8 Aralık 2018 Cumartesi

Kadının Beyanı Meselesi ve Şiddet (1)

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nın “Delil olmaksızın kadının beyanı esastır” sözü üzerine kıyamet koptu. Hurra hep beraber Aile Bakanını topa tutmaya başladık. Halbuki Bakanın söylediği 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve kadına Dair Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun 8. maddesinin 2. ve 3. fıkralarına dayanıyor. Kanunu eleştirebilir, yerden yere vurabiliriz. Ama Bakanın üzerine giderken insaflı olmakta fayda var. Zira Bakan, Kanun maddesine atıf yapmıştır.

Önce ilgili Kanun maddesine bir bakalım:
MADDE 8 – (2) Tedbir kararı ilk defasında en çok altı ay için verilebilir. Ancak şiddet veya şiddet uygulanma tehlikesinin devam edeceğinin anlaşıldığı hâllerde, resen, korunan kişinin ya da Bakanlık veya kolluk görevlilerinin talebi üzerine tedbirlerin süresinin veya şeklinin değiştirilmesine, bu tedbirlerin kaldırılmasına veya aynen devam etmesine karar verilebilir.
(3) Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı, geciktirilmeksizin verilir. Bu kararın verilmesi, bu Kanunun amacını gerçekleştirmeyi tehlikeye sokabilecek şekilde geciktirilemez.

Diğer maddelerine bir göz attığımızda Kanun’un, baştan sona aileyi ve kadını korumaya yönelik olarak iyi niyetle hazırlandığı görülecektir. Çünkü mevzubahis edilen toplumun en küçük temel taşı olan ailedir. Elbette korunmalıdır. Pekiyi bu Kanun çıktı çıkalı aile korunup kadına şiddet önlenmiş midir? Aile bir arada tutulmuş mudur? Eldeki verilere göre boşanan ve parçalanan aile sayısı daha da artmış ve kadın sürekli şiddete maruz kalmaktadır. 

TV'lerde her ne kadar sadece kadına şiddet ön plana çıkarılsa da bu ülkede kadınlar kadar olmasa da erkekler de şiddet görmektedir. Bakmayın erkeğe şiddetin haber konusu edilmediğine. Bu ülkede hangi bir erkek "Ben eşimden dayak yedim, beni koruyun" diye polise, mahkemeye şikâyet dilekçesi verebilir? İkinci evliliğini yapan, tanıdığım bir erkek bir gün beni aradı. Bir görüşelim dedi. Yanına gittim. Eve gidemiyorum, nasıl gideceğim dedi. Sebebini sorduğumda "Eşinin kendisini dövdüğünü, bunun üzerine ne olur ne olmaz, ileride elinde bir belge olsun düşüncesiyle hastaneye gider, üç gün darp raporu alır. İfadeye gelmesi için eve polis gelince evde çıngar çıkar. Niyetinin şikâyet olmadığını ve kendisini dışarıya attığını" söyledi. Kendisine şikâyetçi olmamasını söyledim. Türkiye'de kadın dayağı pek ayyuka çıkmasa da maalesef tek tük de olsa oluyor.

O zaman adını koyalım bu işin. Bu ülkede şiddet genlerimize işlemiş. Sorunlarımızı dayakla çözme yoluna gidiyoruz. Kimin gücü kime yetiyorsa hıncımızı şiddet yoluyla alıyoruz. Erkek güçlüyse hanımını, hanımı güçlüyse kocasını dövüyor.

Şiddet olaylarını önlemek için 6284 Sayılı Kanun'da olduğu gibi kanunlara ihtiyaç duyuluyorsa keşke bu Kanunun adı "Ailenin Korunması ve Aile Fertlerine Dair Şiddetin Önlenmesine Dair" olsaydı daha iyi olurdu. İçerikte sadece kadının beyanı yerine "Delil ve belge olmaksızın kişilerin veya aile fertlerinin beyanı esastır" cümlesine yer verilseydi bugün bu Kanun o kadar tepki çekmezdi. Çünkü bu Kanun bugün aileyi koruyacağı yerde Demokles'in kılıcı gibi aileler üzerinde tehlike saçıyor. Eğer bu iş kanunla olacaksa kadının beyanı kadar erkeğin de beyanı esas olmalı. Kısaca "Kişilerin beyanı esastır" diyelim. Aynı yastığa baş koyan kadın olsun, erkek olsun eşine iftira attığı ortaya çıkarsa cezalandırılma yoluna gidilsin.

7 Aralık 2018 Cuma

Kişilere Dayalı Hayat Tarzımız

Doğu toplumlarında kişiler olmazsa olmazımızdır. Bu yüzden kişiler vazgeçilmez olarak köşe başlarını tutmuştur. Öyle bir hava estirilir ki o kurumun, bu camianın, şu siyasetin başında o olmazsa işler yürümez. İşte bundan dolayıdır ki köşe başlarını tutan ve yerleşenler kolay kolay değişmez. 

Kişilere bağlı bu yönetim anlayışımız doğru mu? Maalesef doğru değil. Fakat realitemiz bu. Bizim her şeyimiz kişilere bağlı. Onlar olmazsa halimiz harap. Dediklerimin sağlamasını yapmak için hiç öteye gitmeye gerek yok. Binali Yıldırım'ı ele alalım. Binali Yıldırım AK Parti hükümetlerinin vazgeçilmez kişisidir. Kendisine hangi görev verilmişse işini en iyi şekilde yapan biridir. Aynı zamanda vefalıdır. Hesap yapan biri değil. Kendisine hangi görev tevdi edilmişse sadece işine yoğunlaşan bir hizmet adamıdır. Bu yüzden siyasete atıldığı günden itibaren uzun yıllar Ulaştırma Bakanlığı yaptı. İzmir Büyükşehir Belediyesine Belediye Başkan adayı oldu, seçilemedi. Ardından başbakan oldu. TBMM Başkanı seçildi. Protokolde iki numaralı koltuğu deruhte ederken üstelik bu makama daha yeni seçilmişken Binali Yıldırım'ın adı şimdi de İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı olarak geçmektedir. Yani Binali Yıldırım, nerede mücadele edilmesi gereken zorlu bir görev var? Orada. Tamam kendini ispatlamış bir siyasi. Fakat bir kitle partisi olan AK Parti, Binali yerine niçin başka bin Aliler yetiştirmez veya çıkarmaz? Varsa yoksa bir Ali var. Türkiye'nin en büyük partisi adam kıtlığı mı çekiyor? Her yere Binali Bey aday gösterilerek partiden yeni yüzlerin ortaya çıkmasının önüne geçiliyor diye düşünüyorum. Merak ediyorum Binali Bey'in başına bir şey gelse AK Parti ne yapacak? Halbuki şans verilse nice Bin Aliler vardır AK Parti'de. Güncel ve en güzel örnek olduğu için Binali Bey'i örnek verdim. 

Türkiye tarihi özellikle siyasi tarihi vazgeçmezlerle dolu. Ne Erdoğan'ın, ne Kılıçdaroğlu'nun, ne Bahçeli'nin yerini dolduracak kimse var. Zaten olmadığı için saydığım ve saymadığım kişiler hep partilerinin başında. Merak ediyorum Erdoğan'ın ve diğerlerinin başına bir şey gelse partilerini bölmeden partisini sırtlayacak ve liderini aratmayacak hangi partide potansiyel bir lider adayı var? Görebildiğim kadarıyla yok. Zaten ben varım diye sivrilen çıkarsa anasından doğduğuna pişman edilir. Bu yüzden lider çıkmaz. Daha doğrusu çıkamaz veya çıkarılmaz. Hatasıyla-sevabıyla mevcut liderlerin ölümü beklenir bizde. Zannedersem liderlerin istediği de vazgeçilmez olmaktır.

Bu ülkenin gelişmesi isteniyorsa her şeyden önce geleceğimize yön veren siyasi partiler, kişi siyaseti yapma yerine kurumsallaşmalarını sağlamaları gerekiyor. Kişi üzerine siyaset yapmaktan vazgeçmelidirler. Her partide potansiyel lider adayları olmalıdır ki partilerinin mutfağında usta-çırak ilişkisi çerçevesinde yetişmelidirler. Hepsinde gördüğüm benden sonra tufan anlayışı hakim maalesef. Zaten bundan dolayıdır ki lider ölünce bizde siyasi partilerin çoğu miadını dolduruyor. Çünkü ya parçalanıyor ya da parti küçülüyor. Tüm bu, kişilere dayalı kişi siyaseti gütmemizdendir.

Hasılı Doğu toplumu olmak zor iş vesselam!

6 Aralık 2018 Perşembe

Nihayet Belediye Başkan Adayı Oldum! *

2019 Mart'ında yapılacak mahalli seçimlere az bir zaman kala partilerin belediye başkanları peyderpey belli oluyor. Adaylığı belli olan belediye başkan adaylarının sevincine diyecek yok. Nasıl sevinmesinler ki? Partili rakiplerinin arasından tatlı bir rekabet sonucu adaylıkları kesinleşti. Bir de belediye başkanlığını kazanırlarsa keyiflerine diyecek olmaz.

Adaylığın belli olmuş gibi konuşuyorsun diyebilirsiniz. Kaldırın ayağınızı! Çünkü tam üstüne bastınız. Zira ben de belediye başkan adayı olarak ilan edildim. Bende de bir sevinç bir sevinç! Nasıl sevindiğimi anlatamam. Bu durumu ancak yaşayanlar bilir. 

Adaylığımdan kimsenin haberi yoktu. Daha doğrusu benim de. Çünkü herhangi bir partiye aday adaylığı müracaatım olmamıştı. Tek yaptığım belediye başkanı olmak için aday adaylığı müracaatı yapanların aday olarak isimlerinin açıklamalarını beklemeleri gibi adaylık müracaatım olmamasına rağmen bir yerden "Belediye başkanı adayımız sensin" diye bir açıklama beklentisiydi bendeki. Herkes gibi ben de beklemeye koyuldum sadece. Kimler yoktu ki adaylar arasında! O kadar kelli felli adaylar vardı ki onların yanında benim esemem bile okunmazdı. Her biri aday olarak isminin açıklanmasını bekliyordu. Ama ipi ben göğüsledim. Çünkü partim onları değil, beni seçmişti. Sensin bizim adayımız demişti.

İyi de sadece adaysınız. Belediye başkanı değilsiniz, daha seçimde rakiplerinle yarışacaksınız diyebilirsiniz. Tamam, doğru söylüyorsunuz. Ama hesaba katmadığınız bir durum var: Aday olduğum yer partimin kalesi. Yani şimdiden belediye başkanıyım anlayacağınız. 

Adaylığım açıklanır açıklanmaz birkaç kişi dışında hayırlı olsun diyen olmadı. İsabetli oldu diye bir telefon açan olmadı. Demek ki ne olur ne olmaz deyip ihtiyatlı davranıyordu herkes. Bir de beklentileri gerçekleşmeyince yani kendileri tercih edilmeyince beni hazmedemediler sanırım. Ya da belediye başkanlığı kime kaldı, şehrimiz bir beş yıl daha kaybetti dediler sanki. Siyasette olurdu böyle şeyler. Herkes yavaş yavaş alışacaktı zamanla. Duracak zaman değil deyip araziye çıktım hemen. Şoförüm kapıdaydı şimdiden. Şoför beni mevcut belediye başkanının başlattığı kaldırım hizmetlerini yerinde görmem için "Verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz" tabelasının olduğu yere götürdü. Mevcut başkan yani birkaç ay sonra sabık başkan olacak kişi damperli bir arabanın arkasından buraya dök, buraya diye bağırıyordu. Kamyon geri geri gelerek içindeki kumu kaldırımın içine boşalttı. Ardından silindir devreye girdi. Dökülen kumu kaldırımın içine bir güzel yaydı. Belediye başkanı şuraları iyice kapat, kırık yerler görünmesin diyordu gür sesiyle. Anlaşılan seçim öncesi hummalı bir çalışma vardı. Benim de ne yapacağım şimdiden belli olmuştu. Kaldırımları tepeden tırnağa yenileyecektim. Yani hiç anlamadığım inşaat işleri. Daha koltuğa oturmadan adaylık sürecinde işe koyulmuştum.

İyi de nereden aday oldun, onu söyle  bari derseniz inan nereden aday olduğumu ben de bilmiyorum. Çünkü hanım  geldi, kalk okula gecikeceksin dedi, beni uyandırdı. Rüyaymış meğer benim gördüğüm. 

Hasılı rüyada bile olsa biraz adaylık süreci yaşadım. Hanım kaldırmasaydı belki de az sonra o koltuğa oturacaktım. Sevincim kısa sürdü anlayacağınız. Rüyam devam eder mi diye tekrar uyumaya çalıştım. Çünkü güzel bir rüyaydı gördüğüm. Başkanlıktan eser yoktu hiç. Sonunda moralim bozuk bir şekilde giyinip okulun yolunu tuttum.

* 08/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

İkisi de Aynı Anne ve Babanın Çocuğu

Aynı anne ve babadan olma biri erkek, diğeri kız iki kardeşten birinin 7.ve 8. sınıfta, diğerinin 6.sınıfta olmak üzere bir yıl arayla derslerine girdim. 

Bu sene dersine girdiğim kız kardeşin soyadını görünce geçen sene mezun olan falan neyin olur dedim. "Benim mi? Ağabeyim" dedi. Belli etmedim ama şaşırdım doğrusu. Hafifçe gülümsedim. "İkisi de aynı anne ve babanın çocuğu. Biri Hanya ise diğeri Konya" dedim içimden.

Nasıl şaşırmazsın ki? Ağabeyi olan erkek kısa boylu olmasına rağmen sınıfın en arkasında oturan, derse defter-kitap getirmeyen, derste gözü olmayan, dersi nasıl kaynatırım hesabı yapan, tüm öğretmenlere illallah dedirten ve notları yüksek olmayan, kakalamaca sınıf geçirilip mezun edilen biri. Kız kardeş ise sınıfın en önünde oturan, dersi en güzel şekilde dinleyen ve yapan, sadece benim dersimde değil, tüm derslerde başarılı olan, hatta 6.sınıflar arasında yapılacak olan "Haydi Bil" yarışmasına aday adayı seçilen, verilen görevi en güzel şekilde yerine getiren, sorumluluk verildiğinde sorumluluktan kaçınmayan, derslerde pozitif enerji veren, hanım hanımcık biri. 

Küçük kız kardeşi görünce hep moral bozan, Allah anasına-babasına yardım etsin dediğim ağabeyi gözüm önüne gelir. Allah aileyi oğlanla üzerken bu kızla sevindirmiş diyorum. Taban tavana zıt bu iki farklı dünyanın insanını düşündükçe "Acaba bu iki kardeşten biri hastanede doğum esnasında değişmiş olabilir mi" diye düşünmedim değil. Ama mümkün değil. Biraz dikkatli bakınca başarı ve huy yönünden birbirine benzemese de hem fiziken, hem de renk yönünden birbirlerine çok benziyorlar. Bunlar kardeş dersin. 

Aynı ailenin birbirine benzemez taban tabana zıt bu iki kardeş bana beş parmağın beşi de bir olmaz sözünü hatırlattı. Nasıl ki beş parmağın beşi de bir olmuyorsa aynı anne babanın çocukları da bir olmuyormuş meğersem. Geleceği bilemem, oğlan ve kız ileride nasıl olurlar bilemem ama gidişat ve görüntü oğlan aileye çektirir, tıpkı bize çektirdiği gibi. Kız da hep yüz güldürür. 

Hayattan edindiğim tecrübeye dayanarak söylüyorum: Allah ailede biriyle üzüyorsa diğeriyle sevindiriyor. Tıpkı bu ailede olduğu gibi. Allah -kız olsun, erkek olsun- evladın hayırlısını versin, acılarını göstermesin. 

Üç Yıl *


Bundan tam üç yıl önce tarihinde hiç yazma tecrübem yok iken gazetemiz tarafından yapılan bir teklifle gazetemizde yazmaya başlamıştım. İlkyazım “Başlarken” başlığıyla 09 Aralık 2015 Çarşamba günü yayımlanmıştı. İlk önce haftada bir, derken sonra üçe, ardından dört gün yazmaya devam ettim.  Dün-bugün derken tamı tamına üç yılı dün itibariyle doldurdum. Gazetemizin 6.sayfasının gediklisi oldum.

Yazmaya ilk başlarken “Olur mu, yazabilir miyim” endişem vardı. Her geçen gün kendime güvenim geldi ve içimdeki o endişe yok oldu. İlk yazımda neyi yazacağım soruma kendim cevap vererek “Neyi dert ediniyorsam onu” demiştim.   Bugüne kadar toplam 424 yazım çıkmış gazetemizde. Gerçekten neyi dert edinmişsem kendi üslubumca yazdım. Şunu da yazsaydım, bir türlü yazamadım dediğim bir konu olmadı. Kınayanın veya kınayacak olanın kınamasına aldırmadım. Yazarken de kimseden bir beklentim olmadı. Şunu yazarsam fincancı katırlarını ürkütür, gazeteden veya camiamdan tepki çeker miyim endişesini hiç taşımadım. Bu konuda sahibinden, Yazı İşleri ve Genel Yayın Müdürüne kadar gazetemiz desteğini hiç esirgemedi benden.

Yazılarımı ilk önce kendi mütevazı sayfam olan “dilinkemigiyok.blogspot.com” adlı bloğumda yayımladım. Bloğumda şu ana kadar 2040 yazım olmuş. Buradan seçtiklerimi gazetemize gönderdim. Gazetede yazı çıkar çıkmaz sosyal medyada yazılarımı paylaştım. Hem kendime ait sayfam hem de gazetedeki köşem adı üzerinde mütevazı bir köşe benim için. İçimi dağarcığım muvacehesinde döktüğüm yerler oldu benim için.

Okunan biri miyim? Açıkçası kendi bloğumun dışında ne kadar okunduğumu bilmiyorum.  Hoş okunsun diye yazmıyorum zaten. Zira kimse okumasa da içimi döküyorum buralara. Nasılsa niçin yazıyorsun? Yeter artık diyen yok. Yazımı okuyanlarla karşılaştığımda zaman zaman tasviplerini iletenler olmuyor değil. Tenkit ve eleştiri de almadım bugüne dek. Bu demektir ki ya okunmuyorum; çünkü ilgi çekmiyor. Ya okunuyorum; görüşlerim tasvip gördüğü için “Sükût ikrardandır” sadedinde tepki verilmiyor. Ya yazdıklarım tasvip görmüyor: Bu adam iflah olmaz biri, bir şey söylemeye gerek yok deniyor. Ya da hiç okunmuyorum, kendi yazdığımla kalıyor. Problem mi? Değil benim için. Yazmak en iyi dost çünkü! Tıpkı kitaplar en iyi arkadaş olduğu gibi.

Yazmak kim, ben kim? Ama en azından “Koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi olurum” parolasıyla çıktığım bu yolda gücüm yettikçe, nefesim elverdikçe, kelime dağarcığım yeterli oldukça, gazetemiz “Buraya kadar, haydi başka kapıya” demediği müddetçe inşallah yazmaya devam edeceğim. Kurtulamayacaksınız anlayacağınız.

Bundan önce olduğu gibi Allah yazdıklarımla amel etmeyi, hep doğruları yazmayı bana nasip etsin, birlik ve dirliğimizi bozmasın, dermansız dert vermesin. Yarınlarımız bugünden daha iyi olsun.

* 10/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Aralık 2018 Çarşamba

Alın Bu Çocuğu Eğitin, Ben Sizin Alnınızdan Öpeyim!

Öğretmenler odasında otururken Fen Bilimleri öğretmeni geldi yanımıza. Oturdu. Yüzünde bir tedirginlik vardı. Hoş-beşten sonra yavaş yavaş açıldı: "Nasıl eğiteceğiz? Bunlara her şeyi öğretsek ne olacak, eğitemiyoruz" dedi. Dertliydi belli ki! Yüzündeki tedirginlik de böylece anlaşılmış oldu. Hayırdır, ne oldu dedik.

“Derse girdiğim esnada en önde oturan öğrenci yediği yiyeceğin ambalajını yere atmış veya sıranın gözünden düşürmüş.  En önde olduğu için dikkatimi çekti. Düşürdün, al onu dedim. İçi boş dedi. O zaman al, çöpe atıver dedim. Hiç istifini bozmadı, almam der gibi oturmasına devam etti. O zaman yerden al, bana ver, ben atayım dedim. Çocuk yerden aldı, bana verdi. Ben de çöpe attım. İşin ilginci bu duruma 40 kişilik sınıftan hiç tepki gelmedi” dedi.

Bu olay 7.sınıfta meydana gelmiş. Dersin öğretmeni de öğretmenliğin hakkını fazlasıyla veren duyarlı ve sakin biri. Kendisiyle zaman zaman başka konuları mevzubahis eder ve kendisini daima takdir ederim. Kendisine bu olayın ardından hiç sinirlenmeden, kimseye bir şey demeden ve hiçbir şey olmamış gibi ders işlemeye devam ettin mi dedim. Evet, başka ne yapacaktım ki dedi.

Olay aynen bu şekilde cereyan etmiş. Bereket öğretmen "Sen yerden al, ben atayım" dediğinde çocuk "Ben alamam, kendin al dememiş." Lütfedip yere eğilmiş, gönülsüz de olsa alıp öğretmene vermiş.

Atan öğrenci büyük biri değil, daha çocuk! Bu çocuk, bu yaşlarda, bu sıralarda eğitilmeyecek de ne zaman eğitilecek? Ağaç yaşken eğilir atasözünü ağzımızdan düşürmeyen bizler daha bu yaşta bu çocuğu eğemiyorsak büyüyünce nasıl eğeriz? Sahi siz öğretmen olsaydınız bu durumda ne yapardınız? Bu çocuğa nasıl davranırdınız? Öğretmenimiz, öğrencisi adına alıp çöpe atmış ve güzel bir örnek olmuş. Daha başka ne yapabilirdi? Eğer siz bu çocuğu eğitebilirseniz sadece şapka çıkartır ve alnınızdan öperim.

Çocuk kimdir, nasıl biridir, nasıl bir ailenin çocuğudur bilmem. Belki de öğrenci derslerinde başarılı biridir. Çocuk ortamdan veya ailesinden etkilenmiş olabilir. Belki ailesi onu okula gönderirken "Sen hizmetli değilsin, o işi bir başkası yapacak. Sen sadece derslerine odaklanacaksın. Hizmetliler bizim vergilerimizle görev yapıyor. Eğer öğretmenin sana mıntıka temizliği yaptırırsa asla yapmayacaksın. Ben sana para vereceğim, sen kantinden alıp yiyeceksin ve yediğinin ambalajını olduğun yere atacaksın, hiç keyfinden ödün vermeyeceksin" dedi. Bu kısmı bilmiyoruz. Belki de ailesi çocuğunun bu yaptığını duyunca "Böyle bir şeyi nasıl yapar? Biz böyle yetiştirmedik" diye çocuğuna tepki gösterecek. Velinin bakışı nasıl olursa olsun orta yerdeki bu mevcut durum geleceğimiz adına esef verici bir durum maalesef.

Yediğini çöp kutusu yerine yere atan bu tip öğrenciler yanında yediğini çöpe atan, hatta başkasının attığını yerden alıp çöpe atan öğrencilerin sayısı da az değil. İşin mutfağında olan bizleri biraz teselli eden  de bu tür öğrencilerdir.

Asgari Ücretliye İnsanca Yaşayabileceği Bir Ücret Tespiti Yapılmalı! *

Beş işçi, beş işveren, beş de devlet temsilcisi olmak üzere toplam 15 kişiden oluşan Asgari Ücret Komisyonu 6 Aralık'ta ilk toplantısını yaptı. Belli aralıklarla bir araya gelecek olan komisyonun aralık ayının son haftasına kadar vereceği karar Resmi Gazetede yayımlandıktan sonra kesinlik kazanacak. Bu karar gereğince 7 milyon asgari ücretle çalışan işçi 2019 Ocağından itibaren yeni orandan zamlı maaşlarını alacak.

İki yılda bir toplanan Asgari Ücret Komisyonu, toplanmadan önce başta işçi kesimi olmak üzere birçok kesim tarafından büyük bir beklenti içerisine girilir. Acaba bu defa iyi bir ücret tespiti yapılır mı umudu taşınır. Bu yıl toplanacak komisyondan işçinin beklediği bir müjde çıkar mı? İşveren temsilcilerinin "Asgari ücret tespiti için bu yılın enflasyon rakamlarını değil de 2019 yılı yılsonu hedeflenen enflasyonunu hesaba katalım" tekliflerini yaptıklarını göz önüne alırsak bu Asgari Ücret Komisyonundan iyi bir ücretin çıkmayacağını anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Anladığım kadarıyla işçinin bir umut bu sene belki olur beklentisi bir başka bahara kalacak görünüyor. Çünkü işveren temsilcileri "Eylül ayından itibaren kalkan yüz liralık devlet desteği için şimdiden kendilerine yüz de beş bir yük getirdiğini" açıkladıklarına göre komisyonda işveren temsilcileri kılı kırk yaracak, işçiye nasıl vermeyiz hesabı yapacaklar. Görülen o ki yüzde yirmi-yirmi beşlerde dolaşan enflasyon oranı kadar bile  bir iyileştirme düşünmüyorlar.

İşveren temsilcilerinin açıklamalarına işçi temsilcileri de "Asgari ücret en az 2000, 2500, 2800 lira olmalı" açıklamaları yapıyorlar.

İşçi ne isterse istesin ipin ucu işveren temsilcilerinin elinde. Şimdi böyle, geçmişte de böyleydi. Bu komisyon dağılımıyla ve bu bakış açısıyla bu komisyondan işçiye insanca yaşayabileceği bir ücret maalesef çıkmayacak. Bence işçi temsilcileri bu ortamda hiç teklif telaffuz etmesin. Sadece yapacakları "2018'de bir işçinin aldığı net 1603 lira ile siz işverenler bir ay değil, bir hafta geçinebilirseniz biz sizden  bir kuruş zam istemeyeceğiz" demeleridir. 

Ben işveren falan değilim ama bir işveren olsaydım işçime insanca yaşayabileceği bir ücreti layık görürdüm. Daha doğrusu kendimi bir empatiye tabi tutar: "Ben işçime vereceğim bu zam veya maaş ile kendim bir ay geçinebilir miydim" derdim. Ortalama kiraların 1000 lira olduğu günümüzde 1603 lira alan bir işçi dört kişilik ailesini nasıl geçindirir, bir ay boyunca ne yer ne içer, ay sonunu nasıl getirir? Bu işçilere yüzde elli zam bile versek değişen ne olur? 

Devletiyle, milletiyle ve işvereniyle işçiye verirken oran hesabı yapmadan insanca yaşayabilecekleri bir rakamı telaffuz etmemiz lazım. Bugün bu ülkede üreten, üretirken sırtı terleyen, aldıklarından fazlasını katma değer olarak veren bu emekçilere vermeyip de kime vereceğiz? İşimizi, işyerimizi, makinemizi, yani geleceğimizi teslim ettiğimiz bu gariban kesime vermekten  niçin kaçınıyoruz? Unutmayalım ki çalıştırdığımız işçiyi memnun edersek bu işçi bize fazlasıyla kazandırır, malımıza mal katar. Aramızda toplumsal barışa katkı sağlamış oluruz.

Haydi işverenler! Şu kadar verirsek maliyetler şu kadar artar, enflasyon azar hesabını bir tarafa bırakın, elinizi vicdanınıza koyun, işçimize insanca yaşayabileceği bir ücret takdir edin.

*07/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.