8 Aralık 2018 Cumartesi

Bu Kur'an Nasıl Bir Kitap Böyle!


Erkeklerin çoğu özellikle eskiler askerlik anılarını anlata anlata bitiremezler. Benim kayda değer bir anım yok. Olanı da pek anlatmam. Başımdan geçen ilginç bir hatıratım var ki paylaşmak istiyorum.

93 yılında Burdur’da askerim. Botları ve asker elbisesini giyerek asker oldum. Niyetim “Mantığın bittiği yerde askerlik başlar” şeklinde ifade edilen kışla yasaklarından bahsetmek değil. Son yıllarda askerlik yapmak ne kadar kolaylaşsa da bazı yasaklar kalksa da askerlikteki yasaklar hac ve umredeki ihram yasaklarına benzer. Normal hayattaki serbestlik burada yasaktır. İhram yasakları bizim için Allah’ın koyduğu birer sınav. Askeriyenin yasaklarında ise çoğu zaman mantık aranmaz. “Namazdan önce askerlik gelir, gerekirse namaz geriye bırakılır… arazide namaz kılmayalım. Çavuşlar söyleyin bunlara burada namaz kılmasınlar…” şeklinde garip uygulamalara şahit oldum. Yine yemek duası yaparken bir askerin “Tanrımıza hamd olsun” yerine “Allah’ımıza hamd olsun” demesi üzerine bir üst rütbelinin duayı yenileterek ardından “Arkadaşlar içimizde Hristiyan olanlar da var, bunu yapmayalım” şeklinde bir açıklama yapması olaylara ne kadar basit yaklaştığının bir göstergesiydi bana göre. Sanki Hristiyan’ın Allah’ı başkaymış gibi!

Askerlik anılarına değinmeyeceğim demiş olmama rağmen konu askerlik olunca ister istemez giriyorsun gördüğünüz gibi. Neyse biz gelelim esas anımıza.

Askerlik sürem boyunca fırsat buldukça mescitte Kur’an okurdum. Cebimde de küçük Kur’an’ı hiç eksik etmedim. Mescit içinde veya dışında uygun zaman buldukça okudum. Hatta bu vesileyle yıllardır tekrarlamadığım hıfzımı askerde sağlamış oldum. Koğuşumda Afyonlu bir asker vardı. Sivil hayatta esnaflık yapıyormuş. Beni camide Kur’an okurken gören bu Afyonlu arkadaş bana bir gün “Kur’an okumayı bilmiyorum. Bana yardımcı olur musun” dedi. Olur dedim. Günlük fırsat buldukça elif-ba cüzünü okuduk birlikte. Kabiliyetli bir arkadaştı. Kısa zamanda Kur’an’a geçti. Bir ara bugün-yarın derken birkaç gün Kur’an okuyamadık birlikte. Daha doğrusu kendisini dinleyemedim. “Hocam kaç gündür bir türlü okuyamadık” şeklinde serzenişte bulundu. En üst katta koğuş nöbetçisiyim. İstersen oraya gel dedim. “Olur” dedi. Bir sayfa kadar o okudu, ben dinledim. Zaman zaman yanlışlarını düzelttim. Ardından arkadaş yatmaya gitti, ben ise nöbetime devam ettim.

Nöbet bitimi bir alt katta tıpkı benim gibi koğuş nöbetçisi olan aynı koğuştaki asker arkadaşım yanıma geldi. “Olmaz böyle şey, sizin yerinize benim adımı aldı komutan” dedi. Hayırdır ne ismi, ne oldu dedim. Başladı anlatmaya: “Siz yukarıda Kur’an okurken ben de lavaboda çoraplarımı yıkıyordum. Sesiniz de aşağıya kadar geliyordu. (Biz ne kadar kısık kısık okusak da betonarme bina yankı yapmış demek ki)  Giriş katın kapısında üst teğmen yanındaki çavuşa ‘Yukarıda Kur’an okuyanlar var. Git onların isimlerini al gel” dedi. Ben bunu duydum. Az sonra çavuş benim yanıma geldi. İsmimi sordu. Niye alıyorsun dedim. Komutan istedi dedi. İyi de ben bir şey yapmadım. Üstelik komutanın dediğini ben buradan duydum. Komutan yukarıdaki Kur’an okuyanların adını al-gel dedi. Sen benim adımı alıyorsun dedim. Çavuş, ‘Hayır senin adını istedi’ dedi. Baktım ikna olmayacak. İsmimi vermek zorunda kaldım, bu ne iş” dedi. Asker arkadaşım anlattı, ben ise güldüm bu duruma. Hem güldüm, hem de düşündüm. Çavuşa yanlış isim aldırtan vardı mutlaka! Kur’an bizi ele vermedi dedim.

Benim için vazgeçilmez askerlik anım bu işte. Sizinle paylaşmak istedim. Gerçekten bu Kur’an nasıl bir kitap böyle, be dostlar!


Belediye Başkanı Olanlara Açık Mektup ***


Sayın belediye başkanım! Halkın teveccühünü kazanarak eskilerin tabiriyle şehrimizin şehrul-emini, yani şehrin en güvenilir kişisi yani belediye başkanı seçildin. Öncelikle tebrik ediyorum. Bir beş yıl boyunca ifa edeceğin görev, sana emanet olarak verilmiştir. Zor bir göreve talip oldun biliyorum. Ama bu göreve silah zoruyla getirilmedin. Sen istedin, halk seçti. Talip olduğuna göre ne yapacağını bildiğini sanıyorum. Yine de ben bir seçmen olarak neler yapman gerektiğini burada hatırlatmak istiyorum. Maksadım yapacağın belediye hizmetlerini saymak değil. Zaten bunlar kanunda yazılı. Ben belediye başkanlığın süresince nasıl davranman gerektiğinin bir kısmını madde madde burada sıralamak istiyorum:

1. Bil ki bulunmaz Hint kumaşı değilsin. Sen tercih edenler arasında yarışı önde tamamlayan birisin. Oturduğun koltuğa başka layık olanlar da var diye düşün. Asla kibirlenme. Gücünü koltuktan değil, koltuğa güç veresin ve değer katasın.
2. Tasarruflarında daima şeffaf ol, yaptıkların izah edilebilir olsun. Unutma ki anlatamadığın doğru, doğru değildir.
3. Harcamalarda kamu malını yetim malı bil. Gelirleri yandaşlarına peşkeş çekme. Parayı harcanacak en uygun yere ve kişiye harca. İhalelerde ahbap-çavuş ilişkisine girme. Harcarken yoğurdu üfleyerek ye. Devletin malını deniz görüp har vurup harman savurma.
4. Yardımcıların başta olmak üzere ekibini en uygun kişilerden seç. Alt birimlere eleman alımında ehliyet ve liyakati esas al. Bu konuda ve ihalelerde partinle arana mesafe koy. Alacağın kişi, fikrine ve zikrine düşman olduğun biri bile olsa ehil ise onu baş tacı yap.
5. Çalışma ofisin ve makamın, velinimetin olan halka daima açık olsun. Onlarla arana duvar örme. Halk, istediği zaman sana ulaşabilsin. Onları dinle. Sürekli protokol takılma. Üstüne gösterdiğin azami gayret ve saygının aynısını altına da göster. Bil ki seni üstün veya protokol seçmiyor. Yediğin kaba pisleme. 
6. Bir işe kalkışmadan önce o işi ölç, biç, bin düşün, bir defa yap. Yaptıkların birbirini nakzedecek şekilde yap-boz tahtasına dönmesin. Günü kurtaracak, vaziyeti idare edecek iş yerine seni hayırla yâd edecek evladiyelik işler yap. Şehrine kalıcı eserler bırak. Hatta halkın önceliği nedir anlamında sık sık seçmeninin önüne sandık koy. Halka rağmen bir iş yapma.
7. İşe koyulduğunda enkaz devraldım edebiyatı yapma. Senden önceki başkanı kötüleme. İş ve yatırım yapacağın zaman ayağını yorganına göre uzat. Kendinden sonraki halefine borçlu bir belediye bırakma. Borç bırakacaksan anlaşılabilir olsun. Mümkünse borcunu döneminle sınırlı tut.
8. Sana oy versin veya vermesin seçmenine eşit ve adil davran. Yatırımlarda hakkaniyeti gözet. Birilerine para kazandırma. Kazanacaksa halkın, şehrin ve devletin kazansın. Partili rozetini seçildiğin gün masanın gözüne koy.
9. Yaptığın her işte kendi adın belediyenin önüne geçmesin. Afiş bastırarak şehrin meydanlarında adının reklamını yapma. Yapacaksan belediyenin reklamını yap. Yaptıklarından dolayı herkes sana teşekkür etmek için sıraya girmesin. İcraatın kabul gördüğü için sen onlara teşekkür et.
10. İşinde, yaptıklarında, davranışlarında samimi ve dürüst ol. Belediyenin nimetlerinden faydalanacak en son kişi sen ol.
11. Sana sunulan imkanları hor kullanma. Makam aracını yerinde ve zamanında kullan. Zaman zaman uhdende olan toplu ulaşım araçlarına bin, halkın içine gir. Gerekirse ayakta yolculuk yap. Bu, tevazuunu gösterir. Aynı zamanda yerinden denetimdir bunun adı.
12. Belediye çalışanlarını toplu ulaşım araçlarından ücretsiz faydalandırma. Unutma ki onlar belediye çalışanın olarak meccanen iş yapmıyorlar. Yaptıkları hizmetin karşılığı olarak maaşlarını alıyorlar. Belediye dışında çalışanlar nasıl ki ücret ödüyorlarsa senin işçin ve memurun da bu hizmetten parasını ödeyerek faydalansın. Belediyede görev yapan üst yöneticilerine makam aracı tahsisi yaparken dikkatli ol. Bu kişiler makam aracını sadece iş gereği kullanabilsin. Emrine şoför vererek tıpkı sana yapıldığı gibi evinden alıp evine teslim işi yapılmasın. Diğer vatandaş gibi ya özel aracıyla veya toplu taşıma araçlarıyla işine gelip gitsin. Yani belediye halkın içinde olsun, halktan biri olsun.
13. Belediye olarak yaptığın işlerde kar amacı gütme. Aynı zamanda oportünist davranarak bazı şeyleri bedava yapma. Hizmet gereği yapılan işlerden mutlaka belli bir ücret al. Bu ücret en azından maliyetleri karşılayacak şekilde olsun. Hiçbir işi bedava yapma. Yaptığın hizmetin karşılığını mutlaka al.
14. Belediye olarak yapacağın iş çeşitlidir. Hepsini yapacaksın ama ben her şeyim, istediğim her şeyi kılıfına uydurur yaparım diyerek her şeye burnunu sokma. Mesela okulların ve özel kurs merkezlerinin yapmakta olduğu etüt veya kurs işlerine girme. Değişik adlar altında adına proje diyerek halka, çocuklara hediye dağıtmaya kalkma, değişik kurum ve kuruluşlara sponsor olma. Ramazanlarda TV kiralayarak, sanatçı getirerek belediyenin parasını birilerine verme. 30 ramazan mahalle mahalle gezip iftar programları düzenleme. Bırak bunları kim yaparsa yapsın. Bunlar senin vazifen değil. Sen bir STK değilsin, dini bir cemaat hiç değilsin. Sen ilk önce borçlarını ödemeye bak.
15. Ara ara halkın arasına gir, koltuğa yapışıp kalma. Halkı sadece seçimden seçime ziyaret etme yolunu bırak.
16. Baktın ki başkanlığında kendini tekrarlamaya başladın, heyecanını kaybettin. Orada tutunmak için çabalama. İşi tadında bırak. Diğer seçimlerde tekrar tekrar aday olma yoluna girme. Bırak bir başkası geçsin. Cesedin illaki belediyeden kalkmasın. Gönül rahatlığı içerisinde koltuğu bir başkasına tadında bırak. 

***02/05/2019 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Kadının Beyanı Meselesi ve Şiddet (3)


Ayette geçen “fadribû” fiiline evden çıkarma veya evi terk etme anlamı vermem bazılarınca zorlama bulunabilir. Bana göre zorlama falan değil. Bazıları da ayette geçen bu fiili dövme anlamında kabul etmekle beraber “Araplar olur olmaz eşlerini ilk etapta döverlerdi. Bu ayetle birlikte Allah dövmeyi, nasihat ve yatakları ayırmanın ardından üçüncü aşamaya kaydırmış veya ötelemiştir” açıklaması yapmaktadırlar. Bu açıklama da yabana atılır bir açıklama değil.

Gelin “fadribû” fiilini bir de müfessirlerin çoğunun anladığı şekilde dövme olarak ele alalım. Diyelim ki Allah burada açıkça dövmeden bahsetmiştir. Şayet bu şekilde mana verirsek bile ayeti anlamamız yine zor olmayacaktır. Çünkü iki ayeti bir anlam bütünlüğü içerisinde ele alırsak Allah’ın bu iki ayetle evlilik müessesesinin devamını sağlamak için alternatif yollar önerdiğini anlamamız zor olmayacaktır. Sanki Allah “Kullarım! Evlilik müessesini bozmadan önce sorunlarınızı aranızda çözmek için önce nasihat yolunu seçin. Olmadı mı? Ayrı yatın: Aynı evde iki yabancı gibi olun. Bu çözüm olmazsa gerekirse dövün, dövüşün. Ama evliliği mutlaka devam ettirin. Şayet bu da çözüm olmaz ise üçüncü şahıslar diyebileceğimiz aile büyüklerini hakem tayin edin, aranızdaki sorunu düzeltmeye çalışsınlar. Bu da olmazsa ‘Allah’ın hoşlanmadığı boşanma yolunu’ seçin” demek istiyor. (Tabi neyi kastettiğini Allah bilir.) 

Yazımı uzattım biliyorum. Ama şunları da ilave etmeden geçemeyeceğim. Dayağı savunan biri değilim. Sonra dayak için illaki onay verilmesi veya emredilmesi gerekmiyor. Allah her şeyi yapın ama asla dövmeyin deseydi bu Müslüman toplumda aile ilişkilerinde dayak yasak deyip şiddet olmayacak mıydı? Yasak olmasına rağmen dayak maalesef yine olacaktı. Dün, bugün ve yarın eşine şiddet uygulayanlar da Allah emretti veya ruhsat verdi. Bu yüzden eşimi dövüyorum” diye eşine şiddet uygulamıyor. Beğensek de beğenmesek de şiddet insanın olduğu yerde maalesef var. Bir başka husus anne ve babalarımız veya dede ve ninelerimiz arasında hiç şiddet olmamış mıdır? Bence olmuştur, hem de fazlasıyla. Ama hiçbir anne veya ninemiz eşim bana şiddet uyguladı diye kocasına tedbir aldırma yoluna gitmedi ve aleme ilan etmedi. Belki küs durdular, belki küs gittiler, içlerine attılar ama evliliklerini devam ettirdiler. Her biri alıp başını gitseydi, mahkemeye başvursaydı bugün için parçalanmamış aile kalmazdı. Dünün kavgayla başlayan evlilikleri mutlu bir şekilde devam etmiş ve geçmişte yaptıkları hatayla “Keşke elim kalkmasaydı” diyerek yüzleşilmektedir. Yazımdan şiddeti savunduğum anlamı çıkmasın. İstediğim bir durum tespitidir.

Gönül ister ki evliliklerde asla şiddet olmasın, evlilikler başladığı gibi mutlu sürsün. Sorunlar iletişim yoluyla çözülsün, kimsenin kimseye eli kalkmasın. Temennileri uzatabiliriz. Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim: Allah hiçbir çocuğa parçalanmış aile nasip etmesin. Belki de en zoru bu. Bu işlere biraz da arada kaynayıp giden çocuklarımızın gözüyle bakalım derim.

Ezcümle Nisa 34.ayetini dayak ayeti olarak değil de ailenin korunması için tüm çabanın gösterilmesi olarak ele alalım istiyorum. Kimse kusura bakmasın ama bu ayeti salt dayak ayeti olarak ele alan ve bu şekilde anlamak isteyen kimseleri ben, parmakla hedef gösterilen yere değil de parmağa bakmaya benzetiyorum. Çünkü amaç parmak değil, parmağın gösterdiği yere bakabilmektir.

Kadının Beyanı Meselesi ve Şiddet (2)


Bu konuda konunun bir başka yönüne işaret etmek istiyorum. Aileyi korumak için çıkarılan bu Kanun, hazırında ailenin temeline dinamit koyuyor. Birçok kadın dernekleri bu Kanuna dayanarak yangına körükle gidiyor. Zamana yayarak aile içinde çözülmesi gereken bir sorun savcılığa suç duyurusunda bulunmak suretiyle ailevi bir mesele umuma mal oluyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Akıl veren verene. Çoğu zaman inisiyatif ailenin elinden çıkıyor. Kocayı uzaklaştırma anlamında verilen tedbir kararı daha büyük kavgalara, ailelerin parçalanmasına, hatta yaralama ve öldürmeye kadar gidebiliyor. Bu konuda önerim, taraflar ilk önce kol kırılır, yen içerisinde kalır babından Nisa süresinin 34 ve 35.ayetlerini uygulamalarıdır. “…(Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür. Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da onları uzlaştırır. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdardır.(Diyanet meali)

Nisa 34 ve 35. ayetlerde Allah ailenin devamı için dört tane yol gösteriyor. Bunlar: 1-öğüt vermek, 2-yatakları ayırmak, 3-dövmek(evi terk etmek), 4-kadın ve erkek tarafından arayı düzeltmesi için sözü dinlenir birer hakem tayin edilmesidir. Benim bu ayetten anladığım iş boşanmaya gitmeden önce iç hukuk yollarının tüketilmesi gerekmektedir. Birbirinin devamı olan bu iki ayet, aileyi bir arada tutmak için adeta dokuz doğuruyor. Bu ayetleri burada zikredince bazılarımız biz şiddeti reddederken, şiddete nasıl çözüm yolu buluruz derken ayetin üçüncü seçeneğinde dövmeye işaret ediliyor. Yağmurdan kaçarken doluya tutulduk diyebilir. Böyle düşünenlerin sayısı da az değil. Hatta bu ayeti çoğu Müslüman yumuşak karnımız olarak görür, kolay kolay bu ayeti dillendirmemek için çırpınır. Maalesef bu ayet başta Müslümanlar olmak üzere çoğu insanımız tarafından hakkıyla anlaşılamamıştır. Çünkü ayetleri bir bütün olarak ele almaktan ziyade “ dövme” anlamı verdiğimiz “fadribû” ile ifade edilen kelimede takılıp kalıyoruz. Ondan sonra “Efendim! Hafifçe vurmak lazım, Peygamberimiz eşine bir fiske bile vurmamıştır…“ şeklinde tevil yapacağız diye uğraşıp duruyoruz. Ayette geçen “fadribû” fiilini dövme yerine “evi terk etme veya evden çıkarma” anlamında kullansak dediğimiz zaman “Efendim! Tefsircilerin ekserisi bu fiile geçmişten günümüze hep dövme manası vermişlerdir. Ayette dövmeden bahsedilmektedir. Siz eski müfessirlerden daha iyi mi anlıyorsunuz? Onlar sizin düşündüğünüzü düşünememişler mi? Sizin bu verdiğiniz anlam birilerine şirin görünmek ve ayetin içini boşaltmak anlamına gelir” şeklinde bir eleştiriye muhatap oluyorsunuz.

Niyetim ayete istediğim anlamı vermek falan değil. Ayetin siyak ve sibakını göz önünde bulundurursak yatakları ayırmanın ardından evi terk etme, evden çıkarma anlamı ayet bütünlüğüne uygun gelmektedir. Aslında bu tercih ettiğim anlam çoğu kimse tarafından tasvip edilmese de Anadolu kadınlarının çoğu, bilmeden 34.ayetteki üçüncü tasarrufu eşiyle bir sorun yaşadığı zaman annesinin evine küs gitme şeklinde uygulamaktadır. Yani evi terk ediyor. Kadın bir müddet baba ocağında küs durduktan sonra ya kocası gider; eşinin gönlünü alır, evine getirir ya kadın kendisi gelir veya kadının anne veya babası tekrar geri gönderir/getirir ya da aile büyükleri araya girerek kadının terk ettiği evine geri dönmesi sağlanır. Aile büyüklerinin araya girmesi de 35.ayette iki taraftan birer hakem gönderilmesine uygundur.




Kadının Beyanı Meselesi ve Şiddet (1)


Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nın “Delil olmaksızın kadının beyanı esastır” sözü üzerine kıyamet koptu. Hurra hep beraber Aile Bakanını topa tutmaya başladık. Halbuki Bakanın söylediği 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve kadına Dair Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun 8. maddesinin 2. ve 3. fıkralarına dayanıyor. Kanunu eleştirebilir, yerden yere vurabiliriz. Ama Bakanın üzerine giderken insaflı olmakta fayda var. Zira Bakan, Kanun maddesine atıf yapmıştır.

Önce ilgili Kanun maddesine bir bakalım:
MADDE 8 – (2) Tedbir kararı ilk defasında en çok altı ay için verilebilir. Ancak şiddet veya şiddet uygulanma tehlikesinin devam edeceğinin anlaşıldığı hâllerde, resen, korunan kişinin ya da Bakanlık veya kolluk görevlilerinin talebi üzerine tedbirlerin süresinin veya şeklinin değiştirilmesine, bu tedbirlerin kaldırılmasına veya aynen devam etmesine karar verilebilir.
(3) Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı, geciktirilmeksizin verilir. Bu kararın verilmesi, bu Kanunun amacını gerçekleştirmeyi tehlikeye sokabilecek şekilde geciktirilemez.

Diğer maddelerine bir göz attığımızda Kanun’un, baştan sona aileyi ve kadını korumaya yönelik olarak iyi niyetle hazırlandığı görülecektir. Çünkü mevzubahis edilen toplumun en küçük temel taşı olan ailedir. Elbette korunmalıdır. Pekiyi bu Kanun çıktı çıkalı aile korunup kadına şiddet önlenmiş midir? Aile bir arada tutulmuş mudur? Eldeki verilere göre boşanan ve parçalanan aile sayısı daha da artmış ve kadın sürekli şiddete maruz kalmaktadır. 

TV'lerde her ne kadar sadece kadına şiddet ön plana çıkarılsa da bu ülkede kadınlar kadar olmasa da erkekler de şiddet görmektedir. Bakmayın erkeğe şiddetin haber konusu edilmediğine. Bu ülkede hangi bir erkek "Ben eşimden dayak yedim, beni koruyun" diye polise, mahkemeye şikâyet dilekçesi verebilir? İkinci evliliğini yapan, tanıdığım bir erkek bir gün beni aradı. Bir görüşelim dedi. Yanına gittim. Eve gidemiyorum, nasıl gideceğim dedi. Sebebini sorduğumda "Eşinin kendisini dövdüğünü, bunun üzerine ne olur ne olmaz, ileride elinde bir belge olsun düşüncesiyle hastaneye gider, üç gün darp raporu alır. İfadeye gelmesi için eve polis gelince evde çıngar çıkar. Niyetinin şikâyet olmadığını ve kendisini dışarıya attığını" söyledi. Kendisine şikâyetçi olmamasını söyledim. Türkiye'de kadın dayağı pek ayyuka çıkmasa da maalesef tek tük de olsa oluyor.

O zaman adını koyalım bu işin. Bu ülkede şiddet genlerimize işlemiş. Sorunlarımızı dayakla çözme yoluna gidiyoruz. Kimin gücü kime yetiyorsa hıncımızı şiddet yoluyla alıyoruz. Erkek güçlüyse hanımını, hanımı güçlüyse kocasını dövüyor.

Şiddet olaylarını önlemek için 6284 Sayılı Kanun'da olduğu gibi kanunlara ihtiyaç duyuluyorsa keşke bu Kanunun adı "Ailenin Korunması ve Aile Fertlerine Dair Şiddetin Önlenmesine Dair" olsaydı daha iyi olurdu. İçerikte sadece kadının beyanı yerine "Delil ve belge olmaksızın kişilerin veya aile fertlerinin beyanı esastır" cümlesine yer verilseydi bugün bu Kanun o kadar tepki çekmezdi. Çünkü bu Kanun bugün aileyi koruyacağı yerde Demokles'in kılıcı gibi aileler üzerinde tehlike saçıyor. Eğer bu iş kanunla olacaksa kadının beyanı kadar erkeğin de beyanı esas olmalı. Kısaca "Kişilerin beyanı esastır" diyelim. Aynı yastığa baş koyan kadın olsun, erkek olsun eşine iftira attığı ortaya çıkarsa cezalandırılma yoluna gidilsin.



7 Aralık 2018 Cuma

Kişilere Dayalı Hayat Tarzımız

Doğu toplumlarında kişiler olmazsa olmazımızdır. Bu yüzden kişiler vazgeçilmez olarak köşe başlarını tutmuştur. Öyle bir hava estirilir ki o kurumun, bu camianın, şu siyasetin başında o olmazsa işler yürümez. İşte bundan dolayıdır ki köşe başlarını tutan ve yerleşenler kolay kolay değişmez. 

Kişilere bağlı bu yönetim anlayışımız doğru mu? Maalesef doğru değil. Fakat realitemiz bu. Bizim her şeyimiz kişilere bağlı. Onlar olmazsa halimiz harap. Dediklerimin sağlamasını yapmak için hiç öteye gitmeye gerek yok. Binali Yıldırım'ı ele alalım. Binali Yıldırım AK Parti hükümetlerinin vazgeçilmez kişisidir. Kendisine hangi görev verilmişse işini en iyi şekilde yapan biridir. Aynı zamanda vefalıdır. Hesap yapan biri değil. Kendisine hangi görev tevdi edilmişse sadece işine yoğunlaşan bir hizmet adamıdır. Bu yüzden siyasete atıldığı günden itibaren uzun yıllar Ulaştırma Bakanlığı yaptı. İzmir Büyükşehir Belediyesine Belediye Başkan adayı oldu, seçilemedi. Ardından başbakan oldu. TBMM Başkanı seçildi. Protokolde iki numaralı koltuğu deruhte ederken üstelik bu makama daha yeni seçilmişken Binali Yıldırım'ın adı şimdi de İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı olarak geçmektedir. Yani Binali Yıldırım, nerede mücadele edilmesi gereken zorlu bir görev var? Orada. Tamam kendini ispatlamış bir siyasi. Fakat bir kitle partisi olan AK Parti, Binali yerine niçin başka bin Aliler yetiştirmez veya çıkarmaz? Varsa yoksa bir Ali var. Türkiye'nin en büyük partisi adam kıtlığı mı çekiyor? Her yere Binali Bey aday gösterilerek partiden yeni yüzlerin ortaya çıkmasının önüne geçiliyor diye düşünüyorum. Merak ediyorum Binali Bey'in başına bir şey gelse AK Parti ne yapacak? Halbuki şans verilse nice Bin Aliler vardır AK Parti'de. Güncel ve en güzel örnek olduğu için Binali Bey'i örnek verdim. 

Türkiye tarihi özellikle siyasi tarihi vazgeçmezlerle dolu. Ne Erdoğan'ın, ne Kılıçdaroğlu'nun, ne Bahçeli'nin yerini dolduracak kimse var. Zaten olmadığı için saydığım ve saymadığım kişiler hep partilerinin başında. Merak ediyorum Erdoğan'ın ve diğerlerinin başına bir şey gelse partilerini bölmeden partisini sırtlayacak ve liderini aratmayacak hangi partide potansiyel bir lider adayı var? Görebildiğim kadarıyla yok. Zaten ben varım diye sivrilen çıkarsa anasından doğduğuna pişman edilir. Bu yüzden lider çıkmaz. Daha doğrusu çıkamaz veya çıkarılmaz. Hatasıyla-sevabıyla mevcut liderlerin ölümü beklenir bizde. Zannedersem liderlerin istediği de vazgeçilmez olmaktır.

Bu ülkenin gelişmesi isteniyorsa her şeyden önce geleceğimize yön veren siyasi partiler, kişi siyaseti yapma yerine kurumsallaşmalarını sağlamaları gerekiyor. Kişi üzerine siyaset yapmaktan vazgeçmelidirler. Her partide potansiyel lider adayları olmalıdır ki partilerinin mutfağında usta-çırak ilişkisi çerçevesinde yetişmelidirler. Hepsinde gördüğüm benden sonra tufan anlayışı hakim maalesef. Zaten bundan dolayıdır ki lider ölünce bizde siyasi partilerin çoğu miadını dolduruyor. Çünkü ya parçalanıyor ya da parti küçülüyor. Tüm bu, kişilere dayalı kişi siyaseti gütmemizdendir.

Hasılı Doğu toplumu olmak zor iş vesselam!

6 Aralık 2018 Perşembe

Nihayet Belediye Başkan Adayı Oldum! *


2019 Mart'ında yapılacak mahalli seçimlere az bir zaman kala partilerin belediye başkanları peyderpey belli oluyor. Adaylığı belli olan belediye başkan adaylarının sevincine diyecek yok. Nasıl sevinmesinler ki? Partili rakiplerinin arasından tatlı bir rekabet sonucu adaylıkları kesinleşti. Bir de belediye başkanlığını kazanırlarsa keyiflerine diyecek olmaz.

Adaylığın belli olmuş gibi konuşuyorsun diyebilirsiniz. Kaldırın ayağınızı! Çünkü tam üstüne bastınız. Zira ben de belediye başkan adayı olarak ilan edildim. Bende de bir sevinç bir sevinç! Nasıl sevindiğimi anlatamam. Bu durumu ancak yaşayanlar bilir. 

Adaylığımdan kimsenin haberi yoktu. Daha doğrusu benim de. Çünkü herhangi bir partiye aday adaylığı müracaatım olmamıştı. Tek yaptığım belediye başkanı olmak için aday adaylığı müracaatı yapanların aday olarak isimlerinin açıklamalarını beklemeleri gibi adaylık müracaatım olmamasına rağmen bir yerden "Belediye başkanı adayımız sensin" diye bir açıklama beklentisiydi bendeki. Herkes gibi ben de beklemeye koyuldum sadece. Kimler yoktu ki adaylar arasında! O kadar kelli felli adaylar vardı ki onların yanında benim esemem bile okunmazdı. Her biri aday olarak isminin açıklanmasını bekliyordu. Ama ipi ben göğüsledim. Çünkü partim onları değil, beni seçmişti. Sensin bizim adayımız demişti.

İyi de sadece adaysınız. Belediye başkanı değilsiniz, daha seçimde rakiplerinle yarışacaksınız diyebilirsiniz. Tamam, doğru söylüyorsunuz. Ama hesaba katmadığınız bir durum var: Aday olduğum yer partimin kalesi. Yani şimdiden belediye başkanıyım anlayacağınız. 

Adaylığım açıklanır açıklanmaz birkaç kişi dışında hayırlı olsun diyen olmadı. İsabetli oldu diye bir telefon açan olmadı. Demek ki ne olur ne olmaz deyip ihtiyatlı davranıyordu herkes. Bir de beklentileri gerçekleşmeyince yani kendileri tercih edilmeyince beni hazmedemediler sanırım. Ya da belediye başkanlığı kime kaldı, şehrimiz bir beş yıl daha kaybetti dediler sanki. Siyasette olurdu böyle şeyler. Herkes yavaş yavaş alışacaktı zamanla. Duracak zaman değil deyip araziye çıktım hemen. Şoförüm kapıdaydı şimdiden. Şoför beni mevcut belediye başkanının başlattığı kaldırım hizmetlerini yerinde görmem için "Verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz" tabelasının olduğu yere götürdü. Mevcut başkan yani birkaç ay sonra sabık başkan olacak kişi damperli bir arabanın arkasından buraya dök, buraya diye bağırıyordu. Kamyon geri geri gelerek içindeki kumu kaldırımın içine boşalttı. Ardından silindir devreye girdi. Dökülen kumu kaldırımın içine bir güzel yaydı. Belediye başkanı şuraları iyice kapat, kırık yerler görünmesin diyordu gür sesiyle. Anlaşılan seçim öncesi hummalı bir çalışma vardı. Benim de ne yapacağım şimdiden belli olmuştu. Kaldırımları tepeden tırnağa yenileyecektim. Yani hiç anlamadığım inşaat işleri. Daha koltuğa oturmadan adaylık sürecinde işe koyulmuştum.

İyi de nereden aday oldun, onu söyle  bari derseniz inan nereden aday olduğumu ben de bilmiyorum. Çünkü hanım  geldi, kalk okula gecikeceksin dedi, beni uyandırdı. Rüyaymış meğer benim gördüğüm. 

Hasılı rüyada bile olsa biraz adaylık süreci yaşadım. Hanım kaldırmasaydı belki de az sonra o koltuğa oturacaktım. Sevincim kısa sürdü anlayacağınız. Rüyam devam eder mi diye tekrar uyumaya çalıştım. Çünkü güzel bir rüyaydı gördüğüm. Başkanlıktan eser yoktu hiç. Sonunda moralim bozuk bir şekilde giyinip okulun yolunu tuttum.

* 08/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.