11 Haziran 2019 Salı

Hasta Katılım Payları*

Hastanede muayene olduktan sonra devletin aldığı hasta katılım payını, muayene ücretini ve reçeteye yazılan ilaçtan alınan yüzdeyi sorun edinmiyorum. Devlet alması gerekiyordur, alıyor. Alınan ücret azdır, çoktur iddiasında da değilim. Benim sorun edindiğim eczaneye her varışımda bir borç çıkarılması. Burada eczanelerin para almasına da bir şey demiyorum. Devlet, eczanelere vezne görevi vermiş. Onlar da alıyorlar. Burada bir sorun varsa bu sorun eczacıların sorunu.

Benim derdim devletin tahsil edeceği muayene ve hasta katılım payını peşin tahsil ettirmemesi. Her muayeneden sonra her eczaneye varışında az veya çok bir borç çıkıyor. Borcu duyunca önce ne borcu deyip bir şok geçiriyorsun. Eczacı ya şu şu tarihlerde falan hastanede muayene olmuşsun açıklaması yapıyor ya da geçmiş borcu gösteren bir çıktı veriyor. Tamam, neyse, kapatalım bu borcu deyip ödemeyi yapıyorsun. Eczaneye bir diğer uğradığında yine eski bir borçla karşılaşıyorsun. Anladığım kadarıyla sistem son muayenenin reçetesini görüyor, ilacını veriyor ama son muayeneyi görmüyor. Onu da bir dahaki gelişine saklıyor. Haraca bağlar gibi her defasında önüne bir başka borç çıkarıyor. Merak ediyorum çok mu zor, son muayeneyi  hemen yansıtmak?

Bugün bakkallar bile doğru dürüst borç yazmıyor. Parası olmayan kredi kartını uzatıyor, alışverişini karta geçirtiyor. Hatta çoğu bakkalın görünür yerinde "Veresiyemiz yoktur" levhası asılı. Yani eski çamlar bardak oldu. Fakat görüyorum ki devlet hala borç yazdırmaktan vazgeçmiş değil, eski borç ve veresiye defterlerini yaşatmaya çalışıyor. Tek farkı var. Borcu deftere yazmıyor, sisteme işliyor. Devlet parayı peşin tahsil edecek bir sistem bulamadı mı yoksa başka bir hesabı mı var? Yok bulduğu en güzel sistem bu ve  bu sistem bu şekilde devam edecekse bari bu sistemin mucidi kim, bu yazılımı kim yaptı ise bari her eczanenin önüne bu mucidin bir heykelini dikmeyi şart koşsa. Hiç olmazsa eczaneden her çıkan kafasını kaldırarak bu mucidin yüzüne bakar. Böylece hem mucit her eczaneden çıkanın hayır duasını alır hem de heykeltıraşlara bu vesileyle bir iş çıkarılmış olur. Bu işin, bu sanatın gelişmesine de katkı sağlayacağını düşünüyorum. Bu bir maliyettir denirse pekala HKP(Hasta Katılım Payı) gibi bir HKP(Heykel Katılım Payı) sütunu daha açılır. (Kısaltmayı değiştirmeye bile gerek yok gördüğünüz gibi) Bu maliyet de hastaların üzerine borç olarak yazılır. Tahsil işini de yine eczacılar yapar.

Burada bir söz de din görevlilerine söyleyelim. Biliyorsunuz ramazan ayı gelince din görevlileri eski ramazan geleneklerinden olan veresiye defterlerine değinirler ve bu vesileyle bakkala borç yazdıran fukaranın borçlarını sildirmemizi teşvik ederler. Artık eskisi gibi bakkal borcu olmadığına göre din görevlileri vaazlarında veresiye defteri konusunu işlerken "Fakir fukaranın eczane borçlarını ödeyin" desinler. Çünkü hasta olup da hastaneye uğrayan herkesin borcu var eczanelere.

*21/06/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


10 Haziran 2019 Pazartesi

Bayram mıydı yoksa Katliam mıydı?

Dokuz günlük Ramazan Bayramı tatilinde meydana gelen 230 trafik kazasında 106 insanımız öldü, 775 kişi de yaralandı. Bu demektir ki ortalama günde 26 kaza vuku bulmuş, 12'i can vermiş, 86'ı da yaralanmış. Sanki bayram değil de savaş ya da katliam yapmışız.

Her bayramda normalinden fazla meydana gelen bu trafik kazalarını, ölümleri ve yaralanmaları kanıksadık maalesef. Devlet ne tedbiri alırsa alsın her bayramda kazalar oluyor. Sanki bayramlarda kaza yapmak kaderimiz. Öyle zannediyorum kaza nedenlerinin çoğu da sürücü hatasından kaynaklanmaktadır. Bu sürücülerin kahir ekseriyeti de kendisine çok güvenen usta şofördür. Zaten kendisine çok güvenenler çok kaza yapıyor. Mübareler arabaya binince sanki tatile değil de ölüme gidercesine bastıkça basıyorlar. Sanki gidecekleri yere beş, on dakika sonra varsalar itibar kaybına uğrayacaklar. Allah hayırlarını versin.

Dokuz günlük tatilde kaybettiğimiz bu insanları trafik kazasında değil de bir terör saldırısı sonucunda kaybetsek Türkiye ayağa kalkar, duygularımız kabarız. Nedense trafik kazalarında ölen bunca insan gündem bile oluşturmuyor.

Ne yapacağız, ne edeceğiz? Tatillerde özellikle uzun bayram tatillerinde biz her sene bayramlık elbise yerine kefen giymeye devam mı edeceğiz? Yok mu bunun yolu? Ne tedbir alırsak alalım, inisiyatif yine sürücülerde olacaksa biz bu ölümlü kazaların önüne geçemeyiz. Çünkü arabasına ve şoförlüğe güvenen kimseler düzgün yolları gördüğü zaman akıllarına gaza basmaktan başka bir şey gelmiyor. Yazık gerçekten! Bizim bu hız tutkumuz böyle giderse daha nice canlara mezar olacak.

Bu kazaları önlemenin yolu, sürücülerin sorumlu davranmasıyla, trafik kurallarına uymasıyla mümkün olur. Sürücülerde bu sorumluluk yoksa çok faydası olur mu bilmiyorum ama hız sınırına riayet etmeyenlerin aracına el konabilir. Başka da aklıma bir şey gelmiyor. Ölümü göze alana ve ölüme koşana arabasını bağlamak işe yarar mı diyebilirsiniz? Tatil demek araba demek. Yaya kalacağını bilen için bir tedbir olabilir.


Kazanmak ve Kaybetmek

Yaşadığımız hayat bir imtihan dünyası olduğu kadar aynı zamanda bir yarıştan ibarettir. Bir yerde yarış, müsabaka, rekabet varsa bu yarışın mutlaka bir kazananı, bir de kaybedeni olur. Yani kazanmak ve kaybetmek yaşadığımız hayatın doğasında vardır. Bu demektir ki bir yarışa girmişsek kazanmaya ve kaybetmeye hazır olmamız gerekiyor.

Yarışa giren herkes, kaybetmekten ziyade kazanmaya kendini şartlandırır. Kimse kaybetmeyi aklına bile getirmek istemez. Ama bu dünya hep kazanmaktan ibaret değildir ve kişi sadece kazanmaz, bazen de kaybeder. Ki böyle olmalıdır. Rekabetin iki ucundaki kişilerden bir taraf hep kazanır, diğer taraf kaybederse yarışın bir anlamı kalmaz. Zaten böylesi durumlarda yarışmaya da gerek yoktur.

Kazanan, kazanma kurallarını yerine getirdiği, yaşadığı çağı okuyarak kendini yenilediği müddetçe kazanmaya devam eder. Kaybeden de işi kuralına göre oynayamadığı müddetçe kaybetmeye devam eder.

İçinde rekabeti barındıran hayat hep böyle devam eder mi? Ne zamanki hep kazanan kazanmanın şımarıklığına tutulur, nasılsa hep kazanıyorum deyip işini savsaklamaya başlar ise yozlaşma ve savrulma ortaya çıkar. Bu durum, rakibinin çıtasını yükseltirken kendisini aşağıya doğru çeker. Bu da hep kazananın kaybetmesi demektir. Hemen birden kaybetmese bile bir müddet kıl payı veya zorla kazanmaya devam eder. Sonra da kaybetmeye başlar. Daha önce hep kazandığı için ortaya çıkan bu mağlubiyeti kabullenmek çok zordur. Yine kazanmak için her yolu dener, bunu mubah görür. Daha önce başvurmadığı yollara tevessül eder. Can havliyle attığı her adım birlikte çalıştıklarını da yaralamaya başlar. Çünkü sağlıklı düşünme ortadan kalkar.

Daha önce hep kaybeden sürekli kaybetmeye devam ederse moralman çöküntüye sürüklenir. Hiç kazanma ümidi kalmadığı için rekabetin dışında başka yollara girer veya bu şekil bir beklenti içerisine girer. Bu şekil hep kaybeden bir gün kazanırsa moral kazanır, kendisine güveni gelir. Demek ki düzgün çalışılırsa beraberinde kazanma da gelebiliyormuş der ve başka arayışlar içerisine girmez.

Demek istiyorum ki doğasında kazanmak ve kaybetmek olan rekabetin sağlıklı yürümesi için taraflar kazanmaya ve kaybetmeye hazır olmalıdırlar. Ne hep kazanmak kişiyi ihya eder ne de hep kaybetmek kişi için dünyanın sonudur. Kazansak da kaybetsek de hayat yine devam ediyor. Önemli olan yarışı sonuçları itibariyle bir fazilet ve erdem yarışı olacak şekilde tatlı bir rekabete döndürmektir.

9 Haziran 2019 Pazar

Seçen ile Seçilen Arasındaki Farklar ***


Seçen(seçmen) derken sen, ben, bizim oğlan yani köylü Ahmet Ağa ve çocuklarını; seçilen derken bizim seçtiğimiz, seçerek gönderdiğimiz ve devletin her türlü imkanından yararlanan üst bürokrasiyi kastediyorum. Buna besleyenler ve beslenenler de diyebiliriz. Seçmen ve seçilen, nimetlerden faydalanmayan ve faydalanan, besleyen ve beslenen, külfete katlanan ve külfet yüzü görmeyen, yönetilen ve yöneten adına ne dersek diyelim, yazılışları farklı olsa da aslında aramızda fazla bir fark yok. Hindistan'daki Kast Sistemi kadar değil mesela. 

Önce eşitliklerimizi yazalım:
*Biz halkız, onlar da halk. Her ikimiz de Halkçılık ilkesine bağlıyız. Eşitiz yani. En azından böyle diyorlar.
*Sandıkta bizim oy ile onların oyu aynı.
*Onlar da bizim gibi bu ülkenin havasını teneffüs ediyorlar. Yurtdışından ayrı bir hava getirmiyorlar. Öldükleri zaman da onlar bizim gibi toprağa gömülüyorlar.

Bir nüans diyebileceğimiz aramızdaki farklara gelince;

*Onlar VİP'ten geçer, biz geçemeyiz. Çok da büyütülecek bir fark değil. Sadece giriş yerlerimiz farklı. Onlar VİP'e girerken kapıda karşılanır, cepleri yoklanmaz. İçeride dinlenirken izzet ve ikram beleşmiş. Bize gelince cebimizdeki bozuk paraya, belimizdeki kemere varıncaya kadar çıkartılıp öyle geçeriz. İçeri girince bizim için de her şey var. Bütçemiz el verirse istediğimizden yiyip içebiliriz. Tek farkı ikramlara para ödüyoruz. Bunda büyütülecek, efendim bu haksızlık denecek bir durum söz konusu değildir. O, yani beleş yiyen amme adına oradadır. Ben ise belki de keyfi oradayım. Amme adına iş yapanla keyfi iş yapan arasında o kadar fark olsun. O, cebi yoklanmadan içeri geçiyorsa buna da kızmaya hakkımız yok. Demek ki bana göre o, güven vermiş. Ben devletime, VİP'e güven vermemişsem devlet ne yapsın?
*Onun altında makam aracı, şoför ve koruması vardır. Bizimse yok. Bu da bizim açımızdan olumlu. Çünkü biz istediğimiz tüm toplu taşımaya bineriz, sıkıldıkça birinden inip diğerine geçeriz. O ise aynı araba, aynı koruma, aynı şoförle olmak zorunda. Aynı şeyden insan sıkılır. Allah yardımcıları olsun. Onlara sabır versin.
*Onlara devletin tüm kapıları açıktır. Biz ise randevu ile gireriz. 
*Onlar protokolde kendilerine ayrılan yere oturmak zorunda. Biz ise protokol hariç her yere oturabilir ve dolaşabiliriz. Beğenmezsek çeker gideriz.
*Onlar her nereye giderse birinci sınıf muamele görür, el üstünde tutulur. Hatta bazen gördükleri muameleden hoşnut kalmazlar. Biz ise Yalova Kaymakamı muamelesi görürüz daima. Bu, bizim için değişmez kuraldır.
*Onların özlük hakları iyidir. Kendileri ve sülalesi ihya olur. Biz ise onlara verdiğimizden arta kalan olursa kendi yağımızla kavruluruz. Kendimiz onlar kadar yiyemesek de daima veren eliz. Bizim elimiz daima havada, onlarınki ise aşağıda. Onlar, bakımdan dolayı sık sık hazım sorunu yaşarken, bol bol soda içmeleri gerekiyor. Bizim ise soda ile pek işimiz olmaz. Çünkü midemizin hazım sorunu yoktur.
*Onlar vekil, biz asılız. Onlar bir müddet sonra vekil ve seçilmişliklerini kaybetseler de biz asla aslımızdan ödün vermeyiz, aslımızı inkar etmeyiz.
*Ülkede çıkarılan her türlü mevzuat onları korumaya yöneliktir. Hiçbir şeyden dolayı onlar asla mağdur olmazlar. Biz ise mevzuattan kendimizi korumaya çalışırız.
*Onlar halkın içerisine seçimden seçime katılırlar. Biz ise daima halkın içindeyiz.
*Onlar beş yıldan beş yıla bizim ayağımıza gelir, oy isterler. Biz ise beş yıl boyunca onların ayağına gideriz. Bir sirkülasyon var yani.
*Onlar girdikleri seçimi kaybederlerse hayatın sonu demektir. Ağızlarının tadı kalmaz. Bizde ise hiç değişiklik olmaz. Çünkü her gelen vurduğu için vücudumuz her türlü artçı depreme karşı dayanıklıdır.
*Onlar ölürse cenazeleri Meclisin önünde yapılan bir törenle kaldırılır. Bizi ise sevenlerimiz sessiz sedasız kaldırır.
*Trafiğe çıktığımızda trafik yoğunluğuna göre seyir ederiz. Yol tıkalı ise yolun açılmasını bekleriz. Trafikte sabrın en güzel örneklerini sergiler, sağı-solu seyrederiz. Onlar ise boşaltılmış yoldan geçer, kırmızı ışık nedir bilmezler. Geçerken cadde sinek avlar. Çünkü hiçbir şey göremezler.

Gördüğünüz gibi aramızdaki farklar çok büyütülecek gibi değil.

***15/06/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Böyle Oynayın İşte! ***


08 Haziran 2019 Cumartesi günü 2020 Avrupa Futbol Şampiyonası elemeleri H grubu 3.maçında Türkiye ile Fransa milli takımları Konya Büyükşehir Stadında bir araya geldi. Son dünya şampiyonu Fransa, sahadan 2-0 mağlup ayrıldı. 

Bayramın ardından gelen bu galibiyet yüzümüzü güldürdü. Millilerimiz bize ikinci bayramı yaşattı. Gururumuz oldu hepsi. Teşekkürler millilerimize.

Nice zamandır özlemiştik böyle galibiyetleri. Susamıştık iyice. Demek ki isteyince, azmedince, oynayınca oluyormuş.  2-0'lık net skor ve güzel bir oyun. Teşekkürler millilerimiz. 

Yendiğimiz takım daha önce hiç yenemediğimiz son dünya şampiyonu Fransa olunca maçın önemi daha bir arttı. Biz ki dünya şampiyonasına gidememiştik bile. İşte o dünya şampiyonu, dünya şampiyonasına gidemeyen bizde dize geldi. Teşekkürler!

Maçı baştan sona çok izlemedim. Ara ara göz gezdirdim. Birçok maçta olduğu gibi ölüp ölüp dirilmedik. Üstelik karşımızdaki son şampiyon demedik. Maç boyunca üstünlüğü elden bırakmadık. Bizimkiler oynadıkça, gol atıp gol kaçırdıkça hah şöyle! Böyle oynayın işte dedim. Maç ve skor bizi memnun etmekle beraber eline geçen fırsatları Burak değerlendirebilseydi skorun artmaması hiçten bile değildi. Şansı yaver gitmeyen Burak'a rağmen millilerimiz bizi memnun ve mesrur etti. Her birine ayrı ayrı teşekkürler.

Net bir galibiyet, bu galibiyetin Fransa'ya karşı alınması ve elemelerde ilk mağlubiyetini Fransa'ya tattırmak ayrı bir sevinç verdi bize. Sağ olun, var olun milliler...

Son yıllarda başarı çıtasını bir türlü yükseltemeyen milli takım, oynadıkları oyunla ve hak ederek aldıkları bu galibiyetle gelecek adına ümit verdi. Bu galibiyet serisini 11 Haziran'da(bugün) deplasmanda oynayacakları İzlanda maçı ile sürdürmeleri en büyük temennimizdir. Umarım futbolcularımız Fransa'yı yendik, bizim karşımızda kim durabilir havasına girmezler. Çünkü önemli olan lokal başarı ile sevinmek değil, bu başarıyı diğer maçlara da taşımaktır. Millilerimizin "sıradaki gelsin" dercesine bir başarı serisini yakalaması gerekiyor. Değilse Fransa galibiyeti kursağımızda kalır, boğazlar düğümlenir. İşte bu maç bu iradeyi gösterdi ve umutlarımızı yeşertti. Teşekkürler milliler.

Yolunuz açık olsun millilerimiz. Yüreğinizi ortaya koydunuz. Galibiyetten galibiyete koşarsınız umarım. Çünkü bu milletin buna ihtiyacı var, özellikle hep olumsuz havadisler aldığımız bugünlerde.

Ne diyeyim? Hep böyle olun. Bu millet yediden yetmişe arkanızdadır, sizinledir.

Sıradaki gelsin!

***11/06/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


8 Haziran 2019 Cumartesi

"İlahiyata Gitsinler İstiyorum"


Arapça ağırlıklı eğitim ve öğretim yapan bir lise müdürüyle görüştüm bir ara. Yaptıklarını ve anlattıklarını dinleyince müdürü samimi buldum. Zaten çabası da bunu gösteriyor.

Nasıl çocukların durumu? Bu sene mezun vereceksiniz dedim. "Durumları iyi. Fakat ilahiyat yazmak istemiyorlar. Ben ilahiyata gitmelerini istiyorum. Arapça bilgileri boşa gidecek" dedi. Ben de haddinden fazla ilahiyat yazacak öğrenci var ve yüz civarında ilahiyat ve dengi fakülte var. Herkesi ilahiyatçı yapıp da ne yapacağız? Bırakalım çocuklar istediği ve sevdiği bölümü yazsınlar. Sonra Arapça bilgileri niçin boşa gitsin? Çocuklarımız Arapça bilen doktor, Arapça bilen diş hekimi, Arapça bilen mühendis olsunlar. Hayatın bir alanında bu Arapçaları bir işe yarar, hatta insanlara faydalı da olurlar" dedim. Ardından şu örneği verdim: Necmettin Erbakan Üniversitesi Diş Hekimliğinde beni genç bir hekim muayene etti. İstediği röntgeni çektirmek için sıra beklerken hastasını muayene eden doktor, hastasının ardından koridora çıktı. Ona gideceği yeri tarif etmeye çalışıyordu. Ama tarifte zorlandı. Çünkü karşısındaki hasta Türkçe bilmeyen -kuvvetle muhtemel- bir Suriyeli idi. Doktor, Suriyeliyle meramını Arapça konuşarak çözmeye çalışıyordu. Aklına bir türlü gelmeyen Arapça kelimeyi ben söyleyince doktorun yüzü güldü. Benden aldığı kelimeyi kullanarak hastasını cerrahi bölüme yönlendirdi. Ardından bana dönerek "Yazın kursunu da gördüm ama kelime bir türlü aklıma gelmedi, teşekkür ederim" dedi ve tekrar muayenehanesine geçti.

Okul müdürüyle yaptığımız ayaküstü konuşmamızı fazla sürdürmedik, vedalaşıp ayrıldım. 
*
Annemi Meram Tıp Fakültesi göz bölümünde muayene eden doktorun Filistinli bir doktor olduğunu sonradan öğrendim. Aspirin gibi bir doktordu. Az önce bizimle zorlanmadan Türkçe konuştu, az sonra önüne gelen Arap bir hasta ile Arapça konuştu. Başkasıyla hangi dilde konuşur bilmem ama öyle zannediyorum İngilizce de biliyordur. Kuvvetle muhtemel İbranice de konuşuyordur. 

Kim istemez böyle birden fazla dil bilmeyi ve insanlara faydalı olmayı. Gördüğünüz gibi öğrendiği Türkçe de, ana dili Arapça da boş değil. Zaten önemli olan insanlara faydalı olmak değil mi? Adam alasını yaptı gözümün önünde.
*
Yeni mezun bir diş hekimi bir ilçede dişçilik yaparken dişinden rahatsız olan bir Koreli gelir. Dilinden kimse anlamaz. İmdada bizim genç diş hekimi yetişir. Koreli hasta ile çatapat Korece konuşur ve yabancının işini görür. Diş hekiminin Korece’den anladığı lisedeyken Korece’ye merak sarmasından. Gördünüz değil mi bir başka dili bilen biri çok farklı bir meslek grubunda çalışırken pekala bildiği bir yabancı dil ile insanlara faydalı olabiliyor.

Ezcümle öğrencilerinin ilahiyat dışında bir tercihte bulunmalarına sıcak bakmayan lise müdürünün bu görüşüne katılmıyorum. Arapça sadece ilahiyat fakültelerinde değil, yeri geldiği zaman her yerde kullanılabilir. Yeter ki biz kendimizi mesleğimizle ilgili güzelce yetiştirelim. İlk önce kendi dilimiz Türkçeyi en iyi şekilde bilip konuşalım. Başka dilleri de öğrenelim. Verdiğim örneklerde de görüldüğü gibi bildiğimiz dil bir zaman gelir, işe yarar. Hele Arapça, içimizde yaşayan Suriyelilerle iletişim kurmak ve onları anlamak için elzemdir.



Bayramda Tatile Gidenlere Kızdım. Kızdığımla Kaldım *


Son yıllarda dini bayramlarda eşiyle, dostuyla bayram yapma yerine sahil kenarlarına giderek tatil yapma âdeti yaygınlaşmaya başladı. Hele tatil 9 günü kapsıyorsa gözü tatilde olanlar aylar öncesinden uygun tatil yeri bulma yarışına giriyorlar. Onlar bayram tatilini fırsat bilip tatil hesabı yaparken geride kalanlar da boş durmuyorlar. Kendilerine bir meşgale buluyorlar. 

İşimiz, tatile gidenlere kızmak: "Vay efendim! Bayramı bırakıp tatil yapıyorlar. Bayramı anasının babasının yanında geçirmiyorlar. Bir de ağızlarını açtıklarında ülkede kriz var derler. Dünya kadar parayı beş yıldızlı otellere bırakıp geliyorlar. Bunlar düpedüz kriz edebiyatı yapan kişiler. Baksana, para yok diyorlar. Soluğu sahillerde alıyorlar. Ben ülkede kriz olduğuna falan inanmıyorum" şeklinde.

Bulduğumuz bu iş fena değilmiş hani. Onlar tatilini yaparken biz durmadan kızıyoruz onlara. Kızdığımızdan tatilcilerin haberi yok ama iş, iştir. Böylece birkaç bayram ziyaretçisi bir araya gelince kimse konu sıkıntısı çekmiyor. Laf dolaşıp gelip tatilcilere geliyor. Zenginin parası züğürdün çenesini yorar misali tatilciler  de ağzımızı yoruyor ama olsun. İş iştir. Onlara kızarak ne derece geleneklere bağlı kaldığımızı ortaya koyuyoruz. Bir de deşarj oluyoruz.

Bayramı bırakıp tatile gidenler de sessiz sakin gitmiyorlar. Gitmeden önce "Bu sene tatile gideceğim. Bir kafa dinlendireyim. Hem çocuklar için de bir değişiklik olur" diyorlar. Ardından otele yerleştikten sonra ardı arkasına ya durumdan ya sosyal medyadan ya da mesaj yoluyla "Biz şuradayız. Keyif çatıyoruz. Çatlayın e mi" dercesine durmadan fotoğraf paylaşıyorlar. Bu durumu gören sen, önce fesübhanallah çekiyorsun. Ardından istemeyerek de olsa ya "iyi tatiller" şeklinde yorum yazıyor ya da "Ben gidip tatil yapamadım. Sen bari bu tatilin kıymetini çıkar" dercesine beğeniyorsun.

Merak ediyorum bu tatile gidenler sessiz sakin niçin gitmezler tatillerine? Sonra bu paylaşımlardan muratları nedir? Paylaşmazlarsa çatlayıp ölecekler mi acaba?

Gelelim tatile gidenlere kızanlara...
*Tatilcileri evinize beklediniz de gelmediler mi?(Tatile gidip de tatil dönüşü bayram bittikten sonra bayram ziyaretine gelen olursa elinden geleni yapma hakkına sahipsin. Unutma. İştahını o zamana sakla.)
*Tatilcilerin evine bayram ziyaretine gittiniz de onları bulamayıp geri mi döndünüz? 
*Tatilcilerin ana babası size gelip "Bizim oğlan ve gelin bayramı bırakıp tatile gittiler. Ha ne olur, şunlara bir kız" olmaz mı dedi? Sonra anasının babasının sözünü dinlemeyen seni mi dinleyecek?
*Tatile gidenler tatil parasını gitmeyenlerin üzerine mi yıktı? Ha ne olur, bizim tatilin parasını bir çekin mi dedi?
*Tatile gidenlere kızmak onları yolundan vazgeçirdi mi? "Haklısın arkadaş, tatile gitmemiz uygun değil, vazgeçiyoruz" mu dedi?
*Tatile gidenler bizim yerimize şu işi yapıverin, biliyorsunuz biz tatilde burada yokuz" diye bize iş mi çıkardı?
*Sahi tatilcilere kızmak bize bir fayda getirecek mi?
*Bugün tatilcilere kızan bizlerin yarın aynı şeyi yapmayacağımızın bir garantisi var mı? Çünkü insanın ayıpladığı başına gelmeden ölmezmiş.

Hasılı bırakalım bu işi oluruna. İsteyen tatile gitsin, isteyen eşiyle dostuyla bayram yaparak gelenekleri yaşatsın. Ayıplayıp kızsak da kime söz geçirebiliyoruz günümüzde? En iyisi ağzımızın tadını bozmayalım.

*15/06/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.