. Kötü bir şey mi karasız seçmen olmak? Bence değil. İyi ki böyle bir seçmen kitlesi var. Şayet kararını vermeyen bu seçmen kitlesi olmasa siyaset tıkanır, iktidar ve muhalefet değişmez. Her seçim bir önceki seçimi yinelemek anlamına gelir. Bu da nafile turlarından başka bir anlam taşımaz. Çünkü kararını vermiş seçmen sonucu değiştirmez. Mevcudu korur.

1980 yılında Fahri Korutürk'ün cumhurbaşkanlığı süresi sona erince yeni cumhurbaşkanını seçmek için TBMM, 118 birleşimde 115 oylama yaptı ama bir türlü yeni cumhurbaşkanını seçemedi. Bu durum 5,5 ay sürdü. Yani ülke 5,5 ay cumhurbaşkansız kaldı. Bu oylamada görülebileceği gibi en büyük sorun, vekillerin oy rengini değiştirmemesi, ülkenin 5,5 ayına mal olmuştur. 12 Eylül ihtilâlı olmasaydı bu nafile turları ne zamana kadar devam ederdi? Allah bilir...

Kararını vermemiş seçmen siyasetin önünü açar, ülkede siyasi krizin çıkmasını önler ve demokrasinin sağlıklı işlemesine büyük katkı sağlar. Ben bu seçmen kitlesini daha sağlıklı ve ülke için büyük bir kazanım olarak görüyorum. Aslında kararını vermemiş seçmen kitlesinin değerini bir ülkede kararsız seçmen olmadığı zaman daha iyi anlarız. Bir an düşünün ki ülkede kararsız seçmen yok. Tüm seçmenlerin hangi partiye oy verecekleri belli. Bu durumda defalarca seçime gidilse ve seçimler yenilense yine aynı sonuç çıkar. Bu da siyasetin önünü tıkar. Ülkede siyasi bir kriz baş gösterir. Bu da ülkelerin hayrına bir durum değildir.

Kararını vermiş ve hep aynı partisine oy veren seçmen kitlesi iyi oynasa da kötü oynasa da takımını desteklemeye devam eden futbol taraftarına benzer. Bunlar her halükarda takımlarının kazanmasını ister. Kararını vermemiş seçmen ise iyi oynayan kazansın düşünce yapısına sahip olanlardır.

12 Haziran 2019 Çarşamba

Mesai Kavramının Neresindeyiz?

Mesai derken özellikle kamuda çalışan memur ve amirleri kastediyorum. Bunlar 08.00-12.30, 13.30-17.00 arası mesaiye tabiler. İşin oldu mu bu saatler içerisinde gideceksin. Özel sektörde çalışanlar da mesaiye tabiler ama burada onları konu edinmeyeceğim. Çünkü özel sektörün kendine özgü mesai kavramı vardır. İş bitmezse gerekirse mesaiye kalınır.

Şimdi gelelim resmi kurumda mesaiye tabi olanlara... Buralarda mesaiye ne kadar riayet ediliyor? Aradığın kimseyi bulabilirsen aşk olsun. Çünkü mesai kavramına çok özen gösterilmiyor. Amirse zaten neredesin diye soran olmaz. Keyfi isterse dairesine gelir. Aradığın zaman sekreterin verdiği cevaba göre ya il dışındadır ya kurum dışındadır ya toplantıdadır ya toplantıya gitmiştir ya bir açılıştadır ya şehir dışından misafirleri gelmiş, müsait değildir ya az önce çıkmıştır ya gelir ama ne zaman gelir, belli değildir ya da izinlidir. İşin ne yetinde bulmak için gidip gidip geleceksin. Aradığın  kişi memur ise ya izinlidir ya az önce çıkmıştır ya hastaneye gitmiştir. Bir de bunun dışında üçüncü bir durum var. Amir ya da memur görev yerinde, işinin başındadır ama çoğu mesaiden yer, yani çalar. Sabah mesai saatinde gelmez. Öğle yemeğe çıkarken 12.30'u beklemez. Dönüşte zamanında işinin başına geçmez. Akşam çıkışta yine tam 17.30 beklenmez. Mutlaka mesaiden çalacak. Amma üç, amma beş, amma 10 dakika takacak. Vatandaş mesai bitimine  10 kala gelir, geri gider, yazık olur düşüncesi yok. Arayan bir daha gelsin diyoruz. İstisnalar kaideyi bozmaz. Her bir kamu çalışanı memur ve amir böyle değildir ama genelinde gözlemlediğim budur. 

Bizim bu durumumuz yani mesaiden yeme durumumuz bana şu fıkrayı hatırlattı: Biri İngiliz, diğeri Fransız, öbürü Türk üç çocuk bir araya gelir. Aralarında kimin babası daha hızlı sorusu sorarak birbirlerine babalarının hızını anlatmaya başlarlar. İngiliz: "Benim babam çok hızlı. Çünkü 100 metreyi 10 saniyede koşar" der. Fransız: "Benim babam da çok hızlı. Silahı ateşler, mermi hedefine varmadan babam, diğer eliyle yakalar" der. Türk ise " Bunlar da hız mı? Siz benim babamı görün" der. "Babam devlet hastanesinde çalışır. 5'te mesaisi biter, üçte evde olur" der.

Herhalde bu fıkra mesai kavramıyla ilgili bizim durumumuzu en güzel şekilde anlatan bir fıkradır. Sözün özü mesaiye riayet etmiyoruz. Bu duyarlılığı kaybettik. Bu konuda diğer bir husus, öyle zannediyorum kurumlarımızın çoğunda iş yükü fazla değil. Fazla olmadığı için kurumlarda kimseyi tutamıyoruz. İşi olsa niye gitsin ki... Ama bu mazeret değildir. Hiç işimiz olmasa da o kurumu mesai bitimine kadar beklemeliyiz. Çünkü müşterinin ne zaman geleceği belli olmaz.

Not: Devlet kurumlarında mesaiye riayet etmeyen bir kurum daha var. Buralar okullardır. Okulların öğle arası falan yoktur. Gelen veli veya misafir istediği öğretmen ve idareci ile görüşür. Çünkü buralarda aranan kişi yerindedir. 


11 Haziran 2019 Salı

Bir Zamanlar Biz, Şimdi Biz

Bir zamanlar biz, 
—Bir kesimden değer ve saygı görmezdik,
—Birileri bize tepeden bakardı,
—Küçümsenirdik,
—Sakıncalı piyade gibi bakılırdı bize,
—Fikrimizi açıkça söyleyemezdik.
—Söyleyebildiğimiz kadarıyla fikirlerimizden dolayı tu kaka yapılırdık.
Bu durumda biz, 
—Alttan alır, inanç ve fikir hürriyeti niçin yok, bunlar insanın doğuştan gelen en doğal hakkıdır, engellenemez derdik,
—Biz kafanızda büyüttüğünüz kadar tehlikeli değiliz diyorduk,
—Ah bizi bir anlasalar derdik...

Bir zaman geldi ki devran döndü. Her türlü imkan ve güç bize verildi. Eşekten düşen olarak karşı tarafı anlayacağımız yerde biz onlara baskı uyguluyoruz.
*Ne kimse açıkça fikrini söyleyebiliyor,
*Ne bir göreve yükselebiliyor,
*Korkular saldık her yere...

Başka düşüncede olan kişileri geçtik. Kendi insanımızın farklı görüşüne ve yapıcı eleştirisine bile tahammül edemiyoruz:
*Bir makamdaysa yerinden ediyoruz,
*Bir gazetede yazıyorsa kalemini elinden alıp yol veriyoruz,
*Televizyonlara konuşmacı olarak bile çıkartmıyoruz,
*Hiçbir şey yapamıyorsak bile dışlıyoruz. Ya yok kabul ediyoruz ya da alın, parçalayın dercesine taraftarlarımızın önüne atıyoruz.
*Nankörlükle suçluyoruz, 
*Geçmiş yaptığımız iyilikleri başa kakıyoruz.

Maalesef hayal bile edemediğimiz imkan ve nimetlerin içinde boğulduk. Değiştik. Güç, koltuk, makam ve iktidar bize yaramadı. Çünkü bunlar bizi değiştirdi, bunların altında kaldık. Dünkü samimiyetimiz yok bugün. Savrulduk hem de ne savrulma. İşin garibi koltuk altımızdan kayıyor. Ne oluyoruz, nerede hata yaptık diyeceğimize iyice hırçınlaşıyoruz. 

Böyle olmamalıydık. Yazık oldu. Sayemizde birçok değerler de çiğnendi. Gidersek bir daha gelemeyiz. Çünkü güveni de yok ettik.

Belediyelerin El Değiştirmesi *

Demokrasilerde seçim vardır. Belli bir sürenin sonunda seçmenin önüne sandık konur. Sandık sonucunda kazanan ve kaybedenler olur. Bazen biri, bazen öbürü kazanır. 

Hep aynı parti kazanır, öbürü hep kaybeden olursa ülkelerin demokrasisi tam oturmamış olur. Bir müddet sonra sıkıntılar ortaya çıkmaya başlar. Sürekli kazananlarda şımarma, savrulma, rehavete kapılma baş gösterebilir. Nasılsa kazanıyoruz denerek hizmetlerde aksama meydana gelebilir. Siyasi rakip ve muhalifleri susturma yoluna gidilebilir. Sürekli kaybedenler de ise nasılsa her seçimi kaybediyoruz denilerek sandığa gitmeme, sandıktan ümidi kesme, siyaset dışı başka arayışlara girme, hoşnutsuzluk durumları ortaya çıkabilir. 

Ne demek istiyorum? Demokrasilerde partiler seçim kazanabilmeli ve kaybedebilmeli. Böyle olduğu takdirde partilerde ve partilerin seçmenlerinde bir heyecan ve çalışma azmi ortaya çıkacaktır. Umudunu herkes sandığa bağlayacaktır. 

Kaybeden niçin kaybettiğini sorgulayacak, diğer seçimi nasıl kazanabilirim üzerine yoğunlaşacaktır. Seçimi kazanan da hizmet etmek için elinden geleni ardına koymayacak. Var gücüyle çalışacaktır. Çalışmadığı takdirde bir sonraki seçimi kaybedeceğini düşünecektir. 

Partiler, kaybedince dünyanın sonu olmadığını anlarlar. Demek ki kendimizi iyi anlatamadık ya da seçmen bizi ikna edici bulmadı, nasip değilmiş derler. Kazananlar ise zafer kazandık narası atma ihtiyacı hissetmezler. Çünkü bir sonraki seçimi kaybetme ihtimalleri vardır.

Partiler kazanma ve kaybetme üzerine yoğunlaşınca bundan ülke kazançlı çıkacaktır. Hangi parti kazanırsa kazansın vatandaş kazanacaktır. Çünkü kazandığını kaybetmemek için var gücüyle çalışacaktır.
***
Partilerin kalesi diyebileceğimiz ilçe, il ve büyükşehirlerimiz var. İster genel, ister mahalli seçim olsun, buraları daima aynı partiler kazanır. Aynı parti kazandığı için buralarda aslında seçim yapmaya bile gerek yok. Zaten kazanan da çok büyük yatırımlar yapmadığı gibi çok büyük hizmet etmesine de gerek kalmıyor. Buralarda sadece kazanan partinin adayı değişir. Buralar partilerin kurtarılmış bölgeleridir. Zihniyet değişmediği için seçim, buralarda bir yenilik getirmez. Bu yüzden kale diye tabir edilen yerlerde bir yenileşme ve gelişme görülmez. Kale tabir edilen yerler partilerin hoşuna gitse de demokrasi adına sağlıklı değildir. Aslında seçim yoluyla ara ara zihniyet değişimi olacak ki hiçbir yer partiler için çantada keklik olmamalı. Kim gelirse çalışmaktan ve hizmet etmekten başka çaresi olmadığını bilmeli.

*26/06/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Kavgaların En Büyüğü

Kavga kavgadır. Büyüğü, küçüğü olmaz. En küçük kavga bile kırgınlıklara sebebiyet vermekte, taraflar arasında onulmaz yaralar açmaktadır. En iyisi sorunu iletişim organı dil ile çözmektir. Dil yerine elimizi, kolumuzu kullanırsak işte bunun adı kavgadır. El ve kol da sorunu çözmez, hazırında büyütür. 

Kavganın her türünden uzak durmak lazım. Hele aile kavgasından. Çünkü kavgaların en büyüğüdür. Aile derken karı koca arasındaki kavga, aile bireylerinin birbiri arasındaki kavga, akrabaların birbirleriyle yaptığı kavgalar akla gelir. Bunlarla yapılan kavgalar bitmez, ilanihaye devam eder. Çünkü bunların kavgası yabancılarla yapılan kavgalara benzemez. Başkası ile kavga yaparsın, birbirinizin kafasını, gözünü yararsın. Sonra çeker gidersin. Bir daha birbirinizi görmezsiniz. En kötü ihtimalle mahkemelik olursun. Aile ve akraba kavgası böyle mi? Yeri gelir saç baş yolar, kafayı gözü kırar, adliyelik de olursun. Ama bitmiyor ki... Çünkü akşam sabah berabersin. Saman alevi gibi görünce yine parlarsın. Hiç bir araya gelmeyelim desen bile düğün, cenaze ve benzeri yerlerde yine karşılaşırsın. Yani akraba ve aileyle kavga ettikten sonra ne hali varsa görsün deyip çekip gidemezsin. Neredeyse kıyamete kadar sürer gider. O yüzden kavgaların en büyüğü akraba veya aile kavgası diyorum.

Hasılı en güzeli kimseyle kavga yapmamaktır. Yok illaki yapacağım ya da o gelir beni bulur diyorsan kavgayı kan ve akrabalık bağı olmayan kişilerle yapacaksın. Böylesi kavgalar bir müddet sonra durulur. O yoluna, sen yoluna gidersin. Akraba öyle değil. Çünkü akrabayı kendin seçmiyorsun ve değiştiremiyorsun. O yüzden sen sen ol, akraba ile ye, iç, otur, kalk ama asla kavgaya tutuşma. Sorununu içine at. Gerekirse o sorun seni yesin, bitirsin. Yine de sen aile kavgasından uzak dur. Çünkü kavgaların en büyüğüdür.