15 Ocak 2019 Salı

17 Yıldır Zirveyi Kimseye Bırakmayan Marketler Zinciri ***


—Ne iş yapıyorsun?
—81 vilayete hitap eden marketler zincirim var.
—İşler nasıl?
—Çok iyi! 17 yıl önce kurduğum bu marketler zinciri hep zirvede.
—Tebrik ederim sizi. Sektörde daha yeni olmanıza rağmen zirvede olmak her kişiye nasip olmaz. Ciron nasıl? Kazanıyor musun?
—Cirom çok iyi! İlk açılışta önce müşterinin yüzde 34’ünü çektim.
—Başlangıç bakımından çok güzel. Neredeyse müşterinin 1/3’ine hitap etmişsin.
—Bu şekilde kalmadı tabi. Her birkaç yılda ciromuzu artırarak müşteri oranını yüzde ellinin üzerine çıkardık. Yani ülkenin her iki kişisinden biri bizim müşterimiz oldu. Sektördeki diğerlerinin toplam cirosunu geçtik. 17 yıldır da hep birinciyiz. Çoğu zaman kendi rekorumuzu egale ettik.
—Daha ne istersin? Buna sadece şükredilir. Şimdi hedef ne? Herhalde niyetiniz bu oranı daha da artırmak olmalı.
—Öyle de…
—Ne demek öyle de?
—Yüzde 34 ile başladığımız müşteriyi yüzde ellinin üzerine çıkardık ama şimdilerde yine birinciyiz ama düşmeye başladık, aşağıya doğru gidiyoruz.
—Niçin? Nasıl oldu bu? Eskisi gibi reklamınızı yapamıyor, hizmet edemiyor musunuz yoksa?
—Reklamın alasını yapıyoruz, hizmet etmeye de devam ediyoruz ama anlayamadığım bir şekilde geriliyoruz.
—Bu gerileme durmayacak mı? Hala zirvede olduğunuzu söylediniz. Gerilemeye rağmen zirvede nasıl tutunuyorsunuz?
—Birkaç yıldır kendime küçük bir ortak buldum. Bizim büyük sermaye ile onun küçük sermayesini birleştirdik.
—Ama siz daha önce yanınızda hiç ortak yokken müşterinin yüzde ellisinden fazlasını yanınıza çekmiştiniz. Çoğunluk sizden memnundu. Şimdi ne oldu? Karşınıza yeni büyük sektörler mi çıktı, ya da rakipleriniz daha mı güçlendi?
—Rakiplerimiz yine aynı. Hatta evlere şenlik. Buna rağmen geriliyoruz. İşin garibi çözüm de bulamıyorum. Ekibi yeniliyorum, CEO’ları değiştiriyorum. Kendim şu il, bu il demeden gece gündüz koşturuyorum. Olmuyor bir türlü. Şimdilik küçük ortağımla zirveyi paylaşıyorum.
—Rakiplerin aynı, hatta evlere şenlik ise buna rağmen geriliyor, dün tek başına kaldığın bu sektörü bugün ortak vasıtasıyla götürüyorsan demek ki müşteri de mallarından memnuniyetsizlik var.
—Var elbet!
—O zaman senin gemi zirvedeyken su almaya başlamış. Zirveye çıkmak önemli, ama esas önemli olan zirvede tutunabilmektir. Anladığım kadarıyla senin gemi, rakiplerinin beceriksizliğine rağmen su almaya başlamış. Pansuman tedbirlerle değil, kalıcı tedbir/tamir yapmazsan, dün senden memnun olan müşteriyi yanına tekrar çekemezsen bugünkü müşteriyi yarın mumla arayabilirsin.
—Öyle görünüyor.
—En iyisi başını iki elinin arasına alıp bir güzel düşünmelisin. Dün müşteri sana niçin geldi, hala alternatifin yokken bugün senden niçin kaçmaya başladı? Demek ki müşteri sana küsmeye başlamış. Bunun cevabını bulabilirsen yine zirvede tek başına olmaya devam edersin. Ama bunun için ciddi bir özeleştiri gerek. Yoksa bu ülkenin geçmişi “Ben bir numarayım, bana bir şey olmaz, ben müşteriye her şeyi satarım” diyen ama hiç ummadığı bir anda batıp giden marketler zinciriyle doludur. Aman dikkat!

*** 17/01/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

14 Ocak 2019 Pazartesi

Öğretmenlerin Yaptığı Sınavların Bir Karşılığı Var mı? *


İlk, orta ve lisede -haydi üniversiteyi de ekleyelim- öğretmen ve öğretim görevlileri; adına sınav, vize, final dedikleri sınavlar yapmaktadır. Öğretmen ve öğretim görevlileri şu soruyu mu sorayım, bu soruyu mu sorayım, kaç soru sorayım şeklinde inceden inceye düşünür, soruları hazırlar, sınav tarihi geldiğinde soruları fotokopi eder, öğrencilerin önüne koyar.

Öğrenciler, tarihi daha önceden belirlenmiş dersin konularına şuradan mı çıkar, buradan mı çıkar diyerek sınav günü gelinceye kadar gecesini gündüzüne katarak çalışır. Sınav günü gelir çatar. Öğretmen/öğretim görevlisi sınavda kopya çektirmemek için gözünü dört açar, gözünden kaçırdığı kişiler kopyasını çeker, sınav bitimi sınavı iyi geçen öğrencinin keyfine diyecek yoktur. Sınavı iyi geçmeyen üniversite öğrencisi önce bütünlemeye kalır, bütünlemede de geçemezse dersi alttan alır veya mezun olmayı bir dönem geciktirir. Lise öğrencisi de sınıfı ya not ortalamasıyla, ya sorumlu, ya da bir üst sınıfa sorumlu olarak geçer. Ara dönemlerde bu dersi verir. İlkokul ve ortaokulda ise sınav puanın ne olursa olsun bir üst sınıfa geçtiğin gibi mezun da olursun.

Üniversitelerin durumu üniversiteden üniversiteye göre değişse de bir dönemde bir dersten en az bir vize, bir de final olmak üzere 2; ilk, orta ve liselerde de bir dönemde ikişer sınav yapılmaktadır.

Zorunlu eğitim 12 yıl olduğu için ilk ve ortayı bitiren öğrenci diploma almaz, bunun yerine okuduğu sınıfların aritmetik ortalaması geçme puanı olarak sınıf geçme defterine geçer. Liseyi bitirenin ise dört yılın ortalaması olarak aldığı puanlar geçme ve diploma puanı olarak defterlere yazılır.

İlk, orta ve lisede notun yüksek olması sonucu öğrenci teşekkür veya takdir alır, derslerinden biri zayıf olan, bu ödüllerden mahrum kalır. 

Ortaokulu bitiren adrese dayalı yerleşeceği zaman mahallesindeki okula öncelik puan üstünlüğüne göre merkezi olarak yerleşir.  Öğrenci, adrese dayalı sınavsız lisede okumak istemiyorsa 8.sınıfın sonunda merkezi olarak yapılan sınava girmek ve o sınavda emsallerine göre başarılı olmak zorunda. Çünkü dört yıl boyunca öğrencinin girdiği ve öğretmenin yaptığı sınavlar, verdiği proje ve performans puanları başka da bir işe yaramaz. 

Öğrenci mahalle okulunda, özel veya merkezi sınavla öğrenci alan bir lisede dört yıl boyunca öğrenim görse, bu okul kademesinde de yapılan sınavlardan alınan puanların mezun olmanın ve diploma sahibi olmanın dışında fazla bir karşılığı yoktur. Çünkü öğrenci üniversiteli olmak için lise son sınıfın sonunda merkezi olarak yapılacak olan TYT ve AYT sınavlarında emsallerine fark atmak için ter dökmek zorunda. Aldığı puana göre öğrenci istediği bir bölüme gider veya bir yıl sonra tekrar sınava girer.

Üniversitede okurken 4 veya 5 yıl boyunca dönemlik veya yıllık sınavlara girer, sınav puanlarının aritmetik ortalaması diploma puanı olur. Mezun olduktan sonra devlette bir işe girmek istiyorsa öğrenci KPSS sınavlarına girerek başarılı olmak zorunda.

Gördüğünüz gibi ilkokul 4.sınıftan, üniversiteyi bitirinceye kadar öğrenci her sınıf kademesinde sınavlara girdiği gibi okul kademelerinde de sınava giriyor. Öğrenci sınavlara hazırlanıyor, okullar sınavlar yapmak için kağıt üstüne kağıt, toner üzerine toner harcıyor. Öğrencinin aldığı puanlar öğrencinin başarısını ölçmede bir kıstas olmuyor. Başarı için merkezi sınavlarda öğrenci kendini göstermek zorunda. Adama sormazlar mı, öğrencinin sınıf ve okul kademelerinde girdiği sınavlardan aldığı puanlar, başarıda bir kıstas olmayacaksa biz bu sınavları niçin hala yapmaya devam ediyoruz? Anladığım kadarıyla okullarda öğretmenlerin verdiği puanların bir karşılığı yok. O zaman okulları, öğrencileri, öğretmenleri ve üniversiteleri sınavlarla niçin oyalıyoruz? Niçin bu sınavlar için masraf ve emek sarf ediyoruz?

Bence yapılması gereken (üniversiteyi bir tarafa bırakıyorum) okulların ve öğretmenlerin yapmak zorunda olduğu sınavlar kaldırılmalı. Yani öğretmen sınav yapmamalı, öğrenciye yazılı, proje ve performans puanı vermemeli. Öğretmenin görevi ve sorumluluğu belirlenen konu ve kazanımları öğrencilerine kazandırmak olmalı. Sınavların her türlüsü merkezi yapılmalı. İlkokulda sınav tamamen kaldırılmalı. Ortaokulun 6.7.8.sınıflarında dönemlik merkezi olarak yapılacak sınavların aritmetik ortalaması öğrencinin hem geçme, hem de liseye yerleşme puanı olmalıdır. Lise 10.11.12.sınıflarda dönemlik merkezi olarak yapılacak sınavların aritmetik ortalaması öğrencinin hem diploma, hem de üniversiteye yerleşme puanı olmalıdır. 


* 16.01.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





13 Ocak 2019 Pazar

Hz Abbas *


Hz Abbas'ın peygamberimizin amcası olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Kimdir Abbas? İslam'daki yeri neresidir? Nebevi tebliğde peygamberimizin yanında yer almış mıdır?

Yaptığı ticaretten dolayı maddi yönden durumu iyi olan Abbas; Kabe'nin tamirinde, hacılara yemek ve su dağıtma diyebileceğimiz rifade ve sikaye görevlerini üstlenmiş Mekke'de itibarı olan biridir. Hayatına genel hatlarıyla bir göz attığımızda Abbas, zor mücadelesinde peygamberimizin yanında pek yer almamış, karşısında da olmamıştır. Taif dönüşü müşrikler zarar vermesin diye Mutim b. Adiy'e kendisini himaye etmesi için haber gönderen peygamber Abbas'tan himaye istememiştir. Acaba niçin? Çocuklukları birlikte geçen kendisinden sadece üç yaş büyük amcasından acaba peygamberimiz niçin yardım istememiştir?  Ya da Peygamberimiz Taif dönüşü Mutim'den önce Abbas'a haber göndermiş, Abbas da kabul etmemiş veya Abbas Mekke'nin ileri gelenlerini karşısına almak istememiş olabilir mi? Peygamber dahil tüm Müslümanlar Medine'ye hicret ederken Abbas, Mekke'de müşriklerin içinde kalmaya devam etmiştir. Niçin hicret etmeyi düşünmemiştir? Hatta Bedir Savaşında müşriklerin safında yer almış ve esir düşmüştür. Fidye karşılığında serbest bırakılmıştır.

İslam tarihi kaynaklarına göre Abbas'ın esir düştüğünde Müslüman olduğu belirtilir. Abbas'ın o zaman mı yoksa daha sonra mı Müslüman olduğu tartışmalıdır. Kimine göre Bedir'de Müslüman olduktan sonra Mekke'de olup bitenleri peygamberimize ulaştırmak için Mekke'ye döndü. Kimine göre Mekke fethedilinceye kadar denge gözetmiş birisidir. Belki de güçlüden yana tavır almıştır. Yine bazı kaynaklarda Akabe biatlarında Abbas peygamberimizin yanında yer almıştır.

Abbas Müslüman olduğu halde gizli bir görevle Mekke'de kalmış olabilir. Eğer böyleyse İslam'a ve Müslümanlara en büyük hizmeti yapmıştır. Şayet gizli bir görevi yokken denge gözeterek Mekke'de kalmış ve Mekke'nin fethedileceğini anlayınca peygamberin yanında saf tutmuş ve Mekke'nin kan dökülmeden alınmasına katkıda bulunmuştur.

Burada niyetim peygamberimizin biricik amcası Hz Abbas'ı yargılamak değil. Bu, benim ne hakkım, ne de haddim. Üstelik bu konuda değerlendirmede bulunacak tarihçi de değilim. Burada Abbas'ı konu edinmemin sebebi şayet Abbas daha önce inanmamış, Mekke'nin fethedileceğini anlayınca peygamberimizin yanında yer alarak güç dengesini gözetmişse işte bu konu üzerine bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Farz edelim ki Abbas böyle davrandı. Peygamberimiz ne yaptı? Abbas'a Ey amca! Şu ana kadar neredeydin? Bedir, Uhut, Hendek, Hudeybiye, Hayber geçti, sen yanımda yoktun. En sıkıntılı zamanlarımda niçin benim yanımda yer almadın, geçti Bor'un pazarı mı dedi? Amcası en son da gelse ona iltifattan geri kalmadı. Onu ne kırdı, ne de ayıpladı. Çünkü peygamberimiz hep adam kazanmaya adadı ömrünü.

İnsanları kazanmak için onlara şans vermeye değmez mi? Ne dersiniz?

*31/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Devlet O Koltuğu Sana Niçin Verdi?


Bazı makam sahipleri vardır, makamları ne kadar yüksek olursa olsun tevazuu elden bırakmaz. Kendisiyle görüşmek isteyen kim olursa randevu verdiği gibi görüştüğünde de ilgi ve alaka gösterir. Yapabileceği bir şey varsa yapar, yapamıyorsa bu konuda yapabileceğim bir şey yok, bu konu için falanla görüşebilirsiniz der, yolcu eder. Olması gereken de bu. Zira makamlar vatandaşa hizmet için vardır.

Bazı makam sahipleri vardır ki oturmasından, yürüyüşünden, bakışından kibir abidesi olduğunu anlamakta gecikmezsin. Seni gördüğü zaman görmezden gelir, randevu almaya kalksan kolay kolay randevu alamazsın. Çünkü vermez. Yaptığı tek şey protokol takınmak, üstüne şirin görünmektir. 

Merak ediyorum bu makamlar ne içindir? İstediğine randevu verip istemediğine randevu vermemek için mi? O makamlar keyfi uygulama yeri mi? Babasının çiftliği mi ya da özel işletmesi mi? Ne kaybeder vatandaşın randevusuna olumlu yanıt verdiğinde? İtibarı mı sarsılır? Sonra bu makamlar bunun için mi vardır? Buralar kimine açık, kimine kapalı yerler değil. Bu tür makam sahipleri kendisini ulaşılamaz kılmak suretiyle itibarlarının daha da yükseleceğine inanıyorsa aldanıyorlar. Çünkü hiçbir makam tek başına kişiye itibar kazandırmaz. Unutmasınlar ki makamlar geçicidir. Şayet iyi bir yer ise bugün sana güler, yarın da başkasına. Ki makama oturan ateşten gömleği giydiğini bilmeli. Çünkü makamlar sorumluluk yerleridir. Kişiler en büyük imtihanı burada verirler. Bugün oturduğu koltuk sayesinde kendisini bulunmaz Hint kumaşı sanan bu tiplere bu koltuklar mezar olmuştur. Çünkü o koltuklar kefenleri olmuştur. Halk nezdinde sıfırlanmışlardır. Sıfırı tükettikçe koltuğa daha bir yapışırlar. Kolay kolay o koltuktan kalkamazlar. Bu aşamadan sonra aşağıya tekme sallarken tepeye kuyruk sallamaya devam ederler. Çünkü koltuğa tutunmaktan başka çareleri yoktur. Zira koltuktan inmeleri ölümleri demektir.

Makamların değiştirdiği bu kişilerin düştükleri bu vaziyete ben savrulma diyorum. Keşke böyle olmasalardı, keşke o koltuğun altında kalmasalardı. Değer miydi bir koltuk için insanlara tepeden bakmaya?  Değer miydi hizmet kapılarını insanların yüzüne kapatmaya? Kişiye koltuk itibar vermez. Ancak o koltuklara kişiler güç verirler, gücünü koltuktan almazlar. Değer miydi bir koltuk için ne oldum delisi olmaya?

12 Ocak 2019 Cumartesi

Müslümanlığı Müslümanlardan Koru! *

*Dün haram lokma yeme konusunda caiz mi derken bugün yediği üzümün bağını sormayan,
*Dün haksızlık var, ehliyet ve liyakat gözetilmiyor, emanet ehline verilmiyor derken bugün hak edip etmediğini sorgulamadan bir koltuğa geçen, geçtiği koltukta astlarına tekme, üstlerine kuyruksallayan ve emaneti ehline vermeyen,
*Ağzından ayet-hadisi, din-imanı, doğruluk ve dürüstlüğü düşürmediği halde bunu pratiğe dökmeyen,
*Yüce İslam'ı günümüz insanının anlayacağı şekilde anlatılmasına izin vermeyen, yeni bir şey söylemeye kalkanları tekfirle itham eden, inanç ve fikir hürriyetini kısıtlayan,
*Bir taraftan karıncayı incitmekten korkarken diğer taraftan gözünü kırpmadan adam öldüren,
*Kendi menfaat ve emelleri için İslam'ı istismar eden, etrafına ve çevresine güven vermeyen, yaşantısı ve davranışlarıyla insanları İslam ve Müslümanlardan soğutan,
*Bulunduğu makam veya koltukta ülkeye hizmet edeceği yerde ülkeyi kendine hizmet edecek şekilde dizayn eden, 
*Rüşvet alıp veren, torpil ve kayırma yapan,
*Kamu malını harcarken ve imkanlarından yararlanırken kamu malı, yetim malı demeyip har vurup harman savuran,
*Nazik ve kibar olmayan, nezaket kurallarına uymayan, çevresine iyi örnek olmayan, "Rabbenâ hep bana" diyen,
*Muhatabını dinlemeden, onu anlamaya çalışmadan niyet okuyuculuğu yapan ve hakkında hüküm veren, hatasını kabul etmeyen ve özeleştiri yapmayan, savunmacı ve saldırgan bir tutum izleyen,
*Bir insanı iyice tanımadığı halde koltuğunu sağlamlaştırmak için kelle avcılığı yapan, kul hakkı yiyen, bir başkası adına tetikçilik yapan, bu işi yaparken "Ben Allah'tan korkarım" diyemeyen,
*Bir koltuğa geçtikten veya şöhret olduktan sonra çıktığı yeri unutan, eski çevresine mesafe koyan, onları görmezden gelen ve onlara tepeden bakan,
*Biri haksızlığa uğradığı zaman sesini çıkarmayarak sürece sessiz destek veren, haksızlığa ses çıkarmayan ve dilsiz şeytan olan, mağdurun yanında yer almayan ve alamayan,
*İnandığı dine yeni inananlar kazandıracağı yerde kedi-köpek gibi birbirini yok etmeye çalışan, tüm mücadelesini bunun üzere yapan ve çevresine ışık vermeyen,
*Kişi ve bireyleri görüşlerinden dolayı kınayan, onlara mahalle baskısı uygulayan, Müslüman kardeşini bizden değil diyerek cemaat veya grubunu İslam'ın önüne geçiren...

Müslümanlardan Müslümanlığı koru ya Rabbi!

Not: Sözüm gerçek Müslümanlardan dışarı!

*22/02/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Seçmen ve Sandığa Gitme/Gitmeme ***

Çok partili hayata geçtiğimiz 1950 seçimlerinden itibaren seçimlere katılım oranına bakıldığı zaman Türkiye'de seçimlere katılımın yüksek olduğu görülecektir.

En yüksek üç katılım şu şekildedir:
1987: 93,3
1983: 92,3
1991: 89,3
Seçimlere katılımın en düşük olduğu üç seçim:
1969: 64,3
1973: 66,8
1977: 72,4
2002 seçimlerine katılım oranı olan 79,1'i saymazsak sonrasında yapılan seçimlere katılımın 83'ün altına inmediği görülecektir. 1 Kasım 2016 seçimlerine katılım ise 87,6 olarak gerçekleşmiştir. Seçime katılma oranlarının en yüksek olduğu dönemlere göz attığımızda 80 sonrası ve 90'ların başında yapılan seçimlere katılım yüksek olurken 69 ve 77 arasında yapılan seçimlerde ise katılım oranı daha düşüktür. Buradan 70'lerde siyasete ümit azalmış, 80-90 arası ise ümitler yeniden yeşermiş anlamını çıkarabiliriz.

Avrupa ülkelerindeki seçimlere katılım oranı ile karşılaştırdığımızda ülkemizde katılım çok yüksektir. Seçimlere katılımın en düşük olduğu oran bile Avrupa ülkelerindeki seçimlere katılımdan daha fazladır. Katılım oranının yüksek veya düşük kalmasının sebeplerini uzmanları daha iyi bilirler ama umutların tükenmesiyle birlikte seçimlere katılımın daha düşük kaldığını düşünüyorum. Avrupa’daki seçimlere katılımın düşük olmasını da hangisi gelirse gelsin vatandaşın haklarının değişmeyeceği kanaatinin hakim olmasıdır. Bizde katılımların yüksek olmasında her seçimde siyasilerin ortaya koyduğu gerilim siyasetinin ve kutuplaştırıcı dilin etkisi büyüktür. Yine bizde iktidar değişirse birçok şeyin değişeceği kanaati var. Seçimlere yüklenen korku veya ümit, vatandaşta kazanımlarının yok olacağı veya elde edileceği kanaatini hakim kılıyor. Seçmen iki arada bir derede kalıyor. Seçime gitmese bazı haklarının elinden gideceği veya kendi partisi kazandığı takdirde elde ettiği nimetlerin devam edeceği veya yeni kazanımlara kavuşacağı hakim. Bu yüzden bizde seçimlere katılım yüksektir. Katılımın yüksek olmasının bir diğer yönü beklentilerimizdir. Desteklediğimiz gelirse beklentilerin gerçekleşeceği ümidinin yaşanmasıdır. Çünkü bizde siyasete yüklenen anlam yüksektir, her işi siyasetin çözeceği inancı var. Daha doğrusu biz hep bir kurtarıcı bekliyoruz, tıpkı bazılarının Mehdi beklediği gibi. Zaten Doğu toplumu olarak elinde sihirli değneği olan biri gelsin ve bizi kurtarsın anlayışına sahibiz.

Seçimlere katılım bizde yüksek olsa da ortalama yüzde 15'lik bir seçmen seçimlere katılmamaktadır. Bu demektir ki her yüz kişiden 15 kişi sandığa gitmiyor. Her şeyin sandık kabul edildiği ülkemizde bu oran azımsanmamalıdır. Gerçekten bu seçmen niçin sandığa gitmiyor? Bu vatandaşların siyasetten bir beklentileri yok mu? Vatandaş farklı siyasi partileri birbirinin alternatifi olarak görmüyor mu? Hangisi gelirse gelsin, hiçbir şey değişmeyecek, hepsi nasılsa aynı" diye mi düşünüyor? Yoksa sandığa gitsem de nasılsa benim oyumla iktidar değişmeyecek, benim savunduğum gelmeyecek diye mi düşünüyor?

Siyasi partiler hangi seçim olursa olsun sandığa gitmeyen bu vatandaşları dert edinmeli. Bunun sebep ve nedenlerini irdelemeli. Çünkü bugün seçimlere katılmayan yüzde 15'lik bir kitlenin diğer seçimlerde artmayacağına veya sandıktan uzaklaşmayacağına dair bir garantimiz mi var? Sandığa gitmemenin alternatifsizlik, umutsuzluk, tepki gösterme gibi nedenleri olabilir.

*** 05/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Mobbing veya Tavşan *


12.01.2019 günü saat 15.00'de Birlik Vakfı Konya Şubesinin ev sahipliğinde katılımcıları Eğitim Bir Sen 2 No'lu Şube Başkanı Sayın Şenol Metin ile  Mobbing ile Mücadele Derneği Konya Şube Temsilcisi Sayın Adem Fidan olan "Kurumlarda Mobbing ve Mobbing ile Mücadele" konulu bir konferansa dinleyici olarak katıldım. 

Küçücük konferans salonuna dinleyici olarak katılanları sıkmayan kısa ve öz bir sunum oldu. Kendilerinden müstefit olduğum her iki konuşmacıya da teşekkür ediyorum. Latince bir kelime olan mobbing dilimizde son günlerde sık ifade edilmeye başlansa da "psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme, sıkıntı verme, yıldırma..."gibi anlamları olan bu kelimenin içeriği bize yabancı değil. Konuşmacılardan anladığım kadarıyla bir şeyin mobbing olabilmesi için baskının kamu veya özel sektörde çalışanlara uygulanması gerekiyormuş. Baskı genelde amirden gelmekle beraber bazen de alt çalışanların bir araya gelerek üstlerini yıldırmaya çalışma şeklinde de olabiliyormuş. Uygulamalarına bakınca mobbing farklı farklı yönlerde karşımıza çıkabiliyor. Burada amaç, çalışanı bezdirmek suretiyle istifaya zorlamaktır. Bu açıdan bakınca mobbinge psikolojik baskı da denebilir. Bir şeyin mobbing olarak kabul edilmesi için bu hareketin en az altı ay boyunca devam etmesi gerekiyormuş. İki konuşmacının da bol bol örneklerini verdikleri mobbing mağdurlarında ilk üç sırayı sağlık, MEB ve üniversite çalışanları alıyormuş. Ki bu beni şaşırtmadı. Mobbinge maruz kalanların oranına bakıldığında en fazla maruz kalanlar yüzde 54,80 ile üniversite mezunları başı çekiyor. Bunu yüzde 30 ile lise mezunları izliyor. 

Mobbing uygulayanların geçmişine bakılınca sorunun bulying yani akran zorbalığında olduğu belirtildi. Nasıl ki bazı kişilerin yaptıklarından dolayı çocukluğuna inilmesi gerekiyorsa mobbing uygulayanların da akran zorbalığına uğradığını, yani akranlarından baskı gördüğü ifade edildi. Verilen örnekler üzüntü vericiydi gerçekten: Üstlerin altlarına özel işlerini yaptırdıkları, değer vermedikleri, yurtdışına gitmelerine izin vermedikleri gibi. "Sistemin hakim kültürünün yönetemeyeceği herkes mobbinge maruz kalır" sözü yine konferansta aklımda kalan cümlelerden. Konferanstan mobbingle mücadeleye büyük önem verdiklerini, sessiz kalınmaması gerektiğini, mobbingi hisseden kimsenin günlük tutmasında fayda olduğunu, üstüne ve sendikaya durumu anlatması gerektiğini, baskıdan iş arkadaşlarını bilgilendirmesini, psikolojik destek almaları gerektiğini, dava açabileceklerini, baskıya boyun eğmemeleri gerektiğini anladım. 

Konferansın bitiminde mobbingle mücadeleye katkı sunmak için söz alan dinleyicilerden biri de Gazali'ye ait olduğunu söylediği bir cümleyi söyleyerek ortama katkıda bulundu: "Hak etmeden gelenler astlarına saldırır, üstlerine kuyruk sallarlar." Ne kadar doğru bir söz!

Elimi kaldırarak mobbingten ne anladığımı bir fıkra ile katkıda bulunmak istiyorum dedim. Hepinizin bildiği şu fıkrayı anlattım: Hayvanlar aleminde ormanın kralı aslan her gün içtima yapar. Her içtimada "Nerede senin kravatın" diyerek tavşanı döver. Bir gün aslanın yardımcıları "Efendim, hep aynı gerekçeyle tavşanı dövüyorsunuz, artık gerekçeyi değiştirseniz" derler. Aslan, tamam gerekçeyi değiştirelim. Yarın tavşanı sigara almaya gönderelim" der. "İyi de efendim, sigarayı alır gelirse nasıl döveceksiniz" der yardımcıları. Aslan, "Sigarayı filtreli alırsa niçin filtresiz almadın, der, döveriz. Şayet sigarayı filtresiz alırsa niçin filtreli almadın, der, yine döveriz. Ertesi günü tavşan içtimaya gelirken aslan para vererek git sigara al, gel, der. Aslanın yanına gelen tavşan parayı alıp giderken geri dönerek "Efendim sigaranız filtreli mi olacak yoksa filtresiz mi" der demez aslan "Gel lan buraya! Nerede lan senin kravatın" diyerek tavşanı tekrar döver, diğer günlerde olduğu gibi. Benim mobbingten anladığım bu fıkradaki tavşanın maruz kaldığı şiddet, sözlerim gülüşmelere neden oldu.

Kamu olsun, özel sektör olsun hiçbir çalışan işyerinde mobbinge maruz kalmasın, herkes insanca muamele görsün. Çünkü mobbingin olduğu yerde huzur olmaz, yapılan işte verim olmaz. 

* 14.01.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.