7 Mart 2019 Perşembe

Sakarya'yı Yeniden Yüzüstü Yere Düşürenlere... ***


Türkiye giyim-kuşam ve fiziki görüntüden çok çekti. 2000'lere giden Türkiye'nin, 90'lı yılları bu kısır çekişmeyle geçti. Başörtülülerin yarasa, sıkma baş olarak görüldüğü ve kamusal alanın kendilerine zehir edildiği yıllardır o yıllar. Çok hayırla yâd edilmeyen bu yılların kudretli aktörleri şimdilerde pek ortalarda görünmüyor. Çünkü kimsenin yüzüne bakacak yüzleri yoktur. Üstelik prim yapmıyor.

2020'lere doğru yol aldığımız bugünlerde biz, bu milletin değerleriyle uğraşan, kılık kıyafetiyle insanımızı ayrıştıran zihniyet yok oldu, gerilerde kaldı derken bir bakmışsın etiketi prof olan bir psikolog, Sakarya'da içindeki kurtları döküveriyor, geçmişi yeniden hortlatıveriyor. Gündemi takip etmeyenler için Sayın Üstün Dökmen'in sözlerini buraya alayım. Sayın Dökmen konuşmasının satır arasında "Nasıl bir pilot sarhoş olmamalı, bir Hristiyan psikolog haç takmamalı ise; Rehberlik Öğretmeni de başörtülü olmaz! Meslek icra edilirken inşallah, maşallah, hayırlısıyla gibi cümleler sarf edilmemelidir!" deyiveriyor. Daha doğrusu bilinçaltında tuttuklarını kusuveriyor, başörtüsüne ve bir zihniyete düşmanlığını gösteriveriyor. Hem de bu konuşmayı, kendisini konuşma yapmak üzere davet eden başörtülü bir MEM müdürüne rağmen yapıveriyor. Bu konuşmanın üzerine başörtülü müdürümüz de "Çok haklısın hocam. Benden bir plaketi hak ettiniz. Bakmayın siz benim başörtü taktığıma. Ben de benden milli eğitim müdürü olmaz dedimse de başörtüm beni buraya taşıdı. Helal olsun size" dercesine kendisine bir plaket takdim ediyor.


Psikologların "Yaşamın sırrı çocukluk yıllarında gizli. Önemli olan çocukluğuna inmek gerek" dedikleri gibi bir psikolog olan Üstün Dökmen de içinde sakladığını böylece ortaya çıkarıveriyor. Bence program başarıya ulaşmış. Çünkü Üstün Dökmen'in çocukluğu ve zihniyeti, programda ayan beyan ortaya çıkmıştır. Yani tedavisi var mı bilmiyorum ama konuşmacının bir klinik psikologa gitmesinde fayda vardır. Kendisi de bir klinik psikolog olan Sayın Dökmen, bugüne kadar kaç kişinin yarasına merhem oldu, bilmiyorum. Ama umarım kendisini tedavi edecek bir psikologumuz vardır. Yoksa yazık olur, Prof olmuş ama ... olamamış profumuza.


Bir söz de taktığı başörtünün sorumluluğunu taşıyamayan MEM müdürümüze söyleyelim. Be müdürüm! Kendi üzerinden tüm başörtülere hakaret ettirmek için mi organize ettin bu programı? Başka birini bulamadın mı? Böyle konuşma yapması için Sayın Dökmen bu cesareti kimden aldı, yoksa sizden mi aldı? Haydi bilmiyordun, zihniyetine düşman birini konuşmacı olarak şehrine davet ettin. Sayın Dökmen de fırsat bu fırsat deyip içindeki zehri boşalttı. Ya Rabbi, şükür dercesine plaket vermeni nereye koyacağız? Bir şehrin eğitim liderliğine soyunan olarak böyle nahoş bir durumda, aynı anda karar alabilen biri olabilmeliydin ve mikrofonu eline alarak “Sayın Dökmen’in bu konuşması talihsiz bir konuşma olmuştur, etiketine yakışmamıştır” diyebilmen gerekirdi…Ama gördüğüm kadarıyla bu liderliği yapamadınız.


Bence oturduğunuz koltuk size birkaç numara birden büyük. Ananızdan müdür olarak doğmadınız. Bu iş bana göre değil, taktığım örtünün altında eziliyorum. Bu iş, buraya kadar" deyip çekilin köşenize veya gidin öğretmenliğini yapın. Çünkü biz, dışlanmış ve horlanmış bir zihniyete “Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!” diyerek ayağa kaldırmaya çalışırken siz, Sakarya’yı yeniden yüzüstü yere düşürdünüz. Bundan dolayı birileri istifanı ver demeden o başörtünün hatırına verin istifanızı. Bir daha da dostunu, düşmanını bil, olmaz mı?


Not: Skandal seminerle ilgili bu yazıyı kaleme aldıktan sonra Sakarya Milli Eğitim Müdürü Fazilet Durmuş, "Kendisinin de 28 Şubat başörtüsü mağduru olduğunu, o süreçte 6 yıl örtüsü sebebi ile mesleğini yapamadığını, rehber öğretmenlere yönelik seminer boyunca programda olmadığını, programın bitiminde salona geldiğini, Dökmen’in programda sarf ettiği sözleri duymadığını ve orada herhangi bir arkadaşının bu konuda kendisine bilgi vermediğini ve bundan dolayı herhangi bir tepki göstermediğini ve toplantıyı bitirmediğini, böyle şeylere prim verecek biri olmadığını" açıklamış. Açıklamasına göre burada Sayın Müdirenin bir suçu ve kastı yok. Ama bu konularda uyanık olmasında fayda var. Zihniyeti belli, köhnemiş bir ideolojiyi savunan birinin rehber öğretmenlere verebileceği bir şeyi olamayacağını hesaba katmalıydı.


***09/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



Vatandaşın Verdiği Kredi Hoyratça Kullanılırsa...

Çok partili sisteme geçildiğinde başta İzmir olmak üzere sahillerimiz, sloganı "Yeter söz milletin" diyen Demokrat Partiye oy vermiş, ardından bu partinin kalesi olmuş. Bu illerimiz ne zamana kadar DP'ye ve sonrasında o partinin devamıyız diyen partilere oy verdi, bilmiyorum. Çünkü siyasi geçmişimizi analiz yapmaya yaşım el vermez. Bildiğim, bugün sahiller DP'nin devamı olduğunu söyleyen partilere oy vermiyor. 

Sahi sahiller niçin siyasi tercihini değiştirdi? Bugün niçin solun kalesi? Üstelik seçtikleri başkan veya vekil doğru dürüst çalışmasa bile gözleri soldan başkasını görmüyor. İnadım inat dercesine sola oy vermeye devam ediyor. 

Sahillerimiz DP tercihinden sonra yönünü sola döndürürken İç Anadolu ise başlarda CHP'nin kalesi iken bugün DP'nin devamıyım diyen milliyetçi-muhafazakar partilere oy veriyor. Anlayacağınız günümüzde ne sahiller, soldan ne de İç Anadolu, sağ-muhafazakar partilerden vazgeçiyor. 

Sahillerin ve İç Anadolu'nun bu siyasi değişiminin neden veya nedenleri iyi bir analize muhtaç. Siyasi analiz yapanlar bu bölgesel parti tercihlerin nedenlerini tespit etmiş olabilirler. Bu konuda bilgi sahibi değilim.

Türkiye'nin ana gövdesi milliyetçi-muhafazakar olmakla birlikte bugün Türkiye üç renge bürünmüş durumda. Ege ve Akdeniz solun, Güneydoğu bölgesel milliyetçiliğin; Marmara, Karadeniz, İç Anadolu bölgeleri ise milliyetçi-muhafazakar partilerin kalesi durumunda. Doğu Anadolu bölgemiz muhafazakar parti ile bölgesel milliyetçi parti tarafından paylaşılmış vaziyette.

Benim merakım, daha doğrusu endişem bugün muhafazakar partilerin kalesi durumunda olan bölgelerin tekrar sola kayması veya yeniden solun kalesi olması söz konusu olur mu? Bugünden yarına böyle bir kayma söz konusu değilse de geçmiş tecrübe ve siyasi değişim tercihi bunun olabileceğini gösteriyor. Bölgesel milliyetçilikte karar kılan Güneydoğu kolay kolay oyunun rengini değiştireceğe benzemiyor. Sahiller hakeza.

Sahil ve Güneydoğu dışındaki bölgelerimizde bulunan seçmeni milliyetçi-muhafazakar partiler, nasılsa bize veriyor deyip onların oylarını çantada keklik görmemeli diye düşünüyorum. Eğer seçmen umduğunu bulamaz ve kendisinin verdiği oyların hoyratça kullanıldığını düşünürse "Sen benim kredimi iyi kullanamadın" deyip milliyetçi ve muhafazakar partilere bir gün sırtını dönebilir ve sola dönebilir. Söylemedi demeyin.




6 Mart 2019 Çarşamba

TRT1'in Dizi Furyası *


Haber kanallarının dışında diğer televizyonların genelde her akşam bir dizisi, her dizinin de bir izleyici kitlesi var. 21.00 ile 00.00 arası seyirciyi ekranlara kilitliyor. Bazı diziler yeterince seyirci çekemediği için TV'nin sahipleri tarafından yayından kaldırılıyor. Bunun bir istisnası TRT1 kanalıdır.

TRT1'de yayımlanan dizinin haddi hesabı yok. Bileniniz var mı TRT1'deki dizi sayısını? Belki de TRT Genel Müdürü de bilmiyordur. Çünkü sayısı üç-beş falan değil. Haftanın yedi akşamı TRT dizileri evlerimize misafir oluyor. Dizinin biri bitiyor, diğeri başlıyor. Dizi o kadar çok ki haftanın akşamları yeterli gelmiyor olmalı ki bazı dizileri TRT1, gündüz kuşağında yayımlıyor. Dikkatinizi çekerim, gündüz kuşağında yayıma giren bu diziler, akşam yayımlanmış dizilerin tekrarı değil, yeni dizidir. Özel kanallar maliyet hesabı yaparak bazı dizileri yayından kaldırırken TRT1'deki bu dizilerin bolluğunun hikmeti nedir, bunun nedenini anlayabileniniz var mı? Her kanalın maddi sıkıntı çektiği günümüzde TRT1'in para sıkıntısı yok mu?  Yoksa çektirdiği dizilerden kar mı ediyor? Kar ediyorsa problem yok. Eğer zarar ediyorsa TRT1, bu kadar diziye rağmen nasıl ayakta duruyor? Sahi nereden geliyor bu değirmenin suyu?  Devlet durmadan para mı aktarıyor bu KİT'e?

Ben de laf olsun diye soru soruyorum. Bu değirmenin suyunun nereden geldiği belli değil mi? Hepimizin sürekli kullanmak zorunda olduğu elektriğimiz var. Her ay ödediğimiz elektrik tüketim bedelinin % 2'i TRT'ye katkı bedeli olarak aktarılmakta. Kanunen böyle. İster diziyi izle, ister izleme, ister televizyonun olmasın. Her ay ödemekle yükümlü olduğumuz elektrik faturasından TRT'ye destek veriyoruz. Bu kadar hazır ve peşin parayı gören TRT, niye dizi çekmesin. Nasılsa masraflar vatandaştan. Her kanal batsa bile TRT'nin elinde altın yumurtlayan bu vatandaş olduğu müddetçe TRT, ayakta durmaya ve dizi üzerine dizi çekip yayımlamaya devam eder. İsterse hiç reklam almasın. Vatandaştan gelen para yeter de artar bile. Gerçi ben böyle diyorum ama TRT'ye aktarılan elektrik bedelinin TRT'nin dişinin kovuğunu bile doldurduğunu sanmıyorum. O kadar dizi çekimine bu katkı payı falan yeterli gelmez. Öyle zannediyorum bütçeden de para aktarılıyordur. Çünkü dizi demek yüksek maliyet demektir.

TRT'ye aktarılan tüketim bedeli zaman zaman kamuoyunda dile getirilse de kanun yapıcı bu eleştirilerin üzerine yatıyor, kulak ardı ediyor. Niye üzerine yatmasın ki sürekli gelir getiren altın yumurtlayan tavuğu kim keser? 

Dizilerin bizi oyaladığını ve mayıştığımızı saymıyorum bile...

*25/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



"Ama Fahri Girmiş Olurum!"

Öğretmen ve idarecilerin maaş karşılığı girmekle yükümlü olduğu dersler Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenir. Eski Kararda okul müdürü, müdür başyardımcısı ve diğer yardımcılar maaş karşılığı olarak 6 saate kadar girer mevzuatına yer verilmişti. Bu mevzuata göre idareciler iki saat girdikleri takdirde görevlerini yapmış olurlardı. 

Bakanlık aldığı kararla yöneticilerin girmekle yükümlü olduğu 6 saate kadar kısmındaki "kadar" kısmını kaldırmak suretiyle idareciler 6 saat girmekle yükümlü oldular. Bu altı saat kararından yöneticiler pek hoşnut olmadı. "Bu kadar iş yükümüzün arasında biz bu altı saat derse nasıl gireceğiz" dediler. Yöneticilerin bu serzenişini yetkili sendika, hükümetle yaptığı toplu görüşmede gündeme getirerek okul müdürleri ve başyardımcıları için yeniden “altı saate kadar girer” kısmını hükümete kabul ettirdi.

Müdür yardımcıları biz ne zaman iki saat derse gireceğiz diye bekleye dursun, müdür ve müdür başyardımcıları ikişer saate girmeye başladılar.

Doğrusunu isterseniz ne müdürün ne müdür başyardımcıların ne de müdür yardımcılarının bırakın altı saati, ikişer saat bile derse girmelerini isterim. Çünkü idarecilerin girdiği dersten hayır gelmez. Niye derseniz? Hepsi için söylemiyorum ama büro işi yapan yöneticiler dersten uzaklaşıyor, çoğu zaman toplantı vb. nedenlerle derslerine giremiyorlar. Derse girdikleri zaman da hazırlıklı giremiyorlar. Ya geç girerler ya da girdikleri zaman bir misafir gelir. Dersleri çoğu zaman boş geçer. Bu durumu bilen çoğu veli, çocuğunun dersine idarecilerin girmesini istemez. Bir de idarecinin dersi Matematik gibi sayısal bir ders ise çocuk yandı demektir.

Haftada altı saat zorunlu olarak derse girmesi gereken müdür yardımcıları nazla-şifayla girebildikleri kadar derslerine girmeye çalışırken dershaneleri kapatan MEB, okullarda Takviye ve Yetiştirme Kursları açtırdı. Bu kurslarda görev almak isteyenleri teşvik etmek için MEB, bir saatlik kurs ücretini hafta içi verdiği ders ücretinin iki katına çıkardı. Etüt merkezlerinin bile vermediği bu ücreti almak için öğretmenler, okullarında açılan bu kurslara müracaat etti. Kambersiz düğün olur mu misali bu kurslara hafta içi 2 veya 6 saat derse girmekte zorlanan okul müdürü ve yardımcıları da müracaat etmeye başladı. Planlamayı da kendileri yaptığı için müdür ve yardımcıları bu kurslardan öncelikli olarak ders alır oldular. Burada çelişki yok mu? Var elbet. Dün 2 veya 6 saatlik zorunlu derse burun kıvıranlar, hafta sonu veya hafta içi ders bitimi açtıkları kurslarda ders alarak hizmet etme yarışına girdiler. Bazı müdür yardımcıları hafta sonu açılan kurslarda Rabbena hebbana misali önce kendilerine ders yazıyorlar. Hatta bunu da yeterli görmeyip hafta içi girdiği altı saatin üzerine bir altı saat daha ders alıyorlar. Çünkü ek dersin iyi bir getirisi var.

Geçen gün böyle birine rastlamış bir dostum. Anlattıklarını duyunca nutkum tutuldu. Okulunda, zümresinden başka öğretmenler olduğu halde ve öğretmenler biz 21 saatten fazla derse girmeyiz dememesine rağmen okulun müdür yardımcısı, hafta içi 12, hafta sonu açılan kursta da birinci dönem 6, bu dönem ise 2 saat ders alır. Okulunda bir öğretmen, rahatsızlığı dolayısıyla rapor alınca o öğretmenin derslerini diğer zümre öğretmenlerine dağıtmak için müdür yardımcısı toplantı yapar. Dağıtılmayan iki saatlik bir ders kalır. Müdür yardımcısı "Bu iki saat ne olacak, kim alacak" deyince toplantıdakilerden biri "O iki saate de siz girin hocam" der. Müdür yardımcısı ne cevap vermiş olabilir? Onu da söyledi dostum. "Ama ben fahri girmiş olurum" demiş müdür yardımcısı. Dostum "Olsun, fahri gir" demiş. Yardımcı, olmazsa girerim demiş. Ama maalesef girmemiş. O iki saatlik dersi branşı olmayan bir öğretmene vermiş. Gördünüz değil mi hizmeti? Evet okulunda derse girebilecek onca öğretmen olmasına rağmen müdür yardımcısının hafta içi niçin  12 saat derse girdiği böylece ortaya çıkmış olur. Ne diyelim? Allah daha çok versin böylelerine...

Müdür yardımcısının "Ama fahri girmiş olurum" sözünü duyunca 27 yıllık meslek hayatımın öğretmenlik ve idarecilik döneminde fahri olarak girdiğim dersler  aklıma geldi. Keşke dostumun tanıdığı bu yardımcıyı daha önce duymuş olsaydım, fahri olarak girer miydim(?!)  Giderdim yanına. Önüne diz çöker. Hocam, ne olur? Bu işler nasıl yapılır, bana bir anlat,  derdim. Heyhat ki heyhat!






Kırmızı Olsun, Beş Fazla Olsun!


—Babacığım, buraya ne yapılıyor böyle?
—Yukarı çıkmasınlar diye kapı yaptırıyorum.
—Zaten kalabalık bir nüfusumuz var. Bırak biraz hava alsın çıkan.
—Çıkan hava almaya çıkmıyor ki...sağı solu karıştırıyor.
—Bu yaptığın öncelikli bir ihtiyaç mıydı? Hani para yok diyordun?
—Oğlum, bugünlerde biraz para geldi. Bunu harcamam lazım.
—Paradan haberim var. Ama biz o parayı toplarken dokuz doğurduk. Dilenci konumuna düştük neredeyse.
—İyi oğlum! Para gelince ben harcamadan edemem ki...
—O zaman daha ihtiyaç olan yerlere harcasaydın.
—Bu da bir ihtiyaç…
—Ooo! Bu ihtiyaca gelinceye kadar buraya yapılacak o kadar elzem şeyler var ki…
—Mesela?
—Mesela sen bizim eğitim, öğretim ve kırtasiye işini karşılamaktan acizsin. Para yok diyorsun. Halbuki önceliğin bu olması gerekmez miydi? Sen ise keyfi kapı yaptırıyorsun.
—Evet kırtasiye ihtiyaç. Ama siz işinizi bilirsiniz. Bu ihtiyacı gidermek için harçlığınızdan kesip ya cebinizden verirsiniz ya da üç-beş kuruş toplarsınız. Sonra üç senedir sorun oldu mu? Hepiniz  bana gelmeden paşa paşa bu işi hallediyorsunuz.
—Doğru. Hallediliyor. Ama sen gel, onu bize sor. Ha ne olurdu, demirciye vereceğin parayı bize verseydin...
—Öyle deme evlat. Demirci de Allah Allah diyor. Bugünlerde onların da işi kesat. O sektörü de koruyup kollamak lazım. Böylece bu ekonomik dar boğazda ekonomimiz canlanır.
—Senin görevin mi ekonomiyi canlandırmak. Sen devlet misin? Bırak bu işi devlet yapsın.
—Ben ne yaptığımı biliyorum. Bazı günlerde yukarı kimse çıkmayacak. Ben bunu öncelikli ihtiyaç gördüm. Çünkü rahatsız oluyorum bu durumdan.
—Madem rahatsız oluyorsun. Yukarıdan önce kendi kapının önüne yatırsaydın bu demir kapıyı. O zaman seni kimse rahatsız etmezdi. Hatta demir kapıdan ziyade kapının önüne kimse giremeyecek şekilde beton döktürseydin, çok rahat ederdin. Ne kimseyi görür moralin bozulurdu ne de hakkında konuşulanları duyardın. 
—Hay aklınla bin yaşa. Keşke seni daha önce dinleseymişim. Bu çok güzel bir öneri. Seneye toplanan parayla da kapımın önüne bir demir kapı yaptırayım.
—Sormuyorsun ki baba...iletişim yok, istişare yok, herkesin görüşünü almak yok. Yetki bende, ben ne istersem o olur diye düşünüyorsun.
—Dur oğlum! Şimdi bunların sırası değil. Şu dediğini bir not alayım: "Önümüzdeki sene toplanan para ile kapının önüne demir kapı yapılacak."
—Bu arada demir kapının rengi kırmızı. Hiç olmamış. Başka renk bulamadın mı?
—Bunu da mı beğenmedin? 
—Çok ciyak kaçmış.
—Oğlum, olan oldu artık. Ayrıca bu demir kapı boşa gitmez. Baktın paraya sıkıştın. Çıkarır hurda fiyatına satarsın. Çünkü demir her zaman para eder. Hele bunu bir de müşterisine satarsak iyi para eder.
—Kim alır bunu?
—Öyle deme evlat! Kürtler bayılır kırmızıya. Şu söz onlara ait: Kırmızı olsun, beş fazla olsun. İşte bu sözden dolayı kırmızıyı tercih ettim. Yani ileriyi düşündüm.
—Allah sana akıl, feraset versin baba!



İcraatın İçinden Programlar! ***


Akşam çayımı yudumlarken ne var, ne yok diye bazen belli başlı TV kanallarına göz gezdiririm. Bazı akşamlar siyasi parti liderlerinin konuk edildiğini görürüm. Parti liderine ya program sunucusu ya da birkaç gazeteci gündeme dair sorular soruyor. Siyasimiz de hiç zorlanmadan takır takır cevaplar veriyor. Bu tür programları baştan sona izlemesem de ne soruluyor, siyasimiz nasıl cevap veriyor der diye biraz oyalanırım. 

Sorulan soruları ve verilen cevapları görünce oyalanmaya gerek yok der, başka kanallara geçerim. Niçin derseniz soru ve cevaplar bana bayat geliyor. Programın bir danışıklı dövüş olduğunu seziyorum. Ekrana misafir olan memnun edilip gönderiliyor. Sanki icraatın içinden bir program sunuluyor. Parti liderinin sadece kendisini anlatmasına imkan veriliyor. Sorular onu zorlamıyor, terletmiyor. Bir sohbet havası hakim. Güle oynaya program yapılıyor. 

Ülkeyi yönetene veya ülkeyi yönetmeye talip olana sorulan sorular böyle olmamalı diye düşünüyorum. Çünkü sorular beylik sorular. Yani çalışılan yerden çıkıyor hep. Sorunun nereden çıkacağını bilen liderlerimiz de kendilerinden emin bir şekilde cevaplar veriyorlar. Gecenin ilerleyen saatine kadar devam eden bu tür programlar soran razı, sorulan razı bir şekilde sona eriyor. Ne diyelim, Allah muhabbetlerini artırsın.

Programı hazırlayan ve sunan; adına ister sunucu, ister gazeteci, ister moderatör diyelim amme adına hizmet yapmalı halbuki. Bir defa vatandaşın doğru bilgilendirilmesi gerekiyor. Sokakta vatandaşın dert edindiği meseleleri koltukta oturana sorabilmeli. Yeri geldiği zaman sunucu, misafiri ters köşeye yatırabilecek, zorlayabilecek sorularla terletmeli. Siyasinin verdiği cevaplardan bir çelişki bulduğu zaman gazeteci, anında yeni bir soru sorabilmeli.

Alın size bir örnek. Bir akşam bir parti lideri konuşuyor. Belediye başkan adaylarını nasıl belirlediği soruluyor kendisine. Parti liderimiz kendi adaylarını nasıl belirlediğini anlatacağı yerde rakibi gördüğü siyasi partinin belirlediği adayları anlatıyor. Önemli şehirlere oralı adaydan ziyade başka ilden kişilerin aday yapılmasını eleştiriyor. Kendi partisi aday belirlerken o ilin insanını aday yaptığını ballandıra ballandıra anlatıyor. Programı sunan da ağzı açık dinliyor. Bildiğim kadarıyla bu konuşan lider, Ankara'dan bir gazeteciyi İstanbul'un bir ilçesine paraşütle aday yaptı. Gazeteci ne o ilçeli ne de doğru dürüst o ilçeyi tanıyor. Burada kendisiyle çelişen bir durum yok mu? Var. Ama bu çelişkiyi aynı anda yakalayıp soracak gazeteci lazım. Sormazlar. Daha doğrusu soramazlar. Çünkü programın formatına ters. Varlıklarını inkar gibi bir şey bu. Zira yeni gazetecilik veya televizyonculukta çelişki bulmak yoktur. Geleni memnun edip göndermek vardır. Sorduğu sorularla ne şiş yanacak ne de kebap. Müşteri memnuniyeti dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

Her şey değişiyor. Gazetecilik, televizyonculuk, moderatörlük değişmeyecek mi? Değişti maalesef. Programdan halkın memnun kalması önemli değil, önemli olan fincancı katırlarını ürkütmemek. Bu yeni gazeteciliğe birçok gazeteci çabuk uyum sağladı. Eskidenmiş siyasi analizler yapan, partileri eleştirebilen, halkın eli ayağı olan, bir siyasi lider gördüğü zaman özgürce sorusunu sorabilen, verilen cevaba "ikna olmadım" diyebilen gazeteci.

Ne diyelim? Bizi "Acaba ne soracak" diye saatlerce ekranda oyalayan bu tür gazeteciliği tebrik etmek lazım.

*** 26/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




5 Mart 2019 Salı

Bir Başka Açıdan 28 Şubat


28 Şubat dindar-mütedeyyin insanlara yapıldı. Bu süreçte bu kesim mağdur edildi. Bu sürecin asıl hedefi dindarlar mıydı? Esas sorgulamamız gereken bu diye düşünüyorum.

Aslında 28 Şubat süreci, merkeze yürüyen taşranın önünün kesilmesi sürecidir. Devleti sürekli yönetmeye alışmış cumhuriyet elitlerinin, iktidarı yönetmeye ortak kabul etmek istememelerinin bir sonucudur. Bir an evvel başını ezelim ki ileride karşımıza daha güçlü bir şekilde çıkmasınlar. Düşünce bu. Çünkü taşralıya biçilen rol devleti yönetmesi değil, devletin alt kesiminde ara eleman olarak görev yapmasıdır. Çiftçilik yapacak, kapıcılık yapacak, sanayide çalışacak, meslek öğrenecek, işçi olacak, memur olacak. Daha ötesi olmaz. Siyasal ve hukuk okuması kabul edilemez. Çünkü okuma çıtasını yükseltirse yarın ülkeyi yönetmeye kalkar. Bu yüzden Anadolu insanının veya taşralının okuduğu okullara bir darbe vurmak, burada okuyan öğrencileri kaçırmak, bu okullara öğrenci akışının önünü kesmek gerekiyordu. Önce sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitimle liselerin bünyesindeki orta kısımlar kapatıldı. Ardından katsayı uygulamasıyla meslek liselerinin içi boşaltıldı. Başını kapatarak okumak isteyenler okullara alınmadı.

Aslında 28 Şubat aktörleri, çok iyi düşünülmüş ve planlanmış bir uygulamayı yürürlüğe koydular. Çünkü merkeze yürümek isteyen taşralıların okuduğu ve başarılı olduğu okullar İHL'lerdi. Hileleri işe yaradı. İHL ve meslek liseleri kapatılmaktan beter edildi. Buradan kaçan çocuklar o zamanlar hizmet hareketi diye bilinen yapının kucağına düştü. Bu çocuklar bu yapının elinde istediği okullara gitti gitmesine. Ama beyin ve zihin olarak devşirildi. Taşralı özelliğini kaybetti.

Anadolu insanının merkeze yürümesinin önü sadece İHL'lerle kesilmedi. Aynı zamanda diğer meslek liseleri de bundan nasibini aldı. Çünkü diğer meslek liselerinin öğrencileri de tıpkı İHL'liler gibi taşralıdan oluşuyordu. Diğer meslek liseleri de kapatılmaktan beter yapıldı. Aslında iyi incelenirse İHL dışındaki diğer meslek liselerine yapılan, bu memleketin geleceğine vurulan en büyük darbedir. Çünkü bu okulların çökertilmesiyle çıraklık, kalfalık bitti, ara eleman yok oldu. Mesleklerin köküne kibrit suyu döküldü. Bugün ihtiyacımız olan meslekler son ustaların eliyle yürütülmekte. Onların emekli olması ve ölmesiyle bu meslekler yok olacak.  Çünkü çırak-kalfa-usta mektepleri yok artık. Bundan sonra bir şeyin yenisini alacağız, bozulunca atıp yenisini alacağız yeniden. Çünkü tamir eden ve tamirden anlayan olmayacak.

Gördüğünüz gibi durum vahim. Biz boşuna bin yıl devam edecek denilen 28 Şubat sona erdi, başta taşralılar var diye sevinmeyelim. Bu ülkenin geleceğini yok etmeye azmetmiş aktörler bugün aktif olarak işin başında olmasalar da uygulamaları aynen devam ediyor.  Üstelik onların niyetlerini hala anlayamamış olmalıyız ki meslekleri yok etmeye yemin etmiş bir sürecin, başlattığı 8 yıllık eğitimi12 yıla çıkardık. Hem de taşralıların eliyle yaptık bunu. Biz bir filden şikayetçi iken fil sayısı ikiye çıkarıldı.

28 Şubat devam ediyor mu ne?