11 Aralık 2018 Salı

Dualarımız "Allah Kimsenin Elini Bankalara Kaptırmasın" Olmalı

Taksit imkanı sunuyor diye yıllar öncesinde bir bankanın kredi kartını talep etmiştim. İster istemez de geldi. Aylık ödemem gereken miktar ne ise ödeyecek şekilde zaman zaman kullandım. 

Kullanım süresi bittikçe "Kartımızı tekrar istiyor musun" diye sormadan yeniden gönderdi banka. Bir-iki derken artık bu kartı kullanmayayım, nasılsa çok kullanmıyorum, cebimde kalabalık etmesin, süresi bitince yeniletmeyeyim dedim. Maşallah öyle de bir süre veriyorlar ki bitecek gibi değil. Neyse kartın süresi bitti. Ödemem gereken az miktardaki tüm borcumu da ödedim. 

E posta adresimde ilgili bankanın hesap ekstresini görünce bu neyin nesi diyerek açtım. Bankamız son kullanma tarihi Eylül 2018 olan kartın 2018 Aralık ekstresinde 117 TL yıllık kart ücreti bindirmiş. Gönderdiğim paranın büyük bir kısmını da kart ücreti için kesmiş. Aradım bankanın 444 ile başlayan numarasını. Görevliden "Kart ücretini iptal etmede yardımcı olur musunuz" dedim. Her yıl önce yıllık kart ücreti yansıtıp arayınca iptal eden bankamız bu uygulamayı terk etmiş. Bunun yerine hesabımıza yıllık kart ücreti adı altında borç olarak yansıtılan 117 liranın 87,50 TL'ini kabul ettiğim takdirde iptal edebileceğini söyledi telefonun öbür ucundaki ses. Tabii konuşmasına başlarken yaptığımız görüşmenin kayıt altına alındığını hatırlatmayı da unutmadı eleman. Ardından güvenlik soruşturması ile ilgili anamın kızlık soyadının 2.ve 4.harfini sorarak devam etti ahiret sorularına. Kendisinden kartı iptal edin dedim. İptal ettirirsem 117 lirayı yine ödemem gerekeceğini söyledi bana. Ardından siz bana ne kart ücreti yansıtıyorsunuz? Çünkü halihazırda elimde kartınız yok. Sadece tarihi geçmiş bir kartınız var dedim kızımıza. Bana "Beyefendi! Yeni kartımız sizin elinizde gözüküyor. Kuryenin kartı size ne zaman, hangi tarih ve saatte teslim ettiği bilgisi bile var dedi. Hanımefendi! Siz kartımın güvenliğiyle ilgili az önce epey bir soru sordunuz. Siz en iyisimi önce kartı gönderdiğiniz kuryenin nasıl bir firma olduğunu araştırın. Çünkü bende kartınız yok. Hesaplarıma da bakın, Eylül 2018'den beri de harcamam yok dedim. Bana kartınız açık ve kullanımda, bizde böyle görünüyor, kartı alıp bir yere koymuş ve unutmuşsunuzdur dedi.

Elime ulaşmayan yeni kartı iptal ettirdiğim takdirde kart bedelini tümüyle ödrmem gerekeceği tehdidi karşısında bana önce ölümü gösterip sonra sıtmaya razı etti banka görevlisi. Mecburen yeni kartı gönderin dedim. İçimden de zararın neresinden dönersem kar, 117 nere, 30 lira nere diye geçirdim. Bakalım şimdilik kart bir müddet daha elimde tedavülde olacak. Bakalım ne zaman kendimi kurtarırım elini verdiğim bu bankadan. Bundan sonra birbirimize duamız, Allah bankalara elini kaptıranlardan eylemesin olsun inşallah!

Telefonu kapattım ama kullanmayacağım kart için 30 liraya yakın bir para ödeyeceğime mi yanayım yoksa kartınız size teslim edilmiş, siz unutmuşsunuz sözüne mi yanayım?  Ödeyeceğim paradan geçtim, unutmuşsun ithamına maruz kalmam zoruma gitti. Evet yaşlandım, bir ayağım çukurda, bazı şeyleri unutuyorum biliyorum ama bana birkaç ay önce teslim edildiği resmiyette görünen kartı unutacak kadar da beynim sulanmadı daha. Ben ki daha 1974 yılında küçük bir çocuk iken ablamı istemeye gelen eniştemin ailesinden ağabeyinin kız isterlerken ne şekilde su içtiğini bugün bile hatırlarım hala. Değil ki birkaç aylık kartı unutacağım. Bence benden kart bedeli almak için bana şantaj yapan bu kıza birileri bunu anlatmalı. Yine bu kız hangi kuryeyle çalıştığını bir güzel araştırmalı ki kuryenin bana teslim etmiş görünen kartı ne yaptığına ulaşabilsin.

Dinler Niçin Mutluluk Dağıtmıyor Bugün? ***

—Din nedir?

—Hangi dini soruyorsun?

—Kaç tane din var?

—İnsanların kendi süfli emellerine alet ettikleri din var. Bir de orijinali kitapta yazılı Allah'ın gönderdiği din. Hangisi?

—Allah'ın gönderdiği din tabii ki!

—İnsanların dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak amacıyla Allah tarafından gönderilen ilahi kurallar bütünüdür.

—Amaç insanları mutlu etmek öyle mi? Ama din mutlu etmiyor bugün.

—Kullanım kılavuzunu düzgün uygulayanları mutlu eder. Değilse rezil rüsva eder. Mutsuzlukta dinin suçu yoktur. Dört dörtlük bir arabayı kullanan şoför gider duvara toslarsa suç arabanın mı olur yoksa şoförün mü?

—Şoförün elbet!

—Ruhun gıdası diyebileceğimiz dini, hastalığı doğru teşhis koyan ve tedavisi için en uygun ilacı öneren bir doktora da benzetebiliriz.

—Ama ilaçların yan etkisi de var. Bu durumda dinin olumsuz yan etkileri var diyebilir miyiz?

—Bakış açına ve kullanımına göre dinin yan etkisi var denebilir. Tedavi için önerilen ilaç prospektüse ve doktorun reçetede yazdığı şekliyle belli bir dozda alınırsa ilaç hastayı iyileştirir. Verilen hap kullanılmazsa kişi iyileşmez, ilacın hepsi bir anda kullanılırsa kişiye zarar bile verir, hatta öldürebilir veya süründürebilir.

—Dini belli bir dozajda almak gerekiyor o zaman.

—Hem dozaj hem de kimden aldığın da önemli.

—Yani ehlinden alacaksın.

—Evet! Eğer ehlinden öğrenmezsen, öğrenirken sorgulamazsan afyon gibi uyuşturur da aynı zamanda. Beyin ve zihin zehirlenir. Bu durumda gözün hiçbir şeyi görmez. Bu durumda Allah'ın kulu değil, bir başkasının bendesi olursun. Günümüzde bunun örnekleri de çok maalesef.
—Bu devirde kime güveneceğimizi şaşırdık. Kime bel bağlamışsak bizi yanıltmıştır. Bakıyorsun ayet, hadis, din, diyanet vs bal damlıyor adamın ağzından. Tam güveniyorsun. Bir bakmışsın ki seni yarı yolda bırakıvermiş.

—O vakit badü harabil Basra oluyor tabi!

—Ta kendisi.

Sonuç?
Sonucu da bir fıkra ile bitirelim. Belki kıssadan hisse alırız:
Ateist birisi camii imamıyla karşılaşır.
Yahu hoca, İslam şöyle iyi, böyle iyi dersiniz ama insanlar yine birbirini öldürmeye devam ediyor. Bu din nasıl bir din böyle?
Hoca cevap vermeden yoluna devam eder. Hocayı alt ettiğini düşünen ateist de hocaya refakat eder. Yolda üstlerini batırmış, çamura belenmiş, eli-yüzü kirli çocukları görünce hoca ateiste:
Sen ne  iş yapıyordun?
Ben sabun imalatçısıyım.
Pekiyi senin bu sabunlar ne işe yarar?
İnsanları temiz tutmaya yarar.
Pekiyi bu çocuklar niye kirli, bu durumda senin sabun ne işe yarıyor? Söyle.
İnsanlar sabunu kullanmasını bilmezlerse sabun ne yapsın, sabunun suçu ne? Sonra ben ne yapabilirim ki bu durumda? Önemli olan temizlik için sabunu kullanmasını bilmek.
Hep iyiyi ve güzeli emreden İslam'ın dediğini insanlar yerine getirmezlerse İslam ne yapsın? Burada İslam'ın suçu ne o zaman? Sabunu yerli yerince kullanan tertemiz olduğu gibi İslam’ı da iyice anlayan ve onu hayatına tatbik eden kişiler de her şeyden önce güzel ahlaklı olurlar… Bilmem anlatabildim mi?
Bu durumda tüm iş kullanmayı bilmede. Eyvallah!

*** 25/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

“İçimde Neden Namaz Sevgisi Yok?” *


“Bir okurum sormuş: "Namaz kılmak İslam'ın birinci şartı. Fakat içimde namaz sevgisi yok. Namaz kılmak neden bu kadar zor geliyor?"

İnsanları yönlendiren, zevkleri ve menfaatleridir. Evvela Müslüman kendisini gayrimeşru zevklerinden ve menfaatlerinden geri çekecek, ondan sonra helal daireye girecek ve diyecek ki: "Şimdiye kadar canımın istediğini yaptım, bundan sonra Allah'ın isteğine tâbi olacağım." Bu karar, insanın dünyasını ve ahiretini cennet etmeye yeter. Allah'ın isteğine tabi olmak güçlü bir iman ister. Bu iman da ancak tahkiki iman dersleri ve sohbetleriyle olabilir. Bana göre namaz kılabilmek için insanın evvela çevresini değiştirmesi lazım. Arkadaşların, dostların, vakit geçirilen muhitin insan üzerinde müspet veya menfi tesiri vardır. Bu o kadar da kolay değildir amma cennet ucuz değil. Mesela Erzincan'a gittiğimde akrabalarımdan evvel Rafet Kavukçu ağabeye gitmek istedim. Yeğenim dedi ki: "Randevu alalım da öyle gidelim." "Hayır" dedim, "gideyim, kapısını görüp döneyim. Bu bile bana yeter."

80 yaşındayım. Hâlâ manevi hayatıma faydalı olacak insanların yanına gidiyorum. Çünkü haramlar sel gibi akıyor. Haramları süslediler, haramları reklam ediyorlar. Bu müthiş zamanda mecburen iyilerin, âlimlerin yanına gitmek gerekiyor. Her zaman tefsir okuyamayabiliriz. Amma öyle insanlar var ki yaşayışıyla, hal ve hareketleriyle bize ilmihali anlatır. Onlardan faydalanmak aklın gereğidir.

Dikkat edilirse, namaz kılmayan, camiye gitmeyen kişi, evvela dünyada azap çeker. Camiler Nuh'un (as) gemisidir. Bilindiği gibi Nuh (as) gemisine hayvanları aldı amma oğlu o gemiye binmedi. Çeşitli sebeplerle namaz kılmayanlar da Nuh (as) gemisine binmemiş sayılır. Düşünmek lazım: O gemiye alınmayanlar kimlerdi? Bunu araştırmak, okumak lazım...

Namaz kılan kişi fiziken ilan eder ki: "Benim bir önemim yok. Benim önemim, Allah'ın emirlerine tâbi olduğum kadardır."

İmza günlerinde veya konferanslarımda soruyorlar: "Çocuklarımıza namaz sevgisini nasıl aşılarız? Onları namaza nasıl alıştırabiliriz?" Ben de diyorum ki, İslamiyet'i evvela kendimiz yaşayacağız. En iyi tebliğ, hal ile yapılan tebliğdir. Ben çocuklarıma ve torunlarıma namaz kılın demedim. Amma namazı, her türlü işimin önünde tuttum. Seyahatlere çıkacağım zaman hanım ve çocuklar hep beraber otururken hesaplardım, hangi arabaya bineyim, nerede ve saat kaçta mola verir ki namazı kaçırmayayım? Çocuklarım namaz konusundaki hassasiyetimi görerek büyüdüler. Belki namaz kılın desem, enaniyetlerine dokunurdu, darılırlardı.

Benim de canım bazen namaz kılmak istemeyebiliyor. Hastayım, yaşlıyım. Zorlanabiliyorum. Amma canım istemediği halde namaz kılıyorsam, bu Allah'ın bir lütfüdür. Çünkü canı istemediği halde namaz kılan kişi, Allah istediği için namaz kılmış olur ve daha ihlâslıdır. İhlâs, bir işi yalnız ve yalnız Allah rızası için yapmaktır. Bir arkadaş sordu: "İsteksiz namaz kılmak, namazın sıhhatine mani midir?" "İsteksiz namaz kılmak, sevabı artırır." dedim, arkadaş şaşırdı. "Olur mu öyle şey!" dedi. "Eğer şevkle, manevi lezzet için namaz kılsan, o şevk ve zevk için kılmış olursun. Amma canın istemediği halde kılsan, Allah için kılmış olursun." dedim.

Bazı geceler uyanıyorum. Saate bakıyorum, imsak girmiş. Hanımdan abdest almak için yardım istiyorum. "Hanım, yakında öleceğiz!" diyorum "İyisi mi ibadet edelim."

"Nereden biliyorsun yakında öleceğini?" diyor. "Biyolojik olarak ömrü bitirdim, takvimler bunu gösteriyor." dedim.

Her namazımızı son namazımızmış gibi kılsak, namaz bize usanç vermez. Öğleni kıldım, ikindiyi düşünmem. Çünkü ikindiye çıkıp çıkmayacağımı bilmiyorum.

Hem düşünmek lazım! Yaptığımız işler namazdan daha mı kıymetli? Namazdan daha kıymetli bir iş olamaz. Mezarlıklar diyor ki "Dünyada ebediyen kalmayacaksın..." Burada ne ibadet ettiysek ahirette onu bulacağız...” (Hekimoğlu İsmail)

Not:Namazla ilgili Hekimoğlu İsmail’e (Allah rahmet eylesin) ait bu enfes yazıyı 11/12/2011 tarihinde sosyal medyada paylaşmışım. Noktasına, virgülüne dokunmadan tozlu raflardan çıkarıp yazı konusu edinmek istedim. Faydalananlardan olmamız dileklerimle!

*01/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

                                                           


Babaları Kızdırmaya ve Gönül Koydurmaya Hiç Gelmez! *


Trabzon'un Şalpazarı ilçesinde bir baba, 1975 yılında sıfır olarak aldığı kamyoneti üç oğluyla birlikte dört yıl çalıştırdıktan sonra oğullarına kızarak kamyoneti garaja kilitler. Bir daha ne kendisine ne de oğullarına yar eder. Kamyoneti garaja kilitledikten dokuz yıl sonra her fani gibi  baba da vefat eder. 

Kamyonetin akıbetini sorarsanız, kamyonet babanın garaja koyduğu gibi 39 yıldır garajda bekliyor. O zamandan bu zamana oğulları da el sürmemiş ya da sürememiş. Her şeyi orijinal aracın kaportası ve lastikleri çürümüş. Bugün garajdan çıkarılamıyor. Çünkü garaj yolun epey üstünde kalmış.

Nice sonra garajda bir kamyonun olduğu evlatlarının aklına gelmiş olmalı ki şimdi evlatları, kamyonu antika fiyatına satmak istiyor. Bakalım alıcı bulabilecekler mi? Satın alan ne fiyat verecek? Haydi bir talipli çıktı diyelim, bu kamyonet bu garajdan nasıl çıkarılacak? Bekleyip göreceğiz.

Zaman zaman basında çıkan haberlerden ilginç bulduğumu bu şekilde yazı konusu edinirim. Bu haberi de aynı minvalde gördüğüm için ele aldım.

Şimdi gelelim baba ve oğulları arasında cereyan eden kamyon meselesine. Gerçi dört yıl boyunca birlikte çalıştırdıkları kamyonet ile ilgili ne sorun çıktı da baba kamyoneti garaja hapsetti, bunu bilmiyoruz. Belki de kamyoneti sen süreceksin, ben süreceğim diye kendi aralarında anlaşamadılar. Ama içeriğini bilmediğimiz bu konudan çıkardığım sonuç, baba kızdırmaya gelmez. Kızdırdığımız zaman ne olur? Kamyonet meselesinde olduğu gibi baba, kamyoneti oğulları da olsa kimseye yar etmez. Bu durum mantıklı bir şey mi? Değil elbet! Ama anladığım kadarıyla baba, evlatlarına sadece kızmakla kalmamış, aynı zamanda gönül de koymuş. Tabir yerindeyse pireye kızıp yorganını yani kamyonetini yakmış. Sıfır arabayı ne satmış ne de oğullarına verip alın sizin olsun demiş.

Kamyoneti garaja hapsederek hem kamyoneti, hem kendisini, hem de oğullarını cezalandıran bu babanın yaptığı, günümüz baba-evlat ilişkilerine ibret olması lazım. Çünkü bugün ilişkiler kamyonetin alındığı 1975 yıllarına oranla çoğunlukla menfaate dayanıyor. Aralarında çıkar devam ettiği müddetçe akrabalık ve aile ilişkisi devam ediyor, yoksa herkes başını alıp çekip gidiyor. Gerçi günümüz ilişkilerinin devamı için genelde anne ve babalar taviz verir, gönül koymuşsa içine atarlar. Kırgın da olsa hiçbir şey olmamış gibi davranırlar. Kamyonetin sahibi baba gibi kimse inadım inat, dediğim dedik demiyor. Burada tipik bir Karadenizli inadı var gördüğünüz gibi. Ama baba ne düşündü, taşındı da bu yola başvurdu bilmesek de baba böyle yaparak sanki “Baba parasıyla sağda-solda çaka satmayacaksınız; benim paramla, benim kamyonumla birbirinizle kozunuzu paylaşmayacaksınız. Gidin adam gibi sıfırdan başlayın, işinizi kurun, evinizi-barkınızı alın, ben yaşadığım müddetçe hazır yiyici olamayacaksınız, kendi ayaklarınız üzere duracaksınız” demiş olmalı ki çocukları, başlarının çaresine bakmışlar. Bugün her birinin arabası varmış, bu kamyonete de ihtiyaçları yokmuş. En iyisini yapmış sanki bu baba. Çocukları, hayata nasıl tutunmaları gerektiğini bu vesileyle öğrenmiş oldular. Bugün baba ve oğulları kamyon meselesiyle anılmış olsa da bu babanın evlatlarına bıraktığı en güzel miras, antika kamyonetten ziyade evlatlarının kendi ayakları üzerine durmalarını sağlamak olmuş sanırım. Yani onlara hayatı öğretmiş.

Hâsılı anne ve babalar hatalı bile olsalar evlatların ebeveynlerini anlamaya çalışmaları çok iyi olacaktır. Çünkü bugün sana, yarın bana demek lazım. Zira hepimiz yarının anne ve babası olacağız.

* 12/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

10 Aralık 2018 Pazartesi

Mesleki ve Teknik Liseleri *


Bugün size başlıktan da anlaşılacağı üzere Mesleki ve Teknik Liselerinden bahsedeceğim. Daha doğrusu okulların içeriğinden, kalitesinden, Türkiye'nin bu okullara ihtiyacından bahsetmeyeceğim. Adı üzerinde bu okullara verilen isimleri konu edineceğim.

652 Sayılı KHK'ye göre MEB teşkilat yasasında değişikliğe gidilerek farklı genel müdürlüklere bağlı 22 çeşit meslek lisesi, Mesleki ve Teknik Genel Müdürlüğü çatısı altında birleştirildi. Bu birleştirme kararı isabetli olmuştur. Buna paralel olarak 2014-2015 öğretim yılından itibaren bu Genel Müdürlüğe bağlı meslek liselerine de Mesleki ve Teknik Lisesi adı verildi. Yani bizim daha önceleri endüstri meslek, ticaret meslek, kız meslek liseleri diye bildiğimiz tüm meslek liselerine tek isim verildi. Bugün öğrendiğime göre spor ve güzel sanatlar da bu isimlerle anılacakmış. 

22 çeşidi bulunan meslek liselerinin tek genel müdürlük çatısı altında birleştirilmesine evet, ama aynı ismin birbirinden farklı okul türlerine verilmesine ise hayır diyorum. Neden mi? Karışıklığa sebebiyet veriyor çünkü. Okul ismini görünce acaba bu mesleki ve teknik lise hangisi diyorsun. Örnek vermek gerekirse Konya'da Muhacir Pazarı ile aynı hizada yan yana üç tane lise var. Ortalarında Meram Anadolu Lisesi olan okulun Pazar tarafında eskiden beri Meram Ticaret Lisesi diye bilinen Meram Mesleki ve Teknik Lisesi, diğer tarafında ise eskiden beri Meram Endüstri Meslek Lisesi diye bilinen Konya Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi var. Her ikisi de meslek lisesi olan ama bölüm ve dal bakımından çok farklı olan, her ikisi de Meram ilçesine bağlı olan bu iki okul türünü şimdilerde görünürde ayırt etmenin tek farkı, birinin başında Meram, diğerinin başında Konya olması. Ayır ayırabilirsen. Özellikle merkezi sınavlarda karıştıran karıştırana! Meram Ticaret Lisesine gidecek olan Meram Meslek Lisesine, Meram Meslek Lisesine gidecek olan da Meram Ticaret Lisesinin kapısını aşındırıyor. 2014'ten bu yana 4 yıl geçmiş, maalesef okulları karıştırma ilk günkü gibi tüm hızıyla devam ediyor. İşin garibi karıştıran üç-beş kişi değil, epey bir yekûn teşkil ediyor. Sınava girecek öğrenci de karıştırıyor, sınavda görevli öğretmenler de. Her yanlış gelene yol/okul tarifi yapılırken "Burası değil, siz eski Ticaret Lisesine veya eski Endüstri Meslek Lisesine gideceksiniz” açıklaması yapılıyor. Sınava girecek öğrenci, yanlış okulun salonuna kadar gidiyor, aynı sırada iki öğrenci çakışınca yanlış ortaya çıkıyor çoğu zaman. Ondan sonra sınav yerime yetişeceğim diye koş dur. Belki de sınav saatinde sınav yerinde olamadığı için kaç öğrenci veya öğretmen sınava alınmamıştır bugüne kadar? Bereket bu iki okul birbirine yakın. Koşmayla hallediliyor, ya bir de uzak olsaydı işte o zaman gel de çık bu işin içinden.

Okulların ismi değişeli 4 yılı geçmiş, hala karıştırılıyor. Bunda bir gariplik yok mu? Bence bal gibi var! Keşke okul isimlerini başına koyacağımız ilçe veya tek isim farkıyla aynı yapacağımıza, bu konuda birlik sağlayacağımıza bu meslek liseleri eski isimleriyle kalsaydı da esas biz bu okulların kalitesini artırsaydık, bugün bunu konuşabilseydik. Kalitesi yerlerde sürünen bu okulların isimlerini değiştirmekle elimize ne geçecek? Ne zararı vardı Meram Ticaret'in veya Meram Endüstri Meslek Lisenin adlarında? Bu değişikliğin tek faydası kafa karışıklığına sebebiyet vermesi ve bir diğer faydası da tabelacılara katkı sunması. Çünkü her isim değişikliği Tabelâ Yönetmeliğine göre eski tabelanın sökülüp yerine yeni tabelanın yazılıp asılması demektir. Bu açıdan tabela işi ile uğraşanlar bu isimlere sebebiyet verenlere her daim minnettardırlar.

Hâsılı isimlerle uğraşmayalım, isimler halkın bildiğiyle kalsın, önemli olan bu okulların içeriğiyle uğraşmamızdır. Bakanlık yetkililerinin görevi şekilden ziyade "Biz bu okulları eskisi gibi nasıl cazip hale getirebiliriz, içini nasıl doldurabiliriz" olmalıdır. İsim koymaktan maksat herkesçe tanınır olmaktır. Bugün bu okullar bu isimleriyle tanınmıyor. İsmiyle müsemma değil anlayacağınız. Olan sadece kafa karışıklığı maalesef! Bu da insanımıza ve ilgililerine eziyetten başka bir şey değildir. 

* 14/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


9 Aralık 2018 Pazar

"Sakarya'yı Alan Stat Ne Hale Getirildi?" ***


Cumartesi günü MEB tarafından yapılan Açık Lise sınavlarında gözetmen olarak görevlendirildim. Sınav yerim Konya Mesleki ve Teknik Lisesi idi. Görev yerime sınavın başlamasından bir saat önce vardım, imzamı attım, sınavla ilgili yapılacak olan toplantıyı beklemeye koyuldum. 

Bildik-gerekli açıklamaların yapıldığı toplantının ardından görevlendirildiğim salona çıktım. Sınava girecek adayı beklerken (aday diyorum. Çünkü sınava girecek öğrenci engelli olduğu için bu tür engellilerin sınavı bir salon başkanı, bir de gözetmen olmak üzere iki kişi nezaretinde yapılıyor.) pencereden dışarıyı seyre koyuldum. Ne güzel bir manzara vardı karşımda. Çünkü okulun önü açılıvermişti. Daha önce sadece eski stadın arka beton duvarını ve caddede geçen araçları görebiliyorduk. Şimdi ise Anıt'tan, Gar'a doğru giden cadde yani eski stadın ön yüzü gözümün önündeydi. Ne de büyük bir alanmış eski stadın kapladığı alan dedim. Dile kolay 100 bin m²'lik bir alan yıkılan yer.

Şehrin merkezinde kalan ve geçmişte büyük bir işlevi yerine getiren bu stadın az önce önünde inmiştim. Ne zamandır geçmediğim bu yerde inince bir an için yanlış yerde mi indim diye düşündüm. Dikkatlice bakınca yıkılacak diye belirtilen stadın yıkıldığını anladım. Hem önünden hem de arkasından temaşa ettiğim eski stat yıkılınca yüksek katlı beton evlerden iyice bunalan şehrin büyük bir nefes aldığını gördüm. Hah şöyle, dünya varmış dedim okulun son katından bakarken. Bu kadar büyük bir alan, yeşil alan yapıldığı zaman insan seyretmeye doyamaz dedim içimden.

Ben sınava gelecek öğrenciyi beklerken okulun arka tarafındaki salonda görevli bir öğretmen yanıma geldi. Benim baktığım gibi pencereden yıkılan stada baktı. Çekip giderken yüzüme baktı: "Sakarya'yı alan stadı ne hale getirdiler" dedi. Benimle konuşan, tanımadığım bu meslektaşımın bir yüzüne baktım, bir de dediğine kulak verdim. Gayri ihtiyari "öyle" dedim. 

Az sonra salon başkanı, ardından sınav olacak öğrenci geldi. İki saatten fazla sınav devam etti. Sınav boyunca meslektaşımın dediğini düşündüm. Acaba Konya'nın bu eski stadının Sakarya ile ilgisi neydi? Acaba Sakarya Meydan Savaşı kararı bu statta mı alındı ya da savaşı yapacak düzenli ordu burada toplandıktan sonra mı yola çıktı? 

Okulda iken tarihim iyiydi. Okul bittikten sonra da tarihe merakım hep devam etti. Bir tarihçi kadar ayrıntıları bilmesem de yakın ve uzak tarihimiz hakkında yüzeysel de olsa bilgi kırıntılarım var. Ama nedense  belleğimde Konya Stadı ile Sakarya arasında bağ kuracak hiçbir bilgi kırıntısı yoktu. 

Ne bekliyorum? Hemen telefona bakmak için elimi cebime attım. Hay Allah! Telefon ne arardı? Sınav esnasında telefonu bırak sınav salonuna, binaya girdirmek bile yasaktı. İyi de ben kimden öğrenecektim cahili olduğum stadımız hakkındaki bilgiyi? Salonlarda görevli tanıdığım bir meslektaşıma sorayım dedim. Salonu terk etmek de yasaktı. Çaresiz sınav saatinin bitmesini ya da tek kişiden oluşan öğrencinin çıkıp gitmesini bekleyecektim. Kızımız da çıkmadı bir türlü. Üç sınavlık bir dersi çözmek için çözdüğünü tekrar  tekrar çözdü. Garantici birisiydi anlaşılan. Okumakta ve görmekte zorlanan biriydi aynı zamanda. Kafasını kitapçığa iyice yaklaştırıyordu. Çünkü gözünün biri 10, diğeri 11 numaraymış. Ara ara "Gözüm yoruldu, ben biraz dinleneyim" dedi durdu. O dinlenirken biz kodlamayı yapıverdik. Zira zor da olsa okuyor ama kodlayamıyordu. Zaten bizim görevimiz de onun kodlamasına yardımcı olmaktı. Bize büyük görünen yuvarlak kutucuklar kızımıza nokta gibi görünüyordu belki de. Allah yardımcısı olsun!

Nihayet sınav bitti, salondan çıkar çıkmaz ilk işim telefonumu alıp eski Konya Stadının tarihçesine baktım. Hem de kaç kaynağa birden. Hayret! hiçbirinde stadın Sakarya Savaşı ile bir bağını bulamadım. Anlaşılan baktığım siteler de bu konuda benim gibi cahil. Ne de umutlanmıştım bilmediğim bir konuda bilgilenecektim. Yeni bir bilgiye ulaşamadım maalesef!

Eski stadımız 1950 yılında hizmete girmiş. Bu durumda stadın Sakarya Meydan Savaşı ile yakından uzağa bir alakası yok. Olsa olsa futbol maçlarına ev sahipliği yapan bu statta Konyaspor ile Sakaryaspor arasında maçlar yapılmıştır. Bir centilmenlik ve seyir zevki olan futbol veya spor bir rekabet mücadelesi olsa da zaman zaman bu centilmenlik oyununu savaş gibi gören fanatikler de yok değil. Belki "Sakarya'yı alan stat ne hale getirildi" diyen meslektaşımız da sporu savaş olarak görenlerden. Şu an yanımda yok, hangi okulda görev yapıyor bilmiyorum. Nerede çalıştığını bilsem onu okulunda ziyaret etmek ve Konya eski stadının Sakarya Savaşı ile ilgisini öğrenmek isterdim. Görüyorsunuz bilgiye ulaşmanın iyice kolaylaştığı günümüzde bazı bilgilere ulaşmak hala zor!

Kısa bir araştırmamdan eski stadımızın Sakarya ile bir ilgisi yok. Pekiyi bu arkadaş aslı astarı olmayan bu bilgiyi işkembeyi kübradan niçin attı? Bu soru da çözüm bekleyen bir soru. Aklıma tek şey geliyor: Bu arkadaş ön yargılı biri. Ön yargılı olduğu kadar muhalif biri anlaşılan. Yapılan bir şey iyi de olsa, kötü de olsa görevi karşı çıkmak ve niçin karşı çıktığına gerekçe uydurmak. 

Merak ettiğim Konya statsız kalmamış, yerine daha modern ve daha büyük bir stat yapılmış. Üstelik birçok milli ve önemli maçlara ev sahipliği yapıyor. Şehrin merkezinde kalan, maçlar olduğu zaman trafiği kilitleyen bu stadın yıkılmasından doğal ne olabilir. Üstelik yıkılmış haliyle şimdiden şehir merkezini rahatlatan bu görüntünün yerine, bahçe yapıldığı zaman ne güzel olacak burası! Oksijen soluyacağız. Kötü mü? Seyir zevki verecek tıpkı futbol seyreder gibi!

*** 18/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




8 Aralık 2018 Cumartesi

Büst Atatürkçülüğü mü Yaptığımız?

Atatürk bu ülkede yeterince tanınamayan kişilerden biri. Seveni çok, sevmeyip nefret edeni de. Kimi taparcasına sever, anlata anlata bitiremez, kimi de her kötülüğün altında Atatürk'ü arar. Aşırı uçlardayız anlayacağınız.

Mezarından kalkıp gelse üzerinde tartışma yapan insanları görse "Bu anlattığınız kişi ben miyim? Gidin işinize! Üzerimden ellerinizi çekin. Yaptığınız işlere beni alet etmeyin" der.

Nefretinden Atatürk'e lanet okuyan aşırı uçları bir tarafa bırakırsak Atatürk'ü anladığını sanan, her vesileyle onu çok sevdiğini söyleyen ve kendilerini Atatürkçü olarak lanse eden birkısım zevata gelince bunlar da evlere şenlik durumda. Çünkü bunlardaki Atatürk sevgisini ben büst Atatürkçülüğüne benzetiyorum. İşleri güçleri nerede Atatürk'ün büstü var, nerede yok, nereden kaldırıldı, kaldırılan büstler nerede, ne şekilde muhafaza ediliyor araştırması yapmak. Bir cadde açılsa, bir havaalanı yapılsa, bir okul bina edilse oraya niçin Atatürk'ün ismi verilmedi. Her geçen gün Atatürk unutturulmaya çalışılıyor derler. Milli bayramları iple çekerler. Acaba hangi il, ilçe ve beldede milli bayram gününde kutlandı, kutlarken Atatürk'ün ismi zikredildi mi, törenler sönük mü geçti, çelenk töreninde nizami davranıldı mı hesabı yaparlar. Cuma ve bayram hutbelerinde niçin Atatürk'e yer verilmez derler.

Atatürk'ü çok sevdiğini söyleyen bu zevat gerçekten seviyor mu? İşte bunda bir tereddüt yaşıyorum. Seviyorlarsa da sevgileri onun anlaşılmasını sağlamaktan ziyade şekil Atatürkçülüğü veya kaporta Atatürkçülüğü sanki. Çünkü sevgileri büstle sınırlı sanki! Belki de Atatürk'ün yeterince anlaşılamamasında hatta nefret edenler ordusunun artmasında büst Atatürkçülüğü yapanların payı büyük diye düşünüyorum. Zira bu tipler kendi fikirlerine uymayan her tavrı Laiklik veya Atatürkçülüğe aykırı olarak gösterdiler hep. Aslında birçoğunun yaptığı Atatürk'ün yolundan gitmekten ziyade Atatürk'ü kendi emellerine alet ettiler. Bunun için hep Atatürk'ün arkasına saklandılar.

Sonuç, anlaşılamayan veya anlaşılması istenmeyen bir Atatürk var karşımızda.