23 Ocak 2019 Çarşamba

Ben Hala O Kimseyim. Ya Sen? *

"Eski tarihlerde bir medresede okuyan üç idealist arkadaş varmış. Medreseden mezun olduktan sonra nerede ve hangi işte, hangi görevde olurlarsa olsunlar, birbirleri ile irtibatı kesmeyeceklerine, doğru yoldan, adalet ve hakkaniyetten ayrılmayacaklarına, İslâm davasına hizmetten asla geri durmayacaklarına dair söz vermişler. Fakat o dönemlerde iletişim araçları yetersiz ve sınırlı olduğundan, sonraki yıllarda karşılaşmaları halinde birbirlerini tanımakta zorluk çekmemeleri için aralarında bir şifre belirlemeye karar vermişler. Çok kısa ve hatırda kalıcı bir şifrede anlaşmışlar: “Ben O’yum!”
Aradan uzun yıllar geçmiş, bizim üç idealist dava arkadaşının her biri bir köşeye savrulmuş: Biri müderris (hoca), diğeri tüccar, bir diğeri de mutasarrıf (vali) olmuş. Tüccar şehir şehir dolaşırken bir şehirde arkadaşının mutasarrıf olduğunu öğrenmiş ve hemen kadim dava arkadaşını ziyaret ve tebrik etmek istemiş. Lakin güvenlik ve bürokrasi çarkını aşmak kolay olmamış. Görevlilere kendini tanıtıp vali beyin medrese arkadaşı olduğunu, yıllar öncesinden tanıştıklarını anlatmışsa da sırasını beklemek zorunda kalmış. Vakit geçmiş, lakin kendisine bir türlü sıra gelmemiş.
Nice sonra bizim tüccarın aklına o yıllarda belirledikleri şifre gelmiş. Derhal küçük bir kâğıt parçasına “Ben O’yum” yazmış ve görevliye uzatarak bunu vali beye iletmesini istirham etmiş. Onun bu ricasını isteksizce yerine getiren görevli az sonra geri dönüp aynı kâğıdı tüccara uzatmış. Bizimki şaşırmış. Ama asıl şaşkınlığı kâğıdın arkasını çevirince yaşamış: “Sen O olabilirsin ama… Ben O değilim!” (Abdullah Yılmaz-Yeni Akit gazetesi)
Yukarıdaki hikayenin bir benzerini hepimiz çoğu zaman yaşarız. Çünkü zaman, şartlar, makam, mevki ve şöhret yıllardır tanıdığınız insanı değiştiriveriyor. Bu hikayeyi en iyi başına böyle bir şey gelenler anlar. Çünkü eşekten düşmüştür. Eşekten düşmeyenler "Benim tanıdıklarım, dostlarım yapmaz böyle bir şey" der. Çünkü daha başına gelmemiştir. Yine bu hikayeyi okuyan biri "Ben ileride makam sahibi olursam asla eski dostlarımı ve onlarla geçen hukukumu unutmam, bir makam için insan değişir mi" der. Ama bir zaman gelir ki o da makam ve mevki sahibi olunca daha önce ayıpladığını kendisi de yapabilir. Zira bunun örnekleri çok.
Tüm makam sahipleri böyle eski dostlarını unutur, onlara sırtını döner, görmezden gelir mi? Değil elbet. Eğer bir kişi bir makama hak ederek gelmişse makamdaki görevini layıkıyla yerine getirdiği gibi eski dostlarına da zaman ayırır, onları makamında ağırlamaktan onur duyar. Bu tipler makamla, koltukla değişeceklerden değildir. Ama bulunduğu makama birilerinin elini, eteğini öperek hak etmeden gelmişse işte bu tipler geçmiş hukuku unutur, dostlarını hatırlamaz. Onun gözü bulunduğu makamı garantiye almak ve daha da yukarılara çıkmak. Bunun için üstlerine göz kırpar, onların gözüne girmeye çalışır. İşte bunlar koltuğun değiştirdiği tiplerdir. Bunlardan dost falan olmaz. Değiştiğini gördüğün zaman geçmişine hayıflanır, tanıyamamışım der, yoluna devam eder, geçer gidersin. İçinde bir burukluk, bir kırgınlık olur sadece. Sen de seni hesaba katmayan bu eski dostunu unutmaya çalışır ve onunla gurur duymazsın. Çünkü sen hala o'sun, fakat tanıdığın o, o değildir artık.

* 10/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yalnızsın Bey Baba! ***


—Allah'tan isteyip de elde edemediğin, hayal edip de gerçekleştiremediğin var mı?
—Yok elhamdülillah! İstemediğimi ve hayal edemediğimi de verdi. Görmediğim zirve kalmadı desem yeridir. Hala ayakta ve zirvedeyim. 
—Her insana nasip olmayanı Allah sana bahşetmiş. Çevren de çok genişlemiştir, dostların çoğalmıştır. Bu durumda sırtın yere gelmez desene.
—Çevrem geniş, sevenlerim çok, düşmanlarım da. Hatta benim için ölüme koşanlar bile var. Gördüğün gibi sırtım da yere gelmiyor. Çevrem de kalabalık. 
—Daha ne istersin? Şükret haline!
—Şükür de, yalnızım.
—Az önce sevenlerin çok etrafım da kalabalık demiştin.
—Orası öyle de yine yalnızım.
—Desene kalabalıklar içerisinde yalnızsın. Niçin yalnız kaldığını en iyi sen bilirsin o zaman. Şayet bilemiyorsan birlikte baş koyduğun yoldaşlarına sor. Çünkü kişiyi en iyi yola çıktıkları bilir.
—Bilemedim ki! Onlar yok şimdi etrafımda. 
—Niçin, ne yaptılar da seni yalnız bıraktılar? Ya da sen mi onları bıraktın?
—Ben hiç onları yalnız bırakır mıyım? Onlar beni terk etti. Otobüsten iner gibi birer birer çekip gittiler.
—Kaç kişi bunlar?
—Çok! Hangi birini sayayım.
—Anlaşılan kırmış olmalısın onları.
—Ne kırması! Her biri bugün varlarsa, isimleri anılıyorsa hepsi benim sayemde tanınır oldular, makam sahibi yaptım hepsini. Benim onlara yaptığım iyiliği ana-babaları yapmamıştır. Ben olmasaydım onlar bir hiç idi.
—Yaptığın iyilikleri başa kakıyorsun. Başa kakılmayı kulu sevmediği gibi Allah da sevmez. Allah'ın gücüne gider bu.
—Doğruya doğru. Ama doğrusu bu… Bugün varlarsa benim onlara verdiğim imkanlar sayesindedir. Bana bunu yapmayacaklardı.
—Birlikte yola çıktığın, kendilerine iyilik yaptığın ve bugün otobüsten indiler dediğin kişiler, sen bir şey yapmadan mı çekip gittiler?
—Hepsinin hatası vardı. Nankörlermiş meğer!
—Yahu yanından çekip giden bir kişi olsa eh diyeceğim; iki, üç, dört, beş olsa olabilir diyeceğim. Hepsi gitmiş, sen hala benim hatam yok diyorsun. Kusura bakma ama bu gidişte senin de payın var, belki de fazlası sende, ekibi tutamamışsın yanında.
—Onları her bir makama ben getirdim.
—Diyelim ki sen getirdin, senin sayende makam, mevki ve şöhret sahibi oldular ve nankörlük yapıp çekip gittiler. Adama sormazlar mı, sen insan sarrafı değil misin, bu kadar kadir kıymet bilmeyen nanköre zamanında nasıl/niçin makam verdin?
—Sen beni suçluyorsun. Benim yanlışım yok hiç.  
—Sen ki birçok konuda yaptığın hatalarınla yüzleşebilen birisin. Bu konuda da kendinle yüzleşmelisin. Eski dostlarının gönlünü almalısın. Yoksa gittikçe yalnızlaşırsın. Benden sana bir dost nasihati. Bir de sana bir soru soracağım. Dostların tek tek çekip giderken onların yokluğunu ne ile doldurdun? Çünkü sorumlu bir makamdasın. Bunun için ekip gerek.
—Onların yerine yenisini buldum.
—Yani yola çıktıklarını yolda bulduklarınla değiştirdim desene.
—Hayır, ben vefalıyım. 
—Çekip gidene niçin gidiyorsun dedin mi? Onların gönlünü aldın mı?
—Hayır, ben niye gönüllerini alacağım. Benden uzaklaşan onlar. 
—Kusura bakma da ben bunca kalabalıklar arasında senin niye yalnız olduğunu, yalnızlık çektiğini galiba buldum: Yola çıktıklarını yolda ekmek, yerine yenisini almak. Maalesef gittikçe yalnızlaşacaksın bey baba! 

***26/01/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

22 Ocak 2019 Salı

Aynı Ürünün Fiyatı Pazarda ve Markette Niçin Farklı? *

Pazarda satılan bir ürün ile bir marketin manav bölümündeki aynı ürünün fiyatı farklı. Bu durum sadece 2018-2019 yılına mahsus değil. Ben kendimi bildim bileli, market ile pazarda aynı ürünün fiyatı farklı. 

Market ve manavlarda fiyatlar çok yüksek. Sadece bir mahallede haftada bir semt pazarı kuruluyorsa mahallede bulunan market, ürünlerinin fiyatlarını pazar fiyatına hatta daha aşağısına çekebiliyor. Sonuçta marketteki pazar ürünleri daima yüksek. Bu durum Cumhurbaşkanının dikkat çekmesiyle Türkiye'nin gündemine geldi. Pekiyi marketlerdeki fiyatlar pazar fiyatına geriler mi? Mümkün değil. Neden mi?

Marketin semt pazarıyla fiyat konusunda rekabet edebilmesi mümkün değil.

Pazarcı, getirdiği ürünü kendi bedeniyle satarken hatta bu işi baba-oğul birlikte yaparken market sahibi getirdiği ürünü satması için en azından asgari ücretle işçi/ler çalıştırması gerekiyor.

Pazarcı gittiği pazarda sadece işgaliye parası öderken market, sattığı her kilo ürünün vergisini ve KDV'ini vermek zorunda. Pazarcı da vergi veriyordur ama her ürünü denetim ve takip altında değildir. (Pazarcının ne şekilde vergi verdiğini bilmiyorum ama pazarlar kayıt dışı ekonominin cirit attığı yerler diye düşünüyorum.)

Market sahibi dükkan kirası, elektrik parası vs masraflar yapmak zorunda.

Marketten alışveriş yapan müşteri, sebze ve meyveyi eliyle çürük çarık olmadan seçer; çürük, çarık ve buruşuğu markette kalır. Yani market getirdiği malın hepsini satamaz. Çünkü fire verir. Pazarda ise (Konya için söylüyorum) satılan ürün kolay kolay fire vermez. Nerdeyse geldiği gibi aynen satılır. Çünkü pazarcı kendi doldurur, doldururken sağlam ürünün yanına dengeli bir şekilde çürük ve çarığını da koyar. (En azından çoğu böyle)

Marketten aldığı ürünü beğenmeyip geri iade edebilir müşteri. Pazar için müşterinin böyle bir seçeneği yok. Kazara vermeye kalkarsa sonucuna katlanmayı göze almalı.

Anlatmak istediğim aynı ürünün pazarcıya maliyetiyle markete maliyeti aynı değil. Bu da ister istemez fiyatlara yansıyor.

Her ikisinin de müşterileri farklı. Pazara giden kolay kolay marketten sebze ve meyve almaz. Marketten alışveriş yapan da kolay kolay pazara gitmez.

Yine gördüğüm; marketlerin, sebze ve meyveyi yüksek kar etme düşüncesinden ziyade çeşit bulunsun, müşteri geri gitmesin, aradığını bulsun düşüncesiyle manav reyonu açtığını düşünüyorum.

Saydığım bu vb nedenlerden dolayı marketlerdeki sebze ve meyve fiyatlarının pazardakilerin seviyesine inmesi zor görünüyor. Şayet bir gün dengelenirse eyvallah derim.

* 25/01/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Nihayet Makam Aracı Saltanatına İçeriden Bir Tepki Geldi *


"Kendisiyle görüşmeye gelen belediye başkanlarına, 'Kendi arabalarında yaptıkları yakıt hesabını belediyenin arabalarında da yapıp yapmadıklarını' sorduğunu, eğer 'ikisi arasında benzin hesabı yapıyorsanız belediye başkanlığını hak ediyorsunuz. Size helâli hoş olsun. Değilse hak etmiyorsunuz. Devletin malını da gözetmek zorundasınız' dediğini, son günlerde bazı arkadaşlarda bir hava başladığını; eskortlar, önden gidenler, arkadan gidenler, korumalar, falan filan… Ne oluyor, bu ne saltanat? Üç günlük dünyadayız şurada."

Yukarıdaki sözler Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mehmet Özhaseki'ye ait. Bu sözleri Sincan'da STK temsilcilerine yaparken sarf ediyor. Özhaseki aynı zamanda partisinin yerel yönetimlerden sorumlu genel başkan yardımcılığı görevini yürütüyor.

Burada amacım siyaset yapmak, Özhaseki'yi övmek veya yermek değil. Sayın Özhaseki, yaptığı bu konuşmada samimi mi yoksa şov mu yaptı? İçini bilmiyorum. Ama konuşmasını dinlerken kendisini samimi gördüğümü söyleyebilirim.

Konuşmasından bir bölümünü burada konu edinmemin sebebi Türkiye'nin kanayan bir yarasına parmak basmasıdır. Yerinde ve doğru bir tespit. Gerçekten makam araçları bu ülkede hoyratça kullanılıyor. Çoğu makam sahibinin bindiği aracın yakıtının hesabını yaptığını da düşünmüyorum. Hatta deniz misali kullanıldığını gözlemlemekteyim. Yine bu konuşmayı yapan kimsenin iktidar partisinin ağır toplarından olması da dikkat çekici. Çünkü sorumlu bir makamda. Bu konuşmayı muhalefetten biri yapsa o kadar dikkat çekmez. İçeriden biri olarak Sayın Özhaseki'yi bu konuşmasından dolayı tebrik etmek lazım. Ama?

Bu işin bir de 'ama'sı var. Makam araçlarının kullanımında bu işi belediye başkanlarının kendi vicdanına bırakmak ne derece doğru? Parmak bastığı bu konu için vekil, bakan, yerel yönetim başkanı gibi sorumlu makamlarda iken makam araçları için ne yaptı, ne teklifler getirdi? Herhangi bir çabası oldu, gücü yetmediyse sözüm olmaz, hatta tebrik ederim kendisini.

Gecikmiş de olsa Sayın Özhaseki'nin dert edindiği bu mesele Türkiye gündemine gelmeli ve makam araçlarının, başkanların veya başka makam sahiplerinin vicdanlarına bırakmayacak şekilde tedbirler alınmalı. Bu ülke makam aracı cenneti olmaktan kurtarılmalı. Aracı kullanma kıstasları getirilmeli. İnanın ülke sadece makam araçlarından tasarrufa gitse bu ülke ihya olur.

*26/01/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






Ağaçlar ve Makam Sahipleri *


Evimizin önünde, caddelerde, park ve bahçelerde ağaçlar görürüz. Bazısının başı havada, bazısı ise aşağıya doğru sarkmış durumda. Başı yukarıda olanlar meyve vermeyen ağaçlar, toprağa yakın olanlar ise meyve veren ağaçlardır genelde. 

Meyve vermeyen ağaç seyirliktir, verirse oksijen verir, altında oturursan gölgesinden faydalanırsın. Gerçi yukarıya doğru uzadığı için gölgesinden de pek faydalanamazsın, üzerine de pek çıkamazsın. Çünkü alıp başını yukarıya doğru gidiyor. Meyve veren ağaca gelince meyve verdikçe olgunlaşır, pek boy almaz, yere yakın durur. Meyveleri olgunlaştıkça insanlar faydalansın diye dallarını aşağıya doğru sarkıtır, meyveler toplanıncaya kadar tüm yükü çeker. İnsanoğlu faydalandıkça faydalanır, dalına basıp çıkmak da kolaydır. Meyvesinden, kokusundan, yeşilliğinden insanları faydalandırır. 

Meyve veren ağaç ile meyve vermeyen ağacı insanoğluna kıyas edersek -teşbihte hata olmasın- meyve vermeyen kibri, meyve veren ise alçakgönüllülüğü temsil ediyor. İşe fayda yönünden bakarsak kibirde fayda yok, tevazuda sayısız yarar var. 

Ağaçlardaki bu durumu makam sahiplerine uyarlayalım. Bazı makam sahipleri vardır ki tıpkı meyve veren ağaç gibi mütevazı ve çevresine karşı yardımcı olmaya çalışır, onları sever ve sayar. Bu tür makam sahipleri egolarını ayaklarının altına almış, bulunduğu yeri dolduran ve etrafına ışık veren kişilerdir. Bunlara çabuk ulaşırsın tıpkı meyve veren ağaç gibi. Bunlar bulundukları koltuğa layıkıyla gelmişlerdir. Bazı makam sahipleri vardır ki ben bunlara makam budalası diyorum. Ne oldum delisidir bunlar. Ne kokar, ne de tüterler. Egoları ayaklarının altında değil, başlarındadır. O ego, o kafayı dik tutar, kibri tavan yapar, aşağıya doğru baktırmaz. Çünkü gözü hala yukarılardadır. Aşağıdakilere tekme sallarken yukarıdakilere kuyruk sallar. Çünkü zirveye tırmanmanın yolunun yukarıya kuyruk saklamaktan geçtiğine kendisini inandırmıştır. Ona göre bu işler zaten böyle olur. Zaten mevcut koltuğa da böyle gelmedi mi? İşte bu tipler tıpkı meyve vermeyen ağaca benzer. Varın faydasını siz düşünün.

Meyve veren ağaca kolayca erişebilirken meyve vermeyene ulaşamazsın, randevu bile alamazsın. Kazara ulaşsan da doğru dürüst yüzüne bakmaz, baksa da işini yapmaz. Çünkü kibri ve egosu buna engel olur. Sonra işini halletse o bundan ne fayda kazanacak?

Doğaya bakınca meyve veren ağaçla, meyve vermeyen ağacın arasındaki farkı görebildiğimiz gibi makam sahiplerinin görüntüsüne, duruşuna bakarak hangisinin makam budalası olduğunu, hangisinin hizmet edebileceğini, hangisinin kibrinin tavan yaptığını, hangisinin alçakgönüllülüğü elden bırakmadığını pekala görebiliriz. 

Egosunu ayaklar altına alanlar; makamın kaybetmediği, egosunu hala kafasında  tutanlar ise makamın kaybettiği makam sahipleridir. Allah meyve veren ağaç misali çevresine değer veren, geçmişini unutmayan makam sahiplerinden eylesin.

*02/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Münacatımız Ona Olsun! *


Üç günlük dünyada insanın başına gelmeyen kalmıyor. Ne de olsa imtihan dünyası. Bu kazana girip terlemek hatta yanmak da var. Çünkü imtihanı kazanmak kolay değil.

İnsanoğlu, başına gelen problemleri önce kendi çözmeye başlar. Boyunu aşınca eşini, dostunu devreye koymaya çalışır. Tüm tanıdıklar ve iş yapacaklar sırtını dönünce ve kapılar tek tek yüzüne kapanınca kendi derdiyle baş başa kalır insan. Aslında yalnız değildir. Yaradan’ı vardır her daim yanında. 7/24 açıktır bu kapı. Hacet kapısıdır bu makam: Protokol yok, mesai bitti yok, araya birini koymaya gerek yok. Kapıda girmene engel kapıcı yok; niçin geldin, yeni mi aklına geldi, çık dışarıya diyen yok. Bugün yoğunum, randevu al, dilekçe bırak diyen yok; derdini tam anlatamadın, ne demek istediğini anlamadım diyen de yok. 

Merhamet kapıları açık; yeter ki kulum istesin, derdini bana açsın diyen biri var her yerde. Üstelik sana senden yakın. Çünkü şah damarından daha yakın.  Tipine, boyuna postuna bakan biri değil. İstediği tek şey kapısına gelmen, kendisini hatırlaman... Bunun için saatlerce yol yürümene gerek yok. Yapacağın tek şey bulunduğun yerde samimi bir şekilde ellerini açman; suçunu/derdini itiraf etmen ve pişmanlık duymandır, bir daha yapmamaya söz vermendir. Kapına geldim, dertliyim, derdimi sadece sana açıyorum, kurtar beni bu badireden; bana sabır ver, benim için başka kapı aç diyorsun. Bunu ister sesli, ister sessiz yap; ister hecele, ister kekele, ister kelimeleri yut. Problem değil. Zira halden anlayan biri var karşında. Ne halin varsa gör demez. O seni her daim dinler ve cevabını üç şekilde olur. 1. Evet der, istediğini verir. 2. Hayır der, daha iyisini verir. 3. Bekle der, en iyisini verir.

Duanın/tövbenin kabulü için yapacağın tekrar tekrar ısrar etmek ve duanın kabulü için acele etmemektir. Duana başkasını da katmaktır, hayırlısını istemektir, beklemektir. Zira bu kapı kapanmaz, bu kapıda karamsarlığa yer yok, ümitler tükenmez burada. Bir bakmışsın derdin bitmiş, isteğin kabul olmuş, korktukların gerçekleşmemiş. Bundan haberin bile olmaz. Yeter ki sen beklemeyi, istemeyi bil. Bu aşamada ve hiç asla isyanı düşünme. Çünkü pişeceksin. Bir samimiyet sınavındasın. Sınavı kurallarına göre oynayacak ve sonucunu ona havale edeceksin. Çünkü seni senden daha iyi tanıyan biridir o. O asla seni, sana ve başkasına bırakmaz. Ona, gücüne ve merhametine güvenerek bekleyeceksin. O sana mutlaka bir çıkış yolu gösterecektir.

İstediğini ve gönlünden geçeni vermezse hayırlısı bu imiş deyip sonucuna katlanacaksın. Zira bu dünyada kaybetmek, ahireti de kaybetmek anlamına gelmez. Burada kaybeden ötede güler. Mühim olan orada kazanmak değil mi? Son gülen iyi güler. Yeter ki sen dertlerinle pişmeye devam et. 

Başına gelenleri de başkasından değil, kendinden bil. Çünkü insan yapıp ettiklerini yaşar. Derdini de başkasına değil, sadece ona aç.

*15/02/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Oyuna Başlamadan Zırıldamak ***


Girdiği her seçimi kaybeden bir zihniyet var ülkemizde. Seçim kaybetmekte uzman olmaya uzman. Ama bir uzmanlık alanı daha var: Seçim sonuçlarına şaibe karıştırmak. Bu konuda seçmenine "Aslında biz seçimi kazanmıştık ama sahte oy kullanıldı...mühürsüz zarf ve oy pusulası kullanıldı...seçim sandığında bizim müşahidimiz ve görevlimiz yoktu...seçimi biz kazanmamıza rağmen sonradan değiştirildi..." mesajı vermek istiyor. Yani başarısızlığına kılıf hazırlayarak seçmeninin kızgınlığını kazanana kanalize etmeye çalışıyor. Bunu bir seçim değil, her seçim böyle yapıyor.

Adı geçen zihniyet, bu seçim işi daha sıkı tutuyor. Bu sefer işe seçim öncesinden başladı: "Sahte seçmen kaydediliyor, 165 yaşında bile seçmen kaydetmişler...Suriyelilere oy kullandıracaklar...mükerrer seçmen kaydı var...seçimin güvenilirliği yok...güvenmiyoruz" gibi.

Anadolu'da yenile yenile güreşe doymayan ve hep kaybeden ama kaybederken sesi gür çıkan, ortalığı velveleye veren kişiler için halk dilinde zırlamak kelimesi kullanılır. TDK bu kelime yerine zırıldamak kelimesini kullanmayı tercih eder ve "Sürekli bir şekilde söylenerek hoşnutsuzluğunu belirtmek...Durmadan ağlamak...Kendi kendine söylenmek" anlamlarını verir sözlüğünde. Bu zihniyetin yaptığı da bundan ibarettir. Hep itiraz, ağlama, sızlanma, şikayet, mazeret, gerekçe, savunma... Minareyi çalmış, durmadan kılıf uyduruyor maşallah!

Bu ülkede seçimlerin ne şekil yapıldığını bilmek için illa siyaset yapmak gerekmez. Oy vermek için sandığa giden seçmen olmak bile yeterli. Çünkü seçimlerin ne derece ciddi bir ortamda yapıldığını seçmen de görür, en az beş kişiden oluşan sandık başında görevli olanlar da. 

Şimdiki tartışma seçmen listeleri üzerinden yapılıyor. Yapılan tartışma ve ithamlar üzerine YSK, açıklama üstüne açıklama yapıyor. Ama yeterli görülmüyor. Çünkü bir güvensizlik hakim. Halbuki seçmen listelerine bir göz atıldığında seçim kurullarının liste hazırlamada ne kadar özen gösterdiklerini anlar. Hangi sandıkta kaç seçmen var, TC no ve adresiyle birlikte kayıtlı. Hatta bazı seçmenin karşısında "Falan sandıkta görevli olduğu için bu sandıkta oy kullanamaz" notunu bile düşmüş. Seçmen listelerinde bazen teknik hatalar olmuyor mu? Pekala olabiliyor. Mesela 165 yaşında biri seçmen listesine kaydedilmiş. Bu ülkede 165 yaşına kadar yaşayan birini bugüne kadar gördünüz mü siz? Kişinin ölümü, ailesi tarafından nüfusa bildirilmemiş, bildirilmeyince kayıtlara göre kişi hala yaşar görünür, haliyle de seçmen kütüğünde de yer alır. Sahtekarlık yapacak olan, herhalde 165 yaşında birini kütükte göstermez. Bunun yerine makul bir yaşı kütüğe kaydettirir. Bunun bariz bir hata olduğunu bilmemek için birinin aklından zoru olması veya öküz altında buzağı arayan biri olması ya da sazan gibi atlayan biri olması lazım. Niyet halis olmayınca veya kişinin kendisi nasılsa karşı tarafı öyle görüyor. Bunun açıklaması bu.

Vatandaşın tek umudu siyaset, bu şekilde ayaklar altına alınıyor. Milletin kafasına şüphe tohumları ekiliyor. Paranoyak bir hal aldı bu durum. Birbirimize, kurumlarımıza güvensizliğimiz tavan yapmış durumda. Merak ediyorum güvenmediğimiz seçime niçin giriyoruz? Haydi kurumların başını tutanlar taraflı diyelim. Bir zihniyet kendi sandık görevlisine, sandığın başındaki müşahidine de mi güvenmez? Herkesin gözü önünde yapılan bir seçim sandığında sayım-döküm ve ıslak imzalı tutanağa da güvenmiyor. İnsaf yahu! Hastalık bu. Maalesef bunun tedavisi de yok. Eğer istedikleri açık oy, gizli tasnif ise sadece böyle bir seçim sonucunu güvenli buluyorlarsa çok beklerler. Çünkü o seçimin altından çok sular aktı. 

*** 02/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.