20 Şubat 2019 Çarşamba

Bu Koltuğu İstiyorum ***


—Gel bakalım yeğenim! Ben istediğim yere geldim. Güçlü bir yerdeyim. Şimdi dile benden, ne istersen söyle?

—Canının sağlığı dayıcığım! Sana iyi çalışmalar!

—Olmaz yeğenim! İste benden bir şeyler... Ben burada etkili bir durumdayken sana bir iyiliğim dokunsun...

—Ne isteyeyim dayı?

—Serbestsin.

—Bir koltuk olur mu?

—Neden olmasın, yakışır yeğenime! Yeter ki boş bir koltuk olsun!

—TBMM başkanlığı?
—Bunun için önce vekil olman gerekir. O kadar uçma. Kendi alanınla ilgili iste. Orada benim gözüm var. Üstelik yakışır da…

—Milli Eğitim Müdürlüğü olur mu?

—Olur, niye olmasın! Ama yapabilir misin? Bunun için vizyon ve misyona sahip olmalısın. Ayrıca bu koltuğu doldurabilecek ehliyet ve liyakat var mı sende?

—Neden olmasın! Saydıkların fazlasıyla var bende. Ayrıca bu makama gelenlerin hepsinde -ne demekse o dediğin- vizyon ve misyon var mı? Sonra herkes bu işi yapabiliyor iken niçin bana gelince yapabilir misin deniyor ve ehliyet ve liyakat aranıyor? O makama oturanların hepsinde bunlar var mı?

—Fazla karıştırma oraları!

—Tamam, o zaman Milli Eğitim Müdürlüğünü istiyorum.

—Yeğenim, yapamazsın. Zor o makamlar! Göründüğü gibi değil. Seni yakmak istemem.

—Dayıcığım, niye zor olsun! Bu işler sana anlatıldığı gibi değil. Ben bu iş için bulunmaz bir kumaşım. Niye yapamayacakmışım?

—Haydi aracı oldum, o koltuğa oturdun, neler yapacaksın? Bir anlat bakalım.

—Bir defa, başta sen olmak üzere beni bu koltuğa layık görenler ve kendimden üstte olanlarla iyi geçineceğim. Onların bir dediğini iki etmeyeceğim.

—Başka?

—Şehrimde hatırı sayılır elit insanların öğretmen olan aile efradını koruyup kollayacağım. İster gelini-damadı, ister oğlu-kızı olsun; bunların haftalık ders programlarını onları memnun edecek şekilde hazırlamaları için aracı olacağım. Yaptığı programda bu tür özel öğretmenleri memnun etmeyen okul müdürlerini önce uyarır, yapmazsa görevden alırım. Bu konuda asla taviz vermem ve huzurumu bozmam. Benim huzurum kaçacağına bir başkasının huzurunu kaçırırım.
—Başka?

—Hangi okula, hangi yöneticiyi vereceğimi belirlerim, beğenmediğimi alırım. Yerine bir başkasını getiririm. Bir yere müdür atayacağımda okulu yaptıran hayırseverin veya onun yakınlarının isteklerini gözetirim. Atadığım müdürü beğenmezlerse hemen o müdürü arar, istifasını isterim. Hayırsever ve yakınları kimi isterse onu getirir, o koltuğa oturturum.

—Başka?

—Bir okulu ziyaret ettiğimde o okula hizmette bir kusur görürsem o müdürü yerin dibine geçiririm. Mesela benim oturacağım masaya, masa örtüsü ayarlamayan müdürü anasından doğduğuna pişman ederim ki bir daha beni masa örtüsü olmayan masaya oturtmasın. Yapamıyorsa çeksin gitsin. O gitmezse zaten ben alırım. Yerine, bekleyenlerden birini görevlendiririm hemen.

—Peki yeğenim! Fakat bu anlattıklarının içinde ben eğitim ve öğretimi göremedim.

—Dayı! Dikkatini çekerim, eğitim ve öğretimi öğretmen yapacak, ben değil. Ben sadece protokol takılacağım. Zaman zaman da seni desteklemek için siyasi paylaşımlarda bulunurum. Bu iyiliğimi de unutma. Bir vefadır ne de olsa…
—Maşallah yeğenim! Sen baya hazırlamışsın kendini bu işe. Sende ne cevherler varmış böyle! Bunları nereden öğrendin?

—Teşekkür ederim dayıcığım. Sana çekmişim. Fakat o koltuğu yönetmek için illaki hazırlık yapmam gerekmiyor. Mevcut bazılarının yaptıklarını taklit etmem yeterli. Hasılı, benim bu konuda en iyi öğretmenim onlar. Üzüm, üzüme baka baka kararır.
—Anladım yeğenim! Yine de bu işin gelişi kadar bir de gidişi var. Giderken kubbede hoş bir seda bırakmak iyi olmaz mı?
—Dayı! Yapma Allah aşkına! Her giden o dediğin kubbede bir hoş bir seda mı bıraktı sanki? Bana gelince dürüstlük abidesi kesilmeyin.
—Anlaşıldı yeğenim! Yalnız göz kırptığın koltuğa bir büyük geldi. Annenin hatırına sana bir yer bulacağız artık!



***23/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



Hoş Bir Seda Bırakmadı Giderken


2012 yılında yüz ölçüm bakımından Türkiye'nin birinci, nüfus bakımından 7.ilinin eğitimle ilgili bir numaralı koltuğuna paraşütle geldi veya getirildi. Getirildi demek daha uygun. Çünkü evini-barkını taşımayıp kendisi tek başına bekar yaşadığına göre "Bir gün buradan gideceğim nasılsa. Burayı basamak olarak kullanmalıyım" demiş olmalı ki ailesi nüfus bakımından en büyük ilinde ikamet ederken kendisi de yüz ölçüm yönünden en büyük ilinde ailesinden uzak kalarak fedakarlık yaptı ve hizmet etti. Ama bu görev üç-beş aylık geçici bir süre olmadı; bugün, yarın derken tamı tamına 6 yıl sürdü.

Kendisini ilk defa tüm eğitim müdürlerini toplayarak yaptığı konuşmayla tanıdım. Beyefendi, nazik, kibar ve yakışıklı biriydi. 400 bin nüfuslu bir ilçenin müdürlüğünden gelmesine rağmen 2 milyon nüfuslu bir ilde pek acemilik çekeceğe benzemiyordu. Mikrofona hakim ve ne dediğini bilen birisiydi. Ufkunun ne kadar geniş olduğunu da konuşurken kullandığı skala kelimesinden anladım. Bana toplantıda aklında ne kaldı derseniz skala kelimesini öğrendim o yaşımda. Cehaletime verin, duymamışım. Kelimeyi duydum ama anlamını bilmiyordum. Fakat kelimeyi duyduktan sonra kaçırır mıyım? Baktım salonda tanıdığım ve bende cep numarası olan ne kadar müdür varsa hepsine skala ne demek diye sordum. Çoğu yine mesajla bilmiyorum dönüşü yaparken bir tanesi internetten bakarak “Bir şeyi mevcut durumundan yukarıya taşımak” şeklinde mesaj gönderdi. Belli ki çiçeği burnundaki müdürümüz ilimize plan, program ve hedefle gelmiş, gerilerde olan eğitim çıtamızı yukarılara çıkaracaktı. Şükür ki eğitimi düşünen bir eğitimci gelmişti ve talih kuşu konmuştu başımıza! 2 milyonluk şehirde böylesi bulunamamış olmalı ki taşı topağı altın şehrin hediyesiydi bize. Anlayacağınız konuşmasıyla kendisine açık çek verdim. Zira bende olumlu bir kanaat hakim oldu.

Zaman zaman yapılan toplantılara katıldı. Eline mikrofonu aldığında “Okul ziyaretleri yaptığında öğretmenleri görünce ‘Sen kamyon şoförü müsün yoksa kantinci mi’ diye sorduğunu, en azından okul müdürü ve yardımcılarının kılık-kıyafete dikkat etmesi gerektiğini” hatırlattı durdu. Kendisi gibi Grand tuvalet giyinmemizi istiyordu. Allah var, kendisine kılık kıyafette kendisine dikkat eden biriydi.

Sıfırdan kurduğu ekibiyle birlikte İHO ve İHL dönüşümüne ağırlık verdi. Neredeyse gördüğü okulu bu okul türüne dönüştürdü ya da yeni okul yapımında bu okullara ağırlık verdi. Sağımız-solumuz bu okullarla doldu taştı. Bu kadar fazla İHO/İHL açılması kaliteyi düşürür diyenlere hain gözüyle baktı. Açılacaktı ve açıldı. Dönüştürülecekti, dönüştürüldü. Zira kalite çok önemli değildi. Bugün bu okulların çoğunun kontenjanlarını dolduramamasında payı büyüktür. İlimize yaptığı en büyük hizmeti desem yanlış olmaz.

Bir taraftan okulların dönüşümünü yaparken diğer taraftan da kanunun verdiği yetkiye dayanarak okullarda demode olmuş müdür ve yardımcılarının kahir ekseriyetini kapının önüne koyarak okullara yepyeni, sıfır km idareciler seçti. Seçecekti elbet! Bir misyon için gelmişti o ve diğerleri. Başka türlü okulların ve şehrin eğitiminin skalası nasıl yükselecekti? Ayağı kaydırılanlar homurdanırmış! No problem! İdarecilikle yeni tanışanların duası yeterdi ona ve ekibine.

Kendisine ve atasına rahmet okutacak hizmetleri birbiri ardı sıra yaparken gücünü hep kendisini destekleyenlerden aldı. Zira onlarla arasını hep iyi tuttu. Akıllıydı ne de olsa. Ne STK’nın peşini bıraktı ne de kendisini gösterebileceği ve üst düzey kurmayların katıldığı toplantıları. Çünkü işi de bunlarla olacaktı, yükselmesi de. Aşağıya pek bakmadı, zira hep yükseklerdeydi gözü.

Bir vakit tüm müdürlerin ve üst bürokratların katıldığı bir seminer programına iştirak etti. Kendisine uzatılan mikrofonu geri çevirmedi. Geçti mikrofonun başına. Konuşmasına hamdele ve salvele ile başladı. Emmâ ba’dü diyerek Arapça faslını bitirdi. Mübarek sanki hutbe okudu bize. Aslında yeriydi, ne de olsa katılımcıların hepsi İHO/İHL yöneticileri ve Din Öğretiminden gelen yetkililerden oluşuyordu. Burada garibime giden emmâ ba’dü’den sonra sırıtır gibi gülümsemesiydi. (Niye güldü anlayamadı gitti benim etli ekmek kafam.) Bakmayın benim koca bir ilin eğitimden sorumlu yöneticisi olduğuma, bakın ben Arapça da biliyorum der gibiydi. Belki de ben öyle sandım. İçim kötü olunca ne edersiniz ki böyle çıkarımlarda bulunabiliyorum. Arapça hutbe faslı bittikten sonra Türkçe hutbe kısmına geçerek birikimlerini anlattı tüm katılımcılara.

Benim başıma gelmedi ama programlarda gördüğü aksaklıklara tahammül edemeyen bir yapısı varmış, nice müdürleri kırıp geçirmiş, saydırmış. Beyefendi görüntüsünün altında içinde ne cevherler barındırdığını ancak hakkal yakin yaşayanlar bilir. Kızacaktı elbet! Burası Dingonun ahırı mı? Herkes işini ve görevini yapacaktı. Emri altındakiler bu işi beceremezlerse ağızlarının payını verecekti. Nitekim görevleri arasında bu da vardı. Böyle yapmasaydı görevini tam yerine getirmemiş olurdu. (Aslında benim okuluma geldi, sessiz ve sedasız oturdu, beni ve oradakileri dinledi. Çok tepki vermedi. melek gibiydi. Demek ki beni kızmaya değer görmemiş. Bundan ne köy ne de kasaba olur demiş olmalı.)

Siyasetten ve siyasi paylaşımlardan da uzak durmadı. Çünkü bir misyon ifa ediyordu. İçinde nice cevherler olunca her dalda oynayabilecek bir kapasitesi vardı. (Bende olmayınca kıskanıyorum tabi!) Kendisini bu göreve layık görenlere karşı zaman zaman destek vermeliydi. Bakın ben sizin için bedel ödüyorum dercesine. Referandumda rengini belli ederek destek vermek istedi ve bir nükte paylaşımı yaptı. Güya “Şeytana, ‘Sen nasıl şeytan oldun’ diye sormuşlar. O da: ‘Bütün melekler EVET dedi, ben ise HAYIR dediğim için’ demiş…” Bu paylaşımıyla baltayı taşa vurdu, epey tepki çekti ama önemli değil. Zira görevini yapmış ve bir bedel ödemişti. Kimse bir şey yapamazdı bundan dolayı ona. Herkes havlar havlar susardı. Ne de olsa arkası kalındı. Kim onu yerinde divelendirebilecekti? Bu paylaşım belki garibinize gidebilir ama böyle günlerde de kendisini göstermese olur muydu? Nitekim tepkiler bir müddet sonra dindi, o da görevine kaldığı yerden devam etti. Sonra insanlar bir "nükteden" dahi anlamıyorsa adam ne yapsın?

Nihayet her birlikteliğin bir ayrılışı olacaktı. Nitekim öyle oldu. Bu akşam aldığım bir habere göre -tenzili rütbe mi yoksa terfi mi bilmiyorum- 6 yıl boyunca hizmet etmekten usanmadığı ilimizi bırakarak bürokrasiye daha yakın olmuş ve memleketimi terki diyar eylemiş. Tayininin çıkıp yerine bir başkasının atandığını duyunca aklıma bunlar geldi, hemencecik gördüğünüz gibi yazıya döküldü. İlin eğitim skalası nerden nereye geldi derseniz tam bilmiyorum ama ya geriledi ya da yerinde saydı. Yani 6 yıl boyunca eğitim skalamız yükselmedi. Burada hemen bu zatı suçlamamak lazım. Etli ekmek kafalı, onu anlamadıysa adam ne yapsın?

Sonuç olarak o muradına erdi, şehir de daha önce bulamadığı bir hemşerisini eğitimin başına gelmiş buldu. Bekleyip göreceğiz akıbetin hayır mı, şer mi olacağını.

Gidenin arkasından konuşmamak lazım ama nasıl ki gelişinde olumlu kanaate sahip olmuş isem giderken maalesef aynı şeyi söyleyemiyorum. Çünkü kubbede pek hoş bir seda bırakmadı. Ne diyelim? Hayırlısı, ona da, şehrimize de. Umarım gelen gideni aratmaz.



Manisa’da 19 Gün (6)

Geçirdiğim sıkıntı ve maceranın ardından uyuyakalmışım trende. Gözümü açtığımda Konya’ya gelmiştim.

Sanırım sabah 07.00 suları idi.  Konya garından ayrılır ayrılmaz. Az ileride bir seyyar satıcının tablasında çekirdeksiz üzüm gördüm. Demek ki Konya’ya kadar gelmişti üzüm daha çıkar çıkmaz. Fiyatı kaç paradır, kim bilir dedim ve sordum, üzüm kaça diye. “2 lira demez mi?” Yerindeki fiyatıyla aynıydı. Bir de ta Alaşehir’den Konya’ya taşımak varmış kaderde.
*
Hüsnü hat 1. Kademe kursum bu şekilde hattın “H” sinden anlamadan sona erdi. 2. ve 3 kademeleri de varmış, müracaat edin dendi. Hat mı tövbeliyim, dedim.
*
96 yılının Eylül ayında fotoğraf, kahvaltı ve kurs ortağı arkadaşımızın memleketine tayini çıktı. O mübareğin eşyasını taşımak da bana nasip oldu. Onu gönderdik göndermesine. Ama o, hizmet içi kursları müracaatları başlamadan  beni aradı: “Hocam bu seneki kursumuzdan ben çok memnun kaldım.  Biliyorsun ben aranızdan ayrıldım. Aramızdaki irtibatı hiç koparmayalım. Güzel dostluklarımız oldu. Ben sizden razıyım. Arkadaşlar  olarak hangi kursu, nereyi yazacaksanız söyleyin ben de orayı tercih edeyim” dedi. Hocam biz arkadaşlar olarak bu sene ve bundan sonra hiçbir kursa katılmama kararı aldık. Kusura bakma. Üzgünüz dedim.

O zamandır, bu zamandır o kardeşimle bir daha bir araya gelmedim. Başka hizmet içi seminerlerine katıldım ama 5 günden fazla olmayanına.

Benim 19 gün süren kurs  günlerim bu şekilde sona erdi. Bu Manisa günlerini niye anlattın derseniz. Bu yazının ana fikri, 20 mark ile 19 gün bir başka memlekette nasıl yaşanabileceğidir. 

Unuttuğum bir şey  var mı derseniz. Bir tane daha var anlatmam gereken. Unutmadım aslında.  Satrancı çok iyi bilen, önüne geleni yenen bir arkadaşımızın öğretmenevi bahçesinde 11-12 yaşlarındaki bir çocuğa yenilmesiydi, akılda kalan. 

Biliyorum, bir kurs yazısı bu kadar uzun olur mu diye kızdınız ama. Ne yapayım. Dile kolay 19 gün.
 
Not: Dikkat çok uzun bir yazı. Haberin olsun. Allah yardımcın olsun. Aklın varsa okuma. Yok ben okuyacağım dersen aklına mukayyet ol. Olur ya beni dinlemedin yazıyı okudun. Uzun ve sıkıcı buldun. Doğaldır.  Yazı hedefine ulaşmış demektir. Ben o sıkıntılı hayatı 19 gün çektim. Kusura bakma da sen de 6 sayfayı okumaya sabret. 07/02/2016

19 Şubat 2019 Salı

Manisa’da 19 Gün (5)


Şimdi siz; çayın, kahvaltının lafı mı olur derseniz. Valla ben 19 gün sabrettim. Eğer siz bir hafta sabredin. Sizi sırtımda taşımaya razıyım.  Madem ikna olmadınız. Onu anlatmaya devam edeyim.


Kursun ilk günlerinde bize “Hocam bana eşlik edin ben biraz para bozduracağım. Kuyumculara gidelim” dedi. Ardına biz 7 kişiyi taktı. Manisa’daki tüm kuyumcuları dolaştık. Her birine giriyor: “Mark’ı kaçtan alırsınız” diye soruyor. Birinden diğerine girdi, çıktı. Biz de kapının önünde onu bekledik. Sonunda dayanamayıp sordum. “Hocam kaç para bozduracaksın” diye.  “20 mark hocam” deyince grubumuz afalladı. Neredeyse görmediğim ve ne olduğunu bilmediğim küçük dilimizi yutacaktık. Sonunda karar verip en yüksek verene bozdurdu.


Kardeşimizi tanımaya devam edelim. Kursun bitmesine birkaç gün kala koliyle bir şey getirdi. Bu ne hocam dedim. “Hocam konserve şişesi aldım. Bizim memlekette pahalı bunlar. Ben burada daha ucuz buldum” dedi.  Buyurun güler misiniz? Ağlar mısınız? Size tavsiyem başka memlekete gitmeden önce kendi memleketinizde konserve şişe fiyatlarının kaç para olduğunu öğrenin ki gittiğiniz yerdeki konserve şişe fiyatlarını mukayese etme imkanınız olsun.


Kursun bitmesine son iki gün kala baktım elinde bir biletle geldi. “Hocam bu ne” dedik. Memlekete trenle gideceğim onun bileti” dedi. Hani hocam buradan İzmir’e gidip oradan otobüslerle memleketimize gidecektik diye konuşmuştuk” dedim. “Hocam otobüsler pahalı. Ben posta treniyle gideceğim” dedi.

*
İnsanın ayıpladığı başa gelir mi? Gelir. Sakın ola ki gülmeyin.  Dedim ki tasarrufsa tasarruf! Benim neyim eksik. Ben de trenle gideyim dedim ve trenden bilet aldım.  Hem ucuz, hem ekonomik hem de hesaplı idi. Mübarek ucuz etin yahnisi gibiydi yani.

*
Manisa Alaşehir’de trenimiz durdu. İçeriye çekirdeksiz yaş üzüm satmak için geldiler. Fiyatına 2 lira dediler.  Burası bu üzümün memleketi. Burada 2 lira ise Konya’da ne kadardır demeye kalmadan, ver iki kilo dedim. 19 günlük bir gurbetten sonra memlekete de bir hediye olurdu.

Efendim dolaşmadığım şehir, görmediğim ilçe kalmadı neredeyse. Geçtiğim tünellerin sayısını hatırlamıyorum bile. Kaçta binip ne kadar süre gittiğimi de unuttum.  Nihayet  akşam 21.00 gibi Afyon Karahisar’a geldi tren.  Konya’ya devam edecekler insin. Onlar aktarma olacaklar dendi. Hemen indim, soluğu gişede aldım. Tren beni bekliyor olmalıydı. Konya treni hangisi diye sorma gafletinde bulundum. “Ne treni? Konya treni saat gece 00.00’da gelir” dedi. Aktarma dedikleri bu mu dedim. Ya ne sandıydın? Bu işte dedi.


Ne yapmalıydım. Daha var 12.00’ye 3 saat. Valizi sırtıma aldım. Otogarın yolunu  tuttum. Otogara doğru gecenin karanlığında yürümeye başladım. Yürümek ne mümkün efendim! Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Yollar suyla dolu. Yürünmez. Dolmuşa da binmedim. Belki de dolmuş yoktu. Ya da  hedef, prensip sahibi arkadaşın yolundan gitmekti belki de.  Hemen valizimdeki terlikleri giydim. Paçaları iyice sığadım. Yola revan oldum. Yarım saat yürüdükten sonra otogara vardım. Aradığım saatte bilet yoktu. Sadece trenin kalkmasına yakın bir saatte bir firmanın otobüsü vardı. Fiyatını sordum. Neredeyse İzmir’den kalkış bilet fiyatını söyledi. En iyisi girdik bir yola. Çileyse çile, işkenceyse işkence dedim. Beğenmediğim kara trenle seyahat için geldiğim yoldan tekrar geri döndüm. İstasyonda treni beklemeye koyuldum. Nice sonra tren geldi. Gecikmeli demiyorum. Çünkü bu malumun ilanı demektir. Kara tren demek; gecikir, belki de gelmezdi. Ben geldiğine şükredeyim. Trenin içine bindim. Tren kabin kabindi. İçerisinde yolcular vardı. Birkaç kabine baka baka ilerledim. Sonra oturabilir miyim nezaketinde bulundum. Kime sorduysam oturacak yer olmasına rağmen dolu dediler.

Trenin içini birkaç defa turladım. Bu arada tren hareket etti. Ben hala sırtımda valiz, turluyorum.  Sonunda cesaretimi toplayıp kabinin birine daldım ve oturdum izin almadan. O da ne? Oh be dünya varmış. Kimse bir şey demedi. Demek ki bu kabindekilerin tapulu malı değilmiş tren. Diğerleri nedense parsellenmişti. Aslında suç benim olmasına benim. Nazikçe oturabilir miyim dememem gerekiyormuş. Yine anladım suçumu ama yine geç anladım her zamanki gibi. 07/02/2016 (Devam edecek)



Manisa’da 19 Gün (4)


“Hep anlatıyorsun ama  hiç yemek yemediniz mi” derseniz. Hani “Yediğin, içtiğin senin olsun, gördüğünü anlat” denir ya benim de niyetim gördüğümü anlatmaktı. Madem sordun. Yemekten de biraz bahsedeyim olmazsa… Yedik yemesine!

Yurt yönetimi  diğer konularda yaralı parmağa işemediği gibi bu konuda da işemek istemedi. İşi yokuşa sürdü. “Efendim aşçımız izinde. Yemek çıkaracak kimse yok. Aşçı gelse de yemek yapacak nevalemiz yok, parayı peşin toplasak belki olabilir” dendi. Kendilerine okulunuzun Manisa esnafından 19 günlüğüne veresiye erzak alacak itibarı da mı yok. O zaman kapatın bu okulu gitsin dedim. Neyse efendim peşin para vererek alınan erzakla  yurtta yemek çıkmaya başladı. Yemekler yenecek gibi değildi. Bir hafta  sabrettikten sonra yemek grubundan çıkarak  yan taraftaki öğretmen evinden  yemeye karar verdik,  daha önce tanış olduğumuz 7-8 arkadaşla birlikte. Öğle ve akşam yemeklerini öğretmen evinden yedik.


 Sabah kahvaltısını 7 arkadaş ortak aldık. Çayı da öğretmen evinden içmeye başladık. Bizimle görev yaptığımız yerden gelen bir arkadaşımız, bizim kahvaltı grubuna dahil olmadı.  Niçin dahil olmadı derseniz, bu arkadaşı mutlaka anlatmam lazım. Çünkü dünyada eşini ve benzerini bulamazsınız. Çalıştığımız okullar farklı olsa da 2-3 yıl boyunca bu arkadaşı tanıyamamışım. Ancak yolculukta tanıyabildim. Ben onunla 19 gün geçirdim. Sizin de tanımanızı isterim.  Ben kendisini tanıttıktan sonra kendisiyle yolculuk yapmak isterseniz numarasını bulup size verebilirim. Bu zevki sizin de tatmasını isterim. Allah’a yakın, benden uzak olsun yeter.


Bu arkadaş kahvaltıya dahil olmadı. Bana o yazın uzun günlerinde günde bir öğün yeter dedi. Öğretmen evinde sadece günlük öğle yemekleri yemeye başladı. Günde bir öğün yediği için yavaş yavaş sindire sindire yerdi. Masamızda ve yan masalarda ne kadar ekmek varsa hepsini toplardı. Yerken terlerdi. O terledikçe biz kendisine peçete uzatıyorduk. Zaman zaman “Hocam, sen niye terliyorsun bu kadar” derdik. “Hocam ben yemek yerken terlerim” derdi. Niye terlemesin ki adam bir günlük yiyeceği yemeği öğle yemeklerinde depo ediyordu. Yedikçe “ Ya Rabbi, ya beni öldür, ya da midemi büyüt” der gibiydi. Biz yedikten sonra ayrılamıyorduk. Çünkü “Hocam beni bekleyin” derdi. Hepimizi yanı başında bekletirdi. Mide olduğundan büyüktü gerçekten. Depo sağlamdı.

Aynı zamanda prensip sahibi idi arkadaş. Gerçekten akşam yemekleri yemedi. Sabah kahvaltısı fonuna da ortak olmadı. Biz her sabah nevalemizi alıp grubumuzla kahvaltı yapmak için öğretmen evi bahçesine giderken nezaketen haydi hocam geliyor musun derdik. O da, “Hocam siz gidin. Biliyorsunuz ben kahvaltı yapmıyorum” cevabı verirdi. Biz bahçeye geçip kahvaltımızı yapmaya başlarken  bu prensip sahibi arkadaş ardımızdan  gelir, masamıza otururdu. Biz yerken o önce  bakar, sonra tekrar bakardı. “Buyur hocam” derdik. “Hocam size afiyet olsun. Biliyorsunuz ben kahvaltı yapmam” derdi. Biz kahvaltımızı yapmaya devam ederken bizim ki yavaştan yavaşa ekmekten koparmaya, ardından zeytin ve peynire uzanmaya başlardı. Sonra prensibini unutur, kendisini yemeye kaptırırdı. Her gün istisnasız biz ona kahvaltı teklifi yaptık. O da reddetti. Ardından abandı. Kahvaltıyı da böylece bizim 7 kişilik grubun sırtına yüklemiş oldu. Çay ise yine bizim şirkete aitti.  Biz her gün kahvaltıyı malum yerde yaptık. O istisnasız her gün masamıza oturdu. 18.gün “Arkadaşlar olmuyor böyle. Bir de çay parasını ben vereyim” dedi. Birbirimize bakıştık. Acı acı gülümsedik. “Önemli değil hocam! Yarın son gün, o zaman da sen verirsin” dedik. Dedik diyorum; deme görevi bana aitti zaten.  Son gün kahvaltıyı prensip sahibi arkadaşımızın nezaretinde yaptık. Bol bol çayımızı içtik. Ne de olsa çay parasını 18 gündür bizden geçinen arkadaş verecekti. Kahvaltı bitti. Çaylar içildi. Bizim 18 gün misafirimiz olan arkadaşın kalkıp çay parasını vermesini bekledik. O oturdu, biz oturduk.  Birkaç defa kalkalım dedik, birbirimize bakıştık. Yine kalkmadı. Oyalanmak için kahvaltıda dişlerimizin arasını karıştırmak için kürdanla oynadık. Kahvaltıda  diş kovuklarına ne girecekse!  Adam yine kalkmadı. Sonunda kalkıp çay parasını verdim. Bu sefer bizim ki “Hocam hani ben verecektim, niye verdiniz? Olmadı ama“ dedi. Ben “Niye olmasın hocam, bu bizim görevimiz, senin canın sağ olsun” dedim. Aslında arkadaşın prensibinin kahvaltı yapmamak değil, kahvaltı masrafına katılmama prensibine sahip olduğunu geç de olsa anladık. Kursun yolunu tuttuk. 04/02/2016 (Devam edecek)



Manisa’da 19 Gün (2)


Okul öyle bir yerde idi ki en ufak bir ihtiyacımızı karşılayacak yer yoktu, küçük bir bakkaldan başka. Zaman zaman kursla ilgili fotokopiye ihtiyaç oluyordu. Hele şükür okulda fotokopi makinesi vardı. Fotokopi çektirmeye gitti bir arkadaşımız. Olmaz cevabı almış. Parasını verelim dedik. Yine olmaz, yasak dediler. Fotokopiden de havamızı aldık. Öyle ya. Burada koskoca devletin, hizmet eden bir kurumu vardı. Mutlaka devletin resmi, soğuk yüzünü göstermeleri gerekiyordu. Fazlasıyla gördük gerçekten.

*
Yurt sıkıcı idi. Kurs da. Hokkamızı aldık. Kamıştan kalemimizi de temin ettik. 19 gün boyunca bildiğim dimdik elifi yazmayı beceremedim. Hat; sabır, estetik, dikkat, rikkat ve yetenek isteyen bir sanattı gerçekten. Bitmek bilmeyen derslerdeki sessizliği ara sıra benim sesim bozuyordu: Hocam Osmanlı'nın niçin yıkıldığını şimdi anladım deyince insanların kafalarını kaldırıp baktıklarını gördüm. Niye sorusuna: Olsa olsa bu hat sanatı yüzünden derdim. Anlık bir gülümsemenin yerini acı bir tebessüme bırakıyordu tekrar.


Teneffüs ziliyle beraber kendimizi dışarı atıyorduk bir nebze rahatlamak için. Okulun hemen yanındaki öğretmen evi çay içme yerimizdi aynı zamanda. Çayı içiyorduk ama bu işin bir de dönüşü var. Girerken zaten ayaklar geri geri gidiyor. Bir de merdivende bekleyen eğitim yönetici yardımcısı var bizi bekleyen. Hepimiz okurken girişlerde bekleyen asık suratlı müdür olur ya. İşte öyle biri. Bizimkisi laf da yetiştiriyor aynı zamanda: Nerede kaldınız, yine geç kaldınız gibi. Ağzından da ateş püskürüyordu. Sağ taraftan kalktığını hissettiğimiz bir gün yanına vardık. Önemli bir görev yapıyorsunuz, nasıl eğitim yöneticisi oldunuz, biz de istesek olabilir miyiz, dedik. “Torpilini buldunuz mu gelirsiniz. Ben de öyle geldim” dedi. Eşinden ayrıldığını da öğrendik bu arada.


Yanımızda kursiyer olan Sivaslı hocamız: “Ben bunun derdini ve çözümünü de biliyorum” dedi. Biz ”Aman hocam çöz şu işi, gel seni bununla evlendirelim. Nikahınızı da biz kıyarız.  Bütün masrafları da biz karşılayalım. Üstelik maaşı da var. Yönetim sorunu da yaşamazsın. Hiç olmazsa biz de 19 gün boyunca rahat ederiz “ dedikse de ikna edemedik mübareği.

*
Kursun yanında alışveriş yapabileceğimiz küçük bir bakkal vardı. Geldiğimiz günden itibaren sigara almak için girdim oraya.  Pek fazla girip çıkan olmazdı bizden başka. Adamla aşina olmuştuk neredeyse. Bir gün 100 lira uzatıp sigara istedim. Bozuk yok dedi. Bir paket sigara ver. Bozdurunca vereyim dedim. “Ben seni tanımıyorum” dedi.  100 lira sende kalsın bir paket sigara ver dedim. Adam yine kabul etmedi. Adamın niye küçük kaldığı da böylece belli olmuş oldu.

*
Ders bitimi rahat bir nefes almak için yatakhaneye kendimizi atıyorduk. Ama bu sefer Erzurumlu hocamız devreye giriyordu: “Haydi, hocam vakit yaklaşıyor. Abdestlerimizi alalım.” Hocam daha bir saat var. Acelemiz ne dedim. “Hocam Ulu Camiye ancak varırız. Biraz da önünde otururuz” derdi. Yine onun dediği olur, bir saat öncesinden abdestimizi alarak caminin yolunu tutardık. Hocam, sanki sen kursa değil de bizi erkenden camiye götürmek için görevli gelmişsin derdim. Sağ olsun namazlarımızı sayesinde camide cemaatle* kılıyorduk. 07/02/2016 (Devam edecek)

Not: Namazı dosdoğru kılan, cemaatsiz namaz kılmamıza engel olan ve bizi cemaate hep teşvik eden namaz aşığı, Erzurumlu hocamızı 2008 yılında Erzurum’da ziyaret ettim. Sağ olsun çağ kebabı ve tatlılarını ikram etti. Evinde misafir etti. Güler yüzünden, samimiyetinden ve takvasından bir şey kaybetmemişti. Beni sabah namazına kaldırdı. Abdesti aldıktan sonra ev ahalisiyle birlikte salona geçerek cemaatle sabah namazı kıldık. Allah sayılarını çoğaltsın." 

Manisa’da 19 Gün (3)


Manisa’da bulunduğumuzun ilk hafta sonu, Ege'nin incisi dedikleri İzmir'e günü birlik bir gezi düzenlendi: Selçuk-Kuşadası-İzmir şeklinde. Deniz ile ilk yakın temasım o zaman oldu. Denize şurada, burada girelim derken kimsenin olmadığı bir yere geldik. Taş, çakıl, kaya ne ararsan vardı. Hazırlıklı olanlar ve yüzmeyi bilenler yüzme elbisesini giyip açıldılar denize.  Hiç denize girmemiştim o güne kadar. Yüzme zaten bana yabancı. Deniz malzemem de yok. İç çamaşırla girenler vardı ama bana tersti bu. Hiç olmadığı kadar yakındı bana deniz. Kaçırır mıyım? Pantolonu sığadım. Daldım içine. Dalgalar geldikçe İçindeki kaya parçaları  cesaret kaynağım oldu. Hep onlara tutundum. Ayağım yerde sabit zaten. Kafam da deniz suyu görmeliydi. Onu da daldırıp çıkardım. Ayaklarıma bir şeyler batıyordu ama  olsun o kadar.

Sonra çıktım denizden. Baktım ayaklarım kanıyor. Kimseye de pek göstermedim, cehaletim ortaya çıkmasın diye. Ayağıma batan ve kanatan şeyin deniz kestanesi olduğunu sonradan öğrendim.


Yüzme faslı sona erdikten sonra İzmir’de bir okul ziyaretine gittik. Çıkışta bembeyaz koridor ve merdivenlerin kana bulandığını gördüm. Anladım ki bizim ekibin hepsi deniz kestanesinin hışmına uğramış ve gazi olmuştu.

*
İzmir’den döndük. Bir namaz vakti için mescide yöneldiğimizde, grubumuzun içinde “Seferi miyiz, değil miyiz tartışması başladı. Sonunda yetkili makama soralım dendi. Manisa Müftülüğü arandı. ‘Biliyorsunuz biz 19 gün kalacağımız için Manisa’ya geldikten sonra namazlarımızı mukim olarak kılmaya başlamıştık. Bir hafta sonu, dolaşıp geldiğimiz İzmir ve havalisi 90 km.den fazla  olduğundan dolayı bizim mukimlik bozulmuş, seferiliğe dönmüştük tekrar. Geriye kalan 12 günümüzü seferi kılmamız gerektiği bilgisi verildi müftülük tarafından.  Olmaz, ben farzları tam kılacağım dedimse de Erzurumlu hocamızın “Ramazan Hocam, Hanefi mezhebine göre  farzları iki kılmamız gerekir” dedi ve nokta konmuş oldu. Gelin hocam bu seferilik konusunda Şafii, Maliki ve Hanbeli’nin görüşünü benimseyip 4 kılalım dedimse de taraftar bulamadım. İçime sinmese de geriye kalan 12 gün boyunca farzları seferi kıldık. 

*
Diğer zamanlarda da  Manisa’nın tarihi yerlerini, Spil Dağını  gezdik. Bizim grup ekstradan  Denizli’ye gidip Pamukkale’yi ziyaret ettik. Hepsi bu. O zamanın en iyi teknolojisi dijital olmayan fotoğraf makinesiyle Pamukkale’de bol bol fotoğraf çektirdik. Makinenin sahibi pozdaki adam sayısınca tab ettirmiş fotoğrafçıya. Tabii bizim prensipli arkadaşımız “Ben hepsinden almayacağım” dedi. Niye dediğimizde, “Öyle” dedi. Hocam arkadaş, sayımızca çoğaltmış, fiyatını vermemiz lazım ayıp olur dedim. “Hocam ben almak istemiyorum” dedi. Hocam madem almak istemiyorsun da adama daha önce deseydin ya ben istemiyorum diye. Sonra bütün pozlarda  da varsın, hiç kaçırmamışsın dedim. Sonunda istemeyerek de olsa aldı. 04/02/2016 (Devam edecek)