20 Mart 2019 Çarşamba

Bak Postacı Geliyor! *


Postacıları bilirsiniz. Şu anki işlevleri nasıl bilmiyorum ama bir zaman önemli görevler ifa ediyorlardı. Mektup, telgraf, tebrikleşme uzun süre postacıların eliyle yürütüldü. Mektup, telgraf, APS, iadeli taahhütlü vs mektuplar artık bugün pek kullanılmıyor. Bunun yerine postacılar kargo işine ağırlık vermeye başladı. Bir de e tanzim adı altında sebze ve meyve siparişi verenlerin isteklerini yerine getiriyor şimdilerde.

Postacılar haberleşme işini yaparken gelen evrakı adrese teslim yapar. Yani kendinden bir şey katmaz. Belki de bu yüzden adlarına postacı dendi. 

Postacıları yazarken yaptıkları görevi küçümsüyor değilim. Çünkü telefon ve iletişim ağlarının olmadığı ya da çok yoğun kullanılmadığı zamanlarda taraflar arasında aracı olmak suretiyle haber getirdi, haber götürdü. Yani iki taraf arasında emanetçi rolü üstlendi. Bu görevi yaparken de aracı kurum olarak taraflardan haberleşme bedeli aldı. Bu da doğaldır. Çünkü bu işler parasız dönmez.

Bayram değil, seyran değil, postacıların kuruluş yıldönümü değil, şimdi bu postacı muhabbeti nereden çıktı diyebilirsiniz. Doğrusunu isterseniz bir gün postacıları kaleme alacağım hiç aklıma gelmezdi. Aslında adımıza postacı denmese de yeri geldiği zaman her birimiz birer postacıyız. Çünkü bazen biriyle konuşurken veya yeni tanışırken ortak tanıdıklarımız ortaya çıkabiliyor. Vedalaşırken falan beye selamımı iletirsen sevinirim deriz. Hasılı bizim postacılığımız selam alıp selam götürmek. Postacılar bu işi profesyonelce yaparken bizimki amatörce. Bir diğer farkı, postacı kendinden bir şey katmazken biz başüstüne, aleyküm selam gibi kendimizden bir şeyler katarız. 

Amatörce postacılık yapmayı en azından ben böyle bilirdim. Bugün birini gördüm ki birinin selamını getirdi. Tam profesyonelce idi. Daha postacılar ölmemiş dedim. Niye derseniz? Selamı getiren, selam vermeyen ve selam almayan biri. Selam alıp veriyorsa da çok seçici. Getirdiği selam, üstündendi. Postacılık görevini layıkıyla yaptı. Çünkü kendinden bir şey katmadı. Ne diyelim? Yok olmaya yüz tutmuş postacılığı yaşatan bu kişiyi tebrik etmek lazım. Tek kusuru, küçüklüğümüzde öğrendiğimiz postacı profiline pek uymuyor. Çünkü biz postacıyı;
"Bak postacı geliyor, selam veriyor,
Herkes ona bakıyor, merak ediyor,
Çok teşekkür ederim postacı sana,
Pek sevinçli haberler getirdin bana..."
Şeklinde öğrendik. Yani postacı selam verirmiş. Bu ise ne selam veriyor ne de selam alıyor. Postacı merak uyandırırmış, bu merak uyandırmadığı gibi sevinç de uyandırmadı. Bu yüzden bir teşekkürü de hak etmedi. Çünkü selam gönderen bizi tanımaz, biz de onu tanımayız. Selamı getiren de selamsız, sabahsız biri zaten...

*14/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Bazıları Büyümüyor Bir Türlü

Yönetici olarak ilk göreve başladığımda okulun iş ve işleyişlerinin daha düzenli olması için madde madde bir yazı kaleme aldım. Okuyup imzalamaları için öğretmenlere gönderdim.

Yazımın tepki çektiğini odama gelen bir öğretmenden öğrendim. "Hocam, öğretmenler odasında aleyhinizde konuşuluyor. Şöyle şöyle diyorlar. Kimin ne söylediğini size söylemeye geldim" şeklinde bir şeyler söylemeye çalıştı. Kendisine, sayın hocam! Öğretmenlerimiz, yazıyı beğenmemiştir, hakkımda konuşur, yönetimimi beğenmez eleştirir. Özgüveni olan gelir, eleştirisini dile getirir. Lütfen konuşulanı bana getirme, olmaz mı dedim. 

Ardından tüm öğretmenleri odama çağırıp arkadaşlar! Anladığım kadarıyla yazdığım yazım tepkinizi çekmiş, yazımın hangi maddesinde sorun var, yazının üslubuna mı tepkiniz? Niyetim, tepkinizi çekmek değil. Yazımın neyine tepki gösterdiniz, anlayabilmiş değilim. Lütfen içinizden geldiği gibi açık açık eleştirilerinizi dile getirin dedim.

Kısa bir sessizlikten sonra birkaç öğretmen "Yazıya ne gerek vardı...biz daha önce bu şekil yazı görmedik...bu yazdıklarınızı gelip bize söyleyebilirdiniz...burası küçük bir okul...size bu yazıyı yazmanız için biri mi söyledi "şeklinde eleştiri ve sorularını dile getirdi. Kendilerine, sayın arkadaşlar! Devletin dili yazıdır. Söz uçar, yazı kalır. Yazıyı kaleme almamın sebebi irticalen konuşurken bazı söyleyeceklerimi unutabilirim. İstedim ki gözlemlerin ve yapılması gerekenler derli toplu olsun. Bu yazdıklarım okulumuzda yapılmıyor anlamı çıkarılmasın dedim. Ardından yazımda bir şey var mı, lütfen yazıyı biriniz okusun, dinleyelim dedim. Biri, madde madde okudu. Sorun var mı dedim. Hayır, her biri yönetmelik maddesine dayanıyor dediler. İşi tatlıya bağladık nihayetinde.

Anlattığım bu anekdotta işaret çekmek istediğim dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Burada amme hizmeti yapılan bir yerde yapılan bir tasarruftan dolayı personelin hakkımda yaptığı eleştiriyi bana taşımak istemesi. Yani laf taşımak istemesi. Benim de bu laf taşımaya engel olmam ve huzursuzluğu gidermek için tüm öğretmenleri odama alıp orta yerdeki yanlış anlama ve huzursuzluğu gidermeye çalışmam.
                                       *
5.ve 6.sınıflarda derse giriyorum. Bu sınıf seviyesindeki öğrenciler, daha ergen olmamış çocuklar. Bakmayın ortaokul talebesi olduklarına. Derse girer girmez parmaklar havada. Hangisine söz versen hep arkadaşından şikayet. Bir diğer yönleri de sınıfta olup biten ne varsa hiçbir şey gizli kalmıyor, suç ve suçlu ortaya hemen dökülüyor. Çocuktan al haberi dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Çocukların bu durumunu görünce devletin yerinde olsam istihbarat görevini yapacakları daha 5.ve 6.sınıfta iken bu öğrenciler arasından seçerim. Böylece ülkede gizli kapaklı kim iş çevirmeye kalkarsa devlet anında haberdar olur, suç işlenmeden devlet suçluların yakasına yapışır.

Çocukların, sınıfında olup biteni haber vermesi jurnalciliğe ve laf taşımaya girer mi? Girmez. Çünkü bu işi gizli saklı yapmıyorlar. Yaramazlık yapanların yanında safiyane bir şekilde yapıyorlar. Biraz büyüyünce bilgi almak istesen de vermiyorlar zaten.

Burada bir soru sormak istiyorum. Çocukların hiçbir kötülük beslemeden olup biteni anlatmasını ya büyükler yaparsa bunu nasıl karşılarsınız? Hem de bu işi gizli yapıyorlarsa... Bu iş çocuğa yakılır da büyüğe hiç yakışmaz. Beraber oturup muhabbet ediyorsun, yeri geliyor; eleştiriyorsun, yeri geliyor öneri sunuyorsun. Bir bakmışsın yüzüne gülen meslektaşın amirine olup biteni aktarmış. Lafı taşıyan taşıyor, getirilen lafı dinleyen de dinliyor. Ne laf taşıyan bu yaptığım doğru mu diyor ne de dinleyen arkadaş senin bu yaptığın meslektaşını satmak, üstelik bu yaptığın laf taşımaktır diyor. Her iki taraf da bu şekil birbirinden beslendiğine göre demek ki orta yerde bir sorun yok, ahlaki bir zaaf söz konusu değil. Birileri iyilik yaptım, öbürü de kurum böyle yönetiliyor sanıyor. Bunu yapanlar çocuk falan değil, koca koca kelli-felli adamlar. Çocuk yapsa güler geçersin. Ama bu işi büyükler yapıyorsa bu adamlar hiç büyümemiş, hala çocuk kalmışlar diyorsun.

Kamu veya amme adına bir görev ifa edenler bilsinler ki bu görevi yaparken eleştirilecekler. Eleştiriye açık olmayanların, yaptığını savunamayacak kadar aciz olanların bu görevlere talip olmaması gerekir. Kapalı kapılar ardında iş çevirmekle, alınganlık göstermekle, kin beslemekle bu işler yürümez. Kurumunu gizli ajanı vasıtasıyla yönetmeye kalkanlar şunu bilsinler ki bugün sana laf getiren, yarın senden de bir başkasına laf götürür. Bu yaptıklarını bir maharet gibi görmesinler. Devletin istihbarat birimi dışında diğer kurumları böyle yönetiliyorsa vah benim memleketime!

19 Mart 2019 Salı

Peygamberlerin Çocuklarıyla İmtihanı *


Allah, insanlar içerisinden seçerek risalet görevi verdiği peygamberleri diğer insanlardan daha fazla ve ağır imtihanlara tabi tutmuştur. Ben bunlara şerefli bir görev veriyorum,  ağır bir sorumlulukları var. Bu yüzden bunları daha hafifiyle imtihan edeyim dememiş. Yani torpil geçmemiştir. İlk önce peygamberlerini deneyerek hayatın içinde iyice pişirmiştir. Şayet Allah peygamberleri ağır yüklerle imtihan etmeyip kolayca geçiştirseydi biz insanlar "Bizim çektiğimizin yanında peygamberlerin derdi dert mi" derdik.

Her bir peygamber farklı farklı imtihanlara tabi tutulmuşlardır. Bu imtihanlardan biri de evladıyla imtihan olan peygamberlerdir.  Sayısı da az değildir. Örnek verecek olursak; Hz Adem, Habil gibi iyilik timsali evladının yanında yeryüzünde ilk kanı akıtan ve kardeş katili olan Kabil'in de babasıdır. Ayrıntısını bilmiyoruz ama kim bilir, Hz Adem kardeş katili olmaması için az dil dökmemiştir evladına. Ama peygamber olmasına rağmen oğluna söz geçirememiştir.

Yakup peygamber de çocuklarıyla imtihana tabi olan peygamberlerdendir. Kıskançlıktan dolayı küçük kardeşleri Yusuf'u öldürmeyi dahi göze almışlar, sonunda kuyuya atıp ardından değersiz bir paraya satmışlardır. Baba Yakup, oğullarının "Kurt yedi" yalanlarını bilmesine rağmen evlatlarıyla irtibatını kesmemiş, onların vicdana gelmesini beklemiştir. Evlat hasretiyle yanıp tutuşurken sabrın en güzel örneğini göstermiştir.

Nuh peygamber herkes gibi oğlunu da imana çağırmış ama hidayetine sebep olamamış ve gözlerinin önünde inkârcı oğlunun boğulmasını görerek evlat acısı çekmiştir. Halbuki oğlunun hidayete ermesi için az çaba sarf etmemiştir. Hz Nuh, oğlunun inanmadığına mı yansın yoksa boğulduğuna mı? 

Hz İbrahim, oğlu İsmail'i kurban etmekle imtihan olmuştur.

Hz Muhammed, yedi çocuğundan altısını kendi elleriyle toprağa gömerek evlat acısı çekmiştir. Özellikle erkek çocukları daha küçükken vefat ettiğinden dolayı soyu kesik anlamında kendisine ebter denmiştir.

Günümüzde de imtihanlar farklı farklı. Allah her bir kulunu gücüne göre imtihan etmektedir. Bazı peygamberlerde olduğu gibi Allah, sair kullarını da evladıyla imtihan etmektedir. Ailesinden uzaklaşan, çıktığı yeri beğenmeyen, başına buyruk hareket eden, suça karışan, bir iş yaparken ailesiyle istişare etmeyen, Allah'ın sıkça vurguladığı sılayı rahmi göz ardı eden, ailesiyle kavgalı çocukların sayısı az değildir. Babalar ne kadar çırpınsa da evlatlar bildiğini okuyor. Belki de kuşak çatışması dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

Adı ne olursa olsun baba ve evlatlar arasında meydana gelen bu çatışma, günümüzün yaralarından biridir. Taraflar çırpınsa da iş varacağına varıyor. Durulduğu zaman iş işten geçmiş oluyor. Sonunda az veya çok bir bedel ödenmiş oluyor. Allah altından kalkamayacağımız yük vermesin!

*29/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

17 Mart 2019 Pazar

Yapamadık, Yapamadın/ız


Bir umut, bir heyecan kaynağıydınız. Bir dava arkadaşlığı, bir ekip ruhu vardı sizde. Toparlayıcı bir dil kullandınız. Biz bir umuduz dediniz ve halk, ülke yönetimini ağzına yüzüne bulaştıranları sandığa gömerken başım üstünde yeriniz var deyip sizi başa getirdi. 

Halkın bu teveccühünü boşa çıkarmadınız. Gelir gelmez ülkeyi bir şantiyeye döndürdünüz. Gece gündüz çalıştınız. Tekerinize taş koymaya çalışanlara karşı mücadele ettiniz. Gövdenizi taşın altına koydunuz. 


Ülkede siyasi kriz bittiği gibi ekonomi de döndürülebilir noktaya gelindi. Enflasyon tek haneye geriledi. Paradan altı sıfır atıldı, piyasa canlandı, halkta gözle görülür bir rahatlama meydana geldi. 



Dini baskı halktı, halk rahat bir şekilde gibi vecibesini yerine getirir oldu, başörtüsü okullarda ve kamuda serbest oldu. İHL'lerin önündeki engeller kalktı, üvey evlat muamelesi görmez oldular.


Ulaşım ve savunma alanında çok büyük hizmetler yapıldı.

Döneminizde dış politika açılımıyla İslam dünyasının umudu oldunuz.

Hasılı 2002'den bu yana bu vatandaş görmediği ve ummadığı hizmete kavuştu. Devletin şefkat elini gördü. Vatandaş devletiyle barıştı.

Yapılan hizmetlerin çoğu çıraklık ve kalfalık dönemine ait.

Ustalık dönemiyle birlikte ortaya çıkan 17-25, ardından kanlı darbe teşebbüsü ekonomiyi yeniden kırılgan hale getirdi. Fiyatlarda gözle görülür artış göze çarptı. ABD ile ortaya çıkan kriz geliyorum diyen ekonomik krizi patlattı. Bugün market, manav ve pazarlar cep yakar oldu. Çünkü enflasyon yüzde 20'lerin üzerinde seyretmeye başladı ve bugün geldiğimiz nokta, ülkenin ekonomik yönden yeniden 2001 dönemlerine gerilemiş olması. Esnaf kan ağlıyor, vatandaş kara kara düşünüyor. Toplumda müthiş bir ayrışma, kutuplaşma var. Toplumsal barış, birlik ve beraberlik bozuldu.

Niçin böyle oldu? Ustalık dönemleri çıraklık ve kalfalık dönemlerine göre daha iyi olması gerekmez miydi? Maalesef ustalık dönemleri yaramadı size? Niçin acaba?
*17-25 dengenizi bozdu, soğukkanlılığınızı kaybettiniz, ihaneti savuşturdunuz ama kaldıramadınız.
*17-25 ihanetiyle birlikte bu dönemden itibaren beraber yola çıktığınız ekip ve dava arkadaşlarınızı yavaş yavaş kaybetmeye başladınız. Suç kimde bilmiyorum ama bu süreçte kırılan kırılana, küsen küsene, uzaklaşan uzaklaşana. Durum bu iken eski ekibi nasıl tekrar kazanabilirim üzerine çalışma yapacağınıza yerine yenileriyle doldurdunuz. Yani yol arkadaşlarınızı yolda bulduklarınızla değiştirdiniz. Bugün etrafınız sizi savunur görünen ama altınızı oyan menfaat şebekesiyle dolu.
*İl ve ilçe teşkilatlarında müthiş bir kokuşma var, kibir var, savrulma var, aymazlık var.
*FETÖ'yle mücadele adı altında gerçek suçlularla mücadele yerine suçlu arama avına çıkıldı, fişlenen fişlenene. Görevinden atılan atılana.
*Atamalarda ehliyet ve liyakat bırakıldı. Yerine sözlü mülakata can simidi gibi sarılındı. Her mülakata en az üç kişi davet edildi, birini sevindirirken ikisini küstürdünüz. Merak ediyorum bu sözlü mülakatı icat eden size mi çalışıyor, rakiplerinize mi? FETÖ'yle mücadele ediyoruz, kamuya FETÖ'cü almayacağız düşüncesiyle icat edilen bu atama usulü torpil ve kayırmacılığın önünü açtı. Sma çok farkında olduğunuzu sanmıyorum.
*Her alanda çok iş yapıyorsunuz. İş yapıp da hata yapmayan olur mu? Ama hata kabul etmiyorsunuz. Kazara sizi biri eleştirmeye kalksa düşman belliyor, biletini kesiyorsunuz. Yani eleştiriye gelmiyorsunuz.
*Kamu kurum ve kuruluşlarda doğru dürüst denetim yok. Sizden aldıkları güçle keyif çatıyorlar. Bunları görmüyorsunuz. Çünkü liyakat sahibi olmasalar da size sadık hepsi. Sizin istediğiniz de bu değil miydi?
*Belediyeler borç batağında. Yine buralarda da denetim yok. İstifa ettirilen belediye başkanlarının niçin istifa ettiği anlaşılamamıştır. Bu, kafalarda soru işaretleri bırakmıştır.
*Cumhurbaşkanı olduktan sonra teşkilatlara ve sokağa hakim değilsiniz. Halkı okuyamıyorsunuz. Çünkü aşağıdan yukarıya size doğru bilgi akışı gelmiyor. Halk sizi seviyor, sizi gördü mü meydanları dolduruyor. Halk, aşağıdakilerin yaptığını Cumhurbaşkanı bilmiyor diye düşünüyor.
*Vekil ve belediye başkan adayı belirlemede isabet edemez oldunuz.

Hasılı halk sizi ölümüne sevmesine rağmen gidişattan ve işleyişten hoşnut değil. Sizden bağını koparmak istemiyor. Ama siz de kaç seçimdir mesajı aldık demenize rağmen hala tedbir alabilmiş değilsiniz. Merak ediyorum oylar gerisin geri gidiyor. Niçin bir şey yapmıyorsunuz? Ne olur, halkın verdiği krediyi tüketmeyin. Çünkü kaybeden sadece siz olmayacaksınız.





16 Mart 2019 Cumartesi

Efsane Geri Döndü

Her mesleğin bir efsanesi olur, bizim de var bir efsanemiz. Bizim niçin efsanemiz yok diye kıskanmayın. Ya çalışıp efsane olacaksınız ya da bir efsane bulacaksınız. Ama kimi bulursanız bulun, asla bizim efsanemiz gibi bulamaz ve olamazsınız. Bulsanız da sizdeki olsa olsa taklidi olur. Çünkü aslı bizde.

Biz nereden mi bulduk böylesini? İstemediğin ot burnunun dibinde biter misali, o geldi bizi buldu. Bir de biz tadalım böylesini, bize ödünç verin derseniz, bize kalsa dükkan sizin, köküyle sizin olsun, deriz, hatta üste para da veririz. Ama o bizi bırakmaz. Bu yüzden isteğinizi yerine getiremiyoruz. Kusura bakmayın. Yalnız size bir iyilik yapayım. Beceremem de özelliklerini anlatayım. Çünkü ancak yaşanır. Ama en azından verilmiş sadakamız varmış der, halinize şükredersiniz.

1.Kendisini ne kadar sevdirmeye, beğendirmeye çalışsa da kendisini sevdirememiş biridir. Paratoner gibi herkesin nefretini üzerine çeker. Ajite etmede üstüne yoktur. Bunu nasıl beceriyor? Bugüne kadar anlaşılamamıştır. Ayrı bir sanat ve maharet olsa gerek.
2.İş yapmayı sevmez, yaptığı işi de bitirmez. İş yapar görünür, bugüne kadar ne yaptığını bilen yoktur, bitirdiği iş de yoktur. 
3.Euzü çekerek yanına vardığında iş yapıyormuş gibi davranır, ekrandan başını kaldırıp sana bakmaz, seni ayakta bekletmekten zevk alır.
4.Sorumluluğunda olan görevlerini personele emir vererek yaptırmaktan zevk alır. Sınıf rehber öğretmenlerine şu gönderdiği mesaj bunu en güzel şekilde açıklar: "Arkadaşlar! Sınıfında sürekli devamsızlık yapan öğrenci varsa bana  hemen bildirsin. Ben de ilçe milli eğitime bildireceğim." Helal olsun, kim yapar bunu!
5.Personelin nöbet tutup tutmadığını, dersine zamanında girip girmediğini takip etmeyi, onları uyarmayı iyi becerirken aynı beceriyi yükümlü olduğu dersine girmekte göstermez. Dersine gideceği zaman ya kendisine bir iş bulur ya da unutmuş moduna girer. Hiçbir şey bulamasa bile bir duyuru için diğer sınıflara girer. Bugüne kadar dersine girdiği görülmemiştir. Cesur da aynı zamanda. Çünkü kanunen 6 saat derse girmesi gerekirken o nedense 2 saat ders yükü alır. Dediğim gibi ona da girmez. Bazen branş dışı dersi de alır. Çünkü onun için fark etmez, girmeyecek olduktan sonra...
6.Üzerine aldığı işi ağzına ve yüzüne bulaştırmada üstüne yoktur. Okul yararına düzenlediği kermesten ekibiyle birlikte zarar etmiştir. Onca satışa rağmen bunu nasıl becerdiler, bugüne kadar hala anlaşılamadı. Ne gelir elde ettiniz diyenlere pişkin pişkin "zarar ettik" dediler. Siz becerebilir misiniz bunu?
7.Para getirecek işlerden asla kaçınmaz. Çoğu kimsenin görev almamak için kaçtığı seçim görevinin tek talipli olanıdır. Hem bu görevi, küçük çocuğu olmasına rağmen istiyor. Ne kadar istekli olsa da kendisine görev çıkmadığı halde iade almıştır. Bu yönüyle de mücadelesidir. Bir anne olarak çocuğuna kim bakarsa baksın, önemli olan vatandaşlık görevini yerine getirmesidir. Yine bu yönüyle de fedakardır. Hangi bir anne küçücük çocuğunu bırakarak seçim görevi alır? Gördüğünüz gibi sözde değil, özde fedakar.
8.Nöbetçi olduğunda bazen görev yerine öğretmenlerinden sonra gelse de geldiği zaman dış kapının yanındaki kulübenin yanına durur, ellerini koltuğunun altına koyar, hangi öğretmenin ne zaman geldiğini denetler, kendisine selam verenin selamını da almaz. Çünkü burada önemli bir görev ifa ediyor. Zaman selam zamanı değil. Sonra selamını alsa öğretmen şımarabilir. Görüyorsunuz değil mi ciddiyeti? Keşke tüm idareciler onun gibi olsa Türkiye'nin eğitim diye bir sorunu kalmazdı. Yaptığı bu kadarla sınırlı değil. Hızlı bir şekilde nöbet yerlerini de denetler. Bir taraftan da yürürken telefonla konuşmayı da ihmal etmez. Personelini yerinde denetlerken yüzüne bakarak geçer gider. Kolay gelsin, var mı bir yaramazlık demez. Çünkü iş üzeredir. Personeliyle laubali olacak değildir. Bu işler ciddiyet ister. Görev yerinde bulamazsa hemen hakkında tutanak tutar. Boş dersleri doldurmak için görevlendirme yaparken teknolojiyi de iyi kullanır. Watsapı hemen devreye sokar. Bazen de bu yolu kullanmaz, personeli şaşırtır: Öğretmenler odasına gelerek boş musun der, sen de boşum dersin, seni bir sınıfa gönderir. Gördüğünüz gibi kendi boş durmayı sevmediği gibi boş duranı da sevmez. Keşke herkes bunun gibi çalışsa.
9.Okulda çalıştığı gibi evde de çalışır. Kontrol için ders defterlerini evine götürür. Sabah da erken gelmez, sınıflar birkaç ders deftersiz ders işler.
10.Görevli izinli olduğun halde seni telefonla arar, hocam! Derse gelmediniz der.
11.Kendisi ciddiyet timsali ama bu, hiç espri yapmayacağı anlamına gelmez. Bazen espri yapar ama esprisine sadece kendisi güler. Bugüne kadar bu mizahi yönüne gülene hiç rastlanmamıştır. Aslında insanımız adam gibi dinlese belki gülecek. Ama bizimki şaka yaparken dinleyen "Ne günlere kaldık" şoku geçirdiği için espirideki inceliği kavrayamıyor tabi.
12.Kendisi sözlü mülakatla gelmiş müdür yardımcılığı görevini yaparken empati yapmayı da ihmal etmez. Çoğu zaman kendisini müdür yerine koyar, seni sorgular. Bazen hızını alamayıp muhakkik rolünü üstlenir. Yeter ki bir veli onu arayıp senin hakkında ona bir şey desin. Alır seni odasına. Sana sorular sorar, ithamlar yöneltir, sen konuşurken bir taraftan da söylediklerini not alır.

Gördüğünüz gibi on parmağında on marifet olan bu meslektaşımızın kimsede olmayan maharetleri say say bitmez. Belki de efsaneliği bundandır. Benim anlattığım denizdeki bir katre misalidir. Yani tadımlık. Onu anlatmak için ciltler dolusu kitap yazılabilir. Benim size göre bir avantajım ben onu izlemeye devam edeceğim. Gerçi doğum izninden dolayı bir yıl kadar bir ayrılık yaşadık ama sonunda geldi. Önemli olan da bu. Bir an için düşündüm, acaba anne olması ve bir yıllık ayrılık onda bir değişiklik meydana getirmiş olabilir mi diye. Sağ olsun gönderdiği watsap mesajıyla yüreğimize su serpti: "Kaldığım yerden devam edeceğim," dedi. İstikrar abidesi mübarek!

Bu cevher bu topraklarda nasıl yetişti derseniz, çok bilmiyorum. Allah vergisi olabilir belki. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, kendisi çakma bir branşın öğretmeni. Daha önce ilkokullarda çalışmış. Ömer Dinçer'in icat ettiği yan alan kanalıyla kapağı ortaokula atmış. Yani ana alanı daha küçüklerin eğitimiymiş. Şimdi siz bu cevheri elde edemesek bile yetiştirdiği öğrencilere iştah kabarttınız. Ne de olsa onun tedrisinden geçti. Ah bir elde edebilsek dediniz. Öğrencileri nasıldı, şu anda öğrencileri ne yapıyor, içlerinde okuyan var mı, okuduysa nereye kadar okudu bilmiyorum. Bunu ancak yüz yüze görüşünce kendisinden öğrenebilirsiniz. Siz de benim gibi soramayan türden iseniz maalesef merakınızı gideremeyeceksiniz, tıpkı benim gibi... Ya hu, en azından kendisini bir görsek, kendisiyle bir müşerref olsak derseniz okuluma buyurun gelin, onu size işte şu diyerekten uzaktan gösteririm. Bu iyiliğimi de unutmayın.
Allah onu da affetsin, beni de...

Yeni Zelanda'daki Cami Katliamından Çıkarmamız Gereken Dersler ***

Yeni Zelanda'da cuma namazı vakti iki camiye otomatik silahla yapılan silahlı saldırı sonucunda ortaya çıkan bilançoda 49 ölü, 48 yaralı var. Menfur olayın video görüntüleri yürek yakan cinsten. Üzücü ve lanetlenecek bir olay.

Görüntülerden anladığımız kadarıyla cami dışında başlayan tarama, cami içerisinde de devam ediyor. Yüzüstü yatan insanların üzerine mermileri yağdırıyor. Tüm bu görüntüleri sosyal medyadan canlı olarak yayımlıyor katliamcı. Yine sosyal medyada propagandasını yapmak üzere 73 sayfalık da bir manifesto yayımlıyor insanlıktan nasibini almamış katil veya katil sürüleri. Manifestoya bir göz attığımızda vıcık vıcık ırkçılık koktuğu ve İslam düşmanlığı yapıldığı görülecektir. Yeni Zelanda başbakanının açıklamasından anlaşıldığına göre namaz için camiye gelenler Yeni Zelandalı değil, "birçoğu yeni bir yuva kurmak için bu ülkeyi mesken edinmiş yabancılardan oluşuyor. Saldırganları da aşırı sağcı kişiler olarak" tanımlıyor.

Saldırganlar hem aşırı sağcı, yani ırkçı hem de Hıristiyan. Avrupa ve ABD'lilerin diliyle yazacak olursak bir Hıristiyan terörü ile karşı karşıyayız. Bu tek dişi kalmış canavarlar yatıp kalkıp İslam-Müslüman terörüne vurgu yaparak nefret tohumu ektiler durmadan. İslam ve Müslüman'ı düşman gösterdiler hep. Nihayet kendi devlet terörlerinden sonra Hıristiyan terörünü de piyasaya sürmüş oldular. Kına yaksınlar artık. Çünkü terörün, teröristin dini-imanı olmaz, nereden gelirse lanetlenmelidir bakış açısını göz ardı ettiler hep. Üç-beş oy uğruna yabancı düşmanlığını ve kafatasçılığı tetiklediler sürekli.

Menfur olay sıcaklığını korurken dünya insanının ve devletlerin bu olaydan çıkarması gereken dersler vardır. Devletler, terörün kökünü kurutmada samimilerse mutlaka ders almaları ve akabinde tedbirler uygulamaları gerekiyor.
1.Irkçılık, aşırı sağcılık Fransız İhtilâlıyla beraber gün yüzüne çıkmış, günümüzün yükselen yıldızıdır. Tedbir alınmaz, bu yıldız söndürülmezse asabiye ve din taassubundan dünya çok çekecektir. Irkçılığı besleyen musluklar kapatılmalıdır. Çünkü ırkçılık mücadele edilmesi gereken bir Cahiliye Dönemi âdetidir. Nitekim Peygamberimiz bir hadisinde bu belâya işaret eder ve şöyle buyurur: "Ümmetimde dört şey vardır ki cahiliye işlerindendir, bunları   terk etmeyeceklerdir:
* Haseple (yani ırk ve kabile üstünlüğüyle) övünme,
* Nesebi yani soyu sebebiyle insanlar kötüleme,
* Yıldızlardan yağmur bekleme,
* (Ölenin ardından) matem ve ağıt yakma!"
Hadisten anlaşıldığına göre bu cahiliye âdeti olan ırkıyla övünme ve ırkından dolayı başkasını kötüleme terk edilmeyecektir. Burada devletlere ve dinlere düşen ırkçılığı, yabancı düşmanlığını körüklememek, en azından pasif halde tutmaktır.
2.Sosyal medyanın mutlaka bir etik kuralı olmalı ve denetlenmelidir. Şayet bu yapılmazsa sosyal medya devletlerin başına bela olacaktır. Sosyal medyaya veya sanal âleme kural koymak basın özgürlüğünü ve ifade hürriyetini engellemek değildir. Bu âlem teröristlerin manifesto yayımlayacağı ve katliamlarını yayımlayacağı âlem olmamalıdır. Önüne gelen oturduğu yerden  cep telefonu marifetiyle istediğini denetimsiz bir şekilde paylaşabiliyor. Denetim çok zor olmasa gerek. Bugün bir yazının altına bir yorum yazılsa yorumun yayımı için gazetenin onayı gerekiyor. Her türlü yorumu yayımlamazlar. Pekala sosyal medya veya sanal âlem paylaşımları, etik değerler çerçevesinde onaya tabi tutulabilir. Bu konuda anlaşabilmek devletlere zor olmasa gerek.
3.Savaşlarda kullanılması gereken otomatik silahların teröristlerin elinde ne işi var? Bunlar bu silahları nereden, nasıl temin ediyorlar. Bir av tüfeğine ruhsat vermek için kılı kırk yaran devletlerin gücü, otomatik silahlara yetmiyor mu? Tüm devletler silah sanayine ve silah tüccarlarına söz geçiremiyor mu? 
4.Bu olay üzerine camilerin güvenliğini sorgulamalıdır. Yüzlerce insanın elini kolunu sallayarak ibadet niyetiyle gittiği bu mabetler her türlü saldırıya açıktır. Cami ve mabetler toplantı ve yürüyüş çerçevesinde değerlendirilip en azından cuma ve bayram namazlarında güvenlik tedbiri alınmalıdır. Çünkü camilere saldırı sadece bu olaydan ibaret değildir. Zaman zaman değişik ülkelerin farklı camilerine bu tür terör saldırısı yapılmaktadır. Camilere x-ray cihazı konabilir, namaz boyunca kapının önünde kolluk gücü tertibatı alınmalıdır.
5.Dünya devletleri teröre karşı birlikte hareket edip her nereden, kimden gelirse tedbir aldıkları gibi terörü lanetlemelidir. Bölücülüğe, düşmanlığa davetiye çıkaran İslam terörü, Hıristiyan terörü söylemlerinden kaçınmalıdır.
6.Ülke vatandaşları, kendi ülkelerini babalarının mülkü olarak görmekten vazgeçmelidir. En az kendisi kadar başka insanların da kendi ülkesinde -ama gönüllü, ama zorunlu- yaşamaya hakkı olduğunu bilmeli. Günümüzde ulus devletlerin çoğunda terör, göç, işsizlik, savaş vb. nedenlerle ama işçi, ama mülteci konumunda milyonlar var. Ülkelerinde her ne sebeple olursa olsun azınlık durumunda olanlara beslenen düşmanlık, istenmeyen sonuçlara sebebiyet verebilir. Kimsenin yabancı düşmanlığı yapma hakkı yoktur. Farklı renk, ırk ve inançta olmayı gökkuşağının renkleri gibi görmek lazımdır.

*** 19/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

15 Mart 2019 Cuma

Akşam Paraya Kıyıp Bir Soğan Kestim

Akşam menüsünde baktım nohut yahni ve bulgur pilavı var. Dedim bunun yanında soğan iyi gider, şöyle acılısından. Hanıma soğan var mı dedim. Birkaç tane olacak dedi. Küçüğünden bir tane seçtim. Elime alıp tam keseceğim. İçimden bir ses "Ramazan! İyi düşünmüşsün. Zira bu yemeklerin yanında sofrada soğan yemek iyi gider, üstelik iştahını da açar. Ama soğanın fiyatından haberin vardır umarım. Mesela şu elindeki küçük soğan kaça geliyor biliyor musun? Şayet onu keser, yersen belki iştahın açılacak ama içinin yandığıyla kalmayacak, aynı zamanda cebini de yakacak" dedi.

İçim doğru söylüyordu. "Ramazan içindeki sesi dinle, iştah açacak diye geçici bir heves için yapma bunu. Şayet nefsine ket vuramayıp soğanı kesersen verdiği acıyla birlikte iştahın açılacak, yedikçe yiyeceksin. Ya Rabbi şükür deyip sofradan kalkacaksın. Ağzındaki soğanın verdiği acı geçer ama yarın soğan bitince eşin soğan alınacak derse midene oturur. Çünkü alacağın soğan reyonlarda cep yakıyor" dedim kendi kendime. Ama nasıl ki gönül ferman dinlemezse bir elimde soğan, diğerinde bıçak yarını düşünür mü? Kestim hemen. Bir öğünlük de olsa krallık krallıktı. Soğanı ikiye şaklayıp yarısını aldım. Diğer yarısını da az sonra yerim diyerek masaya koydum. Önüme de tuzu döktüm. Batırıp batırıp yiyeceğim. O da ne? Az sonra yerim diye masaya koyduğum soğanın yerinde yeller esiyor. Ağzına soğan almayan bizim bücür yarım soğanı alıp yemeye başlamıştı bile. Hayret ki hayret! Ucuzken soğanın yüzüne bakmayan bizim küçük şimdi soğan yiyor. Bu durumda ne diyebilirsin? Getir oğlum. Ben yiyeceğim, ben geldim gidiyorum, bir ayağım çukurda. Daha senin önünde uzun yıllar var. Sen soğanı ileride yersin. Hep böyle gidecek değil ya...hazar bu soğan bir gün ucuzlayacak demek geçti. Ama söyleyemezsin ki! Çünkü adın soğanı bile kıskanan babaya çıkar.

Neyse efendim! Sevincim kursağımda kaldı, iştahım kaçtı. Olanda bir hayır var dedim. Önümdeki soğanı yemeye başladım. Giden gitmişti artık. Birden de bitti soğan. Mübarek, pahalı olunca ne de çabuk bitti dedim kendi kendime.

Sofradan kalktım. İçimde buruk bir sevinç vardı. Nasıl sevinmem ki! Aylar sonra yemeklerin içine konan soğanın dışında soframız ilk defa bir soğan görmüş, felekten bir gün çalmıştım. Ama bu işin bir de yarını vardı. Çünkü elde kalan birkaç soğan bitecekti bir gün.

Akşam çayımı içtim, meyvemi yedim. Yatacağım ama midemde bir ağırlık var. Çok mu yedim. Hayır. Her zamanki gibi. O zaman ne bendeki bu ağırlık. Neyi hazmedemedi midem? Fazla düşünmeden sebebini buldum. Her günden farklı olarak bu akşam sadece soğan yemiştim. Demek ki aylardır sofrada soğan yüzü görmeyen midem kaldıramamıştı soğanı.

Sabah oldu. Haftalık ihtiyaçları karşılamak için semt pazarına gideceğim. Ama neye ihtiyaç var diye hanıma birden soramadım. Çünkü soğan yok, soğan alınacak dese mideme oturacak. Sonunda tüm cesaretimi toplayıp ne alınacak dedim. Bereket listede soğan yoktu. Bu hafta yetermiş. Soğanın kardeşi patates alınacakmış. Patates de fiyat yönünden soğandan geri kalır tarafı yok ama en azından soğandan biraz ucuz. Koşarak gittim pazara. Hafta bitsin istemiyorum. Çünkü korktuğum başıma gelecek, eve soğan alınacak.