10 Kasım 2018 Cumartesi

Parti Disiplini Denen Şey! ***


Ne zaman bir yazımda cemaat ve tarikatlara yer versem bazıları durumdan vazife çıkarır: Cemaat ve tarikatlar öyle değil der ve özellikle tarikatların ne olduğunu anlatmaya çalışır. Durum yazılarımdan vazife çıkaranların dediği gibi olsa da biz zahire göre davranır, onları öyle biliriz. Çünkü birçok cemaat ve tarikatlarda aykırı ve farklı söze yer verilmez, tek ses çıkar. Her şey askeriye mantığı gibi yukarıdan aşağıya emir komuta zinciri çerçevesinde cereyan eder. Bu durum sadece cemaat ve tarikatlarda değil; vakıf, dernek, STK'larda da üç aşağı beş yukarı böyledir. Yani hepsinde bir disiplin vardır.  O disiplinin dışına kolay kolay çıkılmaz. Bu disipline uyulmadığı takdirde ilgili kişi en basitinden dışlanır, yok kabul edilir, o yapıyla bağı koparılır. 

Tarikat, cemaat, vakıf, dernek, ve STK'lar böyle de çok partili hayatın vazgeçilmezi ve demokrasinin olmazsa olmazı dediğimiz partiler nasıldır? Gördüğüm hiç farkının olmadığıdır. Yok aslında birbirinden farkları. Çünkü partilerde bunun adı parti disiplinidir. Birinde "Vardır bir hikmeti" mantığı çerçevesinde içine sinse de sinmese de mutlak itaat ve bağlılık varken öbüründe bunun adı parti disiplinidir.

Parti disiplini olsun elbet. Önemli kararlarda partinin aldığı karara uyulsun. Ama bir TV kanalına çıkmak bile parti disiplinini ihlal kapsamına giriyor ve vekil orada kendi özgür görüşlerini açıklayamıyor, açıkladığı takdirde "Kesin ihraç talebiyle" parti yüksek disiplin kuruluna sevk edilebiliyor ise bu parti disiplini denen şey gelişmenin önündeki en büyük engeldir. Bu durum devlet memuru mantığıyla aynıdır. Devlet memuru da izin almadan basın açıklaması yapamaz, TV'ye çıkamaz. Haydi devlet memurundaki mantığı anladık diyelim. Her türlü imkanı sunarak seçip gönderdiğimiz vekil bir devlet memuru muamelesi görebiliyor, çalışma alanı daraltılabiliyor ve her şey parti liderinin isteği doğrultusunda olacaksa biz ne diye vekillere bu kadar imkan sunuyoruz? Bu görüntüyle vekil, özgür iradesiyle ne kanun teklifi verebilir ne içine sinmediği bir hususta görüşünü açıklayabilir.

Parti disiplini denen şey tüm partilerde var ve vekillerin üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmakta. Bu parti disiplini dedikleri lider sultasından başka bir şey değildir. Maalesef bu ülkenin veya tüm doğu ülkelerinin kaderi bu olsa gerek. Bu durum partilerde böyle, cemaat ve tarikatlarda böyle; vakıf, dernek vb. STK'larda hakeza. Baştaki yani bir oluşumun en tepesindeki ne derse o olur. Diğerlerinin görevleri bu emre uymaktır ve uyan kalabalık ne kadar fazla olursa boruyu öttürenin gücüne güç katmaktır.

Sonuç olarak bir STK'da veya partide değerin belirlenen kural ve disipline uymaktan ibarettir. Böyle hareket etmediğin takdirde değerin sıfırlanır, gözden düşer, kapı önüne konursun. Gerisi yalandır.



*** 15/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


9 Kasım 2018 Cuma

Önceliğimiz Ne Olmalı?****


İnsanoğlunun rahat ve kolay bir hayat sürmek için öncelikleri vardır. Kişiden kişiye bu öncelikler değişse de genelde insanoğlu atım-arabam olsun, evim-barkım olsun; gezeyim tozayım, kimseye ve hiçbir şeye muhtaçlığım olmasın, kimseye bağlı olmadan özgür bir şekilde yaşayayım, isteklerimi zamana yaymadan bir an evvel halledeyim çabası içerisindedir. Aslında tüm çaba ve gayret mutlu ve huzurlu bir hayat sürmek içindir.

Diyelim ki kafamıza koyduğumuz tüm isteklerimiz gerçekleşti. Sonuç? Mutlu olabiliyor muyuz? İnsanoğlu olarak her yolu denesek de maalesef bir türlü mutlu olamıyoruz. Olsak da geçici oluyor. Çünkü bir müddet sonra çekip gidiyor bu mutluluk. Tıpkı yalancı bahar gibi. Tüm isteklerimizi elde edip düze çıkınca içimizde hala bir eksiklik hissederiz. Nasıl olur? Ne eksiğimiz kaldı ki? Her şeyimizi elde ettik. Hissettiğimiz eksikliğin huzur ve mutluluk olduğunu nice sonra anlarız. Halbuki tüm çaba ve gayretimiz rahata kavuşmak suretiyle huzur ve mutluluk değil miydi? İsteklerimiz gerçekleşince bu da arkasından gelir diye düşündük hep. Ama gelmiyor bir türlü. Çünkü mala-mülke, ata-arabaya, eve-barka, paraya-pula sahip olmak tek başına mesut ve bahtiyar olmak için yeterli değildir. Şayet öyle olsaydı tüm zenginlerin sürekli mutlu, huzurlu ve hiçbir dertlerinin olmaması gerekirdi.

Bana göre tüm bunların arkasında yatan sebep beklentilerimizdir. Bu beklentiler farklı farklı olabilir: Ayağımızı yorganımıza uzatmadan çıtayı yüksek tutmak, imkânı olan başkalarından beklenti içerisine girmek, isteklerimizin gerçekleşmesi için gece-gündüz kendimizi şartlandırmak, elde etmek istediğimizle yatıp kalkmak, olmamasını dert edinmek gibi durumlar mutsuzluğumuzu tetikleyen sebepler olabilir diye düşünüyorum. Olanı kabullenemiyor, mevcut halimize şükredemiyor, olmayan şartlarımızı zorluyoruz. İstek ve beklentilerimizin olması için çırpındıkça sıkıntıya giriyor, dert sahibi oluyor, tabir yerindeyse insan kılığından çıkıyoruz. 

Çalışıp kazanmak güzeldir ve olması gerekendir. Çünkü  çabalamazsak bir başkasına muhtaç oluruz. Ama doğal akışı içerisinde tabiatı zorlamamak lazım. Biz çoğu zaman küpe girmeden sirke olmaya kalkıyoruz. İsteğimiz hemen olsun istiyoruz. Bunun için boyumuzdan büyük borcun altına giriyor, gerekirse kredi çekiyoruz. Kendimizi gerdikçe geriyoruz. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmadan zamana yaymadan iyi bir hesap ve kitap yapmadan kalkıştığımız borç yükünün altında eziliyoruz.

Kanaatime göre rahat ve konforlu bir hayat sürmek için yine mutlaka hedeflerimiz olmalı. Ama bir an evvel rahat edeceğiz diye huzurumuzu kaçırabiliriz. Önceliğimiz huzurumuz olmalı. İnsan az ile mutlu olabildiği gibi çok ile mutlu olamayabilir. Belki de kişinin mutluluğu azdadır. Çünkü variyet kişiyi azdırabilir ve şımartabilir de. En iyisi huzurumuzu kaçıracak yüklerin altına girmemektir. Yoksa üç günlük dünyada hayat burnumuzdan fitil fitil getirir.

**** 10 Kasım 2018'de haberladik.com sitesinde yayımlanmıştır.





8 Kasım 2018 Perşembe

"Kur'an'ı Niçin Arapçasından Okuyoruz?" *


Dün bir öğrenci "Kur'an'ı niçin Arapçasından okuyor, Türkçesinden okumuyoruz" dedi. Öğrenciye “Senin adın Orkun değil mi” dedim. “Evet” dedi. İsminin anlamını biliyor musun? Dedim. “Biliyorum kentin yöneticisi demek” dedi. “Sana Orkun diye değil de ‘Kentin yöneticisi’ diye hitap etsek nasıl olur, kabul eder misin” dedim. “Kabul etmem” dedi. “Niçin” dediğimde “Çünkü beni tam karşılamıyor” dedi. Ardından  "Kur'an'ın orijinal dili Arapçadır. Anlamak için mutlaka Türkçe anlamını da okuyacağız, ama yüzlerce meal var, bazı ayetlere farklı anlamlar verilebiliyor. Farklı meallerin hangisinin doğru olduğunu tespit etmek için orijinal metne müracaat ederiz. Orijinalinden okumak Kur'an'ın aslını korumak demektir. Tıpkı isminin anlamını bildiğimiz gibi yine sana Orkun diye hitap edelim, olmaz mı" şeklinde bir açıklama getirdim. 

Bana bu soruyu soran öğrenci 5.sınıf bir öğrenci. Sorusu da çok masum. Verdiğim cevaba ikna oldu öğrenci. Anladığım kadarıyla zaman zaman ateşi sönse de ev ortamında ve ekranlarda sık sık “Bu Kur’an’ı Türkçesinden okusak, ezan Türkçe okunsa da anlasak” tartışmalarından öğrenci de etkilenmiş. Ki etkilenmemesi mümkün değil.
***
2000’li yıllarda çalıştığım bir Anadolu Lisesinde bir öğrenci parmak kaldırdı. Kendisine söz verdim. “Hocam! Kur’an bugün ihtiyaçlara cevap vermiyor. Yenisi yazılsa nasıl olur” dedi. “Kur’an yeniden yazılamaz. Çünkü Allah kelamıdır. Üstelik her ihtiyaca cevap verdiği gibi her asra da hitap eder, yeter ki biz okuyup anlayalım ve hayatımıza tatbik edelim” dedim.

Bir ay sonra Kur’an-ı Kerimi tanıtmak amacıyla sınıfa birkaç mealli Kur’an-ı Kerim ile birlikte girdim. Kitapla ilgili biraz açıklama yaptıktan sonra daha yakından görmeleri için en ön sıralara birer tane koyarak “İnceledikten sonra arka sıralara verelim” dedim. Öğrenciler Kur’an’a göz gezdirirken bir ay önce “Kur’an’ı yeniden yazsak nasıl olur” diyen Cenk isimli öğrenciye “Bu Kitap’tan evinizde var mı” dedim. “Bilmiyorum, vardır herhalde” dedi. “Bu Kur’an-ı mealinden hiç okudun mu” dedim. “Hayır okumadım” dedi. “Pekiyi içinde ne yazıyor biliyor musun” dedim. Yine “hayır” dedi. “Mübarek! Hiç içine bakmadan, ne yazdığını bilmeden bu asra hitap edip etmediğini incelemeden niye yeniden yazmaya kalkıyorsun o zaman” dedim. “Tamam hocam, yeniden yazmayalım o zaman” dedi. Gülüştük.

5.sınıf öğrencisi gibi lise üçüncü sınıfta okuyan Cenk de açıklamamdan ikna oldu. Geri kalan zamanda dersimize kaldığımız yerden devam ettik. Çünkü sorun masumane soru soran öğrencilerde değil biz büyüklerde. Keşke tartışmalarımızla kafalarını karıştırdığımız küçüklerin ikna oldukları gibi büyüklerimiz de ikna olsa bu konular bir daha açılmayacak şekilde kapanır gider, ısıtılıp ısıtılıp önümüze tekrar tekrar konmaz. Keşke biz büyükler de bu çocuk ve gençler gibi masum olsak inanın aramızda bu şekil suni bir tartışma hiç olmazdı.

İşin garibi “Kur’an Türkçeleştirilse, namazda Arapça değil Türkçesini okusak, ezan Türkçe okunsa da ne dediğini anlasak” tartışmalarını başlatan büyüklerin çoğunun namazda, niyazda, Kur’an’da ve ezanda gözü yok. Onları ne camide görürsünüz ne de cemaatte.  Gözü yok ama kaşımayı iyi beceriyorlar maalesef. (Az sayıda da olsa bu tiplerin içinde namaz kılan ve Kur’an okuyan samimi kimseler var. Bu hakkı da burada teslim edelim.)

* 10/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


7 Kasım 2018 Çarşamba

Adamın Arapça Bilgisine Hayran Kaldım *

Her akşam bir kanalda yapılan tartışma programlarının öğretim görevlisi gediklileri var. Kambersiz düğün olmaz misali her türlü tartışma programında bunlar boy gösteriyor. Kimi doçent, kimi profesör, kimi de rektör.

Ekranda oturdukları yerden hangi görüşte oldukları belli bu öğretim görevlilerinin anlamadıkları ve bilmedikleri bir konu yok maşallah! Gecenin geç vaktine kadar sürüyor programları. Her konuda söyleyecek sözleri olmalı. Merak ediyorum bunların evleri, barkları yok mu? Her gün evlerimize misafir oluyorlar. Ertesi günü dersleri yok mu? Derslerine giriyorlarsa öğrencilere ne anlatıyorlar? Çünkü bir kişi sahasında ne kadar yeterli olursa olsun dersine bakarak girmesi gerekir. Programların sürekli müdavimi olan bu tipler herhalde katıldıkları programdan ücret alıyor olmalılar ki tüm eforlarını ekranda sarf ediyorlar. Tüm birikimlerini orada boşaltıyorlar. Bunların yeni bilgi ve konuyu öğrenme ve araştırma zamanları da olmamalı. Çünkü ne zaman bakacaklar? Herhalde geçmiş bilgilerini yeni bilgi almaksızın satmaya devam ediyorlar. Zaten sürekli konuşan kendisi bir şey almaz, sürekli verir. Öyle zannediyorum tam veremiyorlar ki her gün çıkıyorlar. Konuştukları ve tartıştıkları bir incir çekirdeğini doldursa gam yemeyeceğim.

İşte onlardan biri: Bir kanalda Andımız üzerine yine bir tartışma var. Ana Muhalefetten bir vekil, "Andımız okunmalı, burada bir ırkçılık yok." derken doçent unvanlı biri "Bu Andımız 1933 Türkiye’sinin Andı." şeklinde bir şeyler söyledi. İkisi arasında söz döndü dolaştı ezanın Türkçe okutulmasına geldi. Vekil "Niçin başka dilde okunuyor, Türkçeye bu kadar düşmanlık yapmayalım, insanlar okunandan anlasın" dedi. Doçentimiz "Sen Tanrı uludur diyebilirsin. Bunun önünde bir engel yok. Hatta bir cami yaptırıp namazı da Türkçe kıldırtabilirsin. Bana kimse Tanrı dedirtemez... Benim ezanım ‘Allah’ü ekber’ şeklinde başlamalı. Sen bilir misin ‘Allahü ekber’ ne demek? Ben biliyorum. Çünkü ben Arapça biliyorum. ‘Allah’ü ekber’ demek ‘Allah birdir’ demek..." dedi. Videodan izlediğim bu kadar. Ardından kapattım, gerisini dinlemedim. Çünkü yaptıkları horoz dövüşünden başkası değil.

Burada bir kısmını alıntıladığım konuşmada kendisinin Arapça bildiğini söyleyen doçentin ‘Allahü ekber'e ne anlam verdiği dikkatinizi çekmiş olmalı. ‘Allah en büyüktür’ anlamına gelen ‘Allah’ü ekber’ cümlesine hukukçu doçentimiz ‘Allah birdir’ şeklinde anlam veriyor. Programın devamında düzeltme yapan oldu mu bilmiyorum, dil sürçmesi mi onu da bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, akademisyenin Arapçası mükemmel! Bilgisine hayran kaldım doğrusu!

Sayın doçent Arapçayı biliyorum demese dil sürçmesi deyip geçeceğim. Ama öyle hararetli tartışıyor ki ağzından çıkanı kulağı duymuyor. İnşallah dil sürçmesidir. Olabilir. Çünkü irticalen konuşuyor. Eğer gerçek Arapça bilgisi bu ise işte o zaman yandık demektir. ‘Allah’ü ekbere’ şu ana kadar ‘Allah en büyüktür’ anlamı veren bizim gibilerin bilgisi yanlış ise bunu da bilmek isteriz. Hatta bu durumda kendisinden ders almak isteriz.

Arapça bildiğini hava atan bu hukukçu doçentin hukuk bilgisi umarım Arapça bilgisi gibi değildir. Eğer böyleyse bu bilim adamı şu ana kadar hep işkembeyi kübradan atmış ve bize yutturmuş demektir. 

TV'ye çıkıp her konuda söz söylemeye çalışan ve ben bu işi biliyorum diyen ekranların bu gediklileri şunu bilsinler ki ilmin yarısı edep ise yarısı da bilmiyorumdur. Yani haddini bilmektir. Bilgi ise bunlardan sonra gelir. Yine bilim adamı demek birinin, bir kesimin silahşörü, kalemşörü, basın sözcüsü olmak değildir. Kendisini ilme verir, sahasında konuşur, ötesinde susar. Konuşurken de kimseden çekinmez, olması ve söylenmesi gerekeni söyler. Alanı kendisine dar geliyor, kabına sığmıyorsa cübbesini çıkarıp siyasete girmelidir. Kimsenin bilim adamlığını ayaklar altına alma gibi bir hakkı yoktur.

* 09/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yasallık Ahlaki Olmalı **

Benim de dahil olduğum bazı insanlar vardır ki ağzından bal damlar. Doğruluğu, dürüstlüğü kimseye vermez. Hak ve adaletin ne olduğundan dem vurur. Herhangi bir yere yapılacak atamalarda aranan kriter olarak herkesin hoşuna giden ehliyet ve liyakatların esas alınması gerektiği hususunda öneriler sunar. Buraya kadar sorun yok. Amenna!

Sorun nerede derseniz böyle diyenlerin, yazıp çizenlerin, mangalda kül bırakmayanların büyük bir kısmının göz ardı ettiği bir husus var: Kendilerinin bulunduğu yere ne şekilde geldikleridir. Bence esas sıkıntı burada. Eğer bir kişi geldiği yere hakkaniyet ölçüsü içerisinde gelmemişse bu kişinin durumu kafasını kuma gömen devekuşuna benzer. Sanır ki geldiği yere ne şekilde geldiğini kimse bilmiyor.

Bir koltuğa gelen o koltuğun ehli ve koltuğunun hakkını veren biri olabilir. Geliş şekli de yasal diyelim. Atama usulü sakat olduğu için toplum nezdinde asla inandırıcı olamaz. Böylelerini dinleyen bıyık altından güler. Çünkü giydiği gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenmiştir. Başı yanlış iliklenen bir gömleğin diğer düğmeleri hesaba katılmaz. Ayrıca bir şeyin yasal olması o işin hakkaniyete uygun olduğu anlamına gelmez. Yasal olanın toplum nezdinde bir kıymeti harbisinin olması yasal olanın adalete ve objektif kriterlere uygun olmasıyla orantılıdır. Eğer bu tip kişiler doğru sözlü olmak, hakkı savunmak istiyorlarsa mevcut pozisyonlarını içlerine sindiremeyip koltuğu bırakmakla samimiyetlerini gösterebilir. Çünkü kem âlât ile kemâlât olmaz. Hem ele talkın verip hem de salkım yemeye devam ettikleri müddetçe hiç ikna edici olamazlar. 

Bulunduğu makama objektif kriterle gelmeyenler "Biz aslında bulunduğumuz makama hakkıyla gelmedik. Çok da önemli değil. Bizim için önemli olan bir makama gelmekti" deseler alınlarından öpeceğim. Çünkü bir hakkı teslim ettikleri için kendilerini daha doğru sayacağım.

Gücünü koltuktan alan, koltuğa bir güç vermeyen kerameti kendilerinden menkul bu kişiler hiçbir şey yapamıyorlarsa en azından konuştuğu zaman ayet-hadis okumasın, din ve diyanetten  bahsetmesin. Çünkü olduğuyla yaptığı veya geliş şekli örtüşmüyor. Çünkü bu millet din-diyanetten bahsedip de haksızlığa göz yumanları asla affetmez. Keşke milletin affetmediğiyle kalsalar Allah da affetmez. Çünkü Allah insanları kendisiyle aldatanları hiç mi hiç sevmez.

** 02/12/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.

6 Kasım 2018 Salı

Ufukta Yine Bir Başkanlık Gözükmüyor

2019 mahalli seçimler yaklaşırken partiler resmi olarak açıklamasa da partilerinden belediye başkan adayı olmak isteyenler tek tük de olsa ortaya çıkmaya başladı. Acaba bu işi bu sefer kotarabilir miyim diye hepsi bir heyecanlı bekleyiş içerisinde. 

Aday adayı olup ortaya çıkanlar heyecan duya dursunlar bende de var bu heyecanlı bekleyiş. İlgi alanıma girsin veya girmesin ne zaman bir koltuk boşalsa o koltuğa kimin geleceği konuşulsa o koltuğu doldurup dolduramacağımı düşünmeden neden olmasın diye benim içim kıpır kıpır eder. Anlayacağınız bitmez tükenmez bir enerji var bu konuda bende. Çünkü işin içerisinde koltuk var. 

İçimdeki bu koltuk beklentisi nelere göz kırpmadı ki Diyanet İşleri Başkanlığı boşalır, kendimi o koltuğa atarım. Milli Takım Teknik Direktörü arayışına girilir, kendimi o koltuğa layık görürüm. Vekillik seçimleri olur, 600'de bir şansım var derim. Cumhurbaşkanı seçimi olur, şartlarım tutuyor, neden olmasın derim. Cumhurbaşkanlığı olmazsa yardımcılık da olabilir, bakan ve bakan yardımcılığı olmazsa kurul ve ofislerde başkanlık da olabilir diyorum. Tüm bunlar göz göre göre gözümün önünde kayıp giderken umudumu yitirmeden kendimi belediye başkanlığına hazırlıyorum.

Nerede hazırlıyorsun, aday adaylığı müracaatın var mı veya hangi il veya ilçenin başkanlığını düşünüyorsun diye sormazsınız biliyorum. Farz edin ki sordunuz o zaman cevaplayayım. Herhangi bir il veya ilçe diye bir tercihim yok. Hepsi benim kabulümdür. Ha orası ha burası! Koltuk olduktan sonra ne fark eder? Hasılı herhangi bir partiden, herhangi bir yere adaylık müracaatım yok. Ağlamayan çocuğa emme verilmez, önce istenen gerek derseniz işte bu bana ve prensiplerime aykırı. Bir defa koltuğa beni bir başkası önerecek, sensiz olmaz Allahaşkına denecek. Ben de madem ısrar ediyorsunuz o zaman kabul diyeceğim. Yani istemem yan cebime koy gibi bir şey bendeki bu arzu ve istek. Şu ana kadar size yapılmış bir teklif var mı derseniz ima yoluyla da olsa maalesef olmadı. Ama bu olmayacağı anlamına gelmiyor. Sonra benim acelem yok. Gideceğim yer kara toprağa girmeden kendime teklif yapılacağını umutla bekleyeceğim. Bu umutla yaşayacağım. 

Ben kendimi ucunda koltuk olan her şeye hazırlarken kedi olalı hiç fare tuttun mu bari derseniz birkaç yıl sınıf başkanlığı yaptım. Yani bu konuda tecrübeliyim. Bugünkü başkanlıklardan farkı bir koltuğu yoktu sınıf başkanlığının. Bu işi meccanen yapıyorsun. Koruman yok, makam aracın yok. Yetkisi olmayan bir sorumluluk anlayacağınız. Sınıf başkanı olmak için özel bir gayret sarf etmeniz gerekmiyor. Sınıfın en yaşlısı ve biraz iri olman yeterli.

Bana sınıf başkanlığı dışında herhangi bir koltuğu teklif etmeyenler bu inatlarından bir gün vaz geçmek zorunda kalacaklarına yürekten inanıyorum. Siz gülseniz de gülmeseniz de er veya geç o koltuk buraya gelecek. Ben de sabreden derviş misali muradıma ereceğim.

5 Kasım 2018 Pazartesi

Tır Şoförlüğü Hayali Kurarken


TVnet’te Ayşe Böhürler ile Türk Kahvesi programında anlatılanlardan alıntılardır: “Beş yaşında ilkokula başladığında okul önlüğü olarak ağabeyinden ablasına, ablasından da kendisine miras kalan eski bir siyah önlüğü giydirir annesi. Kullanıla kullanıla cepleri eskidiği için annesi cebin birini söküp atar, diğer cebi de yerinden sökerek ters çevirip önlüğün ortasına diker. Babaannesinin yanında kalarak ilkokula gider ama sadece 17 gün gider okula. Gerisini kaçmış.

İkinci sınıfı okumak için ailesi kendi yanına Ankara’ya alır. Gittiği okulda iki öğretmen akademik yeterliliği yok diyerek kendisini öğrenci olarak almaz. Emekliliği gelen yaşlı bir öğretmen kendisini kabul eder.

Köyden gelen biri olarak sınıf arkadaşları kendisini pek kabullenmek istemez. İlk günlerde okulda yalnızlara oynar. Kimsenin bilemediği bir soruya cevap verdikten sonra öğretmen sınıfta kendisini alkışlatınca sınıf arkadaşları yanına yaklaşmaya başlar.

Lisede okurken iki ay kadar okuldan kaçar ve sınıfta kalır. Babası “Okumayıp da benim gibi dolmuş şoförü mü olacaksın” diye bir güzel döver. Babasına “Hayır, ben tır şoförü olacağım” cevabı verir.
Üniversitede okurken aynı zamanda dolmuş ve taksi şoförlüğü yapar.”

Sanırım bu profilin kim olduğunu anladınız: Milli Eğitim bakanı Ziya Selçuk’tan bahsediyorum. Bakan’ın anlattıkları beni 80 öncesine götürdü. Çünkü yukarıda anlatılanlar aslında 80 öncesi okuyan çoğu kimsenin ortak yönüdür. O dönemin çocukları şu ya da bu şekilde bu hayatı yaşamıştır. Her şeyden önce yokluk var o dönemde. Hem okuyup hem çalışma var. Elbise, kitap, önlük ağabeyden ablaya, abladan veya okulu bitiren bir komşunun çocuğundan mirastır geriden gelenlere. Öyle yeni önlük alma falan yok. Alırken bol ve uzun alınır, birkaç nesli mezun ederdi. Önlük eskirse eskiyen yere yama yapılır, yine giyilirdi. Okul çantası olarak kullanılan ise annelerimiz tarafından basma kumaştan dikilen ve boyna takılan Kur’an’ı Kerim çantasının biraz genişine benzer bezden bir çantaydı. Cepte ne harçlık olurdu ne de okulda kantin. Evden beslenme katardı anneler.

Şimdi gelelim günümüze… Kaç kişi giyer ağabeyinden kalan okul kıyafetini veya elbiseyi. Ne uzun ne kısa tam üzerimize göre alıyoruz. Az bir kilo veya boy alınca işimize yaramıyor. Eskimeden ve kimseye yar etmeden ya gardırobumuzda yer işgal eder ya çöpe koyuyor ya da hayır olsun diye yapılan yardım kampanyalarına veriyoruz. Anlatmak istediğim ne ders kitabı ne okul kıyafeti kimseye yar oluyor. Çünkü ya beğenmiyoruz ya da beğenen olsa bile kitaplar da kıyafetler de sık sık değişiyor. Kullan, at projesi günümüzde uygulanan sistem.

Her şeyin bir kıymeti ve değeri vardı eskiden. Yokluktu belki de bunları anlamlı kılan. Bugün her şey var ve sıfır yani kullanılmamış. Olan da alıyor, olmayan da. Her şeyimiz yeni ama eskisi gibi anlamlı değil.

Bakan’ın geçmişine baktığımız zaman hayatında yokluk var, yoklukla mücadele var, hem okuyup hem çalışma var, baba dayağı var, sınıf tekrarı var, tır şoförü olma hayali var. Ziya Selçuk her ne kadar hayalini gerçekleştirme başarısı gösteremeyip Bakan olabilse de çocukluğu ve öğrenciliği hep hayatın içinden olmuş, mücadeleyle geçmiş, günümüzde olduğu gibi sosyal hayattan kopma yok. Kendisini köyden geldi diye öğretmen kabul etmemiş. Babası “Nasıl almazsınız” diye soluğu yetkili mercilerde almamış. Babası dövmüş ama çocuğu şikayet yolunu seçmemiş. Aşırı korumacılık yok anlayacağınız. Sıra dışı biri olması da belki bundandır. 

Bakan'ın bu hayat hikayesi bugünün aşırıcı korumacı biz ailelerinin kulaklarına küpe olsun.