1 Aralık 2018 Cumartesi

“Gizlilik denen bir şey var de mi?” ***


Cumartesi günü şehir içi toplu taşıma araçlarından dolmuştayım. Çarşıya doğru gidiyorum. Ben bindikten sonra oturaklar dolduğu gibi dolmuşun ortası da ayakta yolculuk yapan yolcularla doldu. Anlaşılan herkes benim gibi hafta sonu tatilini geçirmek için kendini çarşıya atmaya çalışıyor. 

Yolda binen bir hanımefendi ayakta yanıma tutundu. Benden genç olduğu için yer verme gereksinimi duymadım. Ne de olsa ihtiyar sınıfındanım. Kadın bir eliyle koltuklara tutunurken diğer eliyle telefona sarıldı. Başladı konuşmaya. Daha doğrusu konuşmaya, telefonun öbür ucundaki kişi ile konuşmaya çalışıyor. Nereden başladıysa “Annem nasılsın” dedi. Karşı taraftaki niye sordun, ne yapacaksın, ne istiyorsun demiş olmalı ki sordum dedi. Birkaç defa tekrarladı bunu. Sonradan konuştuklarından anladığıma göre telefondakinden birinin işyerini aramasını, bugün çalışıp çalışmadığını öğrenip kendisine dönmesini istiyordu. Kendisi arayamadığına göre sanırım karşı tarafla görüşemeyen biri. Görüşmek istediği pazartesi buradan ayrılacağından diğerlerinin haberi olmadan son kez görüşecekti. Anlaşılan bir araya gelmeleri ve görüşmeleri de yasak olmalı ki bulunduklarından kimsenin haberi olmaması için farklı duraklardan da binebileceğini söyledi durdu. 

Telefonun öbür ucundaki ses nereye gittiğini sormuş olmalı ki dolmuşta aşina olduğum kişi; çarşıda durmayacağını, Kozağaç tarafına geçebileceğini veya herhangi bir yer bulabileceğini söyledi. Sorunu nedir pek anlayamadım ama büyük ailevi sorunları olduğu, hatta sorunun aile dışına taştığı da belli. Çünkü konuştukça açılmaya başladı.

Nihayet benim yaşlarımda bir teyze “Bunların yeri burası değil, burada böyle konuşulmaz bu işler. Gizlilik denen bir şey var de mi? Kapat artık! Ayıp ayıp!” deyince bizimki hiç tepki vermeden telefonu kapattı.  Yanımda az daha dikildikten sonra boşalan bir koltuğa oturdu. Ardından ben dolmuştan indim. Kızımız nereye gittiğini ve ne yapacağını bilmeden gitmeye devam etti.

Zaman zaman toplu taşıma başta olmak üzere yolda, çarşıda, pazarda bu şekilde zorunlu konuşmalara kulak misafiri oluyorum. Böyle herkesin duyabileceği şekilde rahat rahat uzun uzun konuşup da pek huzurlu olanı görmedim. Kurban olduğum Allah'ım hiç huzurlu olanı görmeyecek miyim şu fani dünyada dedim içimden. Maalesef hiç sorunsuz insana rastlamadım. Hepsinin kafası bir yerlerde takılı. Sorunuyla yuvarlanıp gidiyor. Acaba mutluluğa kapı aralayacak bir ışık bulabilir miyim derdinde. Belki de çıtayı çok yüksek tuttuğumuz için aradığımız mutluluk ve huzuru bulamıyoruz. Allah kimseye dermansız dert vermesin.

Dert çok olunca veya normal bir meseleyi büyüttüğümüzden midir kimsenin haberi olmadan özelde yapmamız gereken konuşmaları toplu taşıma araçlarına da taşımaya devam ediyoruz. İyi ki görmüş geçirmiş teyzemiz “Burası yeri değil, gizlilik denen bir şey var de mi” dedi de dertli hanımefendi telefonu kapatıp kendi kabuğuna çekildi. Yoksa daha ne konuşacaktı kim bilir? Keşke toplu taşımalarda herkesin duyabileceği şekilde bu şekil konuşma yapanları uyaracak her araçta bu teyze gibi bir tane olsa dedim yine içimden. 

İnsan olup da sorunsuz bir hayat olur mu? Bu hayatı dikeniyle birlikte yaşamaya alışmak zorundayız. Merak ediyorum durumunu herkese duyuracak şekilde ulu orta faş edenlerin amacı ne olabilir ki? Ben çok dertliyim ve doluyum mesajı vermek istiyor, bana yardım edin demek istiyorsa kusura bakmasın dolmuşta kimse onun elinden tutmaz. Sadece gürültüsüyle insanları rahatsız etmiş olur. Amacı bu ise bunu fazlasıyla yerine getiriyor.  Eğer amacı cümle aleme derdini duyurmak ise dünya, küçük  bir dolmuştan ibaret değil, dolmuşlar dünyanın merkezi de değil. Pekala bu kişiler sesini duyurmak için sosyal medyayı kullanabilir. Bu vesileyle daha çok kişiye derdini ulaştırabilir. Hem bu yol ile de kimseyi rahatsız etmemiş olur.

En iyisi teyzenin dediği gibi derdini özelde halletmeye çalışırsa çok iyi olur. Çünkü özel hayat kalabalıkta masaya yatırılamaz. Keşke insanımız dertlenmeden önce derdini nasıl, nerede, ne şekilde çözebileceğinin yolunu bir güzel öğrenmiş olsa... Belki de işe buradan başlamamız gerekiyor.

*** 13/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




Bu Yazımı Cami Görevlileri de Okur Umuduyla! (2) *


Yıl 2012 veya 2013. Bir ramazan bayramı günü ailenin diğer efradı ile birlikte beldemde bayram namazından sonra bayram yemeği yiyeceğim. Sabah namazından sonra çıkarsam 75 km’lik mesafenin birçoğunu kat ederim, böylece bizi bekleyenleri de fazla bekletmem dedim. Çıktık çıkıyoruz derken bayram namazı vakti yaklaştı.

Yolcu yolunda gerek, namaza kadar epey yol alır, vaktin girdiği bir meskûn mahalde namazımızı kılarız diye düşündüm. Yol üzeri bir camiye girdik ben ve dört çocuğum. Cami imamı vaaz veriyor tüm camilerimizde olduğu gibi.  Dinlemeye koyulduk ailecek. Vakit geldi. Şimdi keser, az sonra keser derken sayın hocamız bir ramazan boyu içinde biriktirdiğini cemaate boşalttı. Benim derdim kasabama yetişmekti, onun derdi bir başkaymış.  “30 ramazan boyunca daha hızlı kılıyor diye buradaki camimizi çiğneyerek birçoğunuz daha uzaktaki camiye gitti. Arada kaç dakika oynadı? Olur mu böyle şey? Burada cami varken öteye gitmek yakışır mı” şeklinde cemaatini bir güzel fırçaladı güzel üslubuyla.

Hocamız hızını alamadı, coştukça coştu. Çünkü tam cemaatini, özellikle kendisinden kaçan mahallelisini bir arada bugün bulmuştu. O konuşuyor, ben ise durmadan kolumdaki saate bakıyorum. Şehrimiz için belirlenen bayram namazı vaktinden 15-20 dakika geçti. Maalesef bitirmedi. Sonra ne oldu derseniz baktım olmayacak: Az sonra nerede kaldınız, bekliyoruz telefonları ardı arkasına acı acı çalacaktı. Nihayet çocukluğumda babamın “Kılmadan çıkıp gelseydin” dediğini bu bayram namazında yaptım. Çocuklarıma bir el işareti yaparak bayram namazını kılmadan maalesef camiyi terk ettim. Kendimi bildim bileli terk ettiğim ilk bayram namazıydı belki de. (Umarım benden sonra o cami cemaati bayram namazını kılabilmiştir.)
*
Yazımda anlatmak istediğim maksadımı sanırım anlatabilmişimdir. Yazımı uzattım biliyorum. Hatta içinizden senin de bunlardan geri kalır tarafın yok dediğinizi de duyar gibiyim. Hani ben de yukarıda anlattığım iki anekdottaki biri müftü, diğeri imamdan geri kalır tarafım yok. Onlar kürsüye çıktığı ve mikrofonu aldıkları zaman nasıl ki uzatıyorlarsa ben de klavyenin başına oturunca sanki kendimi kürsüde sanıyorum. Yaz babam yaz! Onlar konuşuyor, ben ise yazıyorum. Aramızdaki fark bu! Ne de olsa ben de onlarla aynı familyadanım. Çekmez isem ölürdüm zaten. (Dua edin konuştuklarından hatırladıklarımın hepsini yazmadım. Oldu olacak bir de onları yazayım deseydim çekeceğiniz vardı.)

Şimdi gelelim sadede! Bu anlattığım iki olay şaz iki örnektir. Tüm din görevlilerini bağlamaz ve genele teşmil edilemez. Haklarını yemeyelim, içlerinde dakik olanları da çok!  Üstelik böyle örnekler de kalmadı.

Günümüzde böyle örnekler kalmasa da sağdan soldan, çalıştığım ortamdaki mesai arkadaşlarımdan cuma öncesi vaaz veren din görevlileriyle ilgili serzenişler duyuyorum. Çoğu insanımız günlük beş vakit namazını kılmasa da cuma günü soluğu camide alır. İçlerinde öğretmeni, işçisi, doktoru, esnafı, öğrencisi vs var. Çoğu da zamanla yarışıyor. Ya işini bırakıp camiye gelmiştir, ya da cumadan sonra işine yetişecektir.  İstedikleri, vaaz veren hatibin veya vaizin dış ezan biter bitmez namaza geçit vermesidir. Aslında görevli uzatsa uzatsa üç-beş dakika uzatıyor. Ama üç-beş dakika da olsa çoğu insanımız (Özellikle hastane ve okul bölgelerindeki cami cemaati) zamanla yarışıyor. Doktordur; hastasını muayene edecek, öğretmendir; dersine yetişecek. Yani herkesin kendine göre bir derdi var. Hocalarımızdan beklediğim ezanın bitmesi falan değil, ezan okunmaya başlar başlamaz sözlerini bağlamaları. Hep birlikte okunan ezanı görevli imam ve cemaatin birlikte huşu içerisinde dinlemeleridir. Hem ezan okunurken işi-gücü bırakıp ezan dinlenmeli diyen bizler değil miyiz? Tamam cemaat vaazı dinlemek için zamanında camiye gelmiyor. Namaz niyetiyle geldiklerinde üç-beş önemli cümle daha söyleyelim iyi niyetini taşıyor görevliler. Ama koyun can derdindeyken biz et derdinde olmazsak daha iyi olur. Unutmayalım ki marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir. (Sakın cami görevlilerimiz maça gidince iki saat orada bekliyorsunuz, ha camiden bir beş dakika geç çıkalım örneği vermeye falan kalkmasın! Bu tür örneklere de cemaat sapla-saman karıştırılıyor diye kızıyor, haberiniz olsun!)

Sonuç olarak cami ve din görevlileri hakkında yazmak zor. Üstelik cesaret ister. Çünkü işin ucunda yanlış anlaşılmak veya yanlış anlaşılmaya sebebiyet olmak da var. Bunun sonucunda topa tutulmak, tu kaka yapılmak da var. Siz buna cahil cesareti de diyebilirsiniz. Ama burada niyetim yapıcı bir eleştiridir. Bize hep İslam’ın hoşgörüsünden örnekler veren bu kardeşlerimizin engin hoşgörülerine sığındım yazarken.

Din kardeşim! Uzatmıyorsan hiç üzerine alma ve alınganlık gösterme. Sözüm meclisten dışarı. Ama ezandan sonra inatla hala konuşmaya devam ediyorsan işte sözüm sana. Yani sözüm meclisten içeri!

* 22/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Bu Yazımı Cami Görevlileri de Okur Umuduyla! (1) *

1976 veya 1977 yılları olsa gerek. İlkokul beşe geçtiğim veya bitirdiğim yılın güz aylarından bir cuma günüydü. Babam bir inşaatta amele olarak çalışıyor. Annem babam için azık hazırlamış, cumadan hemen sonra kendisine götürmemi istedi. Aman gecikme diye de sıkı sıkı tembihledi.

Elimde azık çıkınıyla birlikte yola çıktım. Cumayı nerede kılayım diye düşündüm. Kendi camimizde mi kılayım yoksa babamın çalıştığı yere yakın Büyük Camide mi? Ama Büyük Caminin cemaati camiden geç çıkardı. Çünkü caminin imamı Sarı Hoca namazı yavaş kıldırırdı. En iyisi namazı daha hızlı kıldıran mahallemiz imamı Esat Hoca'nın arkasında yani mahallemizde kılmalıydım. Çünkü inşaatta çalışan, bedenen efor sarf eden bir kişi kurt gibi acıkır, dört gözle öğle yemeğini bekler. Bekletmeye gelmezdi.

Aşağı mahalle adıyla bilinen mahallemiz camiine cuma kılmak için elimde azık çıkınıyla birlikte girdim. Tanımadığım biri vaaz veriyordu. Minberin önünde Esat Hoca yerine sarık ve cübbesini giymiş bir genç oturuyordu. Az sonra vaaz veren Çumra Müftüsü olduğunu tanıttı. Beldemize her zaman gelemediğini, bugün fırsat bulup geldiğini, gelirken de Çumra İHL son sınıfta okumakta olan bir genci hutbe okuyup namaz kıldırması, bir kişiyi de müezzinlik yapması için getirdiğini söyledi. Ardından çiftçilikle uğraşan kasabamızın şimdi ekin-harman ve ekim-dikim zamanı olmadığını, kimsenin işi gücü olmadığını, şimdi zamana bağlı kalmadan vaaz vermenin tam zamanı olduğunu, rahat olup bağdaş kurmamız ve kendisini dinlememiz gerektiğini ekledi. Kendisi de bir güzel bağdaş kurdu mihrabın önünde.

Cuma ezanı okundu. Ne kadar vakit geçti bilmiyorum. Müftü Bey bir güzel konuştu. Konuştukça konuştu. Bitirmedi bir türlü. Hocamız güzel konuşuyordu ama ben onu tam dinleyemiyordum. Çünkü aklım-fikrim babamdaydı. Ona azığını yetiştirmem gerekiyordu. Çıkıp gitsem mi acaba dedim. Ama daha cumayı kılamamıştım. Olmazdı. Haydi hocam! Ne olur, bitir şu konuşmayı! Herkesin işi olmayabilirdi ama benim işim vardı dedim içimden. Ne mümkün efendim! Konuştukça açıldı müftü bey! O zamanlar küçük bir çocuk olsam da müftü; içini, bildiklerini ve tüm birikimlerini camimize boşalttı desem yeridir. Tıpkı seyis hikayesinde papazın vaaz vermesi gibi. (Bu yazıda anlatılan hikayeyi okumak için https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2017/10/bu-dugunu-gormediyseniz-cok-sey-kacrdnz.html)

Vaaz ne zaman bitti, cumayı ne zaman kılabildik hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey benim evdeki hesabın camide tutmadığıydı. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştum. Namazı nasıl kıldım, caminin arkasına koyduğum nevaleyi nasıl aldım, çarık ayakkabılarımı nasıl giydim, camiden nasıl çıktım, nereye bastım bilmiyorum. Bildiğim deli danalar gibi dörtnala koştuğum. Koşarken Büyük Caminin önünden geçtim. Ne cemaat vardı caminin önünde ne de imam. İn-s- cin top oynuyordu. Sarı Hoca camiyi kilitlemiş, evine çekilmişti çoktan.

Nihayet babamın çalıştığı yere yaklaşırken durmadan nerede kaldı bu çocuk diye sağına soluna bakınan, bir taraftan da çalışan babamın daha ben yanına gelmeden bana olan hışmını el kol işaretinden anlayabiliyordum. Yanına varmadan kızmaya başladı. Nerede kaldın, saat kaç oldu dedi. Cumadan yeni çıktım dedim. Bu saate cuma mı kaldı dedi. Müftü gelmiş, vaaz verdi dedim. Cumayı kılmadan çıkıp gelseydin dedi. Ardından elimdekini almasıyla birlikte bir kenara çömeldi. Zaten açlığa dayanamayan, kolay kolay öğün kaçırmayan babam aç kurt gibi yemeye başladı. Bir taraftan da sana göstereceğim der gibi kafasını salladı durdu bana. (Meğersem birlikte çalıştığı arkadaşları cumadan sonra yemeklerini yemiş, babam bir güzel onlara bakmış, ardından işe koyulmuşlar. Onlar tok, babam ise aç bir şekilde.)

Babamın işe yeniden koyulmak için sinirli ve hızlı bir şekilde yediği yemek kabını aldıktan sonra evin yolunu tuttum. Ama içimde görevimi yapmış bir kişinin hazzı yoktu. Çünkü babamı memnun edememiştim. O zaman düşündüm mü bilmiyorum ama bugünden o güne bakınca rahmetli babamı gözümün önüne getirdim. Kendisini tanıdığım andan itibaren bir vakit namazını geçirdiğini görmedim. “Namaz kocatmaya gelmez” ve 27 kat sevabı var derdi hep. Tüm namazlarını camide cemaatle kılar, eve gelince de ilave nafile namaz kılardı. Namazlarını kılarken de ağır ağır ve huşu içerisinde kendisini namaza verir, namazdan çalmazdı. Aceleci biriydi ama iş namaza gelince namazın hakkını tam verir, aheste aheste kılardı. Bizi de namaza teşvik eder, kılıp kılmadığımızı ve camiye gidemediğimiz zaman niye gelmediğimizi sorardı. Namazımızı kıldığımız zaman sevinçten dört köşe olurdu. Namaz kılmayan birini gördüğünde kızar ve “Yiğidin alnı secdeye gelir mi” diyerek esprisini de patlatırdı.  Ama nedense bu sefer kıldığım cuma namazından memnun olmamış ve “Kılmadan çıkıp gelseydin” demişti bana. Bunu herkesten beklerdim de babamdan beklemezdim. Demek ki canına tak etmiş, beklemek ve açlık. (Devam edecek) 

*21/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

30 Kasım 2018 Cuma

Kamu Yöneticileri Zenginleşebilir mi? *

Hz. Abbas'ın valilik görevi biter ve Mekke'ye birkaç deve yükü mal ile döner. Ömer ile Abbas arasında şu manidar konuşma geçer:

--Bu mallar nedir?

--Ticaretten kazandığım mallardır.

--Bu malları hazineye vermelisin.

--Benden şüphen mi var, Ömer?

Hz Ömer Abbas’ı ikna edemeyince Halife Hz Ebu Bekir’in yanına giderek Abbas’ın mallarına el konmasını ister. Hz. Ebu Bekir:

--Ey Ömer, bu kişi Abbas'tır. Ondan nasıl şüphelenirsin, der ve Abbas'ın mallarına el konulmasını reddeder.

Hz. Abbas sabaha kadar rüyasında suda boğulduğunu görür. Sabah vakti ilk işi Hz. Ebu Bekir'e gider, durumu anlatır ve bütün malları hazineye bağışlar.

Hz. Ömer'i çağırırlar ve "Ey Ömer! Sen haklı çıktın. Bu karara nasıl vardın?" diye sorarlar.

Hz. Ömer ise içtihadını şöyle açıklar: "KAMU YÖNETİCİLERİ ZENGİNLEŞEMEZLER."

*

Peygamberimiz bir kişiyi bir bölgeye vergi memuru olarak gönderir, o kişinin gittiği bölgedeki insanların bazıları, vergi memuruna hem vergilerini hem de o memurun şahsına bazı hediyeler verirler. O vergi memuru, Hz Muhammed’in huzuruna gelince ‘‘Şunlar topladığım vergiler, bunlar ise bana verilen hediyeler deyince Peygamberimiz o memura ‘‘Eğer sen evinde otursaydın yine de sana bu hediyeler verilir miydi, diye çıkışır.

*

Ömer b. Abdülaziz halife olunca yaptığı işlerden biri de kendisinden önceki Emevi sultanlarının eşine verdiği bileziği beytülmalin malı diyerek hazineye gelir irat etmiştir.

           *

Yukarıda İslam tarihinden verdiğim üç örnek okunmaya ve üzerinde düşünmeye değer örneklerdir. Özellikle kamuda görevli ve yönetici veya kamuya iş yapan kişilerin  bu örnekleri tekrar tekrar okumasında ve kıssadan hisse çıkarmasında fayda vardır. Bugün kamuda üst yönetici olarak görev yapan ya da devletle ihale vb yollar ile iş tutan kimseler aşırı zengin, zenginlikleri de kamu malını kendi zimmetlerine geçirdiler veya ihaleye yüksek rakam yazdılar iddiasında falan değilim. Bu durumu en iyi kendileri bilir. Ama düşünmeden edemiyor insan. Hatta bizde çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz diye bir atasözümüz var.

Günümüzde kanunların vermiş olduğu yetki, sorumluluk, bazı hak ve ayrıcalıklarla üst yöneticilik yapanlar şundan emin olsunlar ki devletin verdiği bazı haklar vardır ki meşru olsa da hakkaniyete uymaz. Yani ahlaki değildir. Ahlaki olmayan bir şeyi ise dinimizin kabul etmesi mümkün değildir. Devlet size güvenmiş, her türlü imkanı size sunmuş, emrinize vermiş. Bir iş tutulurken yoğurdu üfleyerek yememizde fayda vardır. Yoksa su akarken doldurup midemize indirdiğimiz maazallah ateş olmasın. Dediklerimden illaki devletin parasını cebimize doldurmamız anlaşılmasın. Aynı zamanda devlet malını hoyratça kullanmak, birilerine peşkeş çekmek ve görevimiz devlete hizmet iken devleti kendimize hizmet eder noktasına getirmek de devlet malını kendi lehimize kullanmak gibidir. Bu da haramdan azade değildir. Haydi kendinizi bir sorgulayın. Tıpkı Abbas gibi…

Sonuç, kamu yöneticileri zenginleşemez. Bizden söylemesi...  

*14/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Kasım 2018 Çarşamba

Din Öğretimi Genel Müdürlüğü İyi Yapmıyor ***

Din Öğretimi Genel Müdürlüğü kurulduğu andan itibaren hiç bu kadar hareketli olmadı. Hiç durmuyor. Hızda MEB'in diğer müdürlüklerini solladı geçti DÖGM. Girmediği, karışmadığı alan yok gibi. Haziran ve eylül aylarında öğretmenlerin yapmakla yükümlü olduğu seminer programlarını da hazırlıyor. İlçede görev yapan İHL, İHO öğretmenlerini ve diğer okullardaki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenlerini belirli bir yerde topluyor.

Proje üstüne proje, program üstüne program, etkinlik üstüne etkinlik geliştiriyor ve yarışma şartları belirliyor. Ardından “Alın bunları uygulayın” diye okullara gönderiyor. Tüm bunları okullarda uygulayacak olanlar da DİKAB(Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi) öğretmenleri.  Öğretmenler her ay hangi etkinlikleri yaptığını rapor şeklinde okul idarelerine vermek zorunda. Anlayacağınız Din Öğretimi Genel Müdürlüğü tam gaz çalışıyor.

Din Öğretimi’nin yaptığı bunlarla sınırlı değil. İki senedir de ilçede bulunan tüm Din Kültürü öğretmenlerini ayda bir değişik okullarda toplamak suretiyle onlara konunun uzmanları tarafından seminer veriliyor. Adı da DÖGEP. Açılımı: Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenleri Gelişim Programı. Tamam bunu da yapsın, eyvallah diyebiliriz. Ne zaman yapıyor bunu sorumlular? Öğretmenin dersinin olduğu vakit. Yani öğretmeni dersten alıyor, onlara seminer verdiriyor. Bu durum senede bir falan değil, aylık rutin olarak yapılıyor.

Düşünün ki bir okulda görev yapan 8-10 DİKAB öğretmeni var. Bunları görevli izinli sayarak seminere alıyorsun. Bu öğretmenlerden her birinin o gün okulunda 6’ar saat ders yükleri olduğunu farz edelim. 6*8= 48 saatlik bir ders boş geçecek demektir. Bu kadar öğretmenin dersini dolduracak okulun nöbetçi öğretmen sayısı yeterli gelmez. Haydi diyelim ki nöbetçiler vasıtasıyla bu dersler dolduruldu. Nöbetçi öğretmen bu doldurduğu derste yoklamayı alıp sınıfın daha fazla gürültü yapmasını önlüyor sadece.  

Seminer öncesi bir okula uğradım. Müdür Din Kültürü öğretmenlerinin seminere gittiğinden, derslerini doldurma imkanı olmadığından dertliydi. Ben orada iken yardımcısını çağırdı: Hocam öğrencileri bahçeye çıkaralım dedi. Bu durumda başka da yapabileceği bir şey yoktu. Çünkü nöbetçi öğretmeni yeterli değildi.

Konuyu sadece bir okul üzerinden değil de ilçe üzerinden konuşursak mesele daha iyi anlaşılmış olur. Diyelim ki ilçe merkezinde 150 öğretmen var. Her bir öğretmenin görevli izinli sayıldığı seminer günü okulunda 6’ar saat dersi var. Karşımıza 900 ders saati çıkıyor. Bu durumun eğitim ve öğretim boyunca 5 defa yapıldığını düşünün: 900*5= 4500 saat ders boş geçiyor. Yani DÖGM bir iş yaparken boş geçen dersi hesaba katmıyor. Bu durumda boş geçen derse mi üzülürsün, seminere alınan öğretmen haftaya o sınıfa derse girdiği zaman dört saatte anlatacağı dersi iki saate sıkıştırdığına mı yansın, okul idaresi boş geçen dersleri dolduramadığına mı hayıflansın.

Hasılı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün derslerin işlendiği esnada DİKAB öğretmenlerini geliştirme amacıyla onları seminere alması sağlıklı bir tasarruf değildir. Bu program neresinden tutarsanız maalesef elinizde kalır. Sonuç, sadece Din Öğretimi’nin planladığı seminer yapılmış oluyor. Geride bir alay boş geçen ders kalıyor. Din Öğretimi’nin iki yıldır uygulamaya koyduğu bu DÖGEP’ten maalesef ne Din öğretmenleri ne okul yönetimleri ne ilçe yönetimi ne de diğer öğretmenler memnun. Sanırım hala bu uygulamayı sürdürdüğüne göre camiada tek memnun Din Öğretimi Genel Müdürlüğü. O zaman Din Öğretimi yetkililerine bir sözümüz olsun.

Sayın Din Öğretimi Genel Müdürlüğü yetkilileri! İyi niyetli olduğunuza yürekten inanıyorum. “Öğretmenlerim bilgilensin, kendilerini geliştirsin” diye düşünüyorsunuz. Harekette bereket vardır. Ama sizin bu iyi niyetiniz iyi sonuç vermiyor. Çünkü bir şeyi yapacağız derken diğer bir şeyleri yıkıyorsunuz. Sizin bu yaptığınız namaz kılmak için orucu terk etmeye benziyor. Halbuki bir şeyi yaparken diğer bir şeyi yıkmamak prensibimiz olmalı. Kusura bakmayın! Yanlış yoldasınız. Yanlış yol ile doğru bulunmaz. Eğer bu işi hala yapmaya devam edecekseniz bu DÖGEP’i haziran-eylül seminer dönemlerinde yapsanız. Yok bu olmaz derseniz DİKAB öğretmenlerini yaz dönemi hizmet içi eğitim seminerine alabilirsiniz. Ne karar verirseniz verin ama asla öğretmeni dersten almayın. Ne olur, yol yakınken bu uygulamadan vazgeçin!

*** 01/12/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Kasım 2018 Salı

Teşekkür Belediyeciliği ***

—Üstadım! Nerede bir koltuk boşalsa -ilgi alanına girsin veya girmesin- bakıyorum oraya göz kırpıyor, büyük bir beklenti içerisine giriyorsun. Kendini tüm koltuklara layık mı görüyorsun yoksa sendeki bitmez tükenmez bir koltuk hırsı mı?
—Teessüf ederim. Ülkeme hizmetten başka bir düşüncem yok.
—Ülkeye hizmet illaki bir koltukla olmaz. Elinden gelen bir şey varsa mevcut pozisyonunla da yapabilirsin.
—İyi de hizmet yaparken altımda bir de koltuk olsa fena mı olur?
—Olurdu olmaya da kendi alanında bir koltuk istesen eh diyeceğim. Ama sen Diyanet İşleri Başkanlığı boşalır; oraya göz kırpıyorsun, Milli Takım Teknik Direktörlüğü veya bir kulübün hocası istifa etse hemen bir beklentiye giriyorsun. Kah bakan veya yardımcısı, kah vekil, kah Cumhurbaşkanı olmaya kalkıyorsun. Şimdi de sırada belediye başkanı olmayı düşünüyorsun. Yarın nerelere göz kırpacaksın Allah bilir!
—İsteyemez miyim? Sonra benim olanlardan ne eksiğim var?
—Tamam kardeşim, anladım. Bu göz kırptığın koltuklar birbirine zıt yerler. Haydi ilahiyatçısın, DİB başkanlığı olabilir diyeceğim. Teknik heyete soyunmaya ne diyelim?
—Ayıp oluyor ama! Belki de en kolayı teknik hoca olmak. Yönetime bir liste verirsin: Ben şunları şunları istemem, şu futbolcuların alınmasını istiyorum dersin. Almazlarsa istediğim futbolcular alınmadı der, maaşımı alır, işime bakarım. Dediğim mevkilere istediğim futbolcu alınır da başarı gelmezse takımın kondisyon eksikliği var, zaman gerek derim. Kulübün istediği başarı bir türlü gelmez ise kulüp yönetimi anlaşmayı tek taraflı feshedebilir. Onlara niye böyle yaptınız demem ve gücenmem. Ben işime son verildikten sonra mukavele gereği alacağımı yattığım yerden yine almaya devam ederim. 
—Pes doğrusu! Pekiyi siyasetten anlıyor musun? Mesela belediye başkanlığından. Senin o göz kırptığın koca belediyeyi yönetmeyi sen çocuk oyuncağı mı sanıyorsun?
—Haksızlık yapıyorsun ama! Ben öyle büyükşehir istemiyorum. Bana büyükşehir olan bir ilin bir ilçe belediye başkanlığı da olsa yeter. Zira orada da koltuk var.
—Diyelim ki koca şehrin bir ilçesinin belediye başkanı oldun. Yeni büyükşehir yasasıyla birlikte sorumluluk hep büyükşehirde. Küçük belediyenin doğru dürüst imkanları yok. Nasıl hizmet edeceksin vatandaşa?
—İşte ben de tam bu yüzden istiyorum ilçe belediyesini. Nasılsa çöpün dışında ilçenin hemen hemen tüm yük ve sorumluluğu büyükşehirde. Anlayacağın bana pek iş kalmayacak.
—Ama vatandaş daha bu yasaya pek alışmadı. Senden bekler tüm hizmeti. Bu durumda ne yapacaksın?
—Bundan kolay ne var? Kim ne isterse efendim bu iş büyükşehrin uhdesinde diyeceğim.
—Pekiyi sen ne yapacaksın orada? Seni vatandaş niye seçecek bu durumda?
—Öyle deme! Bulurum elbet kendime bir iş.
—Mesela?
—Çöp benim sorumluluğumda olacak biliyorsun. Çöp deyip de geçme! Her işi üzerine alan büyükşehir çöpü niye almaz? Demek ki zor bir iş! Bir an için ilçenin çöplerinin toplanmadığını düşün. İlçe kokudan geçilmez. Demek ki sorumluluğumda olacak temizlik işi önemli.
—Her işi yapan büyükşehir çöpü niye almaz? Bunu anlayamadım ama haydi diyelim ki çöp önemli. Çöpün dışında ne iş yapacaksın?
—Öyle deme, kırılıyorum bak! Geri kalan zaman diliminde düğün, cenaze ziyaretleri yaparım, pazar yerlerini gezer, pazarcı esnafıyla iç içe olurum. 
—İyi de bir beş sene böyle geçer mi?
—Teşekkür belediyeciliği yapacağım.
—Nasıl yani? Üstüme iyilik sağlık! Bu da yeni mi çıktı? Nedir teşekkür belediyeciliği?
—Efendim! Az önce çöpün dışında her şey büyükşehrin sorumluluğunda, o yapacak dedik ya!
—Evet o yapacak. Sen?
—Büyükşehir yapacak, ben ona sosyal medya üzerinden teşekkür edeceğim. Mesela mezarlıkların otunu yoldurdu, ben "İlçe mezarlığımızın otunu yolan büyükşehir belediye başkanımız falana çok teşekkür ediyorum" diyeceğim. Yol mu yaptı? Teşekkür! Park ve bahçe mi yaptı? Kilitli taş mı döşedi? Teşekkür! İlçemizi ziyaret mi etti? Teşekkür! Hasılı ilçem için yapılan her hizmet için durmadan sosyal medya üzerinden teşekkür paylaşımı yapacağım. Kısaca benim teşekkür belediyeciliğim budur.
—Bunlar zaten kanunla belediyeye verilmiş bir görev değil mi? Bu durumda neyin teşekkürünü yapacaksın?
—Şimdi olmadı. Yapılan bir iyiliğe teşekkür etmeyecek kadar nankör değilim. O yapacak, ben teşekkür edeceğim.
—Bunun için seni orada tutmaya gerek var mı? Ne diye sana bir makam veriliyor, altına bir koltuk konuyor, ne diye başkan seçiliyor? Bu devletin yaptığı iş mi?
—Doğrusunu istersen bundan ben de pek bir şey anlamadım. Ama devlet büyükşehir olan belediyelerin ilçe belediyelerini durduruyor ve buralarda hala seçim yapıyorsa vardır bir bildiği. Hikmetinden sual olur mu?
—Şey?
—Ne buyurdunuz?
—Acaba ben de böyle bir belediyede başkanlık düşünsem mi diyorum?
— Durduğun hata! Zaten bir sen, bir ben kaldık aday olmayan.

*** 04/12/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Dinlemek Bir Nimetmiş Meğer! *


Allah’ın insanoğlu için verdiği nimetler say say bitmez. Keremine şükür! Vermiş de vermiş. Şu anda bana “Allah’ın insanoğlu için verdiği en büyük nimet nedir” diye bir soru sorsanız hiç düşünmeden tereddütsüz “susmak ve dinlemek” derim. Bu kanıya nereden vardınız derseniz benim dinlemek için gittiğim seminerde her lafa karışan, konuşmacıdan daha fazla konuşan insanı görünce siz de en büyük nimet olarak susmak ve muhatabı dinlemek cevabı verirdiniz.

Adam konuşmacı değil, tıpkı benim ve salondakiler gibi bir dinleyici. Sunumu yapan
-nereden aklına geldiyse- tek düze bir konuşma yapmayayım, dinleyicilerin dikkatini çekeyim diye bir soru sordu. Sen misin soran? Susturabilene aşk olsun! Aldı adam seminerin merkezine kendisini. Kah örnek veriyor, kah itiraz ediyor, kah açıklama yapıyor. Tamam monolog iyi değil, dinleyicileri de işin içine katmak gerek. Ama bizim seminer, sayesinde monologdan diyaloga geçti. Biraz sunumcu, biraz da bizim ki konuştu. Biri bıraktı, öbürü aldı lafı. Bir an için bize sunum yapması için üniversiteden davet edilen hocayı indirip bu arkadaşı çıkarmak istedim kürsüye. Ama ne edersiniz ki etkisiz ve yetkisiz bir elemandım bulunduğum yerde.

Sunumu monologdan diyaloga dönüştüren, tabir yerindeyse kör ve sağırın birbirini ağırladığı bir ortamda diğer dinleyiciler olarak konu mankeni olduk. İşte böyle bir ortamda ben onları yani bizimkini dinledikçe susmanın ne büyük bir nimet olduğunu anladım.  Nasıl nimet olmaz ki? Allah iki kulağı bize bir diğer nimet olarak vermişken niçin bir dil vermiş? İki dinle bir konuş diye değil mi? Aman Allah’ım! İnsan bu kadar mı geveze olur? Bir insan bu kadar mı işin merkezine kendini alır ve bencil olur? Bir başkasının söyleyeceği yok mu deyip sağına soluna bakmaz mı bir insan? Allah bilir ya bu adamla teşriki mesaisi olan başta eşi, çocukları ve öğrencileri buna sabrettikleri için cennetlik olmalı.

Her toplantıda “Ben buradayım, ben bunların en alasını bilirim” dercesine kendisini gösteren bu muhteremin adını bilmesem de toplantıların içine eden bu kişiyi sima olarak tanıyorum. Kendisine söz verilmese de tıpkı Mecliste bazı vekillerin kürsüde konuşan hatibe laf attığı gibi laf atma yönü de var. Bugüne kadar bir Allah’ın kulunu beğendiğini görsem hiç gam yemeyeceğim. Bugün veya bir gün tıpkı oruç tutuyor gibi susma orucu tutacağım dese insan evladısın deyip alnından öpeceğim. Ama nerde? Adam boş teneke gibi gürültü yapıyor, bu böyle olmaz, şöyle olur dercesine kendini göstermeye çalışıyor. İşte bu yönüyle tanıyorum bu muhteremi. Keşke Allah Teala imsaktan-iftara kadar yeme, içme ve cinsellikten uzak kalmaktan ibaret orucu farz kılarken bir de susma orucunu bize farzı kılsaydı ne güzel olurdu. Böyle bir oruç şekli olsaydı en azından konuşamadığı için bu adam çatlar ölürdü de çoluk çocuğu, çevresi ve öğrencileri rahat bir nefes alır, “Şükür kurtulduk, dünya varmış” derlerdi.  

Neyse ki ben kendisini ayda bir rutin yapılan seminer dolayısıyla bir-iki saat görüyorum. Gecesini-gündüzünü bununla geçiren kişilere Allah ecir ve sabır versin. Bugünün nimetini tekrar edelim: Susmak en büyük nimettir.

* 30/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.