Malumunuz Sakarya Milli Eğitim Müdürlüğünün psikolojik
danışman ve rehber öğretmenlere yönelik olarak düzenlediği seminerin konuğu,
uygulamalı psikoloji alanında (klinik psikoloji) kariyer yapmış ve Prof. olmuş Üstün
Dökmen’dir. Sayın Dökmen seminerin ilerleyen safhasında kimlerin rehber
öğretmen olamayacağını örneklendirirken “Başörtülü birinden rehber öğretmen
olamaz” diyerek ağzındaki baklayı çıkarıvermiş. Kendisini dinleyen bir kısım
öğretmen bu söze -haklı olarak- tepki gösterir ve salonu terk eder. Kendisi de
başörtülü olan Milli Eğitim Müdürü, programın bitiminde seminere katkısından
dolayı plaket sunar.
Sayın Dökmen’in bilimsel olmayan değerlendirmesi bir tarafa
Sayın MEM Müdürünün verdiği plaket işin tuzu-biberi oldu. Tüm Türkiye Üstün
Dökmen’e tepki gösterirken aynı zamanda kendisine plaket verilmesine tepki
gösterdi. Yani Sayın başörtülü müdirenin tepki göstermemesine tepki gösterdi. Gelen
tepkiler üzerine müdür “Kendisinin de başörtüsü mağduru olduğunu, Sayın Dökmen’in
konuşmasını dinlemediğini ve bu konuda kimsenin kendisini bilgilendirmediğini…”
açıklasa da satır aralarında açıklamaya muhtaç müphemlikler var. Burada niyetim
olayın iç yüzünü irdelemek değil. Çünkü bu olayın iç yüzüne girersek düşüncesi
belli birinin uzman diye çağırılmasından başlamak lazım işe. Sonra bir Mlli
Eğitim Müdürünün ne konuştuğunu bilmiyordum, salona konuşmanın bitiminde geldim
demesi onun masumluğuna karine olamaz. Kendisi yoksa mutlaka misafiri dinleyen
bir yardımcısı vardır orada. Eğer onlar müdireyi bilgilendirmediyse o zaman
Sayın Müdire, başta yardımcıları olmak üzere ekibini iyi seçememiştir.
Burada Sayın MEM Müdürü iyidir-kötüdür,
çalışıyordur-çalışmıyordur, koltuğunu dolduran biridir-değildir üzerinde
durmayacağım. Kişilik olarak kendisi çok iyi biri olduğu gibi çalışkan bir
müdür de olabilir. Yazımın birinci bölümünde anlattığım anı üzerinden
dindar-mütedeyyin kesimin geneli hakkında genel bir şeyler söylemek istiyorum.
İstisnaları olmakla beraber bu kesim, çoğu zaman olaylar karşısında tepkisiz
kalır, yerinde ve zamanında tepki göstermez. Bu kesimin en büyük handikabı budur.
Konuşan, hoşuna gitmese de kolay kolay tepkisini dile getirmez. Arkasından
konuşur, beğenmediğini söyler. Ama karşısında dut yemiş bülbüle döner. Hele son
zamanlarda idareci atama hususunda ehliyet ve liyakat yerine getirdiğimiz
sadakat kriteri tepkisiz birey olmak demektir. Çünkü müdür seçerken biz, yanlış
yapsak da bize karşı çıkmayacak insanları öncelikli olarak atıyoruz. Böyle biri,
yapılan bir haksızlık karşısında nasıl tepki gösterebilir? Ben bu kesime pasif iyi diyorum. Haksızlık karşısında
sesini çıkarmaz. Buna ne olur-ne olmaz, başıma bir şey gelir korkusu da
denebilir. Değer mi bir koltuk için susmaya, kişiliğinden ödün vermeye?
Halbuki biz “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır”
sözüyle büyümüş bir nesiliz. Fincancı katırlarını ürkütmeyeceğiz hesabı
yapmamalıyız. Tepki, yerinde ve zamanında verildiği takdirde bir anlam ifade
eder. Böyle olacak ki adam konuştuğuna pişman olacak, bir daha da böyle
herzeler yemeyecek. Bizim bu sessizliğimizle birkaç yıl sonra Sayın Üstün
Dökmen, “Ben başörtülülerden rehber öğretmen olamayacağını beni davet eden
başörtülü bir milli eğitim müdürünün gözünün içine bakarak söylemiş kimseyim”
demeyeceği ne malum?
Son söz, burada Sakarya’daki olay güncel olduğu için bu
örneği verdim. Maalesef çoğu yerde tepkisiz kaldığımız doğrudur. Artık dindar
mütedeyyin kesim, haksızlık karşısında sesini yükseltmeli, inisiyatif
alabilmelidir. Yoksa üzerimize daha çok gelirler. Gözümüzün içine baka baka
bize hakaret bile edebilirler.