10 Ocak 2019 Perşembe

İki İnsan Tipi, Seç-Beğen! (2)

Öğle vakti hem namazımı kılayım, hem de görüşebilirsem akademisyen hoca ile görüşeyim diye mezun olduğum okuluma gittim. Randevu da almamıştım ama ne de olsa evim, yerinde ve müsait ise görüşürüm dedim. 

 

Görüşmek istediğim kişinin odasını araya araya buldum. Kapıda üç kişinin ismi vardı. Demek ki üç kişi bir odayı paylaşıyor. Kapıyı çaldım, aradığım yoktu. İçeride bir kişi vardı. Falan hocam yok mu dedim. Elini iki tarafa açtı, masayı gösterdi yok anlamında. Kaçta gelir dedim. Ellerini yine iki tarafa açtı. Bugün gelir mi dedim. Yine ellerini açtı. Bu sefer ilave bir şey yaptı. Bu iyiliğini asla unutmayacağım: Bilmiyorum dedi. Allah razı olsun. En azından hem beni muhatap aldı, cevap verdi, hem de konuştu. Lal olmadığını öğrendim. Kendisinden bir şey daha öğrendim: Allah'ın iletişimde kullanın diye verdiği dilin ulu orta kullanılmayacağını. Sonra niye yorsun kendisini? Allah o dili boş yere kullan diye vermedi ya! Önemli olan yerinde ve zamanında, uygun kişiye kullanmak. O da böyle yaptı. Mesela bana hoş geldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim, dur oda arkadaşımı bir arayayım veya randevun var mıydı falan derse, akademisyen ve ilim adamlığının değerini de düşürmüş olurdu. Sonra ben kimim ki? Orası kapıcı dairesi mi? Koskoca Prof’ların odası. Verdiği desteğe teşekkür ederek kapıyı kapatırken bana bir iyilik daha yaptı: Kafasını salladı.

 

Dışarıda biraz oyalandım. Namaz vakti camiye gidip namazımı kıldım. Görüşmek istediğim kişiyi cebinden aradım, cevap yok. Sanırım yoğun dedim. Az daha bekledim. Dönüş olmayınca kendimi tanıtarak görüşebilir miyiz mesajı yazdım. Cevap alamayınca acaba arka kapıdan odasına geçmiş olabilir mi diye tekrar odasına çıktım. Yine aynı mübarek. Sanırım gelmedi dedim. Masayı gösterdi: “Kör müsün yok” dercesine.

 

Sonunda zannedersem bugün fakülteye uğramayacak deyip çarşıya geçtim. Ben çarşıdayken şu anda fakültedeyim mesajı geldi. Geliyorum mesajı gönderdim. Az önce gittiğim çarşıdan tekrar fakülteye geldim. Hızlıca odasına çıktım. Bu sefer odada üçüncü masanın akademisyeni vardı. Selam verdikten sonra hocamız yok mu dedim. Gitti dedi. Çaresiz geri döndüm. Yolda tekrar cebini aradım. Cevap yok. Akşam yaklaştı, görüşemeyeceğiz diye evime geldim. Odamdayım mesajı geldi.  Bu nasıl iş dedim kendi kendime. Aynı odayı paylaşanların birbirinden haberleri yok.

 

Evden hızlıca çıkıp birkaç defa bakıp geri döndüğüm odayı açtım. Şükür kavuşturana. Görüşmek için can attığım, aradığım bu sefer odasındaydı. Üstelik bu sefer iki akademisyen birden vardı odada. Biri aradığım, diğeri de ellerini iki yana açarak "Bak gördüğün gibi odada benden başka kimse yok" muamelesi yapan.

 

Selam vererek oturdum. Hoş geldin dediler. Çay içiyorlarmış bisküvinin yanında. Çay ya da başka ne içersin tekliflerine, çay olsun dedim. Çayımızı yudumlarken öğlenden beri ellerini iki yana açarak anlaştığım akademisyen hocamız sınav yapacakmış, eline sınav kağıtlarını alarak çıktı. Görüşmek istediğimle baş başa kaldım. Kendisiyle bir 45 dakika kadar konuştum. Pek meramımı anlatamadım. Zira ayrı tellerden çaldık birbirimize. Resmi ve soğuk bir görüşme oldu. Kendisine teşekkür ederek vedalaştım.

 

Size biri aynı günün sabahında, diğeri aynı günün öğleden sonrasında olmak üzere iki görüşme: Seçin, beğenin. Sabah ki fakültede sıcaklık, öğlenkinde soğukluk hissettim. Sabah ki okuluyla, akademisyeniyle yabancısı olduğum bir okul, öğlen ki içerisinde üç yıl okuduğum, okuluyla, akademisyeniyle tanıdığım bir okul.

 

Her iki görüşmem de benim istediğim gibi cereyan etmemesine rağmen sabahkinden mutlu, öğlenkinden mutsuz ayrıldım. Sabahkinde ilgi, alaka, insanlık ve sıcaklık görürken öğlenkinde tam zıddını gördüm. Üstelik yuvam dediğim okulum yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü düsturunu prensip edinmiş, dini tedrisat yapan bir yer, diğeri beşeri ilimleri tedris eden bir yer. Birinde tevazu, diğerinde kibir vardı. Birinde beni anlamaya çalışma ve dinleme varken diğerinde suçlama ve akıl verme vardı. Birinde değer verme varken diğerinde savunma vardı. Biri toprağı temsil ederken, diğeri ateşi temsil ediyordu adeta. Birinde kibir-saldırı ve savunma varken diğerinde tevazu-dinleme ve anlamaya çalışma vardı. Birinde aynı odayı paylaşmayanların birbirinden haberdar olmaları varken diğerinde aynı odayı paylaşanların birbirinden kopuk olmaları vardı.

 

 

İki İnsan Tipi, Seç-Beğen! (1)

Bugün bir üniversitenin iki fakültesine misafir gittim. İki farklı muameleyle karşılaştım. Birinde ilgi, alaka, iletişim, güler yüz, sıcaklık; diğerinde ilgisizlik, iletişimsizlik, asık surat, soğukluk gördüm. Birinciden içim içime sığmayacak şekilde mutlu ayrılırken diğerinden üzüntüyle ayrıldım. Dünya hayatı böyle olsa gerek. Allah bir sevindirir, bir üzer. Bu şekilde denge sağlanmış oluyor. Herkes bana ilgi gösterse kerameti kendimden bilip adamların başına çıkabilirdim. Herkes ilgisiz kalsa hayata küserdim. Sonunda biri beni sevindirirken diğeri üzdü. Şu anda 1-1 beraberim. Yani bu yolda ne galibim ne de mağlup.

 

İlk görüşmem eksi onlarda gezen bir günün sabahındaydı. Ortalık kış-kıyamet. Ne olur ne olmaz diyerek randevu saatime biraz erken gittim. Koridorda oyalanıp vaktimi doldurayım derken gençten biri, "Falan hocamla mı görüşeceksiniz, daha gelmedi. Buyurun odama geçelim. Çay ikram edeyim, orada beklersiniz" dedi. Teşekkür ettim kendisine. Ben şurada güneşleneyim, yukarıdan aşağıyı temaşa edeyim dedim. Peki, o zaman dedi, geçip gitti. 

 

Pencereden etrafı kolaçan ediyorum. Bir taraftan da havadisler için cep telefonum marifetiyle sanal aleme göz gezdiriyorum. Dalmıştım ki az önce beni odasına davet eden tekrar geldi. Beyefendi! Lütfen odama geçelim diyerek ısrarcı oldu. Birlikte odasına doğru yürüdük. 8-10 kapı geçtikten sonra açık olan odasının kapısına buyur etti beni. Giriyorum ama bu kimdir diye kapının solundaki isimlere baktım. İki kişinin paylaştığı bir akademisyen odasıydı burası. Hoş geldin dedikten sonra bir çay getireyim diyerek odasından çıktı. Az sonra elinde bir bardakla içeri girdi. Çayımı yudumlarken tanıştık. Öğretmen olduğumu söyledim. Babasının da öğretmen olduğunu söyledi. Çayımı içtim, müsaade istedim. Olmaz dedi ve yerinden kalktı, benim görüşeceğim kişinin gelip gelmediğine bakmaya gitti. Bunu birkaç defa daha yaptı. O gidip geldikçe ben mahcup oldum ve bunu da belirttim.  Çünkü odasıyla bakıp geldiği yer mesafeliydi. Hepsine estağfurullah dedi.  Memleketini sordum bu genç akademisyenin. Konyalı mısın dedim. Konyalı oldum, eşim buralı dedi. Gencin ilgisinden Akdeniz bölgesinden misin dedim tekrar. Ege tarafından dedi. Sıcak bölgenin insanları sıcakkanlı olur der, İbn Haldun. Biz Konyalılar Akdeniz ikliminden mahrumuz. Bu yüzden biraz soğuğuz dedim. Buna da estağfurullah dedi. Randevu saatim bu şekilde geldi. 

 

Birlikte odasından çıktık, koridorda görüşeceğim akademisyenle karşılaştık. Bana çay ikram ede, elinde sınav evrakıyla sınav yapmak için sınav salonuna giderken ben de akademisyen hocanın buyuruna icabet ettim. 20 dakikalık bir görüşme yaptıktan sonra ayrıldım. 

 

Hocası gelinceye kadar beni odasında ağırlayan asistan da Prof. Hoca da sağ olsunlar misafirperverliğin alasını gösterdiler. Hiçbir beklentileri de yoktu benden. Mevkice benden üstün olmalarına rağmen kendilerinden tevazu gördüm, insanlık gördüm. Yeterince tanımadığım bu kişiler, gösterdikleri bu sıcakkanlılığın kat kat fazlasını inşallah hayatları boyunca muhataplarından görürler. 

***

 

Aha Size Sütten Çıkmış Bir Ak Kaşık!

Kendisini hiç görmeden yaptıklarıyla ismini duymuştum. Nice sonra simâen de tanıma şerefine nail oldum. Bir ekip olarak yaptıkları çok iyi anılmasa da hep baş tacı olmaya devam etmekte hala. 

Bir mesele için kendisiyle görüşeyim istedim. Güç de olsa görüştüm. İlgi-alaka gösterdi, çay ikram etti. Sağ olsun! 45 dakikalık bir görüşmenin ardından çıkarken yaptıkları ve anlattıklarıyla işte mükemmel bir insan dedim. Adeta sütten çıkmış ak kaşık. Dedim keşke bu ülkede bu cevher gibi bir ekip olsa bu ülkenin çözülmedik siyasi, toplumsal, eğitim vs sorunu kalmaz. Dini meseleyi saymıyorum bile. Çünkü dini hassasiyeti de yüksek. Bunu da tere yağdan kıl çeker gibi hallederdi.

Neler yapmış derseniz? Neler yapmamış ki! Bir defa hiç hata yapmamış. Anlattıklarından çıkardığım bu. Kendisini  şer güçlerden koruduğu gibi çocuğunu da korumuş. İnsanları ve suç işleyenleri değerlendirirken "Ben ne hâkimim, ne savcıyım" diyor ama ardından başlıyor insanları yargılamaya. Hızını alamayıp niyetlerini de okuyor. Ardından bunların elinde imkân olursa şöyle şöyle yaparlardı diyerek gelecekten de haber veriyor. Gıpta ettim doğrusu onun niyet okuyuculuğuna, savcı-hakem rolüne bürünmesine ve gelecekte neler olabileceği konusundaki öngörüsüne. Yine tüm bu özelliklerinde kendisinde bir samimiyet gördüm. Keşke ben de bunun gibi  bu şekil mükemmel olsaydım, ah kör talihim dedim. Yaşım ilerlememiş olsaydı utanmayıp dizinin dibine oturacaktım. Öğret bana da niyet okumayı, hâkim-savcı olmayı ve kimlerin gelecekte neler yapabileceğini diyecektim. Kim tutardı beni o zaman? Ama iş işten geçti. Zira kendisini geç tanıdım. Bundan sonra zaten benden bir cacık olmaz. Yaşım ilerlememiş olsaydı bile gerçi bu yetenekleri kavrayacak kabiliyet nerede bende! Vermeyince Mabud ne yapsın bu abd!

Bir ders saatinde öğrendiklerim sadece bu kadarla sınırlı değil. Suçlu olarak değerlendirdiği birinin elini-kolunu sallayarak dolaşmasını, hatta namaz kılmak için camiye gelmesini ve arabasını onun gördüğü yere park etmesini de hazmedemediğini anlattı. Bu duyarlılığına da hayran kaldım. Keşke herkes bunun gibi duyarlı olsa dedim içimden. Çünkü bu duyarlılık ülkedeki suç oranını eksiye düşürür, ülke güllük-gülistanlık olurdu. Allah'ın evi camiye, hiç suça karışmamış tertemiz insanlar gelirdi. Öyle ya suçlunun ne işi vardı camide? Bu hazım sorunu da hoşuma gitti anlayacağınız. İnsanlar pişman olamaz mı demeyin. Zira pişmanlığa da inanmıyor.

Düşündüm de devlet veya bu ülkeyi düşünen duyarlı insanları; bu kimsenin derin bilgi, birikim ve deneyiminden faydalanmalı. Hatta niyet okuma mektepleri açarak başına da bu kişiyi getirmeli. Herkes ondan niyet okuma, hâkim ve savcı olmadan insanların nasıl yargılanabileceğini, gelecekle ilgili haber vermesini ve hazım duyarlılığını öğrenmeli. Çünkü bu kişi de fani. Yarın ölüp gidince bunları kim yapacak? Bu değerin kaybolup gitmemesi için ülke olarak bu kafadan azami ölçüde istifade etmeli. Mutlaka birilerine el vermesi sağlanmalı. Çünkü bir millet değerleriyle yaşar. Dünün Harici anlayışı modern bir şekilde günümüzde de devam etmeli.
Yahu ben bu adamı kıskanıyor muyum yoksa?


9 Ocak 2019 Çarşamba

Bin Defa Pişmanlık Duysam da mı Olmaz?


—Oğlum! Şu gün, şu saat itibariyle yanıma geldin geldin. Yoksa sen bilirsin!
—Geldim baba.
—Geldin ama geç geldin. Benim dediğim vakitten sonra geldin. 
—Eee şimdi ne olacak?
—Çekeceksin bundan sonra. Ömrüm seninle mücadele ile geçecek.
—Baba! Yerden göğe kadar haklısın. Sen haklıydın. Ama benim bunu anlamam biraz uzun sürdü. Hata yaptım, senin sözünü dinlemeliydim. Gençliğime ver. Ne olur, bana bir şans daha ver. Çok özür dilerim.
—Dönüşün için sana verdiğim süreyi aştın. Beni dinlemedin. Bundan sonra özrünün bir anlamı yok. Bu özür benim nazarımda geçerli değil. Üstelik benim için makbul biri de değilsin artık. Çünkü sana olan kredimi bitirdin.
—İnsan hata yapamaz mı? Mesela sen hayatında hiç hata yapmadın mı?
—Yaptım. Allah beni affetsin!
—Benim hata yapma lüksüm yok mu?
—Var elbet! Ama sen benim düşmanlarımla iş tuttun. Sana bırak gel dedim, dinlemedin beni.
—Tamam, hatamı kabul ediyorum. Geç de olsa gerçeği gördüm. Geciktim ama yine döndüm. Özür de diledim. Yine de dilerim.
—Özrün kabahatinden büyük bu aşamadan sonra.
—Son sözün bu mu?
—Evet!
—Bin defa özür dileyip pişman olsam da mı?
—Uğraşma! Bu konuda fikrim kat'idir.
—Kusura bakma baba! Bu ne şiddet, bu ne celal!
—Ben sana söylemiştim.
—Tamam söyledin, inkar etmiyorum. Özür ve pişmanlığımı kabul etmemeni anlamıyorum. Celaleddin Rumi "Bin defa hata yapsan de yine gel" diyor. Allah ölmeden önceki tövbe hariç diğer tövbeleri kabul ediyor, tövbe kapısını 7/24 ve bir ömre yaymış, merhameti gazabını geçmiş. Kulum ne kadar günah işlerse işlesin, yeter ki tövbe için kapıma gelsin" diyor. Allah'ın verdiği bu ruhsatı sen benden niye esirgiyorsun? Üstelik bu yaptığınla beni mütemadiyen kaybedersin.
—Boşuna uğraşma. Ben son sözümü söyledim. 
—O zaman işimi, aşımı kesme bari! Rızık veren Allah olduğuna inanıyorum ama ne yer, ne içerim? Böyle yapmakla beni kazanamazsın. Adı üzerinde babasın. Biz evlatlar hata yaparız. Sen düzeltmek için koşarsın. Her hatamız kulağımıza küpe olur. Aynı delikten bir daha girmemeye çalışırız. Sen devamlı bize nasihate devam etmelisin. Çünkü bizden daha tecrübelisin. Şunu unutma ki ilk yaratılan insan yasak ağacın meyvesinden yemek suretiyle ilk imtihanında kaybetmiştir. Hatasını anlayıp tövbe etmiştir. Pişmanlığı sonucunda Allah onu peygamber seçmiştir. Allah ilk hatasında onu çizip atmamıştır. Benim ilk atam hata yaptığına göre ben hayli hayli yaparım.
—Senin içten pişman olduğunu nereden bileceğim?
—Benim beyanıma inanmaktan başka bir yol var mı? Kalbimi yarıp bakma imkanın da yok. Sonra bana bir şans daha versen ne kaybedersin?
—Bu iş geçti evlat. Son pişmanlık neye yarar? Ayrıca ne kadar pişman olduğun da meçhul.
—Sahi baba! Pişman olduğuma inanman için ne yapmalıyım?  
—Görüşme bitmiştir.
—Mağdurum diyorum.
—Mağduriyet falan yok. Bana bunun edebiyatını yapma. Ben ne yaptığımı biliyorum.




8 Ocak 2019 Salı

Market Dönüşü Ben *

Birkaç gün önce kahvaltılık almak için bir mandıraya gitmiştim. Kasiyer aldıklarımı üç poşete birden bir güzel koydu. Ödememi yaptım. Poşet parası vermeden evimin yolunu tutmuştum. 

Bugün zaruri ihtiyaçlarımı almak için markete ilk gidişim. Sol elimde kolumu katlayarak getirdiklerimi söyleyeyim size: Üç paket ikili peçete, içerisinde onar tane olan 2 paket kağıt mendil. Hepsi naylon ambalajlı toplam beş paket. Kasiyer poşet istiyor musun dedi, hayır dedim. Koltuğuma istiflediğim gibi ödememi yaptıktan sonra ekmek ihtiyacını gidermek için fırının yolunu tuttum. Her zaman alışveriş yaptığım fırıncıya market eşyalarıyla birlikte ekmek almak için girdim. İki ekmek aldım. Fırıncıya da poşet parası vermedim. Çünkü fırın şimdilik poşet parası almıyor.

İçinizden marketten alınan beş kalem koltuğa istiflenerek getirilir mi? Bu kadar da cimrilik olur mu? Ha bir poşet alsaydın diyebilirsiniz. Buna ister cimrilik, ister inat; ister devlete, ister çevreye destek diyebilirsiniz. Hangisini derseniz kabulümdür. Fırıncının da cimrilikte benden kalır tarafı yoktu. Çünkü al, şu poşete koy demedi.

Koltuğumda taşıdığım market eşyasını eve getirince elimdekileri almaya çalışan eşime, dur alma, önce bir fotoğrafımı çek dedim. Hanım "Bunlar bu şekilde gelir mi, gören ne der, ayıp değil mi" dedi. Niye ayıp olsun, bu durumu ben istemedim, ayıbı yapan ben miyim dedim. Poşete koydursaydım eşyayı vücuduma paralel bir şekilde aşağıya sarkıtarak taşıyacaktım. Poşetsiz ise kolumu yukarı tutarak taşıdım. Üstelik düşürmedim ve zorlanmadım. Elim üşüdükçe kazandığın 25 kuruşu hatırla Ramazan dedim. Baktım üşümüyorum. İçim de rahattı üstelik. Sevincime diyecek yoktu anlayacağınız. Bu işten sadece ben değil, aynı zamanda alacağım poşetle, vereceğim zarardan da çevreyi korumuş oldum. Ama anlamadığım bu poşet bu kadar zararlı da aldıklarımın hepsinde ambalaj olarak naylon kullanılmış. Bunlar zararlı değil mi? Bu ambalajları açtıktan sonra yırttığım ambalajı hiçbir şekilde kullanamayacağım. Bir poşete koyup çöpe atacağım. Sanırım bu konuda çelişkilerimiz var. Çünkü markete gidip raflarda naylon veya plastik ile kaplı olmayan bir ürün var mı? Bu aldıklarımızın naylon ambalajları hep çöpe gidecek, tıpkı poşetlere çöp koyup attığımız gibi. 

Bu işte samimi isek marketlerin reyonlarında teşhir edilen ürünlerin naylon ambalajlarından kurtulalım ilk önce. Şayet yiyeceklerin naylonla ambalajlanmasında sakınca yoksa acaba sorun naylon ambalajlı ürünün naylon poşete konmasında mı? Anlamadım gitti.

Not: Bu alışverişi poşete para vermeksizin hallettim. Ama mutluluğum kısa sürecek gibi. Çünkü marketten aldıklarımı taşıyarak getirdiğim poşetleri atmıyorduk. Eşim bu poşetleri çöp kutusundan çıkardığı çöp poşetlerinin üzerine geçirip bağlıyor, bu şekilde çöp kutusuna atıyorduk. Yani poşetin üzerine poşet geçiriyorduk. Ben şimdi ne yapacağım? Siz bana bir akıl verin.

* 21/01/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Terörle Mücadelede Sınıfta mı Kaldık Yine?

Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki hem içimiz, hem de dışımız düşmanla dolu. Yarım asrı devirdiğim bu yaşımda iç ve dış -görünen ve görünmeyen- düşmanlarla devletin mücadelesi bitmedi. Kimi eski, kimi yeni çıkan düşman ve hainlerle devlet mücadele üstüne mücadele yapıyor. Sanki I.Dünya ve Kurtuluş savaşlarımızdan sonra bize bu ülkeyi bırakanlar/bahşedenler "Başınıza öyle bir çorap öreceğiz ki yaşayabilirseniz ne ala" demiş olmalı. 

Peki başımıza örülen bu iç ve dış düşmanlarla mücadelenin neresindeyiz? Devlet gerçekten bunları kökünden kazıyacak şekilde mücadele edebiliyor mu ya da mücadelesinde başarılı mı? Geçmişten günümüze tüm düşman ve ihanet şebekeleri hala yaşadığına göre bu konuda acizane görüşüm mücadelede başarılı değiliz. Çünkü bataklıkların kimi aktif, kimi de uyuyan hücre olarak  hepsi hayatiyetine devam ediyor, canımızı acıtıyor ve inisiyatif onlarda. Bunlarla mücadele eden devlet, bataklığı kurutmaktan ziyade pansuman ve polisiye tedbirlerle günü kurtarmaya çalışıyor. Yani sivrisineklerle uğraşıyor. Örnek mi istersiniz? Çok öteye gitmeye gerek yok. DHKP-C, PKK, Hizbullah, DEAŞ, Ergenekon, FETÖ hala dimdik ayakta. Bildiğim kadarıyla sadece Hizbullah'ın lideri öldürüldü. Bu örgüte üye olanlar -toplumdaki algıya göre- kimi haklı, kimi de haksız yere cezalandırıldı. Bugün bitmiş gibi görünen bu örgüt potansiyel olarak hala var. Yarın tekrar çıkmayacağına dair kimsenin garantisi yok. 

DHKP-C zaman zaman kanlı eylemleriyle kendinden söz ettirmekte. 

PKK'nın başı yakalanmak (veya bize teslim edilmek) suretiyle cezasını çekmekle birlikte içeriden liderliğini devam ettirmekte. Üstelik YPG/PYD olarak sınırımızda bize tehdit olmaya devam ediyor. Geçmiş gücünü kaybetmiş görünmekle birlikte PKK, güneyimizde kanlı eylemleriyle adından söz ettiriyor. 

DEAŞ, Suriye ve Irak'ta bir zamanlar çok aktif olmakla beraber zaman zaman ülke içinde kanlı suikastlara imza atabiliyor ve saflarında savaşmaları için ülkemizden örgüte eleman devşirebilme potansiyeline sahip.

Bir zamanlar devletin içerisinde derin devlet olarak yerleştiği, darbe yapacaklar diye söylenen; Sarıkız, Ayışığı, Balyoz gibi isimlerle anılan Ergenekon ile mücadele için çoğu asker olmak üzere hepsi yargılandı, davalar yıllarca devam etti. Sonra “TSK'ya kumpas kuruldu" denerek yargılananlar bir bir dışarı çıktı/çıkartıldı. Belleklerde Ergenekon diye bir örgütün olup olmadığı müphem kaldı. Beş yıl boyunca içeride yatırdıklarımızın çoğu da bugün kahraman muamelesi görüyor. Suçlular mı, değil mi kimse bilmiyor. Belki  çoğu içeride masum bir şekilde yatmış oldu.

Son olarak devlet 15 Temmuz 2016  kanlı darbe teşebbüsüyle gerçek terör örgütü olduğunu gösteren "Resmi görünümlü terör" örgütü olan ve adına FETÖ/PDY denilen hain ve sinsi örgütle mücadele ediyor. Devletin kılcal damarlarına kadar giren diğerleri gibi bir ucu dışarıya bağlı olan bu terör örgütüyle mücadelede devlet ne kadar yol aldı? Örgütün tepe noktasını ve beyin tabakasını ele geçirebildi mi? Örgütü dağıtabildi mi? Görünen, örgütün  suçüstü yakalananlar dışında esas suçlu ve elebaşları yurt dışında kaçak. Dışarıdan  devlete karşı hamle üzerine hamle yapıyorlar. Kırmızı bültenle aranmalarına ve suçluların iadesi çerçevesinde devletlerden istenmelerine rağmen ülkeler bizim bu isteklerimize olumlu yanıt vermedikleri gibi bu örgüt üyelerine destek veriyorlar. Bizim devlet ne yapıyor? Elde olanlarla mücadele ediyor. Örgüt ile şu ya da bu şekilde geçmişte bağı olmuş kişilerle yetiniyor. Kiminin iş akdini feshediyor, kimini içeriye alıyor, kimini görevden uzaklaştırıyor. Hala operasyon üzerine operasyon yapıyor. Örgütü bir türlü çözemiyor. Korkum, devletin bu örgütle mücadelesinin Ergenekon'la mücadelesine benzeyeceği ve sulandırılacağıdır. Çünkü Ergenekon davalarında da ipin ucu bir müddet sonra suçlu, suçsuz herkese uzanmaya başlamıştı. (Buda bir FETÖ kumpası olduğunu anlamamız uzun sürdü.)  FETÖ ile mücadelede de suçlu, suçsuzun karıştırıldığı düşünülüyor bir kesim tarafından.

Yazımı uzattım biliyorum ama şunu da söylemeden edemeyeceğim. Devlet suçu yok etmek için uğraşmıyor. Ya gücü yetmiyor, ya da bu şekil geçiştiriyor. Yani piyonlarla uğraşıyor. Maalesef görünen bu! Burada devleti yönetenlere bir soru sormak istiyorum. Yukarıda saydığım bu örgütler bu ülkede sere serpe neşvünema bulurken sen neredeydin? Böyle suç örgütlerinin ortaya çıkmaması için ne yaptın? Sanırım devletin böyle bir politikası yok. Hiç olmadı. Devlet önce suç çıksın, gelişsin ve olgunlaşsın, sonra ensesinde biteyim diye düşünüyor. Zaten örgütler de bu boşluktan çıkıyor ve bitmiyor. Ne diyelim? Şayet doğru yolda isek mücadeleye devam… Hayırlı olsun! 

Hz Muhammed Ömrünü Hep Kazanmaya Adadı *


61/63 yıllık ömrünün hem peygamberlik öncesinde, hem de peygamberlik döneminde Hz Muhammed, son nefesine kadar ömrünü insan kazanmaya adadı.  Bu işi yaparken görevinden asla taviz vermedi, herkese şirin görüneyim yolunu izlemedi. Aşırılıklardan kaçındı hep. Kazanamadıklarından hiç ümidini yitirmedi, kimsenin üzerini çizmedi. Kendi devrinde ve öncesinde suç işleyenler varsa onları geçmişiyle yargılamadı ve yüzlerine vurmadı, affetme yolunu seçti hep. Bu yol ile kazanmadığı insan kalmadı dense yeridir. Kimleri kazanmadı kimleri!

Medine döneminde Müslümanlar arasında nifak saçmaya çalışan ve fırsatını bulduğu zaman ihanet eden münafıkların lideri Abdullah Ubey b.Selül'den hep kötülük görmesine rağmen onu öldürtme yoluna gitmedi. Belki bu münafığı kazanamadı ama en azından onu Müslümanların içerisinde tutmayı başardı. Dışlasaydı belki şehir dışına giderek daha büyük fitnelerin çıkmasına sebebiyet verebilirdi. Öldürtseydi sevenleri Peygambere ve Müslümanlara kin besleyeceklerdi. II.Abdülhamit'in İngilizlerle iş tutan Şerif Hüseyin'i İstanbul'da tutma siyasetini peygamberimizin bu tutumuna benzetebiliriz. Nitekim Abdülhamit'in bu tasarrufundan vazgeçip Hüseyin'in Hicaz'a gitmesine izin veren İttihat ve Terakki Hükümetinin ne tür tehlikelere yol açtığını hepimiz biliriz.

Hatip b.Ebi Beltea'yı kazanmıştır. Ki Hatip, Mekke'nin fethedileceği haberini Mekkelilere ulaştırmaya çalışan bir sahabidir. Bu sahabinin yaptığına bugün  de ihanet deriz. Buna rağmen peygamber "Bedir ashabındandır" diyerek Hatip'i kazanma yolunu seçmiştir ve kazanmıştır da. Çünkü Hatip bir daha ihanet yolunu seçmemiş, samimiyetini göstermiştir.

Bedir, Uhut ve Hendek savaşları başta olmak üzere hemen hemen her savaşta müşriklerin safında en önde yer alan Ebu Süfyan'a Mekke'nin fethi esnasında "Kim Ebu Süfyan'ın evine sığınırsa emniyettedir" diyerek hem Ebu Süfyan'dan gelebilecek tehlikeyi izale etmiş, hem de Ebu Süfyan'ın Müslüman olmasını sağlamıştır.

Mekke fethedildikten sonra peygamber ve Müslümanlara kök söktüren ne kadar azılı düşman varsa "Bugün kınanacak değilsiniz" diyerek affetmiştir. Kimleri affetmedi ki! Hz Hamza'nın katili vahşi ile azmettiricisi Vahşi'yi de affetti. Bunlar da Müslüman olmayı seçtiler.

Tarihteki misyonunu tam bilmesem de Mekke fethedilinceye kadar Mekke'de müşriklerin arasında yaşamaya devam eden, hicret etme yolunu seçmeyen ve peygamberin safında yer almayan amcası Abbas'a "Ey amca! Şu ana kadar neredeydin" dememiş, geç de olsa onun da Müslüman olmasını sağlamış ve kazanmıştır.

Örnekleri bu şekil çoğaltabiliriz. Verdiğim örneklerde görüldüğü üzere peygamber affetmek suretiyle er veya geç çoğunun hidayetine vesile olmuştur. Bir kısmının da daha fazla kötülük yapmasının önüne geçmiştir. Mücadelesinde af yolunu seçerken asla kin ve intikam peşinde olmamıştır. Bizim için her şeyiyle örnek olan peygamberin yolundan gitme konusunda ne dersiniz?

* 15/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.