19 Şubat 2019 Salı

Manisa’da 19 Gün (1)


1996 yılı idi. İlk defa bir hizmet içi eğitim kursuna müracaat ettim. Hizmet içi Eğitim Daire Başkanlığında tanıdığı olan bir öğretmenimiz: “Hocam ben de müracaat ettim. Okuldan 7 arkadaş da gitmek istiyor. Ben onların isimlerini vereceğim. İstersen senin ismini de vereyim” dedi. Ben de gitmek istiyorum hocam. Fakat benim ismimi vermenize gerek yok. Zaten bana da çıkar diye düşünüyorum dedim. “Sen bilirsin” dedi.


Kursiyer listesi geldi. Bana ve isimleri verilen kişilere kurs çıkmıştı. Kursa çağırılmayan tek kişi vardı: O da, isimleri Ankara'ya veren kişi idi.

*

Manisa'ya gitmek için biletlerimizi aldık. Otobüse binmek için davrandım. Müttakiliği yüzüne vurmuş Erzurumlu hocam: “Dur hocam. Böyle binemezsin” dedi. Niye dedim. “Önce yolculuk duası yapacağız” dedi. Hangi dua dedim.  Sübhânellezî sehhara lenâ hâzâ vemâ künnâ lehû mukrinîn ve innâ ilâ Rabbinâ lemünkalibûn. (zuhruf 13) “...Bunları bizim emrimize veren Allah, her türlü eksiklikten uzaktır. Aksi takdirde biz bunları emrimizin altına alamazdık.”  duamızı yaptık ve yola koyulduk. 

*
Mola yerlerinde ilk işimiz namaz için mescitlere geçtik. Seferi kılıp çıkacağım. Önüme yine hocam çıktı: “Hocam önce sünneti kılalım” dedi. Ardından 2 rekat farzımızı kılıp çıktık. Hocam sünnetleri niye kıldık dedim. “Kılmamız lazım hocam” dedi. Peki, farzları niçin iki rekat olarak kısaltıyoruz da sünnetleri tam kılıyoruz dedim. “Ramazan hocam sen yok musun” dedi. Gülüp geçti. Yolculuk boyunca Manisa’ya varıncaya kadar da peşimi bırakmadı. Bütün sünnetleri tam ve eksiksiz kıldık. Hocam sünnetleri tam kılacaksak farzları da tam kılalım dedim. “Olmaz hocam” dedi. Farzlardan kısaltma yapıyoruz da sünnetlerden niye yapmıyoruz deyince  yine güldü ve yürüdük. Hocam, yolculuğun kıymetini bilelim, gel sünnetleri kılmayalım, süre de kısıtlı, otobüsü kaçırırız dedimse de yine aldırmadı. Yolda giderken önceki yolculuklarında namazdan dolayı kaçırdığı otobüslerin olduğunu anlattı. “Gerekirse yine kaçırırız” dedi.

*

19 gün kalacağımız yatılı bir okulun pansiyonuna yerleştik. 15 günden fazla kalacağımız için seferilikte bitti tabi.

Bir yurt o kadar mı bakımsız, o kadar mı kirli  olur. Maalesef öyle. Bir okulun yöneticileri o kadar aymaz ve duyarsız mı olur? Hepsini gördük gerçekten. Temmuz'un sıcağında buram buram terin aktığı Manisa'da 19 gün sürecek Hüsnü hat kursu; çile, işkence gibi olacaktı anlaşılan. Öyle sıcak ki ter ve sıcaktan  pijama ve eşofmanlarımızın  rengi nevresimlere geçti. 19 gün boyunca yönetimden -ısrarlarımıza rağmen- nevresimleri değiştirmelerini sağlayamadık.  Banyo yapmak ayrı bir dert idi zaten. Memleketin öbür köşesinden hanımıyla birlikte tatil yapmaya gelenler vardı. Ne büyük aşktı ya Rabbi. Gıpta ettim onlara. Koca yurtta bayan erkek banyomuz da ortaktı. İçtiği çayı beğenmeyip memleketindeki kaçak çayın özlemini duyanlar da ayrı bir renk katıyordu günlerimize. 07/02/2016 (Devam edecek)





"Sâtler olsun!"

Küçüklüğümde tıraş olmak için sıra beklediğimde tıraşı biten kişi berber koltuğundan kalkarken berber ve berber salonunda sıra bekleyenler "sâtler olsun...saatler olsun...saatlar olsun" derlerdi birbiri ardı sıra. Tıraş olan ise "sağ ol...sağ olun" diyerek cevap verirdi. Ne derler bu adamlar? Saatin ne işi var burada? Saatle tıraşın arasında ne gibi bir bağlantı olabilir? Niçin böyle derler? İşin yoksa düşün dur. Kimseye de bu saat ne alaka diye soramıyorsun. Çünkü bilmiyor musun, nasıl bilmezsin diyerek ayıplanmak da var bu işin ucunda. Zaten "saatler olsun" sözünü duyan hiç garipsemeyip cevap verdiğine göre herkesin bildiği bir şey olmalı. Tamam, herkes biliyor ama işin doğrusu saatlar mı, saatler mi yoksa sâtler mi? Hangisi? Bil de göreyim ya da sor da göreyim?

Küçüklüğü atlatıp biraz büyüyünce kafama takılan ama kimselere soramadığım saatlerin/saatların/sâtlerin doğrusunun ne olduğunu düşüne düşüne sonunda buldum. Sıhhatler olsun demekmiş bu kelimenin aslı ve doğrusu. Sağlık ve esenlik temenni ediliyormuş meğer saatler olsun derken. TDK'ya göre "Tıraş olan ve banyo yapanlara söylenen bir nezaket sözü" demekmiş. İçimden bir saatler olsun dedim bir de sıhhatler olsun dedim. Sıhhatler şeklinde telaffuz söylenişi biraz zor, saatler veya sâtler ise söylenişi daha kolay. Halkımız kolayına kaçmış. Söylene söylene halk nezdinde galatı meşhur olmuş ve kelimenin doğrusu ise garipsenir olmuş. 

Bugün çoğu kimse, kelimenin doğrusunun sıhhatler olduğunu bilmesine rağmen tıraş ve banyo olanı gördüğü zaman halk dilinde halen meşhur olarak kullanılan saatler olsun sözünü kullanmayı tercih etmektedir. Sadece sıhhatler olsun deyiminde değil, birçok kelimeyi biz kendi kolayımıza gelen şekliyle kullanmayı yeğlemiş ve yanlış üzere neredeyse ittifak ederek anlaşma yoluna gitmişiz. Başka örnek verelim. Mesela halk arasında "allem" kullanılır. Bunun aslı ve anlamı, "Allahü a'lemu" olup "Allah en iyisini bilir" demektir. "Ne görüyorsun" anlamında "nörün, nöğrün, nöğürün" deriz. Kelimeyi yerli yerince kullanmama sadece bizde değil, başka milletlerde de var. Mesela Irak'ta bulunan Samerra şehri, ilk kurulduğunda güzelliğinden dolayı "görenin hayran kaldığı şehir" anlamına gelen "sürra men raâ" nın Samerra şeklinde kullanılmasından ibarettir.

Saatler olsun, nöğrün, allem, Samerra kelimelerinde olduğu gibi kelimelerin aslını kullanmaktan ziyade telaffuzu kolay olanı  kullanmayı tercih etmişiz. Daha nice örnekler var bu şekilde. Gördüğünüz gibi kelime ve deyimleri ne hale getirmişiz. Kızıyor muyum bu kullanımlara? Asla. Mevzubahis olan konuşma dili, yazı dili değil. Mühim olan meramımız, muhatabımız tarafından anlaşılıyor mu? Önemli olan bu. Konuşma dilinde kullandığımız yanlış kullanım, yanlış anlaşılmıyorsa o doğrudur. Çünkü asıl olan anlaşmadır. Gerisi teferruattır. Ne diyelim? Tüm derdimiz bu olsun. Allah başka keder vermesin.

18 Şubat 2019 Pazartesi

Askeriye Dini mi Bizim Yaşadığımız Din?

Gündelik hayatta pek bir araya gelip kolay kolay bir ve beraber olamasak da Allah var toplu halde yaşadığımız bazı şeyler vardır ki mutlaka birinin komutuyla yaparız. Özellikle bu dediklerime dini alanda sık başvurulmaktadır.

Camiye girip ezanı huşu içerisinde dinliyor, ezan bitimi okunan ezandan sonra ellerini açıp ezan duası okumak istiyorsun. Ama ne mümkün! Müezzin, imam veya cemaatten biri başlıyor ezan duasını okumaya. Seni sana bırakmayan bu kimseye karşı mecburen ellerini kaldırıp onu dinliyor ve amin diyorsun.

Namaz bitimi tespih çekmek istiyorsun. Yine seni sana bırakmazlar. Hemen biri tesbihat komutu vermeye başlıyor. O, sübhanallah deyince sen de diyeceksin. O, elhamdülillah diyecek, sen ardından elhamdülillah diyeceksin. Allahü ekber de hakeza. Yavaş tesbihat çekme seçeneğin yok zaten. Sen hızlı tesbihat yapıyorsan mecburen onu bekleyeceksin. Mutlaka müezzine göre kendini ayarlayacaksın. 

Hac ve umreye gitmek nasip olmadı ama gidip gelenlerden işittiğim kadarıyla bizim hacılar Kabe'yi tavaf ederken bile toplu halde dua ediyorlarmış. Başlarındaki hoca söylüyor, akabinde bizim hacılar topluca duayı tekrarlıyorlarmış, hem de diğer hacıları rahatsız ettiğimize aldırmadan.

Son yıllarda hutbedeyken hatibin dua edip cemaatin ellerini açarak amin demesi yaygınlaştı.

Cenazeyi defnettikten sonra yakınlarının arasına girerek hocanın telkin vermesi ve oradakilerin topluca amin demesi hakeza çok yaygın.

Hangi birini örnek olarak vereyim? Say say bitmiyor. İşin garibi yukarıda verdiğim örnekler dinin bir emri değil, yapıla yapıla dinin bir emri gibi kabul edilen âdetlerimizden başka bir şey değil. Hepsini bir ritüel haline getirmişiz. Hemen hepsi birinin komutuyla başlayacak, biz de tekrar edeceğiz veya amin diyeceğiz. Bu düzen ve ahengi görünce nedense kışla veya askeriye dini mi bizim dinimiz demeye başlıyorum. Benim bildiğim askeriye bir emir-komuta ile yürür. Türkü çağrılacak...çağır! Sağa dön...marş! Yemek duası yapılacak...yap! Bunlar askerlikte gördüğümüz şeyler. Asker millet olduğumuzdan mıdır aynı askeriye mantığı dinin içine de girmiş. Ne tesbihat ne dua da kişileri kendi haline bırakmıyor, biri mutlaka başı çekiyor.

Çoğu zaman kendi halimize dua yapmaya bile bırakılmıyor, duayı imama ihale ediyor, onun ettiği duaya amin diyoruz. Yani biz kendi kendimize elimizi açıp dua edemeyecek miyiz? Halbuki dua kişiye özeldir. Kişinin Allah ile konuşmasıdır. Ne diye birileri Allah ile arama giriyor ki? Belki de imamın ettiği dua ile benim edeceğim dua örtüşmüyor. Hoş imam sesli dua etmese de ellerimiz açık bir şekilde içimizden ettiğimiz duayı da imam sonlandırıyor. Belki ben kısa dua edeceğim, belki uzatacağım.

Birinin komutuyla diğerlerinin komuta iştirak etmesi düzeni sağlamaktadır. Ne zararı var? Düzen daha iyi değil mi diyebilirsiniz. Ben bu şekil düzen istemiyorum. İbadette bu şekil ritüeller istemiyorum. Bırakın beni bana, Allah'tan ne isteyeceğime ben karar vereyim.


17 Şubat 2019 Pazar

Bazıları Camiye Niçin Gelir ki?*


Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği istatistiğe göre Türkiye'de 82.693 cami varmış. Bu demektir ki sayısı 81 olan her ilimize 1000 camiden fazla cami düşmektedir. İhtiyaç durumu ve nüfus artışına paralel olarak yapımı devam eden camilerimiz de eksik değil. İnşaatı devam eden bu camilerimiz için birkaç haftada bir cami görevlileri hutbede "İnşaatı devam etmekte olan muhtelif camilerimiz için yardım toplanacaktır. Allah yapacağınız yardımları şimdiden kabul etsin" duyurusu yapar.

Ne kadar camiye ihtiyacımız var, üzerinde durmayacağım. İhtiyaç duyulursa yapılır. Merak ettiğim, Diyanet İşleri Başkanlığının elinde, cuma namazı dışında camilerimizde cemaate katılım oranı ne kadardır? Namazlarımın çoğunu camide cemaatle eda eden biri olmasam da zaman zaman değişik vakit namazlarını farklı camilerde kılmaya çalışan biriyim. Bazı camiler hariç camilerimizin genelinde vakit namazını kılanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Çoğunda ilk saf bile dolmuyor. Camiye gelenlerin çoğu da belli bir yaşın üzerindeki kişiler. Başta belediyeler olmak üzere DİB, bazı okullar ve STK'lar camilere çocukları çekmek için proje üzerine proje geliştirip yürürlüğe koysalar, ödül üzerine ödül verseler de proje süresi bitince camilerimiz de boşalıyor. Çünkü ödülü kapan çocuk maksada ulaştığı için kendini cami dışına atıyor. İştahını bir başka ödüle saklıyor. Menfaat ilişkisine bağlı olan bu tür projeden de başkası beklenemez. 

Diyelim ki ortaya koyduğumuz projelerle çocuklarımızı camiye gelmeye alıştırdık, amacımıza ulaştık, çocuklarımız camiye gelmeye devam ediyor. Değişen ne? Gerçekten ne değişecek? Camileri babasının tapulu malı gibi gören ve borusunu öttüren bazı cami müdavimlerinin elinde çocuklarımız ne kadar camiye devam edecekler? Biz camiler çocuk sesinden mahrum kalmasın diye çocukları camiye çekmeye çalışmadan önce cami cemaatini eğitsek çok iyi olacak. Çünkü camilerimiz çocuk sesine, çocuk cıvıltısına tahammül edemeyen, çocuk psikolojisinden anlamayan bazı ihtiyarlarla dolu. Sanki hiç çocuk olmamışlar gibi. Onlara göre camiye gelecek çocuk 30-40 yaşında bir insanın olgunluğunu gösterecek, hiç sesini çıkarmayacak, huşu içerisinde namazını kılacak. Halbuki iki çocuk bir araya gelince onları zapt etmek zor. Çünkü çocuk ne de olsa. Çocuğun camide gıkı çıksa kıyameti koparıyorlar ve çocukları azarlıyorlar. Gel de bu çocuğu bu camiye getir bundan sonra. Sanki  bu tipler peygamberden daha Müslüman. Ama peygamberi örnek almayan bir Müslüman! O peygamber ki namaz kılarken üzerine atlayan torunlarına kızmamış, hatta düşmesinler diye namazın rüknünü uzatmış biridir.

Ben bazı cemaatin çocukları azarlamasına  -nebevi tebliğe uymuyor diye- kızarken beterini bir eğitimcide gördüm. Bir okulun mescidine ikindi namazını kılmak için gittiğimde 10-15 kadar 5.6.sınıf öğrenci vardı mescitte. Kimi namazını kılmış, küçük bir halka oluşturup fısıltılı konuşuyor, kimi de namazını yeni kılıyor. İçeride namaz kılan bir öğretmen de var. Ön tarafta boş bulduğum bir yere geçip namazımı kıldım. Ben namaz kılarken halka olmuş çocuklar kendi aralarında konuşurlarken birbirlerini de "Hocalar var, namaz kılıyorlar" şeklinde uyardıklarını duydum. Küçücük çocuklardaki bu hassasiyet hoşuma gitti. Ama diğer meslektaşımın hoşuna gitmemiş olmalı ki namazı bitirir bitirmez çocuklara saydırdı: "Sınıfta konuşuyorsunuz, mescitte konuşuyorsunuz, siz ne zaman adam olacaksınız. Ağız tadıyla bir namaz kıldırmadınız..." dedi durdu. O çocuklara saydırırken ben hızlı bir şekilde ayakkabılarımın arkasına basarak mescitten kaçtım. Daha saydırıyordu çünkü. Çocuklardan değil, meslektaşımdan tiksindim. Bu nasıl eğitimci böyle dedim. Zaten namaz kılan az sayıda bir öğrenci var. Biz öğrencileri mescide çekmeye çalışalım, bu ve benzeri meslektaşlar olduğu müddetçe namaz kılan öğrenci sayısı artmadığı gibi azalır. En azından ben çocuk olsam o adam mescitte olduğu müddetçe namaza gelmezdim. Bir eğitimci böyleyse cami cemaatine ben ne diyeyim?

Okul mescidinde gördüğüm meslektaşımı ve zaman zaman farklı camilerde çocuklarla uğraşan diğer cemaati görünce acaba bu tipler hiç camiye, mescide gelmeseler; namazlarını evde veya bir köşede kendi başlarına kılsalar, çocuklar da kimseden çekinmeden rahat bir şekilde cami ve mescitlere  gelebilseler, istedikleri gibi gönüllerince eğlenseler diyorum. Ya da bazı bölge ve muhitlerde bazı camileri sadece çocukların gelebileceği camiler olarak belirlesek nasıl olur? Bence fena olmaz. Çünkü çocuklar camiyi bir yaşam merkezine döndürürler.

Camiye gelip gürültü yapan çocukları hiç uyarmayalım demiyorum. Uyaralım ama bu işi kırıp dökmeden yapalım. Çünkü kırıp döktüğümüzün tamiri mümkün değildir. En iyisi bu konuyu şu yazıyla bitirelim. Olur ya kıssadan hisse alırız. Eskiden tekkelerde iki soru sorulurmuş: Biri, “bugün gönül kırdın mı?” Diğeri, “namazını kıldın mı?” İlk soruya evet diyene, ikinci soru sorulmazmış. Başka söze ne hacet! Acaba bu yazıyı büyük puntolarla yazıp çoğaltarak her caminin görünür yerine assak mı?

*28/06/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Savrulduk, Hem de Ne Savrulma! (3)


31 Mart’ta bir seçime daha gidiliyor ama bu sefer durum diğer seçimlerden daha farklı. Ülke, dış saldırıyla başlayan bir ekonomik krizle karşı karşıya. Bu krizin adı konmasa da kısa zamanda kolay kolay gideceğe benzemiyor. Vatandaş birkaç yıldır geliyorum diyen krizin içinde şimdi. Halinden de pek memnun değil. Memnuniyetsizlerin sayısı her geçen gün hızla artmakta. Çünkü piyasada yaprak kıpırdamıyor, sebze ve meyve fiyatları arttı. Gıda ürünleri başta olmak üzere iğneden ipliğe her ürüne kat kat zamlar geldi. İşsizlik oranı arttı. Fabrikalar kapandı. Çünkü çift haneli enflasyon dönemine yeniden girdik. İş sadece enflasyonda kalsa dışa bağımlı ve üretime dayalı ekonomilerin sonu budur der, biraz sıkıntı çekilir, yeniden düze çıkılır. Maalesef sıkıntı daha derinlere taşındı. Adalet duygusu zedelendi. FETÖ denen şer örgütü ile mücadele, devletin sağlıklı düşünmesinin önüne geçti. Devlette ve toplumda FETÖ paranoyası belirdi. Herkes herkesten şüphelenir oldu. Çoğu kimse FETÖ ile iltisaklı olduğu gerekçesiyle işinden oldu. Yine FETÖ ile mücadele adı altında devlete alımlarda sözlü mülakat kriteri getirildi. Sözlü mülakatlardaki görüntü FETÖ ile mücadelenin de ötesinde taşındı. Çünkü iş ahbap-çavuş ilişkisine döndü. En azından halkın ekseriyeti böyle bir algıya sahip.

Halktaki memnuniyetsizliğin farkında olan iktidar, kendisinden kaçmakta olan seçmeni ittifak sayesinde geri kazanmayı ümit ediyor, bunun için mücadele veriyor. Diğer taraftan bir oy bir oy diyerek yıllardır tasvip etmediği seçim ekonomisi de uygulamaya başladı. 2015’den bu tarafa her seçime giderken ülkenin ekonomik durumu sıkıntıda olmasına rağmen 90’lı yılların siyaseti gibi bir siyaset izlenmeye başlandı.

31 Mart seçimlerine giderken seçim parolası da “gönül belediyeciliği.” Niçin böyle bir parolayla yola çıktı? Çünkü yıllardır nasılsa iktidardayız, kimse yanımıza yaklaşamıyor diye kibirlendik. Halkla aramızda güven problemi başladı. Bizlere umut bağlayanlar bizden kopmak istemese de güvenilir bir liman arıyor. Sözün özü siyaset ve iktidar olma bize yaramadı. Savrulduk hem de ne savrulma. Şımardık üstelik. Dün incinmiştik, bugün biz de incitiyoruz.  Çünkü incine incine incitmeyi öğrendik. Kazanmak ve yükselmek için birbirimizi de ekarte etmeyi çok iyi becermeye başladık. Dün yola çıktıklarımızla siyaset yaparken bugün çoğunu küstürdük, yola yolda bulduklarımızla devam ediyoruz. Üstelik bizi kimse eleştiremiyor bugün. Kim eleştirmeye kalksa ya FETÖ’cü ya düşman ya da nankör olarak ilan ediyor ve kapının önüne koyuyor, dışlıyoruz. Dünün mağduru iken bugün mağdur ediyoruz. Kendimizi anlatmak için sürekli geçmişle bugünü kıyaslıyoruz.

31 Mart seçimlerinde belki de 2002 seçimlerinde aldığımız yüzde 34 oy oranının gerisine düşeceğiz. Halk ya alternatif partilere yönelecek ya tepki olarak oyunu hiç tasvip etmediği bir siyasi görüşe verecek ya boşa atacak ya da sandığa gitmeyecek. Belki de bu seçim, seçime katılım oranının en düşük olduğu seçim olarak tarihe geçecek.

Düşünüyorum da iktidar bize yaramadı. Çünkü samimiyetimizi kaybettik. Bugün makam, mevki peşinde koşuyoruz. Dünün mücahitleri bugün en azından müteahhit oldu. Acaba büyümeyip küçük ama samimi, ülkeyi ve İslam’ı dert edinen kimseler olarak kalsaydık keşke diyorum bazen. Çünkü savrulduk, şımardık. Kibir de var bizde. Halbuki bizim zihniyete bu ülkenin daha ihtiyacı vardı. Yavaş yavaş iktidar nimeti altımızdan kayıyor. Üstelik yıllardır bir çözülse dediğimiz problemleri çözünce de rahatlamadık. Çünkü yumuşak karnımız olan başörtüsü dün sorundu, bugün de sorun. Zira acayip tavırlı başörtülüler türedi. Hatta öyle başörtülüler görüyoruz ki “Şu kız keşke başörtülü olmasaydı” ya da “Dün başörtüsü eylemlerini bunun için mi yaptık” der olduk. İşin garibi 2015’den bu tarafa “Ben yaptığından hoşnut değilim, yaptıklarını beğenmiyorum, kendine çekidüzen ver” diyen seçmene her seçim sonrası “Mesajı aldık” denmesine rağmen görünen o ki tedbir alınmamış. Uzatmalara oynuyoruz izlenimi veriyoruz şimdi. Dün tek başına aldığımız oyu bugün yama yaparak almaya ve ayakta kalmaya çalışıyoruz. Böyle mi olacaktık? Demek ki bir dava büyüyünce samimiyet kalmıyormuş. Keşke küçük kalsaydık daha mı iyiydi? En azından bugünkü durumdan sorumlu olmaz ve samimiyetimizi kaybetmezdik.


Savrulduk, Hem de Ne Savrulma! (2)

91 seçimlerinde ittifakla da olsa aşılamayan barajı delip geçtik. Engelleri aşmış, baraj sorunumuz yoktu artık. Kim tutardı bizi. Gümbür gümbür geliyorduk. Nitekim partimiz önce 94 seçimlerinde yerelde, 96 seçimlerinde de genelde birinci geldi. Seçimi kazanmıştık ama saralı gibi görüyordu o günün partileri bizi. Kimse bizimle hükümet ortağı olmak istemiyordu. Sonunda güç-bela da olsa hükümeti kurma görevi verildi ve DYP ile hükümet kuruldu. Dünün “gerici, yobaz ve mürteci” kabul edilen kişi, ülkenin başbakanı olmuştu. Şer cephesi durmadı. Ürettiği asparagas haberlerle işi 28 Şubat sürecine taşıdı ve partiye “irticanın odağı olma” gerekçesiyle kapatma davası açıldı ve parti kapatıldı. Yerine hilalin içinde kalp amblemli bir başka parti kuruldu. Bu partinin de ömrü uzun olmadı. Yine “irticanın odağı” gerekçesiyle kapatıldı. Yerine amblemi yine hilal ve içinde 5 yıldızın olduğu bir parti kuruldu. Parti kurulmuştu ama koca parti içinde “yenilikçiler” ve “gelenekçiler” diye ikiye bölündü.

2002 yılına gelindiğinde yapılan genel seçimde seçmen eskileri baraj altında bırakarak yenilikçi hareketi tek başına iktidara taşıdı. Her ne kadar bu parti “Milli görüş gömleğini çıkardım” dese de halk ve devlet gözünde bu hareket milli görüşün devamıydı. Çünkü partinin üst beyin tabakası milli görüş mutfağında yetişmişti.

Yıl 2019. Ülkeyi hala milli görüş geleneğinden gelen zihniyet yönetiyor. Zirveden inmek bilmiyor. Her seçimde en yakın rakiplerine iki katı fark atıyor. Çünkü 2002’den bu yana bu ülkeye yapmadığı hizmet kalmadı. Hizmeti gören vatandaş ardı arkasına iktidara taşıdı.

2002-2019 döneminde mütedeyyin insanların MNP, MSP, RP ve FP dönemlerinde olmasını istediği başta başörtüsü olmak üzere katsayı gibi mağduriyetlerin hepsi giderildi. Okullarda okuyan kız öğrencilere ve kamuda çalışan kadınlara başörtüsü serbestliği getirildi. Yıllardır yumuşak karnımız olan bu sorun tereyağından kıl çeker gibi çözüldü. Mütedeyyin insanların okumuşları bürokrasiye yerleştirildi. Yıllardır milli görüş zihniyetiyle mücadele eden kurumların köşe başlarını tutmuş eski zihniyet mensuplarına yol verildi. Eski zihniyetle mücadele ederken kendisi de iktidarda iken “irticanın odağı” gerekçesiyle kapatılmaktan paçayı zor kurtardı. Mücadele ede ede yapılan hizmetler yıllardır ezilmiş, incinmiş, tu kaka yapılmış, mağdur edilmiş mütedeyyin insanları sevindirmekle kalmadı, göğüslerini de kabarttı. Ekonomik krizle boğuşan, sürekli likidite sıkıntısı çeken ülkede ekonomik krizler de geride kalmıştı. Hasılı üyesi olarak yer almadığım ama gönülden ve oy vererek destek olduğum partim; geçmişte sıkıntı çektiğim, adam yerine konmadığım, dışlandığım tüm ortamları izale ettiği gibi benim zihniyetimde olanları da devletin tepesine taşıdı.

2002’den bu yana oylarını her seçimde artırarak gelen partim, mütedeyyin insanların dışında da diğer birçok kesimi kazanmayı bildi. 07 Haziran 2015 genel seçimlerinde ilk oy düşüklüğünü yaşadı, tek başına hükümet kuramadı. Çünkü dün her şeyiyle destek olan halkın bir kısmı desteğini çekmişti. Hükümet kurulamayınca yenilenen seçimde halk yeniden partinin etrafında kenetlendi. 24 Haziran 2018’de yapılan genel seçimlerde oylar yine düşmesine rağmen Cumhur ittifakı sayesinde Mecliste çoğunluk elde edilebildi. (Devam edecek)

Savrulduk, Hem de Ne Savrulma! (1)

Öğrencilik ve iş hayatımda siyasetin içinde olmadım. Çok uzağında da durmadım. Zaten bu ülkede yaşayıp da siyasetten uzak durmak mümkün mü? Savunduğum, miting ve salon toplantılarına katıldığım siyasi görüşümü destekleyen partiye sandık zamanı giderek oyumu verdim. İçinde bulunduğum siyasi görüşün bir gün iktidar olmasını hem destekledim hem de savundum. Çünkü çözüm bizdeydi. Ekonomiye neşter vuracak, ehliyet ve liyakati tesis edecek, haksızlıkları giderecek bilgi ve birikim benim savunduğum siyasi görüşte vardı. Üstelik biz siyaseti ilayı kelimetullah uğruna yapıyorduk. Siyaset, demokrasi, sandık ve seçimler bizi amaca götüren birer araçtı. Erdem ve fazilet yarışıydı bizim mücadelemiz. 

Mücadelemiz için partide görev üstlenenler köy, kent, kasaba her yer dolaşırdı. Biz ise miting varsa koşar, attığımız sloganlardan sesimiz kısılırdı.  Bir konferans varsa dinlemek için saatler öncesinde yerimizi alırdık. Hangi ilde protesto ve destek  yürüyüşü varsa otobüslere binerek yürüyüşlere katılırdık.

Yaptığımız eylemlere büyük kalabalıklar katılmadı, bizi seyretti. Bunlar ne yapıyorlar diye baktı. Halkın bir kısmı teveccüh gösterse de nasılsa kazanamazlar dedi. Büyük çoğunluk bize vebalı gibi baktı bize. Devleti yönetenler ve gücü elinde bulunduranların gözünde biz "gerici, yobaz ve mürteci" idik.

Amblemi anahtar olan partim, 80 öncesinde kilit parti idi. (Evdeki çay bardaklarımızda  anahtar baskılı bardaklar eksik olmazdı) Onsuz hükümet kurulamazdı. 80 ihtilaliyle beraber tüm partiler gibi benim partim de kapatıldı. Partimin lideri ve arkadaşları 10 yıl siyasi yasaklı oldu.

Partileri kapatmak çözüm müydü? Değildi elbet. 80 sonrasında kurulan yeni partilerin yanında 80 öncesi dört eğilimi temsil eden partilerin hepsi değişik adlar altında kurularak siyaset arenamızda yeniden yerini aldı. 1987 yılında siyasi yasaklıların siyaset yasağının kaldırılıp kaldırılmaması halkoyuna sunuldu. Siyasi yasakların kalkmasını savunan muhalefet bloğu, kıl payı referandumu kazandı. “Hayır” bloğunu tek başına yürüten ANAP seçim kararı alarak ülkeyi aynı yıl erken genel seçime götürdü.

1987 yılında yapılan genel seçimde ilk defa oy kullanacak olan ben, hilalin içinde başağı olan partim barajı açsın diye bir oy bir oy diyerek Kayseri’den Konya’ya oy vermek için geldim. Oy verdikten sonra seçim sonuçlarını öğrenmek için TV karşısında sabahladım. Ama partim yüzde 7 oy alarak baraj altı kalmıştı. Üzülmedim mi? Üzüldüm elbet. Çünkü partim barajı aşmalıydı. Çünkü Türkiye’nin bu zihniyete ihtiyacı vardı.

1989 yılında yapılan mahalli genel seçimlerde başak, 1984 yılında kazandığı Van ve Şanlıurfa belediye başkanlıklarının üzerine Konya, Sivas ve Kahramanmaraş’ı da ekledi. İşte bu beş belediye, partiyi tanıtmada yüz akı oldu. Oturduk, kalktık bu beş belediyenin diğer belediyelere göre başarısını anlattık durduk. (Devam edecek)