2 Mart 2019 Cumartesi

Bu Seçim, Farklı Sonuçlara Gebe Olacak Gibi ***


Her seçimi bu seçim farklı, çok önemli deriz. Aslında her seçim önemlidir. 31 Mart seçimleri de bir mahalli seçim olmasına rağmen partilerin İttifaklar kurmak suretiyle seçimlere hazırlandığı dikkate alınırsa bu seçim de önemli. Ben de bu seçimleri önemli görenlerdenim. Çünkü sonuçları farklı olacak.

Sonuçları farklı olacak derken şu parti kazanacak, bu parti kaybedecek demek istemiyorum. Her seçimin olduğu gibi bu seçimin de kazananı ve kaybedeni olacak. Ben ilk defa bu seçimde seçmenin seçimleri çok önemsemediğini görüyorum. Hatta bu seçimde seçimlere katılımın belli bir oranda düşeceğini, yüzde 80'lerin altına gerileyeceğini, bu oranın son yıllarda seçimlere katılımın en düşük olduğu bir seçim olacağını düşünüyorum. Sandığa gidenler arasında iptal oylarında da bir artış olacağını seziyorum. Seçmenin sandığa gitmemesinde aşağıdaki nedenleri sayabilirim.
*Seçmen siyasete kızgın ve kırgındır.
*Seçmen siyasilere güvenmemektedir.
*Seçmen siyasetten ümidini yitirmiştir.
*Seçmen siyasette kısır bir çekişme olduğuna inanmaktadır.
*Seçmen siyasilerin kavgasının bir horoz dövüşü ve yapılanın bir kayıkçı kavgası olduğunu düşünmektedir.
* Seçmenin istediği veya sevdiği adaylar aday yapılmamıştır.
*Ağırlığını her geçen gün hissettiren ekonomik kriz, vatandaşın ağzının tadını kaçırmıştır. Hükümete kızgın ama muhalefete de güvenmiyor. Geleceğe karamsar bakıyor, yani ümitvar değil.
*Seçmen siyasilerin birbirine davranışını ve üslubunu onaylamamaktadır.
*Siyasette bir daralma vardır.
*Siyaset kendisini yenileyemiyor, sürekli kendisini tekrarlıyor.
*Seçmen partilerin içinin kaynadığını düşünüyor.
*Seçmen kutuplaştırıcı siyaseti benimsememektedir.
*Siyasi partiler seçmeni ikna edebilmiş değil. Seçime ramak kala hala kararsız seçmenin fazlalığı da bunun göstergesidir.

Seçmenin sandığa gitmemesinde başka nedenler de vardır. Seçimler sona erdikten sonra yorumcuların ve siyasi analiz yapanların üzerinde duracağı en önemli hususlardan biri de seçime katılım olacaktır. Seçmen niçin sandığa gitmemiştir üzerine bol bol analizler dinleyeceğiz. Siyasiler de seçmenin sandığa niçin gitmediğini sorgulayacaklar, mesajı aldık diyecekler. Ama seçmenin sandığa gitmemesinde kendilerinin payının büyük olduğunu sorgulamayacaklar. Çünkü bizde seçim sonu analizler yapılırken kendimizi bunun dışında tutarız. Çünkü kendimize suç bulmayız. Bu güne kadar her seçim sonrasında “Seçmenin mesajını aldık” derler ama gereğini yapmazlar. Zaten gereğini yapsalar, iyi bir öz eleştiri yapsalardı bugüne kadar siyaset kendini düzeltebilirdi. Bunun da kendilerine olduğu kadar ülkeye de çok büyük katkısı olacaktı.

***07/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Aferin Savcıya! ***

Diyarbakır Çermik'te bir halı saha maçı, Türkiye gündemine oturdu. Öğretmenlerden oluşan bir grubun maç saati 21.00-22.00; içlerinde cumhuriyet savcısının da olduğu diğer grubun maç saati ise 22.00-23.00 saatleri arasında imiş. Öğretmenler bir saatlik sürelerini değerlendirmek ve ter atmak için sahada yerlerini aldığı esnada sahaya bir başka grup daha girer. 14 kişilik saha, olur 28 kişi.

Sahaya sonradan giren grup, önceki grubu sahadan çıkarmak ister, dağdan gelen bağdakini kovar misali. Sıra sizindi, yok bizimdi tartışmasını kim kazanmış olabilir sizce? Tabi ki Savcı Bey kazanır. Hemen polisi arayarak şu top oynayanlara bir kimlik kontrolü yapmasını ister. Hayret ki öğretmenlerin hiçbirinin şortunda kimlikleri olmaz. Ekip otosuna bindirilerek emniyete götürülen öğretmenler, koşarak atacakları terin yerine emniyette ecel terleri döker. Sahayı boşalttıran savcı da ekibiyle beraber sahaya inerek savaşı kazanmış bir komutan edasıyla istediği saatte terini atar.

Gazetelerin üç beş satırla haber yaptığı bu olayı gördüğünüz gibi ben uzattım. Huyumdur maalesef. Hem uzatır hem de sulandırırım. Aslında konuyu uzatmaya gerek yok. Halı saha maçı yapan iki güzide grup da amacına ulaşmış. Çünkü amaç ter atmak değil miydi? Sonuçta sahada başlayan düello ile tüm taraflar terini atmıştır. Bu arada öğretmenlere bir çift sözüm olsun:

Be kardeşim! Siz kim, savcı kim? Madem savcı geldi, ha kenara çekilip bir saat daha bekleseydiniz olmaz mıydı? Devletin savcısı bekler mi? Hatta beklerken savcı beyin maçını da izleyip tezahürat yapsaydınız savcıya da moral olurdu. Üstelik cebinizde kimliğiniz yok. Bir insanın cebinde kimliği olmaz mı? Haydi yok diyelim. Buna rağmen bu saat biz oynayacağız diye niye dikleniyorsunuz? Hem suçlu, hem güçlüsünüz. Sonra siz kim oluyorsunuz? Kozunuzu paylaştığınız savcı, bir defa protokolde 4.sırada. Sizin protokolde yeriniz bile yok. Hoş olsa da kim takar Yalova Kaymakamını! Ayrıca bugün 24 Kasım değil. Diğer günlerde de aynı ilgiyi beklemeyin. 24 Kasım'da sizden övgüyle bahsediliyor diye şımarıp astarını istemeyin. Sıranızı bekleyin. Çünkü daha gününüze çok var. Biz sizi çocuklarımızla ilgileniyor diye taltif ederken bu defa baltayı taşa vurdunuz. Karşınızdaki devletin savcısı bir defa.  Devlet, beklemediği gibi savcısı da beklemez. Mevzubahis olan üst olunca burada haklılık aranmaz. Siz öğretmenlik okurken öğrenmediniz mi bunu? Ben bunu daha lisede okurken Allah rahmet eylesin Süleyman Uğur hocamdan öğrenmiştim. Bir konuda "Ama hocam bu, haksızlık" dediğimizde "Üst daima haklıdır, bilhassa haksız olduğunda" derdi. Diyelim ki savcının sırası 22.00'de başlıyordu ama daha öne çekmek istedi. Centilmenlik yapıp sıranızı verseydiniz kıyamet mi kopardı? Belki Sayın savcı, maçı öne alıp terini atacak, ardından duşunu alacak, ertesi günkü işine yoğunlaşacaktı. Bunu çok gördünüz savcıya.

Haydi anlamadınız savcı mecbur kaldı, olaya müdahale etti. Bu meseleyi basın ve kamuoyuna taşımaya ne gerek vardı? Maalesef bu had bilmediğiniz yüzünden savcı hakkında soruşturma başlatıldı. Olacak şey değil. Başta Adalet Bakanı olmak üzere savcı sahipsiz bırakıldı. Ne işe yaradı şimdi? Bir ilçede devleti temsil eden, devlet adına iş yapan birini küstürmek ve yalnız bırakmak demek, devleti sahipsiz bırakmak demektir. Çok gördünüz bir savcının masum bir isteğini. Bir defa ilçede kaç savcı vardır? Ya birdir ya da iki, üç kişi. Sizin gibi sayısı fazla değil ki! Haydi deyince hemen bulunabilen bir şey değil. Sonra devlet az mı uğraşıyor bir savcı yetiştirmek için? Halbuki siz öğretmenler öyle mi? Küçük bir ilçede bile ordu kadar varsınız. Ayrıca görev yapanların dışında görev bekleyen yüz binlerce öğretmen adayı var. Yine çokluğunuza bakarak bir savcıyı aleme mat etmeye kalkmanız doğru mu? Haydi bugün şansınız yaver gitti, savcıya karşı galip geldiniz. Unutmayın ki bu ülkede adalet herkese lazım. Yarın bir veli veya öğrenci yüzünden bu savcının eline düşmeyeceğinizin bir garantisi var mı? Sizin bu yaptığınız ham davranışa rağmen siz yatın, kalkın, savcıya dua edin. Çünkü savcı, elindeki tüm koz ve yetkileri kullanmamış. Pekala üzerinizde kimlik taşımadığınız için tutuklama talebinde bulunabilirdi. Ama bunu yapmamış. Yine maçınızı izler, tam siz oyuna kendinizi kaptırdığınız ve birbirinize “pas ver” diye bağırdığınızda çevreye verdiğiniz gürültüden dolayı hakkınızda iddianame bile hazırlayabilirdi.

Haydi hepsinden geçtim. Sizin top oynamak neyinize? Evinizde oturup ertesi günkü anlatacağınız derse hazırlanacağınıza ve adınızı eğitim ve öğretimle duyuracağınıza şu haber olduğunuz konuya bakın. Bu arada halı saha sahibinin parasını da vermemişsiniz. Adam mağdur olmuş. Lütfen gidin borcunuzu ödeyin. Neyse size söylenecek çok şey var öğretmenim! Eğer biraz utanma kaldıysa bu yaptığınızdan utanın. Sizi kınıyorum.

***05/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

1 Mart 2019 Cuma

28 Şubat ve Biz (2)


*Dün zulüm gördüğümüzü söylüyorduk. Ki doğrudur. Ama bugün biz başkalarını mağdur ediyoruz. Adalet ve güven duygusunu yok ettik. Bugün adaletle beraber toplum güven problemi yaşıyor. Başkasını mağdur ede ede doymuş olmalıyız ki hızımızı alamayarak bugün birbirimizi, kendimizden olanları da mağdur ediyoruz. Dünün mağduru bizler, bugünün mağruruyuz.
*Dün 28 Şubat sürecini eleştirebiliyor, eylemler yapabiliyorduk. Bugün bizi kimse eleştiremiyor. Yapıcı eleştiriye bile tahammülümüz yok. Kim buna cüret ederse hemen damgalıyoruz: Ya hain ya FETÖ'cü ya nankör ilan ediyoruz. Bize yapıcı eleştiri getirenler bile gazetelerde yazamıyor. 28 Şubat sürecinde "Bunlara haksızlık yapılıyor" diye bizi savunan yazar ve çizerler bile bugün hiçbir yerde yoklar.
*Dün zayıf idik, elimiz kolumuz bağlıydı. Bugün çok güçlüyüz, her şeye hakimiz. Çıkardığımız kanunlarla bir kesimi mağdur edebiliyoruz. Toptancı davranıyoruz. Bir kanunla bütün müdürleri alaşağı yapabiliyoruz.
*Dün bankamatik memurları var bu ülkede diye eleştiriyorduk. Bugün ürettiğimiz bankamatik memurlarının sayısı geçmişten fazla.
*Dün, bize vebalı muamelesi yapılıyor, dışlıyorlar diyorduk. Bugün biz dışlıyor ve küçümsüyoruz. Çünkü 17-25 ve 15 Temmuz dengemizi bozdu, kimseye güvenmiyoruz. Herkesten şüpheleniyoruz.
*Dün, ülkeyi ekonomik krize sürüklediler, bunlar bu ülkeyi yönetemiyor diyorduk. Bugün biz de ülkeyi bir ekonomik krize sürükledik, uzun süre iktidar olmamıza rağmen. Üstelik kimse bu ülkede ekonomik kriz var diyemiyor. Çünkü bize göre bir kriz yok.
*Dün bizi savunan, görüşlerimizi temsil etme imkanımız olan tek bir TV kanalımız vardı, bugün bütün kanallar bizim. Aleyhimize tek yayın yapamıyor, tespitte bile bulunamıyor. Yanlışımıza yanlış diyemiyor. Farklı görüşe yer yok. Her yerde biz varız. Tüm kanalları besliyoruz.
*Dün 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimden şikayetçi idik, bugün biz eğitimi 12 yıla çıkardık.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Ki faydası da yok. Görünen o ki biz mağdur edile edile mağdur etmeyi öğrenmişiz. Hocalarımız da bizi mağdur edenler. Çünkü biz onları örnek almışız. Ayıpladıklarımızın hepsini bugün biz yapıyoruz. Ölümümüz yakın demek ki... Çünkü ayıpladığı başına gelmeden ölmezmiş bir insan. En kötüsü dün, bir ve beraber olduğumuz kendi insanımızı da kaybediyoruz. Kendi insanını kaybeden, kendi insanını küstüren bir başkasını memnun edebilir mi? İşin bir diğer yanı kimseye güven vermiyoruz. Kimse bize güven vermiyor. Zira bize güvenenlerin umutlarını hoyratça harcadık. Hoş, biz de kimseye güvenmiyoruz.

Koltuk iktidarı maalesef bize yaramadı. Çünkü biz bu imtihanı kaybettik, bakmayın hala iktidar olduğumuza. Bizim de diğerlerinden bir farkımız yokmuş. Maalesef tüm kazanımlarımıza rağmen biz kaybettik. Çünkü değerlerimizi yavaş yavaş kaybettik, kaybediyoruz. Samimiyetimizi de kaybettik. Maalesef biz ölmüşüz de ağlayanımız yok. Yine maalesef milletin gidebileceği, sığınabileceği bir başka liman yok. Çünkü millet alternatifsiz. Bize güvenmiyor, karşı tarafa hiç güvenmiyor.

Sahi 28 Şubat sürecinin mağdurları bizler, bugün bu sürecin neresindeyiz? Sanki rahatlık, güç, iktidar bizi şımarttı gibi. Allah bize basiret, feraset ve izan versin, kendimizle ve yaptıklarımızla yüzleşmeyi, yeniden milletin gözünde taht kurmayı nasip etsin. Bizi samimiyetten uzaklaştırmasın. Bu rahatlık dönemindeki gevşekliğimizi, rehavetimizi, şımarıklığımızı 28 Şubat sürenindeki samimiyetimize tebdil eylesin.


28 Şubat 2019 Perşembe

Sigara Üzerine Bir Anekdot

İkindi namazı geçti geçiyor. Otobüsten indiğim gibi ikindiyi farzından kılayım diye Zafer'de bir camiye doğru yöneldim. Yürürken bir tane de sigara yaktım. Caminin kapısına geldiğimde sigaradan birkaç daha çektim. Ardından caminin havlusuna girdim.

Caminin havlusunda tek başına oturan ve akşam namazı vaktinin girmesini bekleyen tanıdık bir simayı gördüm. Onu görünce sigara içtiğimi gördü diye mahcup oldum. Çünkü gördüğüm dersimize girmemişti ama liseden bir öğretmenimizdi. 1984-1985 öğretim yılında üçüncü sınıfta iken bir saat boş dersimize gelmiş, bize dopdolu bir ders anlatmıştı. Hatırladığım kadarıyla eline tebeşiri aldı. Tahtanın en üstüne bir işaret koydu. Tahtanın altına da bir ırmak çizdi. "Bu ırmaktan pis su akıyor. Toplumun çoğu bu pis suyun içine girmiş durumda. Sizin göreviniz bu pisliğin içindeki insanları kurtarmak olmalıdır. Ne kadar kişiyi kurtarabilirseniz kar" demişti. Tahtanın en üstüne koyduğu işareti göstererek "Sizin gelmek istediğiniz hedef burası olmalı. Yani hedefinizi en yüksekten belirlemelisiniz. Bu hedefe ulaşmak için çaba sarf edeceksiniz. Hedefinize ulaşamasanız bile o hedefe ne kadar yaklaşırsanız kazançlı çıkarsınız" demişti. İşte o hocamızdı gördüğüm: Mustafa Akdedeoğulları. Saçları ağarmış, nur yüzlü bir piri fani idi gözümde. Okul bahçesinde onu gördükçe aklıma samimiyet gelir, Müslümanlık yaşansa yaşansa ancak bunun gibi yaşanır derdim. Allah rahmet eylesin.

Yanına mahcup bir şekilde varıp selam verdikten sonra halini hatırını sordum. Ardından "Galiba uzun süredir sigara içiyorsun, değil mi" dedi. Evet dedim. Dünya İslam Alimleri Birliği şu dört ayetten hareketle sigaranın haram olduğu hakkında fetva vermiştir. 
1."Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez."
2."Kendi kendinizi öldürmeyiniz." 
3. "Saçıp savuranlar şeytanın kardeşidirler."
4. "Kendi kendinizi tehlikeye atmayınız." Ayet meallerini orijinal metinleriyle birlikte okudu. Ardından "Bırakmak lazım. Ama birden bırakırsan sağlığına zarar verebilir. En iyisi yavaş yavaş azaltarak bırakırsan iyi olur," dedi. İnşallah hocam diyerek namaz kılmaya geçtim.

Son günlerde "Sigara haramdır, değildir" tartışmaları üzerine 1995 yılında Mustafa Akdedeoğulları ile aramızda geçen bu anekdotu hatırladım. Sigara haram mı, değil mi, tahrimen mekruh mu yoksa tenzihen mekruh mu ya da mubah mı? Karar sizin.

Daha Çalışmak İstiyorum


—Hala çalışıyor musun bu yaşta?
—Elbette!
—Yeter artık bırakıver!
—Sana ne zararı var çalışmamın?
—Zararı yok da gençlere yok açılsın. Sonra dünyayı sen mi kurtaracaksın?
—Faydalı olduğuma inandığım müddetçe çalışmak istiyorum. Dünyayı kurtaramam, doğru. Zaten böyle bir niyetim yok. Kendimi kurtarsam yeter. Ayrıca benim çekilmemle gençlerin önü açılmaz.
—Bugüne kadar çalıştığınla kazanmışsındır yeterince. Öbür dünyaya mı götüreceksin?
—Bu işe daha fazla kazanma olarak bakmıyorum. Vücuduma katkım olsun.
—Bu işin vücudunla ne alakası var?
—Boş duran, hareket etmeyen kişi, vücuduna en büyük ihaneti yapmış olur. Çünkü hedefi olmayan, yorulmayan vücut çabuk çöker. Bu arada sen ne yapıyorsun?
—Emekliyim. Günü gelince hemen ayrıldım.
—Şimdi ne iş yapıyorsun?
—Emekliyim ben artık. Daha ne iş yapacağım? Boşum.
—Nasıl vakit geçiriyorsun?
—Yiyorum, içiyorum. Geziyorum, tozuyorum. Namaz vakti camiye gidiyorum.
—Sonra?
—Daha ne yapacağım başka?
—Bu dediklerini çalışırken de yapabilirsin. Böyle yaparak yediğinden içtiğinden zevk almazsın. Çünkü vücudun yorulmaz.
—Bu yaştan sonra çalışmayı ne vücudum ne de gözüm çeker.
—Bu senin tercihin, saygı duyarım. Ama çalışmak isteyene de mahalle baskısı uygulama. İnsan faydalı olduğu müddetçe çalışmaya devam etmeli. Çünkü insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.
*
—Hocam! Yarın itibariyle 65 yaşından gün aldığın için resmen emekli oluyorsun.
—Çalışmamda ve verimimde bir sorun mu var?
—Öyle bir şey yok. Allah var, birçok gence taş çıkartırsın. 
—E o zaman?
—Eesi, emekli olmak zorundasın. Çünkü kanun böyle. Bu yaştan sonra köşene çekilip ölümü bekleyeceksin, çalışamazsın. Çünkü bu yaşta bir katkın olmaz, verimli olamazsın.
—Başkası nasıl çalışıyor?
—Mesela?
—Mesela siyasete girenler için bir yaş sınırı yok. Parti genel başkanlarına bak, içlerinde vekili var, belediye başkanı var. Yaşları ilerlemesine rağmen ülkeyi yönetmek için koşturuyorlar. Madem bu yaştan sonra ben verimli olamam. Siyasiler nasıl verimli olacak?
—O mesele ayrı. Bizi aşar.
—Aşar biliyorum. Ama bu sınır niye? Madem sınır var, niçin herkesi kapsamıyor? 
—Ama onlar çalışıyor...
—Ben de çalışıyorum.
—Ama onlar başarılı.
—Başarı nerede? Hepsi devlet memuru gibi ne uzuyorlar ne de kısalıyorlar. İktidar yine iktidar, muhalefet yine muhalefet. Bu işler yıllar yılı böyle. Hatta içlerinde öyleleri var ki yürüyemiyor, yerinden kalkamıyor, vekillik görevini yapamıyor, ömrü hastanede tedavi ile geçiyor. “benim katkım yok, çekileyim kenara” demiyor. Çoğu, Mecliste öleyim, cenazem buradan kalksın diye bekliyor.
—İlahi hocam! Çok haklısın. Ama alacağın yok. Sen şu evrakı imzala. Ben de tebliğ etmiş olayım. Sen en iyisi buradaki eforunu bundan sonra siyasete girerek orada harca.
—Ama beni almazlar ki...tüm köşe başları tutulmuş, demirbaşlarla dolu.
—...





28 Şubat ve Biz (1)

Siyasi tarihimize “Postmodern darbe” olarak geçen 28 Şubat’ın bugün 22.seneyi devriyesi. 28 Şubat 1997 MGK toplantısında alınan tavsiye kararları bir bir uygulamaya konmak suretiyle dindar-mütedeyyin insanlara hayat zindan edildi. Kızlarımız başörtüleriyle okuyamadı, çoğu okullarından atıldı. Kamuda çalışan türbanlılar ihraç edildi. Birçok insanımız uyduruk gerekçelerle yargılanarak soluğu hapishanelerde aldı. Vatandaşın umut bağladığı İHL’lerin orta kısmı kapatıldı. Katsayı ucubesiyle başta İHL’ler olmak üzere meslek liselerine, bölümleri dışında neredeyse üniversite kapıları kapatıldı. Meslek liselerinin içi boşaltıldı, öğrenci sayıları ve verim düştü. Bu okullar kapatılmaktan beter yapıldı. Neler yapılmadı neler! Belli bir kesime hayat hakkı tanınmadı, kamusal alan kendilerine dar edildi dense yeridir.

Postmodern darbenin bize en büyük katkısı “Her şerde bir hayır vardır” ayetinde belirtildiği gibi bizi bize kenetletti, bir ve beraber olduk. Mücadele etmeyi öğrendik. Hatalarımızla yüzleştik. Sabrettik. Şikayetimizi Allah’a arz ettik. Âhımız arşı alaya yükseldi. Ardından Allah bize “Yürü ya kulum! Çok mağdur edildiniz. Dileyin benden ne dilerseniz” dedi. Hayalimizden bile geçirmediklerimizi fazlasıyla bize nasip etti. Halbuki 28 Şubat’ın mimarları, bu kararları üç-beş gün veya birkaç yıllığına almamıştı. Bin yıl devam edecek demişlerdi. Demişlerdi diyorum. Çünkü devam edemediler. Zira korku salan güçleri bir örümcek ağından ibaretmiş. 8-10 yıl sonra esemeleri okunmaz oldu. O gün yürürlüğe konan kara reçetenin izleri yıllara yayılarak bir bir kaldırıldı. Başörtüsü, okullarda ve kamuda serbest oldu. Rektörü de askeri de “başörtülüye selam durdu.” Katsayı eşitsizliği kalktı. Üniversitelerin kapısı her okul türüne ardına kadar açıldı.

Bugünden geçmişe dönüp bakıyorum, belli bir kesimin mağdur edildiği o sürecin üzerinden tamı tamına 22 yıl geçmiş. Bugün biz bu sürecin neresindeyiz? Dünün mağduruyduk. Samimiydik. Bunun sonucunda başarı geldi ve nice yıldır incitilen, mağdur edilen zihniyet başta. Şunu anladım. Mağdur edilen ve bunun bedelini ödeyene Allah, mutlaka bir şans ve imkan veriyor. Biz bugün o şansı kullanıyoruz. Ama şans veya imkanları yerli yerinde kullanabiliyor muyuz? Maalesef buna evet diyemiyorum. Çünkü 28 Şubat sürecinde elimizden alınan imkanları, fazlasıyla geri almamıza rağmen bugün çok değiştik, şımardık, rehavete kapıldık. Çünkü bizimle mücadele eden tüm kaleleri mücadele ede ede hepsini kazandık. Bugün her yerde etkin ve yetkin biz varız. Dün sorun olarak gördüklerimiz bugün yine sorun. Örnek verelim:

*Yumuşak karnımız başörtüsü dün sorundu, bugün de sorun. Çünkü çok garip başörtülüler çıktı. Örtünme şekli de sorun, örtünün altına giyilenler de sorun, davranışlarımız da sorun. Çoğu başörtülüyü görünce "Keşke şu kız, bu haliyle başörtülü olacağına, başörtüsüz olsaydı" noktasına geldik. Keşke dün sadece başörtüsü isteyeceğimize, biraz da huy güzelliği istesek iyi olacakmış. Çünkü Allah her istediğimizi verdi.

*İmam Hatip Ortaokulları yeniden açıldı, lisesindeki katsayı engeli kalktı, İHL'ler yeniden cazibe merkezi oldu, her yere bu okulları açtık. Ama kaliteyi bir türlü yakalayamadık. Çünkü bu okullar belini doğrultacağa benzemiyor, tıpkı diğer meslek liselerinin kalite yönünden yerlerde süründüğü gibi. Önce kaliteyi yakalayıp ardından bu okulları çoğaltalım şeklinde düşünmeyen, her yere İmam Hatip açan yetkililere duyurulur. Maalesef bu okullar kontenjanlarını bile dolduramıyor bugün. Eserinizle gurur duyun yetkililer!

*Ehliyet ve liyakati buzdolabına kaldırdık. Bugün bürokrasiye -sanki bu ülkede başkaları yaşamıyor gibi- bizden olanları veya bizden görünenleri doldurduk. Sözlü mülakatlar en büyük kozumuz. (Devam edecek)

Ekonomik Krizlerimiz

1980 öncesi 70 sente muhtaç bir ekonomimiz vardı. Stokçuluk had safhadaydı. Halk hep zamları konuşurdu. Halkın pek alım gücü yoktu. Hoş olsa da mal bulunmazdı. Bazı ürünleri almak için kuyruklara girmek gerekiyordu.

24 Ocak 1980 ekonomik kararlarıyla birlikte piyasa, bol enflasyonlu dönemi yaşadı. Ama vatandaşın cebi para da gördü.

1994 ekonomik krizini hatırlarım. Çünkü bizzat yaşadım. İliklerime kadar hissettim. Güçlükle geçindim. 94 krizinden hatırımda kalan, askere gitmeden önce Mark borç almıştım. Yanlış hatırlamıyorsam 100 Mark 5 bin lira iken iki ay sonra askerden geldiğimde 100 Mark 20 bin lira olmuştu. Paramızdan sıfırların atılmasıyla birlikte bin veya milyonu karıştırabilirim. Ama iyi bildiğim, paramızın Mark karşısında 4 kat erimiş olmasıydı. (O zamanlarda halk arasında Mark, Dolardan daha fazla yaygındı.) 

2001 krizi öncesi piyasada yaprak kıpırdamadığını söyleyebilirim. Paramız pul olmuş, dolar karşısında erimiş, fiyatlar uçmuş, işsizlik artmış, iflaslar baş göstermişti. Televizyonlarda çalışanların maaşlarını gününde alıp alamayacakları konuşulur olmuştu. Bu krizde dönemin başbakanına yazar kasa atılmıştı. Cumhurbaşkanı Sezer'in toplantıda Başbakan Ecevit'e Anayasa kitapçığını fırlatması, geliyorum diyen krizin fitilini ateşlemişti. Sonrası ortalık toz duman olmuştu.

Kriz ortamı demek maliyetlerin artması demektir. Fırsatçılara gün doğması ve daha fazla para kazanma hırsı demektir. Böyle ortamlarda bugün aldığımız ürünü ertesi gün aynı fiyattan almak mümkün değildi. Öyle de oldu. Çünkü fiyatlar yukarıya doğru durmadan değişiyordu. Krizi kucağında bulan veya gelecek krizi daha önce ön göremeyen veya tedbir almayan/alamayan hükümet ne yapacağını bilemez veya bir acizlik içine girer, para bulup piyasaya para süremezse fiyatlar uçar gider. Bu demektir ki piyasa hükümete güvenmiyor.

2001 krizi olduğunda ekonomiyi ayağa kaldırsın diye Dünya Bankasında çalışmakta olan Kemal Derviş'i ekonomiden sorumlu devlet bakanı yaptık.

2001 krizi yıkıcı etkisini iyice hissettirdiği dönemde "Bu aşamadan sonra oy kullanmada ideolojik yaklaşmayacağım. Eğer bir parti, bugünkü aldığım ürünü, yarın aynı fiyattan alabileceğim garantisini verirse oyum o partiyedir. İstersen bu partinin ideolojisi dinsiz-imansız olsun, oyumu o partiye vereceğim" demiştim.

Öcalan'ın paketlenip bize verilmesinin ardından oy patlaması yaparak koalisyon hükümeti olan partiler, ekonomik krizin ardından erken seçim kararı aldı. Krizi iyice hisseden ve krizle boğuşan halk, ekonomik krizin faturasını başta koalisyon ortağı partiler olmak üzere diğer merkez sağ partilere de çıkardı. Hepsini baraj altı yaptı. Meclis'e sadece iki parti girebildi.

2001 yılında yeni kurulmasına rağmen  aynı yıl girdiği ilk seçimde halkın teveccühünü kazanarak tek başına iktidara gelen parti; kolları sıvadı, ekonomiyi döndürülebilir noktaya getirdi. Hem enflasyonla mücadele edildi, hem yatırımlar yapıldı, ülke şantiyeye döndü.  Bütçe disiplininden ödün verilmedi. Enflasyon tek haneye indi. Vatandaşın parası bereketlendi, alım gücü arttı. Ürünlerin fiyatı değişmedi, uzun yıllar yerinde saydı, hatta geriledi.

2007 dünya krizi girdi araya. Fakat bu kriz bizi çok etkilemedi, teğet geçti.

Hükümete güvenen dış piyasa, ülkemizi sıcak paranın cenneti yaptı. Ülkeye para aktı. Zaman zaman inişli, çıkışlı bir seyir izlese de son üç beş seneye gelinceye kadar yatay seyir izleyen oturmuş bir ekonomimiz vardı.

Nihayet geldi geliyorum, epeydir geciktim diyen ekonomik kriz -biz her ne kadar kriz olarak kabul etmesek de- 2018'de geldi, bizi buldu. Şimdi 2019'dayız ve iliklerimize kadar hayat pahalılığını hissediyor ve yaşıyoruz. Bizi ne zaman terk eder, kanımızı daha ne kadar emer ve bizi ne kadar soyar, bize neye mal olur, bilinmez. Şimdiki krizin en büyük avantajı her şeye hakim tek başına bir hükümetin olması. Hükümet piyasaya müdahale edebiliyor, denetim yapabiliyor. Düşünün ki böyle bir krizde güçsüz bir koalisyon hükümeti olsun; piyasa alır, başını giderdi.

Kriz, vurucu etkisini iyice hissettirmeden genel seçimleri erkene alan hükümet, şimdi mahalli de olsa yine bir seçim sınavında. Ekonomideki iyileştirmelerinden dolayı bu partiyi kaç defadır iktidara taşıyan halk, bakalım bu seçimde ne yapacak? Önceki krizlerin faturasını hükümetlere çıkararak kırmızı kart gösteren halk, bu seçimde hükümete kart gösterecek mi yoksa bir şans daha verecek mi? Çünkü ekonomi, siyasette belirleyicidir. Vatandaşın cebine dokunursa kimsenin gözünün yaşına bakmaz. Bekleyip göreceğiz.

Allah bizi, altından kalkamayacağımız ekonomik krizlerle imtihan etmesin!