13 Kasım 2018 Salı

Herkes Atatürk'ün Üzerinden Ellerini Çekmeli Artık! *


Vefatının üzerinden 80 yıl geçmiş olmasına rağmen bu ülkede Atatürk hala tartışma konusu yapılıyor. Seveni de çok, sevmeyeni de.  Hoş, sadece Atatürk değil; bu ülkede kim ön plana çıkmış, kim devleti yönetmiş, kim halka mal olmuş ise ikiye bölünmüş durumda. Sevenler bir tarafta, sevmeyen ve nefret edenler diğer tarafta. II. Abdülhamit, Vahdettin gibi. Bir kesime göre II.Abdülhamit pinti, cimri, istibdatçı; diğer kesime göre Ulu Hakan, cennetmekan biri. Vahdettin kimine göre hain, kimine göre Mustafa Kemal’i milli mücadele için Samsun’a gönderen kişi.


Şöyle geriye doğru ön plana çıkmış bir insanımız olup da tartışılmayan, hakkında ileri geri konuşulmayan var mı diye düşünüyorum. Aklıma kimse gelmiyor. Maalesef bize mal olmuş, bu ülkeye ait hiçbir kişi yoktur ki öven ve seveni olmasın.


Aslında bu yaptığımız kişi siyasetidir, işi şahsileştirmedir. Nedense bir türlü bir işi, bir kişiyi hatasıyla sevabıyla prensipler çerçevesinde konuşamıyoruz. Sevdiğimize söz söyletmeyiz, nefret ettiğimize ise Allah ne verdiyse hakaretin her türlüsünü yaparız. Bir türlü ortasını bulamadık bu işin. Hep geçmişle yaşıyoruz. Bir türlü bugüne gelemiyoruz. Dünün geçmişte kalmış siyasetini günümüzde tartışıyoruz.


Dirisi ile uğraşmadığımız veya başa çıkamadığımız kişilerin ölüsüyle uğraşıyoruz. Bu nasıl bir psikoloji? Bu, tıpta adı olan bir hastalık türü olsa gerek. Celalettin Rumi’ye atfedilen Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” sözünü bilir ama yine uygulamayız. Gerçekten bu ülkenin tarihe mal olmuş kişilerle uğraşmasının kime ne faydası var? Bu ülkeye az veya çok katkıda bulunmuş, inisiyatif almış kişileri göklere çıkarsak veya yerin dibine batırsak kime ne faydası var? Diyelim ki Atatürk vs. bu ülkeye çok büyük hizmetleri oldu. Gece-gündüz bunları övsek kazancımız ne olur veya bunlara akşam-sabah küfretsek ne kazanırız?


Atatürk’ü sevenler, “Bugün bu ülkede ne elde edilmiş ise bu, Atatürk sayesindedir” derken sevmeyenler ise “Bu ülkede ne kötülük varsa Atatürk dolayısıyladır” anlayışına sahip. Çünkü tarihe mal olmuş kişiler üzerinde kutuplaşmamız etki ve tepki sonucunu doğuruyor. Bırakalım mezarında rahat uyusun. Şunu herkes bilsin ki Kur’an’da Bakara süresinin 134.ayetinde Allah: “Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz” buyurmaktadır. Atatürk iyi biri ise bu ayete göre kazanmıştır. Onu övenler ve onun yolundan gittiğini söyleyenler üzerine ne koydular? Atatürk’ü kötüleyenler ise kötülükleri önlemek onun yerine kendi iyiliklerini koymak için ne yapmışlardır?


Bence bizim ülkemizde cereyan eden ölüp gitmiş, dili olmayan, kendisini savunacak durumda olmayan tarihe mal olmuş kişileri kendi haline bırakmak lazım diye düşünüyorum. Seveni de sevmeyeni de Atatürk’ün üzerinden ellerini çekmesi gerek. Devlet de “Koruma Kanunu” adıyla onu kanunla korumayı kaldırarak Atatürk’ten elini çekmesi lazım. Unutmayalım ki Atatürk kanunla falan korunmaz. Aynı zamanda böyle bir koruma şekli Atatürk’ün kendisine hakarettir.


Atatürk’ü sevdiğini söyleyerek Atatürk üzerinden bir kesime baskı uygulamaya kalkanlar yapacakları şeyler için Atatürk’ün arkasına sığınmaktan vazgeçsinler. Atatürk’e hakaret ederek prim yapmaya ve şov yapmaya yeltenenler de meşhur olmak için kendilerine başka bir yol bulsunlar. Seven ve sevmeyeni -samimiler ise- bir araya gelip bu ülkenin kalkınması için neler yapabiliriz sorusuna yoğunlaşırlarsa bu ülkeye en büyük hizmeti yapmış olurlar. Yoksa gölge etmesinler.

* 17/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




11 Kasım 2018 Pazar

Bu Çocuk Ne Yapacak Şimdi?

—Genç! Kaçıncı sınıfsın bu sene?
—8
—Bu sene sınava gireceksin desene!
—Evet!
—Çalışıyor musun bari?
—Hafta içi okula gidiyorum, hafta sonu da ki kurs ve etütlere katılıyorum.
—Okulu anladım. Kurs ve etüt? Kurs mu, etüt mü?
—İkisine birden gidiyorum.
—Nasıl beceriyorsun bunu?
—Hafta sonu önce okulun açtığı "Takviye ve Yetiştirme Kursuna" gidiyorum.
—Etüde ne zaman gidiyorsun?
—O da hafta sonu.
—Ama kursa gidiyorum demiştin.
—Kurstan sonra eve gitmeden etüde geçiyorum. Akşama kadar da etütte ders görüyorum.
—Yorucu olmuyor mu?
—Oluyor elbet! Hiç dinlenme yok. Okul, kurs ve etüt.
—Gördüğün dersleri tekrar etmeye vaktin kalıyor mu?
—Ne zaman bakacağım ki? Gidip geliyorum.
—Ama tekrar etmezsen faydası olmaz ki!
—Biliyorum da ben ne yapabilirim?
—O zaman niye hem kursu, hem de etüdü tercih ettin? Sadece birine gitseydin ya!
—Benim tercih hakkım var mı ki? Bana soran olmadı. Babam seçti. Bereket akşamları kurs ve etüt yok.
—Kurs ücretsiz bildiğim kadarıyla. Etüde kaç paraya kayıt yaptırdın?
—Para vermedik.
—Nasıl? Etütler paralı benim bildiğim. Baban nasıl halletmiş bunu?
—Etüt de parasıymış galiba! Çünkü bu etüdü ücretsiz olarak bir resmi kurum açmış.
—Şimdi anlaşıldı kurs ve etüt meselesi. Sonuçta kazanır veya kazanamazsın. Ama bu işte kazanan baban olmuş. Sana başarılar! Allah yardımcın olsun, zihin açıklığı versin!

Enflasyonla Topyekûn Mücadele Böyle Olur!

          -Karaman Yolcusu Kalmasın!-

Ekonomik hayatı canlandırmak için devletin öncülük ettiği "Enflasyonla Topyekûn Mücadele" kampanyası başlatıldı. Çünkü son on beş yılın en yüksek enflasyon oranlarıyla karşı karşıyayız. Bu kampanyaya birçok sektör fiyatlarında indirime giderek destek verirken devlet de bazı ürünlerde KDV ve ÖTV vergilerini düşürerek katkı vermeye çalışıyor. Amaç, fiyatları indirmek suretiyle vatandaşın alışveriş yapmasını sağlamaktır.

Kampanyanın başlığında topyekûn mücadele yazıyor. Bunun içinde benim de olmam lazım. Ama ne devletim vergi oranlarında indirim yapabiliyorum, ne de firma sahibiyim fiyatlarda indirime gidebiliyorum. Bordrolu bir tüketiciyim o kadar. Ne yapmalıyım ki durgun piyasaya katkıda bulunabileyim? Yeter ki iste. Bir insan isterse piyasaya katkıda bulunabilir. Ben ne mi yaptım? Öyle bir alışveriş yaptım ki hem devlet kazandı, hem de piyasada iş yapanlar kazandı.

Kendisiyle bir vesileyle birkaç defa oturma imkanı bulduğum yaşı doksanı geçmiş bir akrabam vardı. Yaşı ilerlemişti ama her görüşmemizde farklı bir iz bırakmıştı bende: Kimseye yük olmayan, oturduğu zaman kendi halinde ortamdaki konuşmaları dinleyen, her söze karışmayan, soru sorulduğu zaman oturaklı cevaplar veren, iradesi ve zihni yerinde bir hanım teyze idi. İşte bu teyzenin vefat haberini pazartesi akşamı aldım. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun, Allah herkese böyle ömür ve ölümler nasip etsin dedim.

Cenaze, Karaman Ayrancı’ya yakın bir köyde idi. Mevtaya son görevimizi ifa edelim diye cenazesine katılmaya karar verdim. Gideceğim ama nasıl gidecektim. Alternatif bol maşallah! Otobüs, tren, özel araba hangisi ile gidecektim. Hafif bir kararsızlığın arkasından trenle gitmeye karar verdim. Ne de olsa öğretmen olduğum için tren benim için indirimli olacaktı. Oturduğum yerden TCDD’nin adresine girerek kendim için öğretmen, eşim için de sivili işaretledim. Her ikimize de aynı fiyatı çekti TCDD. Devletimin nezdinde bir itibarım yoktu. Bunu biliyordum ama trende bizim için bir indirim sağladığını sanıyordum. Ama bir indirim bile yapmadı. Canı sağ olsun! Eşimle aynı fiyattan gideceğim deyip iki kişilik bilet aldım.

Tren bileti aldım ama otobüsle yolculuk yapacaktım. Çünkü Konya-Karaman arası YHT faaliyete başlamadığı için TCDD, anlaştığı otobüs firmalarıyla taşıtıyormuş yolcularını.

Sabahleyin trene yetişecek şekilde evden çıktım. Birkaç dakika ile tren görünümlü otobüsü kaçırdım. Tren biletlerim yandı. Dakik olmayan her insanın başına gelebilir. Ne yapayım bir sonraki treni bekleyemem, otogara gidip otobüs firmasıyla gitsem gecikeceğim. Sonunda arabamla gideyim dedim, arabama yakıtı doldurup yola çıktım.

1,5 saatte Karaman Yeşildere Köyüne vardım. Cenaze sahiplerine taziyelerimi sunarak gerisin geriye yola düştüm tekrar. Çünkü dersim vardı, dersime yetişmeliydim. Şükür ki dersime de yetiştim.

Şimdi siz diyeceksiniz ki ekonominin canlanmasına katkı nerede burada? Böyle demeyin, şayet derseniz gücenirim. Bakın anlatayım: Benim bu alışverişten TCDD kazandı. Çünkü ilk önce ondan bilet aldım. Otobüs firması kazandı. Çünkü TCDD, otobüs firması marifetiyle taşıtıyor yolcularını. Üstelik tren görünümlü otobüsle yolculuk yapamadığım için oturakları işgal etmedim. Belki firma, yolda el kaldıran yolcuları almak suretiyle iki kişilik koltukta dört kişiyi de taşımış olabilir. Yine bu alışverişimden akaryakıt istasyonu kazandı. Birkaç saat ara ile Konya-Karaman ve Karaman-Konya yapmak suretiyle yollar canlandı. Çünkü sayemde bir hareketlilik oluştu.

Gördüğünüz gibi tren bileti artı özel oto ile olan bu seyahatimden/alışverişimden ben bir şey kazanmasam da direk olarak tren, otobüs ve akaryakıt istasyonu kazandı. Otobüs firması ve akaryakıt istasyonu sahibi devlete KDV ve ÖTV ödeyecek sayemde. Bunlar görünen. Bir de görünmeyen kazançlar var: Belli bir ömrü olan lastiklerim yıprandı, bir müddet sonra lastikleri yenilemek için oto lastikçiye müracaat edeceğim. Lastikçi bana dört teker satacak. Yine on bin km’de yakıt değişimi yapmam için nereden baksanız 260 km yol yaptım. Bu demektir ki yakıt değişimi için sanayiye uğrayacağım.

Bu alışveriş bana pahalıya gelse de işim oldu ve nasıl gideyim diye kafamdan geçirdiğim tüm alternatiflerim gerçekleşti. Hiçbirini gücendirmedim. Zaten önemli olan işimizin olması değil mi? Yolculuğa çıkmadan önce tren mi, otobüs mü, özel oto mu derken gidemesem de üçü de oldu. Ben de kazandım bu alışverişten. Benim kazancım azmin ve inadın zaferiydi.

Vatandaş olarak ekonomiye bir canlılık kazandırmak istiyor da aklınıza hiçbir şey gelmiyorsa lütfen benim uyguladığım adımları takip edebilirsiniz. Hayırlı yolculuklar!

"...Yobazlardan Kurtaracağız"


Bugün 10 Kasım. TC'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatının üzerinden 80 yıl geçmiş. Tüm yurtta değişik etkinliklerle vefatının 80.yılında Mustafa Kemal anıldı.

Sabah 08.30 sularında okulumuzun yaptığı 10 Kasım Atatürk'ü Anma programına katıldıktan sonra evime geçip biraz dinlendim. Çarşıyı dolaşıp geleyim diye 14.00 sularında çarşıya çıktım. Alaaddin Durağında otobüsten indim. Ne yapayım derken Konya Öğretmenevinde çay içeyim dedim.

Baktım ki durağın karşısında sürekli kapalı olan eski Gazi Mustafa Kemal İlköğretim Okulu binasının önündeki kapı açık. İçeride çoğunluğu yaşlı olan sayıları 20-30 civarında bir kalabalık var. Bazıları öğretmenevinin bahçesinden getirdiği sandalyeye oturmuş, bazıları da ayakta. Bina kapısının önünde kendisine bir kız çocuğu tarafından mikrofon uzatılmış 65-70 yaşlarında biri konuşuyor. Yanına da "80.yılında onu özlemle anıyoruz" yazısı olan çerçeveletilmiş, içerisinde Atatürk resminin de yer aldığı bir resim konmuş. Konuşanı çeken bir kamera da gözüme ilişti. Belli ki bir anma programı da burada yapılıyor.

Ne konuşuyor, mesele nedir diye az sayıdaki kalabalığın içerisine girdim, dinlemeye koyuldum ayakta. Yaşı 70, belki de daha fazlasına merdiven dayamış hatip neler demiyordu ki? Dert küpü mübarek! Konunun birini bıraktı, diğerine geçti. Çünkü daha önceden hazırladığı konuşma metninden ziyade irticalen konuşmaya başlamış. Konuşmasında Atatürk'ü ve yaptıklarını anlatmaktan ziyade "Atatürk'ün unutturulmaya çalışıldığını, ülkenin hainlerle dolu olduğundan" dem vurdu: Bu eski okulun önünde Atatürk'ün büstü vardı, kaldırdılar, niye kaldırıyorlar. Burası okul değil diye kaldırılır mı? Buranın çocukları 19 Mayıs İlköğretim Okuluna gidiyorlardı. Şimdi o okulda Suriyeli çocuklar okuyor. Bizim çocuklar ta İsmet Paşa İlkokuluna gidiyorlar. Suriyeliler bu ülkede öz, bizim Türk çocuklar ise üvey. Yan tarafı öğretmenevi. Öğretmenlerden yapılan kesintilerle yapıldı. Devletin de desteği oldu tabi. Şimdi buranın bahçesini küçülttüler, oturacak yer kalmadı. İçeride Kültür Bakanlığı'nın gönderdiği Atatürk ile ilgili kitaplar vardı, kaldırdılar. Yöneticilerine sordum, ben okuyacağım, bu kitaplar nereye gitti diye. Bilmem cevabı aldım.  Yerine Atatürk'ü sevmeyen, Atatürk düşmanı kimselerin eserleri konmuş. Öğretmenlerin okey ve tavla oynadıkları salon vardı. O salonu da yok ettiler. Buraya dinlenmek için gelen öğretmenler şimdi sağlıklı olmayan yerlere gidiyorlar. Burası eski Gazi Mustafa Kemal, ileride Mareşal Mustafa Kemal, alt tarafımızda 19 Mayıs, yanımızda öğretmenevi var. Buralar ismiyle özdeşleşmiş. Her yer Atatürk düşmanı yobazla dolu. Sevmiyorlar. Haydi Yunanlılar sevmiyor, bunlar niye sevmiyor? Bize bu ülkeyi bırakan sevilmez mi? Bunlarla yasal zemin çerçevesinde mücadele etmemiz lazım. Önümüzdeki günlerde ses getirecek eylemler yapacağız. Desteğinizi bekliyoruz. Buraları yobazlardan temizleyelim..." dedi. Alkışlarla konuşmasını bitirdi. Ardından genç biri yanına çıktı. "Saat 15.00'de kent merkezinde toplanıp Anıt'a kadar yürüyeceğiz, bekleriz" dedi.

Öğretmenevinin bahçesine geçtim. Bir sandalye bulup oturdum. Bahçenin ortasına da bir masanın üzerine aynı resimden bir tane daha koymuşlar. Yanına da lokum ve bisküvi. Gelen geçen sarıp yiyor.

Anladığım kadarıyla alternatif bir anma programı düzenlenmiş. Her yıl mı yapılıyor, yoksa bu sene mi yapıldı, konuşan kimdi, bu organizeyi kim yaptı bilmiyorum. Bildiğim bir şey var bugün iki anma programına katıldığım. Lokum sarıp yemedim ama güzel düşünmüş kim düşündüyse. Konuşan kimseye konuşmanın  bitiminde "hocam" dendiğine göre sanırım hatip emekli bir öğretmen. Bu anma programını da düzenleyen Atatürkçü bir dernek olsa gerek. Anma yeri olarak bu eski okulun önünün seçilmesi de öyle zannediyorum büstün kaldırılması sebebiyle olsa gerek.

Bu tür alternatif programlar yapılabilir, hatta yapılmalı da. Fakat yaparken başkasını suçlamadan yapmak gerek. Bugün günün anlam ve önemine binaen bir konuşma yapılması daha yerinde olurdu. Hele "Buraları yobazlardan kurtarmak gerek" demek hiç doğru değil. Farklı düşünceye tahammülsüzlüktür bu. Sonra Atatürk'ü unutturmaya çalışıyorlar ne demek? Kim unutturmaya çalışıyor? Yıllardır Atatürk'ü, gününde bugün yobaz dediği insanlar kutluyor. Bu hatip sanırım bugün resmi anma programını düzenleyenleri samimi bulmuyor, yobaz dediğine göre aynı zamanda niyet okuyuculuğu yapıyor. Kusura bakmasın kimse kimsenin niyetini okuma hakkına sahip değildir. Ayrıca Atatürk kimsenin tekelinde değil. Kimse başkasını suçlayarak Atatürk'ü anlatamaz. Belki de Atatürk'ün tüm kesimlere anlatılamamasının nedeni bu suçlayıcı bakış açısıdır. Çünkü sürekli suçlayarak bir yere varılamaz. Bu konuşan kişi öğretmenlik yaparken merak ediyorum öğrencilerine Atatürk'ü böyle mi anlattı? Eğer böyle yaptıysa hem kendine hem de öğrencilerine yazık etmiştir. Eleştirilerinden biri de Atatürk'ü sevmiyorlar. Bence bu bakış açısı da yanlıştır. Saygı göstermiyorlar dese eh zaman zaman da olsa hakaret edenler var, onları kastediyor diyeceğim. Bu da bir niyet okumadır. Nereden biliyor Atatürk'ün sevilmediğini. İnsanların kalbini yarıp baktı mı ki? Sonra kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Çünkü sevmek bir kalp ve gönül meselesidir. Ama herkes birbirine saygı göstermek zorundadır.

Yazıyı uzattım biliyorum ama mikrofon ve kamera eşliğinde dakikalarca başkasını suçlayarak ve yobaz diyerek Atatürk'ü anlatan bu öğretmen gerçekten Atatürk'ü seviyor mu? İçini bilmem, niyet okuyuculuğu yapmayayım ama anlattıklarına bakılırsa kaldırılan büste ve kitaplara kafayı takmış. Atatürk'ü unutmamak bir büstten ve üç beş kitaptan mı ibarettir? Atatürk'ü okumak istiyorsa pekala Kültür Parktaki Kültür Bakanlığına bağlı kütüphaneye giderek istediği kitabı alıp okuyabilir. Ona kim engel olabilir? Bir  okul, değişik sebeplerle kapatılmış ise büstün kaldırılmasından doğal ne olabilir? O büst oradan kaldırılmış bir başka yere monte edilmiştir. Halen metruk, ne amaçla kullanılacağı belli olmayan bir yerde büstün kalması bazı riskleri de beraberinde taşır. Büstü kıran çıkabilir, ayrıca büst belirli periyotlarla temizlenmesi gerekiyor. Çünkü kuş gelir, üzerine konar ve pisliğini bırakır.  Kuş bu! Atatürk'ü bir büste indirgemek doğru değil. Eğer böyleyse bu sevgi büst Atatürkçülüğünden ibarettir. Bence suçlama yerine Atatürk'ü ve yaptıklarını anlatsa davasına daha iyi hizmet etmiş olur.

Bu alternatif anma programının hiç iyi yönü yok mu derseniz yukarıda bahsettim, masaya koydukları lokum ve bisküvi orijinal bir fikir. Tatlı yiyip tatlı konuşalım demek gibi bir şey bu. Bir diğer iyi yönü içi dolmuş Atatürkçüler burada içlerini dökmüş oldular. Yine bir diğer iyi yönü ise meşru yollardan mücadele edeceklerini söylemesi!

80.yılında 10 Kasım günüm bu şekilde geçti. Hatip konuştu, dinleyiciler dinledi, ardından kimi öğretmenevinin bahçesine oturdu, kimi de çekti gitti. Bana da bu gördüklerimi yazmak kaldı.

Birbirimizi anlamak ve birbirimize saygı göstermek dileklerimle!


10 Kasım 2018 Cumartesi

Enflasyonla Topyekûn Mücadelede Sektörlerin ve Devletin Tavrı *

Enflasyonla Topyekûn Mücadele adı altında fiyatlarda indirime gitme kampanyası başlatıldı. Özel sektörün çoğu yaptığı zamlarda yüzde 10 indirime giderek bu kampanyaya destek verdi.

Firmaların fiyatlarını aşağıya çekmesini ben birçok esnafın başvurduğu pazarlık usulüne benzetiyorum. Konya'da yaşayanlar bilir. Çünkü alışverişlerde pazarlık yapmak Konya'da daha yaygındır.  Gelen müşterinin pazarlık yapacağını bilen esnaf fiyatı yüksek tutar, müşteri de esnafın fiyatı yüksek çekeceğini bilir. Ürün alınacağı zaman "En son kaça olur" pazarlığı yapılır. Esnaf söylediği fiyattan biraz indirim yapar, müşteri de "Söylediği ilk fiyata göre baya indirdi" diyerek ürünü alır. Bu tür alışverişten esnaf da müşteri de memnun kalır. Esnaf zaten belirlediği fiyata satar, müşteri de kendisine özel indirim yapıldığını sanarak sevinir.

Şimdi bu alışverişte indirim yapılmış mıdır? Bence indirim falan yok. Kim ederinden daha düşüğüne verir? Bu alışverişte olsa olsa taraflarda psikolojik bir rahatlama olur. Enflasyonla Topyekûn Mücadele kampanyasını da ben pazarlık payı olsun diye fiyatı yüksek tutup ardından indirim yapan esnafa benzetiyorum.

Esnaf böyle de devlet nasıl? Aslında aralarında pek fark yok. Çünkü enflasyonla mücadele kapsamında devlet de KDV ve ÖTV oranlarında indirime gitti. Demek ki devlet de zamanında vergiyi yüksek tutmuş, alması gereken verginin ötesini tahsil etmiş. Yok aslında bir farkları. Esnaf veya firma da işin fahişinde, devlet de. Halbuki zamanında olması gereken vergi oranları ve kar marjının makulü olmalıydı. Bu örnekten anlaşılacağı üzere hem devlet hem de sektörler vurgun peşinde, hala daha fazla nasıl kazanırım derdinde. Zamanında vuruyorlar, sonra ihsan bahşeder gibi indirim yapmak veya vergi oranlarını düşürmek suretiyle milli olduklarını ve milleti düşündüklerini bir kampanyayla cümle aleme duyuruyorlar. Sormazlar mı adama, bugün indirdiğiniz KDV ve ÖTV oranlarıyla tahsil ettiği devlete yetiyorsa, firma sahipleri fiyatlarda indirime gitmek suretiyle kazanmaya devam ediyorlarsa ne diye zamanında vergi oranlarını ve kar marjlarını yüksek tuttular? Bu açgözlülüğün ceremesini kim çekiyor? Tabii ki orta ve dar gelirli halk çekiyor ve hayata tutunmak için de çekmeye devam edecek.

Ne diyelim? Daha fazla kazanma hırs sahiplerinin gözlerini ancak toprak doyurur.

* 14/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Parti Disiplini Denen Şey! ***


Ne zaman bir yazımda cemaat ve tarikatlara yer versem bazıları durumdan vazife çıkarır: Cemaat ve tarikatlar öyle değil der ve özellikle tarikatların ne olduğunu anlatmaya çalışır. Durum yazılarımdan vazife çıkaranların dediği gibi olsa da biz zahire göre davranır, onları öyle biliriz. Çünkü birçok cemaat ve tarikatlarda aykırı ve farklı söze yer verilmez, tek ses çıkar. Her şey askeriye mantığı gibi yukarıdan aşağıya emir komuta zinciri çerçevesinde cereyan eder. Bu durum sadece cemaat ve tarikatlarda değil; vakıf, dernek, STK'larda da üç aşağı beş yukarı böyledir. Yani hepsinde bir disiplin vardır.  O disiplinin dışına kolay kolay çıkılmaz. Bu disipline uyulmadığı takdirde ilgili kişi en basitinden dışlanır, yok kabul edilir, o yapıyla bağı koparılır. 

Tarikat, cemaat, vakıf, dernek, ve STK'lar böyle de çok partili hayatın vazgeçilmezi ve demokrasinin olmazsa olmazı dediğimiz partiler nasıldır? Gördüğüm hiç farkının olmadığıdır. Yok aslında birbirinden farkları. Çünkü partilerde bunun adı parti disiplinidir. Birinde "Vardır bir hikmeti" mantığı çerçevesinde içine sinse de sinmese de mutlak itaat ve bağlılık varken öbüründe bunun adı parti disiplinidir.

Parti disiplini olsun elbet. Önemli kararlarda partinin aldığı karara uyulsun. Ama bir TV kanalına çıkmak bile parti disiplinini ihlal kapsamına giriyor ve vekil orada kendi özgür görüşlerini açıklayamıyor, açıkladığı takdirde "Kesin ihraç talebiyle" parti yüksek disiplin kuruluna sevk edilebiliyor ise bu parti disiplini denen şey gelişmenin önündeki en büyük engeldir. Bu durum devlet memuru mantığıyla aynıdır. Devlet memuru da izin almadan basın açıklaması yapamaz, TV'ye çıkamaz. Haydi devlet memurundaki mantığı anladık diyelim. Her türlü imkanı sunarak seçip gönderdiğimiz vekil bir devlet memuru muamelesi görebiliyor, çalışma alanı daraltılabiliyor ve her şey parti liderinin isteği doğrultusunda olacaksa biz ne diye vekillere bu kadar imkan sunuyoruz? Bu görüntüyle vekil, özgür iradesiyle ne kanun teklifi verebilir ne içine sinmediği bir hususta görüşünü açıklayabilir.

Parti disiplini denen şey tüm partilerde var ve vekillerin üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmakta. Bu parti disiplini dedikleri lider sultasından başka bir şey değildir. Maalesef bu ülkenin veya tüm doğu ülkelerinin kaderi bu olsa gerek. Bu durum partilerde böyle, cemaat ve tarikatlarda böyle; vakıf, dernek vb. STK'larda hakeza. Baştaki yani bir oluşumun en tepesindeki ne derse o olur. Diğerlerinin görevleri bu emre uymaktır ve uyan kalabalık ne kadar fazla olursa boruyu öttürenin gücüne güç katmaktır.

Sonuç olarak bir STK'da veya partide değerin belirlenen kural ve disipline uymaktan ibarettir. Böyle hareket etmediğin takdirde değerin sıfırlanır, gözden düşer, kapı önüne konursun. Gerisi yalandır.



*** 15/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


9 Kasım 2018 Cuma

Önceliğimiz Ne Olmalı?****


İnsanoğlunun rahat ve kolay bir hayat sürmek için öncelikleri vardır. Kişiden kişiye bu öncelikler değişse de genelde insanoğlu atım-arabam olsun, evim-barkım olsun; gezeyim tozayım, kimseye ve hiçbir şeye muhtaçlığım olmasın, kimseye bağlı olmadan özgür bir şekilde yaşayayım, isteklerimi zamana yaymadan bir an evvel halledeyim çabası içerisindedir. Aslında tüm çaba ve gayret mutlu ve huzurlu bir hayat sürmek içindir.

Diyelim ki kafamıza koyduğumuz tüm isteklerimiz gerçekleşti. Sonuç? Mutlu olabiliyor muyuz? İnsanoğlu olarak her yolu denesek de maalesef bir türlü mutlu olamıyoruz. Olsak da geçici oluyor. Çünkü bir müddet sonra çekip gidiyor bu mutluluk. Tıpkı yalancı bahar gibi. Tüm isteklerimizi elde edip düze çıkınca içimizde hala bir eksiklik hissederiz. Nasıl olur? Ne eksiğimiz kaldı ki? Her şeyimizi elde ettik. Hissettiğimiz eksikliğin huzur ve mutluluk olduğunu nice sonra anlarız. Halbuki tüm çaba ve gayretimiz rahata kavuşmak suretiyle huzur ve mutluluk değil miydi? İsteklerimiz gerçekleşince bu da arkasından gelir diye düşündük hep. Ama gelmiyor bir türlü. Çünkü mala-mülke, ata-arabaya, eve-barka, paraya-pula sahip olmak tek başına mesut ve bahtiyar olmak için yeterli değildir. Şayet öyle olsaydı tüm zenginlerin sürekli mutlu, huzurlu ve hiçbir dertlerinin olmaması gerekirdi.

Bana göre tüm bunların arkasında yatan sebep beklentilerimizdir. Bu beklentiler farklı farklı olabilir: Ayağımızı yorganımıza uzatmadan çıtayı yüksek tutmak, imkânı olan başkalarından beklenti içerisine girmek, isteklerimizin gerçekleşmesi için gece-gündüz kendimizi şartlandırmak, elde etmek istediğimizle yatıp kalkmak, olmamasını dert edinmek gibi durumlar mutsuzluğumuzu tetikleyen sebepler olabilir diye düşünüyorum. Olanı kabullenemiyor, mevcut halimize şükredemiyor, olmayan şartlarımızı zorluyoruz. İstek ve beklentilerimizin olması için çırpındıkça sıkıntıya giriyor, dert sahibi oluyor, tabir yerindeyse insan kılığından çıkıyoruz. 

Çalışıp kazanmak güzeldir ve olması gerekendir. Çünkü  çabalamazsak bir başkasına muhtaç oluruz. Ama doğal akışı içerisinde tabiatı zorlamamak lazım. Biz çoğu zaman küpe girmeden sirke olmaya kalkıyoruz. İsteğimiz hemen olsun istiyoruz. Bunun için boyumuzdan büyük borcun altına giriyor, gerekirse kredi çekiyoruz. Kendimizi gerdikçe geriyoruz. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmadan zamana yaymadan iyi bir hesap ve kitap yapmadan kalkıştığımız borç yükünün altında eziliyoruz.

Kanaatime göre rahat ve konforlu bir hayat sürmek için yine mutlaka hedeflerimiz olmalı. Ama bir an evvel rahat edeceğiz diye huzurumuzu kaçırabiliriz. Önceliğimiz huzurumuz olmalı. İnsan az ile mutlu olabildiği gibi çok ile mutlu olamayabilir. Belki de kişinin mutluluğu azdadır. Çünkü variyet kişiyi azdırabilir ve şımartabilir de. En iyisi huzurumuzu kaçıracak yüklerin altına girmemektir. Yoksa üç günlük dünyada hayat burnumuzdan fitil fitil getirir.

**** 10 Kasım 2018'de haberladik.com sitesinde yayımlanmıştır.