Ana içeriğe atla

Mesai Kavramının Neresindeyiz?

Mesai derken özellikle kamuda çalışan memur ve amirleri kastediyorum. Bunlar 08.00-12.30, 13.30-17.00 arası mesaiye tabiler. İşin oldu mu bu saatler içerisinde gideceksin. Özel sektörde çalışanlar da mesaiye tabiler ama burada onları konu edinmeyeceğim. Çünkü özel sektörün kendine özgü mesai kavramı vardır. İş bitmezse gerekirse mesaiye kalınır.

Şimdi gelelim resmi kurumda mesaiye tabi olanlara... Buralarda mesaiye ne kadar riayet ediliyor? Aradığın kimseyi bulabilirsen aşk olsun. Çünkü mesai kavramına çok özen gösterilmiyor. Amirse zaten neredesin diye soran olmaz. Keyfi isterse dairesine gelir. Aradığın zaman sekreterin verdiği cevaba göre ya il dışındadır ya kurum dışındadır ya toplantıdadır ya toplantıya gitmiştir ya bir açılıştadır ya şehir dışından misafirleri gelmiş, müsait değildir ya az önce çıkmıştır ya gelir ama ne zaman gelir, belli değildir ya da izinlidir. İşin ne yetinde bulmak için gidip gidip geleceksin. Aradığın  kişi memur ise ya izinlidir ya az önce çıkmıştır ya hastaneye gitmiştir. Bir de bunun dışında üçüncü bir durum var. Amir ya da memur görev yerinde, işinin başındadır ama çoğu mesaiden yer, yani çalar. Sabah mesai saatinde gelmez. Öğle yemeğe çıkarken 12.30'u beklemez. Dönüşte zamanında işinin başına geçmez. Akşam çıkışta yine tam 17.30 beklenmez. Mutlaka mesaiden çalacak. Amma üç, amma beş, amma 10 dakika takacak. Vatandaş mesai bitimine  10 kala gelir, geri gider, yazık olur düşüncesi yok. Arayan bir daha gelsin diyoruz. İstisnalar kaideyi bozmaz. Her bir kamu çalışanı memur ve amir böyle değildir ama genelinde gözlemlediğim budur. 

Bizim bu durumumuz yani mesaiden yeme durumumuz bana şu fıkrayı hatırlattı: Biri İngiliz, diğeri Fransız, öbürü Türk üç çocuk bir araya gelir. Aralarında kimin babası daha hızlı sorusu sorarak birbirlerine babalarının hızını anlatmaya başlarlar. İngiliz: "Benim babam çok hızlı. Çünkü 100 metreyi 10 saniyede koşar" der. Fransız: "Benim babam da çok hızlı. Silahı ateşler, mermi hedefine varmadan babam, diğer eliyle yakalar" der. Türk ise " Bunlar da hız mı? Siz benim babamı görün" der. "Babam devlet hastanesinde çalışır. 5'te mesaisi biter, üçte evde olur" der.

Herhalde bu fıkra mesai kavramıyla ilgili bizim durumumuzu en güzel şekilde anlatan bir fıkradır. Sözün özü mesaiye riayet etmiyoruz. Bu duyarlılığı kaybettik. Bu konuda diğer bir husus, öyle zannediyorum kurumlarımızın çoğunda iş yükü fazla değil. Fazla olmadığı için kurumlarda kimseyi tutamıyoruz. İşi olsa niye gitsin ki... Ama bu mazeret değildir. Hiç işimiz olmasa da o kurumu mesai bitimine kadar beklemeliyiz. Çünkü müşterinin ne zaman geleceği belli olmaz.

Not: Devlet kurumlarında mesaiye riayet etmeyen bir kurum daha var. Buralar okullardır. Okulların öğle arası falan yoktur. Gelen veli veya misafir istediği öğretmen ve idareci ile görüşür. Çünkü buralarda aranan kişi yerindedir. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde