25 Şubat 2019 Pazartesi

Kelle Paça (3)

Yolda giderken aldığım dört paça ve bir kilo işkembeyi düşündüm. Girdiğim dükkanda sakatatın her çeşidi vardı. Hayvanın kemiğini bile satıyor. 

Sakatatı sevmeyenler var, ölümüne sevenler var aramızda. Burun kaçıranlar yüzünden sevenlerin birkısmı sevdiğini söyleyemediği gibi yediğini de söyleyemiyor.

Sakatat dükkanında satılanları tekrar gözümün önüne getiriyorum. Kurban keserken kimsenin yüzüne bakmadığı, ulu orta atıldığı nimetler. Öyle ya, hayvanın kemiklerini de atıyoruz işkembesini de, yağını da, kellesini de. Ortaklardan bir iki kişi bizim evde yiyen yok, alacak olan alsın dediğinde ortakların ayıplar düşüncesiyle kimse yanaşmıyor. Madem senin evde yenmiyor, bizim evde hiç yenmez havası veriliyor. Olan da nimetlerin çöpe gitmesine oluyor. Sakatatı seven, lokanta lokanta dolaşıp çorbasını içenler de "Kim temizleyecek, meşakkatli bunların temizlenmesi" diyerek almaya yanaşmaz.

Hasılı kim temizleyecek diye kesim yerinde burun kıvırarak bıraktığımız nimetleri birileri sektörü haline getirip satıyor. Attığımız kemiklerin kilosu bile 10 lira. Kesim yerinden "Aman sakatat getirme, uğraşamam" diyen evin hanımları ayağa, dize iyi geliyormuş diyerek kesim yerinde bedava bıraktıklarımızı para vererek aldırmaya gönderiyor bizleri. Parası önemli değil ama para vererek alıp geldiklerimiz daha çok hoşa gidiyor ve lezzetli oluyor. 

Evin hanımından, erkeğine varıncaya kadar hazır yiyiciyiz. İllaki armut pişecek, ağzımıza düşecek. Dönüp bakmadığınız işkembeyi, paçayı birileri temizleyecek, biz onları alacağız, eve getirip kısık ateşte pişireceğiz.

Küçüklüğümde babalar kurbanı kesip parçalarken anneler de işkembeyi bir kenara çektirip içini temizlerler, kurbanın neredeyse hiçbir parçası boşa gitmezdi. Belki de yokluktu onlara o gün işkembeyi temizleten, belki de nimet atılmaz düşüncesiydi. Annelerimizin geçmişte tiksinmeden ve üşenmeden kelle paça ütmeleri, karın temizlemeleri belki de nimete şükür idi. Belki de geçmişin bereketi buydu. Bugün, dün burun kıvırarak yüzüne bakmayıp attıklarımıza para veriyoruz.

Garip değil mi bu? Bence nimetleri atarak nankörlük yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Bugün dize, ayağa, menisküs ağrısına iyi geliyormuş diye aldığımız sakatat bizden hıncını alıyor olmasın. Çünkü günümüzde ayak, diz ağrıları iyice arttı. Sanki sakatat "Siz misiniz benden tiksinen? Çekin benim gibi bir nimetten tiksinmenin ceremesini! Tedaviniz yine benden diyor gibi...

Kelle Paça (2)

Bir cuma günüydü. Akşamı ise mübarek bir gece. Herkes geceyi bir şekilde değerlendirirken biz ekran başında TİF işlemlerini girerek sabahladık. Sabaha doğru öğretmen evi müdürü sabah namazını kıldıktan sonra çorba içmeye gidelim dedi. Hem uykusuz hem de açız doğru. Ama sabah sabah daha gün ağarmadan ne çorbası içeceğiz? Sonra açık lokanta olur mu? Ayrıca lokanta sahibi "Sabah sabah burnunuz mu düştü" demez mi? Haydi adam esnaf, müşteri gelince hoşuna gider, bizi lokantaya giderken gören ne der? Adamlar deli dese haklılar dedim. Gidince görürsün, oturacak yer bulabilirsen şükret dedi.

Yorgun argın, üstelik gözümüzden uyku akıyor ve açız. Yanımızda öğretmen evi müdür yardımcısı da var. Çıktık yola. Kapu Camiinin orada bir yere götürdüler beni. İçeri utana sıkıla girdim. Gerçekten lokanta doluydu. Ailecek gelenler bile vardı sabahın köründe. Konya'da bizim gibi deli sayısı epey varmış dedim. Gülüştük.

Garson bizi bir yere oturttu. Ne alırdınız dedi. Epey bir çorba ismi saydı. Çoğunu o güne kadar tatmsmış, bir kısmının adını ise ilk defa duyuyordum.  Benim bildiğim ve içtiğim çorbalar yayla, mercimek, ezo gelin gibi klasik çorbalardı. Arkadaşlar bana baktı. Ne yerseniz, bana da o dedim. Kelle paça yiyeceğiz dediler. Nasıl bir şeyse ben de istiyorum aynısından dedim. Bir çorba hem de adı kelle paça olan bir çorba bu kadar mı güzel, bu kadar mı lezzetli olurdu. Tıka basa yedik.

Sonrasında yine kelle paça içmek için bir arkadaş grubuyla beraber pazar günleri sabah namazında Kapu Camiinde buluştuk.
                                     *
Adı kelle paça olsa da paçayı bilmem ama kelle dedikleri hayvanın başı olmalı dedim. Oymuş birkaç yıldır kestiğimiz kurbanın kellesini yüzüp temizlemeye başladım. Kesim yerine bırakmıyorum. Biraz uğraştırıyor ama değiyor.
                                     *
İçişleri bakanı çarşıya çıkarken dönüşte kelle paça, biraz da kuyruk yağı al gel dedi,  Emir demiri keser misali girdim bu işi satan esnafa. Kelle yok mu dedim "yok" dedi. Paça hangisi dedim. Şu dedi. Gördüğüm hayvanın ayağı idi. Yani kurban kestiğimizde kediler, köpekler yesin diye kenara bıraktığımız ayakların ta kendisiydi. Doğrusu paça deyince ayağın biraz üstü olmalı diye düşünüyordum. Ayak ve diz ağrılarına iyi gelen paça bu mu dedim. Evet dedi. İyi, ver şuradan bir kilo dedim. Bu, kilo ile verilmez, tane hesabı dedi. Kaça tanesi dedim. 2.5 lira dedi. Kaç tane almalıyım diye düşünürken yanındaki arkadaş, şimdilik dört tane al dedi. Baktım yanında işkembe de var. Bir kilo da bundan ver dedim. Evimin yolunu tuttum.


24 Şubat 2019 Pazar

Kelle Paça (1)

Eskiden okulların taşınırları A, B, C demirbaş defterlerine kaydedilirdi. A demirbaş defterinde okulun sıra, masa gibi dayanıklı tüketim malzemeleri, B demirbaşına laboratuvar malzemeleri, C'ye ise kitap ve basılı yayınlar kaydedilirdi.

MEB,  2007 yılında aldığı kararla okullarda ne kadar demirbaş varsa hepsinin TİF(taşınır işlem fişi) adı altında elektronik ortam modülüne aktarılmasını istedi. 

MEB'in sisteme aktarılmasını istediği süre kısıtlıydı. Yaz dönemi ekranın karşısına geçip girmeye başladım. A ve B demirbaşlarını girmek çok sorun olmadı. Çünkü çok ayrıntısı yoktu. Kısa zamanda girdim. Burada esas sorun C demirbaşı dediğimiz kitapları sisteme girmedeydi. Çünkü hiçbir kitap zamanında C demir başına işlenmemiş. Yazılacak bin kadar kitap vardı. Kitapların ayrıntısı da çoktu: Kitabın adı, yayın evi adı, basım evi, basım yılı, kaçıncı baskı, kitabın ebatı, sayfa adedi, yazar adı, tercüme ise mütercimin adı, fiyatı, (fiyatı belli değilse 0,01 kuruş girilecek) KDV'i, kaç cilt olduğu gibi ayrıntıları vardı. 

Ayrıntısı çok olsa da girilecek. Çünkü emir yukarıdan. Hem yaz dönemi işim neydi?  Koskoca MEB bana bir iş bulmuştu. Okulun kütüphanesine giderek kucaklamışım kitapları odama getirdim. Kitapları tek tek eline alıp sistemde istenen bilgileri bulmak için kitabın önüne, arkasına ve içine baktım. Ebadını öğrenmek için zaman zaman kitabın ebatını cetvel ile ölçtüm. Geçirdiğim kitapları bitirdikçe kucaklamışım gibi geri yerine koydum, yerine yenisini kucaklayıp getirdim. Hantal bir yöntem olsa da kendime böyle bir yöntem bulmuştum. Ah bir de sistem müsaade etse... Çünkü yazıyor yazıyorsun, tam kaydedeceğin zaman sistem atıyor. Sil-baştan yeniden giriyorsun. Sağ olsun Bakanlık bu emri vermişti ama alt yapısını tam oluşturmadığı için herkes yüklenince çekmedi, atıverdi sürekli.

Ne yapmalıydım? Zamanında sisteme girmeliydim. Ama internet yavaş ve sürekli atıyor. Günlerce uğraştım bu şekil. TİF ile uğraşırken kimse gelsin istemedim okula. Çünkü ne kadar girersem kârdı benim için. En iyisi gündüz kitapların bilgilerini kağıda geçeyim, akşam ve hafta sonu bir internet kafeye gidip sisteme işleyeyim dedim. Okuldan hazırlığımı yaptım, mesai bittikten sonra evimin yolunu tuttum.

Yolda öğretmenevi müdürü aradı. Hal-hatırdan sonra ne yaptığımı sordu. Başımda TİF belası var, akşam bir yer bulup sisteme gireceğimi söyleyince "Daha biz de girmedik. Akşam öğretmen evine gel, orada sabahlar ve sisteme gireriz dedi. İyi olur, internet cafeye gitmektense sizin orası sakin olur dedim. (Devam edecek)


Ülkeleri Kimler Yönetiyor?

İstisnaları olmakla beraber ülkeleri, seçilen başkanların yönettiğini düşünmüyorum. Çünkü iktidar olmak başka, muktedir olmak başkadır. Hemen hemen her ülkede adına derin devlet diyebileceğimiz yapılar var. Bu derin yapılar da emirleri, ülkesi dışında dünyaya dizayn veren kişilerden alırlar. Ben ülkemi yöneteceğim diye iktidara geçen başkan, bilerek veya bilmeyerek ülkesindeki derin yapının boyunduruğu altına girer. Kendisine biraz serbest alan bırakılmakla birlikte hazırlanıp önüne konan senaryoyu oynar. Senarist kendisi değildir. Yapacağı tek şey senaryoyu oynayarak halkı ikna etmeye çalışmaktır. Bu işleri yapan, hazırlayan ve yürürlüğe koyan benim rolünü oynar. Yoksa iktidarda kalması mümkün değildir.

Devletlerdeki derin yapı bazen asker, bazen sivil bürokrasi, bazen kurumlar olabiliyor.

Ülkeye hizmet edeceğim, haksızlık ve hukuksuzluğun önüne geçeceğim diye ekibiyle birlikte iktidara gelen, ülkelerin derin devleti tarafından terbiye edilmeye çalışılır. Önce devlet geleneği şöyledir şeklinde etkileme yoluna gidilir, şayet çizgiden çıkılırsa asker ülkeye el koyacak korkusu yayılır. Oluşturulan algılarla iktidarın halk desteği kesilmeye çalışılır. Hiçbiri fayda vermezse başkanı etkileyen ekip ile başkanın arasını açma, aralarına duvar örme işine girişilir. Ekip sarı inek misali teker teker harcanır. Gidenlerin yerleri başkalarıyla doldurulur. Başkanın etrafında yine bir ekip olmaya devam eder ama bu ekip yenidir. Başkan bu şekilde yalnızlaştırılır. Artık etrafında kendisini sürekli alkışlayan ve yanlışlarını söylemeyen yeni bir ekip vardır. Başkan bunlara pek güvenmese de yapabileceği bir şey yoktur. Yalnızlara oynar.

Koca bir devleti yönetmek için tek başına başkan ne yapabilir? İstişare edebileceği kimse de yoktur. Çünkü etrafındakiler istişare edilmeye layık değildir. Üstelik çoğu çıkarı için oradadır. Nemalandıkları müddetçe de başkanı korur, kol-kanat gererler. Ama bu yeni ekip, başkanla halkın arasında aynı zamanda bir duvar görevi görür. Alttan girerek üstten çıkarak icraatlarında başkanı etkilemeye ve yönlendirmeye çalışırlar. Olup biteni kendisine oy veren halk garipsese de anlamaya çalışır. Bakar ki işler düzgün gitmiyor. Bu yapılanlardan başkanın haberi yok demeye başlar. Çünkü olup bitenler hoşuna gitmese de halk, başkandan daha umudunu kesmemiştir. Bir gün elini masaya vuracağı ve olumsuzluklara neşter vuracağı ümidini taşır. Bir müddet sonra halk, başkanın başkalarının emrine girdiğini fark ettiği zaman iş işten geçmiş olur. Çünkü başkan yeni derin devlet tarafından kuşatılmıştır. Belki de derin devletin kendisi olmuştur. Ama farkında değildir.

Anlatmak istediğim ülkelerin yönetim ve siyaseti halk tarafından seçilmiş bir başkana bırakılmayacak kadar ince bir iştir. Dünyaya ve devletlere yön veren zinde güçlerin elinde halk bir figürandır, iktidara gelen de senaryoyu yazanların elinde biçilen rolü oynayan bir aktördür. Biz sadece halka bakarız, bir de halkın getirdiği iktidara. Bence oy vermenin ötesinde demokrasiye başka bir katkısı olmayan ve demokrasinin elinde bir figüran olan halk ile senaryoyu oynayandan öte senaristlere bakmak lazım. Çünkü senaristler için ülkeler halka ve senaryoyu oynayanlara bırakılmayacak kadar önemlidir.

Gellaba!

Küçüklüğümde evlenen amca, dayı, ağabey veya erkek kardeşin hanımlarına ne dememiz gerektiğini büyüklerimize sorduğumuzda bize “gellaba” diyeceksiniz derlerdi. Biz de bizden büyüklere “Gellaba hoş geldin, nasılsın” şeklinde hitap ederdik. Böyle derdik ama bu kelimenin ne anlama geldiğini de bilmezdik. Üstelik söylenişi biraz zordu. Kendi içimde acaba bu kelimenin “gellaba mı, genlaba mı yoksa gelnaba mı” olduğu konusunda tereddüt ederdim.

İlkokulu bitirip şehre okumaya gelince bir akrabamın evini ziyaret ettim. Akrabanın hanımı bana hoş geldin dedi. İyi de bu akrabanın hanımına ne diyecektim? Köyde öğrendiğim şekliyle gellaba dedim ama biraz kaba kaçmış olmalı ki gellaba dediğimi biraz garipsediğini hissettim. Dedim ki buralarda gellaba denmiyor. O zaman ne denecekti?

Yenge dendiğini öğrenmem uzun sürmedi. Yenge demenin hem telaffuzu kolay hem de söylenişi kısaydı. Yenge demeye başladım ama yeni nesle yenge diyor, eski gellaba dediklerime yine gellaba demeye devam ediyorum. Çünkü alışkanlıkları terk etmek zor. Üstelik yıllardır gellaba dediğine bir müddet sonra yenge desen söylediğimiz kişi tarafından bu da garipseniyor.

Biraz daha büyüyüp kelimeleri sorgulamaya başlayınca büyüklerimizin bize “gellaba” diyeceksiniz dedikleri kelimenin kökeninin “gelin abla” olduğunu öğrendim. Kaba gördüğüm, bazı yerlerde garipsenen bu kelimenin aslını öğrendikten sonra milletimizin irfanına bir kez daha hayran kaldım. Ecdadımız ağabey, kardeş, amca, dayı evlendikçe sülalemize gelin gelerek bir sıhriyet bağı oluşan kişilere gelin abla demişler. İki kelimeden oluşan bu kelimeyi yöresel ağza dönüştürerek kısaltmış ve gellaba demeye başlamışlar. Anladığım kadarıyla icat ettikleri bu kelimeyi söylemede işin kolayına kaçmışlar. Dokuz harften oluşan hitabı yedi harfe indirmişler. Bizim toplumumuz kısaltmayı yaparken de kendince bir ağız geliştirmiş. Bu durum sadece gellaba da değil, birçok kelimemize de halkımız kendi imzasını atmıştır. Mesela Eyyüp’e İyip, Seyyit’e Siyit, Hacı Ahmet’e Hacamat, teyzeye dize, Fadime Anaya Fatmana vs dediği gibi.

Halk ağzında kullanılan bu kelimelerle halkımız anlaşmakta, birbirine karşı yabancılık çekmemektedir. Burada sorun TDK’da görünüyor. Özel isimler için bir şey demiyorum ama gellaba kelimesini Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde bulmanız mümkün değil. Bu ne demektir diye TDK’nın sözlüğüne müracaat edersen karşına ya “Aradığınız kelime bulunamamıştır” uyarısı ya da “Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğüne bakınız” şeklinde bir bilgi geliyor.

Aslında TDK, hazırladığı sözlüğün içerisine halk içerisinde kullanılan kelimeleri de koysa, karşısına da “Falan kelimeye bakınız” şeklinde bir kısaltma veya bilgi notu verse bence fena olmaz. Çünkü günümüzde duyduğumuz her kelimenin anlamına ve doğru yazılışına bakma gibi bir alışkanlığımız var. Halk ağzında konuşulan kelimelerin çoğu bu sözlükte yer almayınca “Acaba bu kelimenin aslı nedir, doğrusu nedir” düşünüp duruyorsun. Yine TDK, halkımız tarafından kullanılmayan yeni kelimeler uydurma yerine yöresel olarak halkımızın ağzında kullanılan kelimeleri piyasaya sürse ve sözlüğünde yer verse bence daha iyi iş çıkarmış olur.

Gönül Siyaseti ***


31 Mart seçimlerine giderken "Gönül Belediyeciliği" vurgusu ön planda. Bununla gönül alma, gönüllere girme, gönüllere dokunma hedeflenmekte anlaşılan. Bu demektir ki bu yolda kırılan, incinen, küsen/küstürülen gönüller var. Gönül belediyeciliği sloganıyla yola çıkanlar bu işin farkında olmalı ki böyle bir slogan belirlemişler. Yani işin içinde tamir var.

Kırılan kalbi tamir etmek, küskün ve dargınlarla barışmak dünyanın en zor işidir.,, hizmete benzemez. Gördüğüm kadarıyla tespit doğru, teşhis doğru, çıkılan yol da doğru. Ama esas olan tedavidir. Tedavi için doğru yol ve yöntemleri devreye koymada fayda vardır. Çünkü karşındaki eşya değil ki tamir edilsin. Kırılan eşyayı tamir eder, kullanmaya devam edersin. Ama karşındaki insandır ve sayıları üç, beş kişi değil; milyonlar vardır belki de. Hepsinin kırgınlıkları da tek nedenden kaynaklanmıyor; her birinin gönül dünyasında farklı farklı kırgınlıklar oluşmuştur. Umarım bu iş için yola çıkanların ortaya koyduğu bu slogan, içi boş değildir; üzerinde iyi çalışılmıştır. Hangi alanlarda, hangi tasarruf, hangi icraatla gönüllerin kırılmış olduğunu da tespit etmişlerdir. Bu slogan genel bir slogan. Özele gidilir veya inilirse eskisi gibi olmasa da başarılı olma durumu söz konusu olabilir.

"Gönül Belediyeciliği"nin adı aslında "Gönül siyaseti" olmalıydı. Çünkü mesele belediyecilikten de öte ve derindir. Tüm Türkiye siyasetini kapsamalıdır. Yine bu gönül alma ve gönüllere girme görevi tek başına Cumhurbaşkanı'nın görevi değildir. Partinin ilçe-il teşkilatları, vekilleri, belediye başkanları, partinin üst yöneticileri vs hepsi bu meseleyi dert edinmeli ve gereğini yapmalıdırlar. Çünkü halkın çoğunun Cumhurbaşkanıyla değildir sorunu. Esas etkili ve sorumlu partililer kendilerine çeki düzen vermelidirler. Kendisine çeki düzen vermesi gereken başkaları da var. Bunların arasında bugün ulaşılmaz olan bazı bürokrat ve koltuk sahipleri de var. Partiyle beraber aynı kulvar ve çizgide hareket eden STK'lar var. Hepsi kendisini bir özeleştiriye tabi tutmalıdır. Yani nokta atış yapmalıdırlar.

Adam adama markaj uygulanırsa adına ister “Gönül Belediyeciliği” veya “Gönül Siyaseti” densin bu siyasetin başarıya ulaşma şansı yüksektir. Kırılan gönlün neye kırıldığı belirtilmeden, bunun üzerine gitmeden, hiçbir şey olmamış gibi davranmak suretiyle gönül almaya çalışmanın kimseye faydası olmaz. Bu durum zamanında helallik dilemeyen birisini musalla taşına getirdikten sonra kalabalığa “Bu mevtayı nasıl bilirsiniz” demeye ve halktan “İyi biliriz” sözünü almaya benzer.

Anlatmak istediğim yeniden gönle girmenin yolu samimiyettir, hata ve yanlışlarla yüzleşmektir. Yapılan hatalardan vazgeçmektir. Biz şu şu konularda şöyle hata yaptık demektir. Özür dilemektir.  Mağdur ettikleri kişilerin ayağına gidip "Size/Sana şu şekilde biz yanlış yaptık. Bu hatanın geç farkına vardık veya üzerine yattık. Biz bugün bunu telafi için buradayız" diyerek mağdur veya mağdurlara iadeyi itibar kazandırmak gerekiyor. Çünkü aslan düştüğü veya düşürüldüğü yerden kaldırılır. Böyle yapılmayıp iş, kuru bir özürle geçiştirilme yoluna gidilirse mağdur veya incinmişlerin buna karnı toktur.



***26/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



23 Şubat 2019 Cumartesi

Belediyelerle İmtihanımız

Bir devleti ayakta tutan kurumlarıdır, aynı zamanda bitiren de. Kurumlar görevini layıkıyle yerine getirirlerse bir makinenin dişlileri gibi o devlet teklemeden yoluna devam eder. Dişlilerden biri görevini ihmal ederse makine düzgün çalışmaz. Devlet kurumlarını bir makinenin dişlilerine benzetirsek tekleyen kurum, devleti tökezletir. Devletin belini büken kurumların başında belediyeleri görmekteyim.

Belediyeler gereksiz iddiasında değilim. Çünkü belediyeler olmazsa olmaz kurumlarımızdandır. Yerinden yönetimdir. Kuruluş amacı, işleyişi bakımından vazgeçilmezdir. Çünkü kamu hizmetlerinin merkezi yönetim eliyle taşraya eşit bir şekilde götürülmesi ve bölüştürülmesi zordur. Bundan dolayı mahallinden yönetimlere ihtiyaç duyulmuştur. Belediyeler kanunda yazıldığı gibi çalışırsa kurulduğu yeri yaşanabilir bir şehir yapar. Değilse devletin ve milletin sırtında bir kambur olur çıkar.

Türkiye'deki belediyelerin çoğu kanunda yazıldığı gibi maalesef yönetilmiyor. Ben belediyeleri, başına buyruk kurumlar olarak görmekteyim. Ciddi bir denetim ve incelemeden geçtiğini düşünmüyorum. Siyasi partilerin taşradaki arpalıklarıdır. Çoğu belediye borç batağı içindedir. Özel bir işletme olsalar çoktan iflas bayrağını çekmişlerdi.

Bir şehrin hemen hemen her sorununu çözmesi için kurulmuş bu yapılar, hayırsız evladın babanın servetini haybeye harcadığı gibi gerekli-gereksiz harcamaktadır. Geliri olan belediye de harcıyor, olmayan da. Niye borçlandın, parayı nereye harcadın, hani karşılığında yaptığın hizmet diyen de yok. Belediyelerin tek yaptığı halka şirin görünme adına yaptıklarıdır. Şehrin sorunlarına neşter vuran bir belediye görmedim. Bir taraftan şirin görüneceğim diye ücretsiz hizmet verirken diğer taraftan maliyeti başka kalemler üzerinden vatandaşın sırtına yüklemektedir.

Anlatmak istediğim, belediyeler yaptığı veya yapar göründüğü hizmetlerde çok masum değildir. Yukarıdaki yaptığım değerlendirmeleri çok abartılı bulabilirsiniz. Saygı duyarım ama az bile yazdığımı söyleyebilirim. Belediyelerin hiç suçu olmasa bile kaçak binalar bile başlı başına belediye yönetenlerini ipe götürür. Bana şehrinde kaçak binası olmayan bir belediye getirin, bin kere özür dilerim. Hala bu devirde şehirlerde kaçak yapılaşmadan bahsediliyorsa bence en önemli görevlerini ihmal ediyor belediyeler. Asıl görevini adam gibi yapmayan belediyeler günü kurtaran tali hizmetleriyle tribünlere oynamaktadır.

Paranın neredeyse tek kişi eliyle harcandığı belediyeler, devletin sırtında kambur olmasına rağmen siyasi partilerin vazgeçemediği, hatta genel seçimlerden daha fazla önem verdikleri yerlerdir. Her bir siyasi, parti bir belediye kazanmışsa bir mevzi kazanmış gibi hissediyor kendisini.

Açıkçası kendi kendine yetmeyen, borçlanmaktan başka bir hizmeti olmayan, şehrinin sorunlarını çözemediği gibi sorunları daha da derinleştiren denetimsiz ve sahipsiz belediyelere mutlaka bir neşter vurmamız gerekiyor. Değilse mevcut belediyeler ülkeyi bir borç bataklığına sürükledikleri gibi ülkenin kalkınmasının önünde, en büyük engel olmaya devam edeceklerdir. Yaptıkları en iyi şey harcadıkları veya borçlandıkları paraya kılıf bulmalarıdır. 

Yapılacak seçimlerde başkan olacak kişinin kim ve hangi partiden olduğu çok önemli değildir. Hangisi gelirse gelsin, devletin malını deniz bilip hoyratça harcama yapacak olmalarıdır. Maalesef genel görüntü budur. İstisnalar kaideyi bozmaz.

Gördüğünüz gibi belediyeler başımızın belasıdır. Ne onsuz oluruz ne de onunla onarız. İçinden çıkamadığımız imtihanımızdır belediyeler vesselam!