10 Mart 2019 Pazar

Pasif İyiler İnisiyatif Alamaz? (2)

Malumunuz Sakarya Milli Eğitim Müdürlüğünün psikolojik danışman ve rehber öğretmenlere yönelik olarak düzenlediği seminerin konuğu, uygulamalı psikoloji alanında (klinik psikoloji) kariyer yapmış ve Prof. olmuş Üstün Dökmen’dir. Sayın Dökmen seminerin ilerleyen safhasında kimlerin rehber öğretmen olamayacağını örneklendirirken “Başörtülü birinden rehber öğretmen olamaz” diyerek ağzındaki baklayı çıkarıvermiş. Kendisini dinleyen bir kısım öğretmen bu söze -haklı olarak- tepki gösterir ve salonu terk eder. Kendisi de başörtülü olan Milli Eğitim Müdürü, programın bitiminde seminere katkısından dolayı plaket sunar.

Sayın Dökmen’in bilimsel olmayan değerlendirmesi bir tarafa Sayın MEM Müdürünün verdiği plaket işin tuzu-biberi oldu. Tüm Türkiye Üstün Dökmen’e tepki gösterirken aynı zamanda kendisine plaket verilmesine tepki gösterdi. Yani Sayın başörtülü müdirenin tepki göstermemesine tepki gösterdi. Gelen tepkiler üzerine müdür “Kendisinin de başörtüsü mağduru olduğunu, Sayın Dökmen’in konuşmasını dinlemediğini ve bu konuda kimsenin kendisini bilgilendirmediğini…” açıklasa da satır aralarında açıklamaya muhtaç müphemlikler var. Burada niyetim olayın iç yüzünü irdelemek değil. Çünkü bu olayın iç yüzüne girersek düşüncesi belli birinin uzman diye çağırılmasından başlamak lazım işe. Sonra bir Mlli Eğitim Müdürünün ne konuştuğunu bilmiyordum, salona konuşmanın bitiminde geldim demesi onun masumluğuna karine olamaz. Kendisi yoksa mutlaka misafiri dinleyen bir yardımcısı vardır orada. Eğer onlar müdireyi bilgilendirmediyse o zaman Sayın Müdire, başta yardımcıları olmak üzere ekibini iyi seçememiştir.

Burada Sayın MEM Müdürü iyidir-kötüdür, çalışıyordur-çalışmıyordur, koltuğunu dolduran biridir-değildir üzerinde durmayacağım. Kişilik olarak kendisi çok iyi biri olduğu gibi çalışkan bir müdür de olabilir. Yazımın birinci bölümünde anlattığım anı üzerinden dindar-mütedeyyin kesimin geneli hakkında genel bir şeyler söylemek istiyorum. İstisnaları olmakla beraber bu kesim, çoğu zaman olaylar karşısında tepkisiz kalır, yerinde ve zamanında tepki göstermez. Bu kesimin en büyük handikabı budur. Konuşan, hoşuna gitmese de kolay kolay tepkisini dile getirmez. Arkasından konuşur, beğenmediğini söyler. Ama karşısında dut yemiş bülbüle döner. Hele son zamanlarda idareci atama hususunda ehliyet ve liyakat yerine getirdiğimiz sadakat kriteri tepkisiz birey olmak demektir. Çünkü müdür seçerken biz, yanlış yapsak da bize karşı çıkmayacak insanları öncelikli olarak atıyoruz. Böyle biri, yapılan bir haksızlık karşısında nasıl tepki gösterebilir?  Ben bu kesime pasif iyi diyorum. Haksızlık karşısında sesini çıkarmaz. Buna ne olur-ne olmaz, başıma bir şey gelir korkusu da denebilir. Değer mi bir koltuk için susmaya, kişiliğinden ödün vermeye?

Halbuki biz “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” sözüyle büyümüş bir nesiliz. Fincancı katırlarını ürkütmeyeceğiz hesabı yapmamalıyız. Tepki, yerinde ve zamanında verildiği takdirde bir anlam ifade eder. Böyle olacak ki adam konuştuğuna pişman olacak, bir daha da böyle herzeler yemeyecek. Bizim bu sessizliğimizle birkaç yıl sonra Sayın Üstün Dökmen, “Ben başörtülülerden rehber öğretmen olamayacağını beni davet eden başörtülü bir milli eğitim müdürünün gözünün içine bakarak söylemiş kimseyim” demeyeceği ne malum?

Son söz, burada Sakarya’daki olay güncel olduğu için bu örneği verdim. Maalesef çoğu yerde tepkisiz kaldığımız doğrudur. Artık dindar mütedeyyin kesim, haksızlık karşısında sesini yükseltmeli, inisiyatif alabilmelidir. Yoksa üzerimize daha çok gelirler. Gözümüzün içine baka baka bize hakaret bile edebilirler.

Pasif İyiler İnisiyatif Alamaz? (1)

2015 veya 2016 yılında bir TEOG sınavı sonrasında bir STK, kendi üyesi olan okul müdürlerini ve okul temsilcilerini istişare toplantısı adı altında öğretmen evinde yemekli bir toplantı yaptı. Kenarda küçük bir okulda görev yapan ben de katıldım bu toplantıya. Toplantıdan sonra akşam namazları kılındı, çaylar içildi. İstişare için salona geçildi.

İlçe şube başkanı başta olmak üzere toplantıya katılan şube müdürleri kısa bir selamlama konuşması yaptılar. Bildik konuşmaydı hepsinin yaptığı konuşma. Her konuşmacı alkışlarla uğurlandı yerine. Kürsüye bir şube müdürü daha çıktı: Arkadaşlar! Bu müdürlerle bu TEOG sınavının altından nasıl kalkacağız diye endişelenmiştim. Bereket bir sorun çıkmadı, korktuğum başımıza gelmedi. Hepinize iyi akşamlar diliyorum" diyerek konuşmasını bitirdi. Bu konuşmacı da tıpkı diğerleri gibi alkışlarla yerine uğurlanırken en arkada oturan ben, elimi kaldırarak ısrarla söz istedim. Nasılsa bu toplantı bir istişare toplantısıydı. Hep monolog şeklinde devam edecek değildi ya. Ben de bu konuda bir şeyler söyleyerek toplantıya katkı sunmak istedim. Ama konuşmacı şube müdürü, söz istediğimi gördüğü halde "sonra sonra" diyerek söz hakkı vermeden yerine geçti.

Protokol konuşmalarıyla devam eden istişare toplantımızın son konuşmacısı STK'nın il temsilcisiydi. Sayın başkan diğer konuşmacılara göre doğal olarak daha uzun bir konuşma yaptı. İyi dilek ve temennilerle toplantıyı bitirirken fazlaca alkış aldı.  O kürsüden ayrılmadan şansımı bir kez daha deneyeyim deyip elimi tekrar kaldırdım. Sayın başkan ismimi zikrederek buyur hocam dedi. Ayağa kalktım, söz hakkı verdiği için kendisine teşekkür ettim. Ardından "Sayın hocam, az önce okul müdürleri hakkında 'Bu müdürlerle bu sınavı nasıl yapacağız' şeklinde endişesini dile getirerek okul müdürlerine güvensizliğini izhar eden sayın şube müdürü için okul müdürleri adına bir şey söyleme istiyorum: Biz okul müdürleri, bu şube müdürleriyle eğitim ve öğretim işleri nasıl yürüyecek diye hiç endişe etmedik. Çünkü biz onlara güvendik" dedim, bitirdim konuşmamı.

Sonra ne mi oldu? Salonda bir alkış tufanı koptu. Kim bu konuşan diyerek oturduğu yerden arkaya dönerek bakan bakana. Ardından salon boşalmaya başladı. Ben yerimden kalkmadan beni tanıyan, tanımayan çok kişi yanıma geldi: "Hocam! Duygularımıza tercüman oldunuz, sizi tebrik ederiz" diyerek teşekkürlerini ifade ettiler. Tebrik  sadece salondan ibaret kalmadı. Birkaç hafta sonra beni çarşıda görüp "Hocam, beni tanımıyorsunuz ama öğretmen evindeki toplantıda şube müdürüne verdiğiniz cevap konusunda sizi tebrik edememiştim. Sizi tekrar tebrik ediyorum" diyen de oldu.

Şube müdürüne verdiğim cevabın salondan olumlu tepki göreceğini, daha doğrusu nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Doğrusu gelen tepkiler hoşuma gitti, gururumu okşadı. Ben neymişim be abi dedim kendi kendime.

Şimdi geleyim sadede. Bayram değil, seyran değil, başımdan geçen bu anıyı niçin anlattım? Bunu da yazımın devamında ifade edeyim. (Devam edecek)




9 Mart 2019 Cumartesi

Koltuğunda Rahat Etmek mi İstiyorsun?

—Efendim, bugüne kadar hep küçük kurumlarda idareci oldum. Çalışmalarımı beğenmiş olmalılar ki beni büyük bir kurumun başına getirdiler. Kurumu yönetebilmem için ne tavsiye edersiniz?
—Öncelikle hayırlı olsun! İyi bir vizyon sahibi olmalısın. Kurumda bir misyonun olmalı. Her şeyden önce taşın altına elini koymalısın.
—Hiç sevmem sorumluluk almayı, hele taşın altına elimi uzatmayı.
—Kuruma müdür olmadaki niyetin ne o zaman?
—Çok sorumluluk almadan kurumda işlerin tıkırında yürümesini istiyorum. Açıkçası çok çalışma niyetim yok. Ama çalışır ve iş yapar gibi görünmek istiyorum.
—Varsa böyle bir yer, ben de müdür olayım.
—Böyle yerleri herkese vermezler. Çok özel kişilere verirler. Bunun için önce sadakat gerek. Benden sadığını da bulamazlar.
—Madem sadık birisin. O zaman seni getirenleri mahcup etmemen gerek. Onların sana olan güvenlerini boşa çıkarma. Çalışacaksın o zaman.
—Emekliliğim geldi. Bu süreçte biraz uzatmalara oynayacağım. Çok çalışmaktan ziyade rutin işleri yürüteceğim.
—Personelin ile ilişkileri sıkı tut, diyalogu eksik etme, istişareye önem ver.
—Bunları yaparsam personel şımarır. Benden durmadan bir şey isterler. Böyle bir şeye imkan vermek istemiyorum. Çünkü ağrımaz başımı ağrıtmış olurum. Biraz gizemli ve kapalı kutu olmak istiyorum.
—Şimdi anladım sizi. Bu kafa yapınıza göre bir reçete sunayım size. Bunu uygularsan hiç başın ağrımaz. Gününü gün edersin.
—Çok memnun olurum. Zaten benim istediğim de bu.
—İlk işin personeline mesafe koy, karşılaştığın zaman selam verme. Selam verirlerse selamlarını alma. Güler yüz gösterme. Hal-hatırını sorma. Onlarla hiçbir şeyi istişare etme. Aralarına girip fazla konuşma. Hiçbir şeyi onlarla paylaşma. Her şeyi yazıya dök. Whatsapı iyi kullan. Oradan durmadan emir yağdır. Tüm sorumluluğu personeline yık. Her türlü iş ve işleyişleri yardımcıların vasıtasıyla hallet. Personelinle fazla muhatap olma. Çünkü yüzünü eskitir, itibar kaybına uğrarsın. Hiç şeffaf olma. Hep gizemini koru. Hele para pul işlerinde personeline ne ihtiyacınız var, bizim önceliğimiz nedir deme. Bütçeyi kendi kafana göre harca.
—Bunları yapıyorum zaten. Faydasını da görüyorum.
—Güzel! Yalnız böyle durumların bir riski var. Personele mesafe koyduğun zaman hakkında yapılan eleştirilerden haberdar olamazsın. 
—Ben onun da yolunu buldum. Personel aleyhimde konuşursa aynı anda haberdar oluyorum.
—Nasıl yaptın bunu? Personelin bulunduğu yere gizli kamera mı yerleştirdin?
—Gizli kameraya masraf etmeye gerek yok. Bu işi gönüllü yapan personelim var. Kim hakkımda ne konuşuyorsa aynı anda bana getiriyorlar. Yani istihbaratım iyi. Sonra hakkımda konuşanı odama çağırıyor, söylediklerini tek tek sayıyor, ardından bir fırça kayıp ağzını kapatıyorum. O yüzden kolay kolay konuşamazlar.
—Eskiden sınıflarda olup biteni okul idaresine gelip aktaran muhbir öğrenciler vardı. Demek bu işi  koca koca adamlar da yapıyor. İlginç! 
—Hem de çok. Hiç zorlanmıyorum.
—Peki, personele mesafe koydun, onları muhatap almıyorsun. Kurumun bazı angarya işlerini nasıl yürütüyorsun?
—Hepsine mesafe koymuyorum tabi. Benim de kendime göre bir A takımım var. Onlarla yürütüyorum bu işleri. Onlar benim etrafımda pervane gibi dönüyorlar. 
—Nasıl yaptın bunu?
—Kurumun nimetlerinden biraz fazla faydalandırıyorum. Bu, onların hoşuna gidiyor. Het istediğimi onlara yaptırıyorum.
—Kurum yönetiminde hiç başın ağrıdı mı?
—Yok hiç ağrımadı bugüne kadar. Şükür, rahatım da iyi.
—İyi maşallah! Sen böyle müdürlük yaptıktan sonra emekli olmana bile gerek yok. Kendini yıpratmadan daha uzun yıllar  çalışabilirsin. Ama bir gün bu görevi bıraktığında ardından hayırla yad edenin olmaz, kubbede hoş bir seda bırakamazsın.
—Ardımdan kimin ne demesi önemli değil. İstersen hayırla anmasınlar. Yarını düşünmüyorum. Ben bugünkü rahatıma bakıyorum.
—Altlarınla böylesin. Ya üstlerinle aran nasıl?
—Yukarıyla aramda sorun yok. Onlarla iletişimi kesmiyor, saygıda kusur etmiyor, gereken ilgi ve alakayı gösteriyorum. Bugüne kadar onlara hiç sorun götürmedim, öneri de götürmedim. İstedikleri sadakat. Onu da fazlasıyla yapıyorum.
—İlginç! Böyle müdürlüğü miden kabul ediyorsa sana o koltukta iyi oturmalar...

Şu Çocuktaki Samimiyet Bende de Olsaydı! *


Recep üç ayların ilk ayıdır. Cuma günü Recep ayının ilk günü idi. Konya yöresinde bugüne ilk namaz da denir. Peygamberimiz "Recep Allah'ın, Şaban benim, Ramazan ümmetimin ayı" demiş ve üç ayları özellikle recep ayının çoğunu oruçlu geçirmiştir. Yine peygamberimiz "Ey Allah'ım! Recep ve şabanı bize mübarek kıl ve bizi ramazana kavuştur" diye dua etmiştir.

Ramazanın muştusu recep, bir ayrı karşılanır Konya'da. Gecesi Regaip olan gecenin gündüzünü oruçlu geçirdi çoğu kimse. Akşamında fener alayları düzenlendi. Lastikler yakıldı, üzerinden atlandı, her sene olduğu gibi.

Çocuklar için adeta bir bayramdı bugün, hatta bayramdan öte özel bir gün. Topluca okuldan firar ettiler. Okullar resmen tatil değilse de fiili tatil yaptılar. Birlikte ellerinde poşet, ev ev gezerek  tanıdık-tanımadık  herkesin kapısını çaldılar: Şivlilik topladılar.

Çaldıkları her evden hiçbiri boş dönmedi. Çünkü evlerimiz hazırlığını yaptı önceden. Çocukları sevindirmek için bakkal ve marketten çekti geldi gücü nispetinde herkes. Bayramda bu kadar misafir gelmez, bu kadar zile basılmaz. Çocuklar neşelenirken evlerimiz de şenlendi bu şekilde.

Ev ev gezerek poşetini veya torbasını dolduran çocuğun keyfine diyecek olmaz. Yediğini yer, yemediğini "Ben bunu toplayıncaya kadar anam ağladı" demez, nasibinden büyüklere de dağıtır. Çocuklar bu mutluluğu yaşarken büyükler de çocuklara gıpta ederler: Çocuk olmak varmış bu devirde. Benim de çıkıp toplayasım geldi, derler.
*
Çocuklar dersi kırıp bayram ederken biz de öğrenci yokluğunda okulda pinekledik gün boyu.

Cuma günü okula vardığımızda perşembenin kaçakları okuldaydı. İlk dersime girdiğim 5.sınıftan bir öğrenci, dersimi işlerken yanıma geldi. Benim duyacağım  şekilde "Öğretmenim oruç musun," dedi. Değilim dedim. Az sonra yanından geçerken "Ben orucum da" dedi. Maşallah, Allah kabul etsin dedim.

Büyüklerin bir kısmı, rebiülahirin son günü olan perşembeyi ve recebin ilk günü olan cumayı oruçlu geçirirken daha 11 yaşında 5.sınıf bir çocuğun oruçlu olması beni duygulandırdı. Duygulandırmakla kalmadı, utandırdı beni. Daha doğrusu ben utandım. Gıpta ettim kendisine. Helal olsun be çocuk sana dedim. Bir daha utandım kendimden. Nasıl utanmam ki! Çocukluğunun baharında daha ergen bile olmamış, sorumluluğunu üslenmemiş, masum mu masum bir çocuk, sevap diye oruç tutuyor. Hiç zerre kadar riya da yok tuttuğu oruçta. Bir ayağı çukurda biri olarak keşke şu çocuktaki samimiyet bende de olsaydı dedim. Öyle ya, bu yaşta bu çocuk sevap diye oruç tutuyorsa ben hayli hayli tutmalıydım.

Çocuğu derste ve teneffüslerde gözlemledim. Hiç oruç emaresi bile yoktu hal ve hareketlerinde. Ders boyunca herkesten çok derse katıldı.

Geriye dönüşümüz, çocuk olmamız mümkün değil. Ama bu çocuk gibi bir çocuk olmak isterdim geriye dönüşüm olsaydı. Allah bu çocuktaki samimiyeti biz büyüklere de versin. Bu çocuk ve diğer çocuklar büyüdükleri zaman şimdiki içtenliklerinden hiçbir şey kaybetmesinler. İnşallah! Hep şimdiki gibi doğal ve masum kalsınlar...

* 11/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


8 Mart 2019 Cuma

Kutla Günümü!

—Biliyor musun? Hiç nazik, kibar ve anlayışlı değilsin.
—Hanım ne oldu yine?
—Bak, bir de ne oldu diyorsun? Konuştukça ve sordukça batıyor, gözümden düşüyorsun. Aymazlığın bu kadarına pes doğrusu! Bugün günlerden ne?
—Cuma mübarek gün.
—Hangi aydayız?
—Mart.
—Ayın kaçı?
—8'i.
—Bugün sana ne hatırlatıyor?
—Bugün senin için önemli bir gün mü yine? Unutup da baltayı taşa mı vurdum yoksa?
—Hem de nasıl? Ne demek 8 Mart?
—Bugün cemre toprağa mı düştü yoksa?
—Ne cemresi? Cemre geçeli ne oldu. Sonra aklın fikrin cemre? Ne yapacaksın cemreyi?
—Doğalgaz masrafı düşecek, onun hesabı benimki. Elbette düşünmem lazım.
—Herif dellendirme beni? Bugün benim günüm. Günümü kutlaman lazımdı.
—Bugün senin doğum günün mü? İlk tanıştığımız gün mü? Yoksa nişan, nikah, kına, düğün günün mü? 
—Hayır.
—O zaman sevgililer günü veya anneler günü.
—Hayır.
—Dünya Tüketiciler günü o zaman yoksa Emekçiler Günü mü?
—Bilemedin. 
—Söyleyiver hangi gün olduğunu, ne bileyim bugün ne günü. Zaten her gün siz kadınların günü.
—Hah, bildin şimdi! Tebrik ederim.
—Neyi bildim. Bildiğim bir şey yok.
—Kadınlar günü dedin ya. İşte bugün Dünya Kadınlar Günü.
—Hele şükür! Merakımı giderdin. Ama siz kadınlar koca bir yılın bir gününe sığar mı? 
—Niye sığmasın? 
—Zaten bütün günler sizin.
—Ne münasebet! Kaç günümüz var ki?
—Valla hanım, o kadar çok ki diğer yarınız olan erkeklerin esemesi yok.
—Abartma o kadar. 
—Abarttığım falan yok. Günler, yıllar hatta ömürler sizin. Yukarıda saydığım günlerin dışında diğer günlerde de hep inisiyatif sizde. Erkekler de verdiğiniz emri yerine getirmek için didinip duruyorlar.
—Mesela?
—Hangi birini sayayım? Kadın kadına gündüz oturmalarınız eksik değil. Bu oturmalara gün demiyor musunuz? Aranızda döner durur bu günler. Hatta bu oturmaların bazısı altınlı oluyor. Adı da altın günü değil mi? Siz gününüze gün katarken erkeklerin eve girmesi bile yasak.
—Başka?
—Temizlik gününüz var, bize yol görünür. Neyse saydırma bana. En azından ağzım yorulmasın. En iyisi Dünya Kadınlar Gününüz hayırlı olsun!



Senden Ne Köy Olur Ne de Kasaba!

Büyükşehir Yasası ile birlikte köylerin ve kasabaların hepsi mahalle oldu. Artık köy de kalmadı, kasaba da. O koca koca köyler ve beldeler tarih oldu. 

Köy ve kasabaların mahalleye dönüştürülmesi iyi mi oldu, kötü mü, tartışılır. Kimine göre iyi, kimine göre de kötü oldu. Bana göre bu yasa iyi oldu. Neden derseniz? Malumunuz hayatta çok şey murat ettim, ama hiçbir muradım gerçekleşmedi. Hatta bundan dolayı çoğu kimse bana, senden ne köy ne de kasaba olur dedi. Tamam hiçbir şey olamadım. Doğru. Zoruma gitmedi mi? Gitti. Ama bu işin sonunda ölüm yok ya...her şeye rağmen hayat yine devam ediyor. Fakat en zoruma giden de "Senden ne köy olur ne de kasaba" demeleriydi. Ne yapalım? İnsanların ağzını büzemeyiz ki... Sağ olsun zoruma giden bu söz hükümetin kulağına gitmiş olmalı ki çıkardığı yasayla köy ve kasabaları kaldırdı. Beni sevindiren de bu. Bunun benimle alakasına "ne alaka" diyebilirsiniz. Öyle demeyin. Bundan sonra kimse bana "Senden ne köy olur ne de kasaba" diyemeyecek. Çünkü orta yerde köy kaldı ne de kasaba.

Hiçbir şey olamadığımdan dolayı -vazifeleri sanki- yine bir şey diyecekler ama işin içine köy ve kasabayı karıştıramayacaklar. Benim için yeni bir tekerleme öğreninceye kadar yıllar geçer. Zaten yıllar da beni öbür dünyaya götürür. Neyse bu, onların meselesi. Yine köyle ilgili deyim, atasözü gibi kalıplaşmış şeyleri de kullanmalarının bir anlamı olmayacak. Merak ediyorum, köyle ilgili aşağıdaki sözlerin yerine ne koyacaklar? Buyurun birlikte bakalım:
*Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.
*Onuncu köy.
*Al fordun dizelini, sev köyün en güzelini.
*Haydi köyümüze dönelim.
*Evli evine, köylü köyüne.
*Horozu çok olan köyde sabah çok geç olur.
*Kurt köyünü değiştirir, huyunu değiştirmez.
*Eski köye yeni adet getirmek.
*Küçük köyün büyük ağası.
*Dokuz köyün ağası.
*Köyümü özledim...gibi.




7 Mart 2019 Perşembe

Klinik Bir Vaka *


Sakarya İl Milli Eğitim Müdürlüğünün rehber öğretmenlere yönelik olarak düzenlediği seminerin konuğu klinik psikoloji uzmanı Prof. Dr. Üstün Dökmen.

Kimdir Üstün Dökmen? Klinik psikolojide kariyer yapmış biri. Ne demek klinik psikoloji? "Klinik psikoloji bireyin zihinsel, davranışsal ve duygusal bozukluklarını inceleyen psikoloji dalıdır. Psikoterapi yöntemlerini sıklıkla kullanan klinik psikoloji; araştırma, öğretim ve program geliştirme konularıyla da uğraşmaktadır."  

Seminerin verildiği kitle psikolojik danışman ve rehber öğretmenler olunca böyle bir kitleye klinik psikolojide uzmanlık yapmış bir kişinin davet edilmesi biçilmiş kaftan olur. Üstün Dökmen de bunlardan biridir. Kendisini anlayabilecek kitlesini görünce Sayın Profesör içini boşaltır. Daha doğrusu kinini kusar: "Nasıl bir pilot sarhoş olmamalı, bir Hristiyan psikolog haç takmamalı ise; Rehberlik Öğretmeni de başörtülü biri olmaz. Meslek icra edilirken inşallah, maşallah, hayırlısıyla gibi cümleler sarf edilmemelidir!" der.

Gördünüz değil mi bilim adamının konuşmasını? Bence not edin bu konuşmayı. Çünkü her yerde duyamazsınız böyle konuşmayı. Yanlış ile doğruyu bir cümle içerisine karıştırarak verme sanatını ancak böyle bilim adamları yapabilir. Sarhoş pilot ile başörtülü rehber öğretmeni birbirine kıyaslamak öyle her adamın harcı değildir. Bereket başörtülü rehber öğretmen olamaz diyor. İnsan olamaz da diyebilirdi.

Ben psikolojiden, rehberlikten pek anlamam. Hele Hoca'nın dirsek çürüttüğü klinik psikolojiden hiç anlamam. Anladığım bir şey var, klinik psikolojide bireyin zihinsel, davranışsal ve duygusal bozukluklarını inceleyen Sayın Dökmen'in "Kendisi himmete muhtaç dede/nerde kaldı gayriye himmet ede" misali, bırakın başkasına merhem olmayı, bu konuşmasıyla kendisi klinik bir vakadır. Herkesten önce kendisinin tedavi olması gerekiyor. Bu alanda çalışanlar, inceleme yapmak için Hoca'yı kliniğe davet ederlerse çok iyi bir iş çıkarmış olurlar.

Üstün Dökmen ismini duyardım ama kendisini hiç dinleme şerefine nail olmamıştım. Geçen gün Habertürk TV'de TÜİK'in mutluluk vb.  konularda açıkladığı istatistik sonuçlarını değerlendirmesi için sunucunun misafir ettiği kişi yine Üstün Dökmen idi. Kendisini biraz dinledim. İstatistikler üzerine bir şey söylemekten ziyade TÜİK'in yaptığı istatistiğin bilimselliğini eleştirdi durdu. Şimdi anladım niçin eleştirdiğini. Çünkü TÜİK'in araştırması kendi bilimsel anlayışına uymuyor. Kendisinin bilimden anladığı "başörtülü birinin rehber öğretmen olamayacağı” şeklinde…

Ben Üstün Dökmen gibilerinin soy ve sopları bitti sanıyordum. Halbuki 28 Şubat zihniyeti Üstün Dökmen üzerinden Sakarya'da yeniden hortlamış görünüyor. Yazıklar olsun, bu tiplerin verdiği bilimsel bilgiye. Bilim kimlere kalmış. Suç, Üstün Dökmen gibilerde değil; esas suç, bu kafa yapısına sahip olmasına rağmen Üstün Dökmen gibilerinin konuşma yapmak üzere seminere davet edilmesi ve konuşmasına imkan verilmesi. Bizim insanımız sapla samanı ayırt etmeyi iyi bilmesi gerekir ve bu konuda insan sarrafı olmalıdır.


* 09/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.