17 Ekim 2018 Çarşamba

Kendilerinin Yaptırdığı Yerleri Yıkmış! *


Türkiye birkaç gündür Aydın’ın Karpuzlu ilçesinde bir camide üç yıl görev yaptıktan sonra oturduğu lojmanı balyozla yıkan imamı konuşuyor. Aydın il Müftülüğünün adı geçen imamla ilgili soruşturma açtığı belirtiliyor. Gazetelerde bu olay “İmamın öfkesi herkesi şaşırttı” başlığıyla verildi.

Bu olayla ilgili gazetelerin yazdıklarından edindiğim lojmanın her tarafı yıkılmamış. İmam lojmana oturmaya başladıktan sonra ilave olarak yaptırdığı tuvalet, banyo, lavabo ve kömürlük kısmı yıkılan yerler.

Olayla ilgili Köyün Muhtarı “Kaldığı üç yıl boyunca imamdan bir kuruş kira istemediklerini, imamın da vermediğini, imamın yaptığı bu eylemin tüm imamlara mal edilemeyeceğini” açıklamış. Tartışmalar üzerine İmamın oğlu, “Babasına iftira atıldığını, yıkılan yerleri kendisinin yıktığını, babasının bunları yapacak biri olmadığını, yıktığı yerlerin kendilerinin yaptırdığı yerler olduğunu, bu yaptıklarından dolayı da pişmanlık duyduğunu, cezası ne ise çekmeye razı olduğunu” ifade etmiş.

Anladığım kadarıyla aynı yerde üç yıl görev yapan görevli, tayininin çıkmasından/çıkarılmasından memnun olmamış ve bu durumu kendine yedirememiş olmalı ki öfke bu nahoş duruma sebebiyet vermiş. Lojmanı yıkan baba mı yoksa oğul mu onu da zaman gösterecek. Ama kim yıkarsa yıksın garip bir durum var orta yerde. Olayı daha da garipleştiren lojmanın tamamı değil de kendisinin sonradan yaptığı veya yaptırdığı yerlerin yıkılmış olması. Burada bir bilinçaltı durumu söz konusu.  “Mademki siz benim tayinimi çıkarttınız. Yaptığım yerleri kimseye yar etmem. Ben de yıkarım” demektir bunun anlamı. Lojmanı tümden yıksa sinir boşalması var. Beklemediği bir durumda tayininin çıkarılmasını hazmedememiş, eline balyozu almış ve ne yaptığını bilmez bir şekilde önüne gelen yere vurmuş diyeceğim. Ama burada bir plan ve hazmedememe durumu seziyorum ben.

Bu bireysel lojman yıkma olayını “bireysel” deyip işi sadece adli bir vaka olarak görmemek lazım. Bence bir tayin işini lojman yıkmaya götüren sebepleri masaya yatırmakta fayda var.

Bu ülkede polis, asker gibi belli bir çalışanın dışında atanan kimseler atandığı yere “Canım istediği müddetçe ben burada görev yaparım” düşüncesiyle atanıyor. Çünkü kimseye “Bu atandığınız yere şu kadar yıllığına atandınız” denmiyor daha işin başında. Kanaatimce devlete memur, işçi, alt ve üst yönetici olarak atanan kimse atandığı yere kaç yıllığına atandığını ve süresi dolduğu zaman bir başka yere gideceğini işin başında bilmelidir. Bu durum çalışanlar arasında bir sirkülasyon sağlayacaktır. Çalışan değişik ortamlarda çalışmak suretiyle kendini yenileyecektir. Kurumlara taze kan gelecektir. Görevini hakkıyla yapan arda kalanlar tarafından sürekli hayırla yad edilirken bulunduğu yerde bir katma değer üretemeyen ve uyum sağlayamayan kimse bir başka yere nakil gidince geride kalanlar “Şükür kurtulduk” diyebilecektir.

Şimdi şöyle bir soru soralım: Lojmanı yıktığı söylenen imam, atandığı cami ve lojmanında yolcu olduğunu bilse öfke patlaması yaşar mıydı? Burada sorulması gereken başka sorular da daha var: Bu görevliye oturduğu lojman niçin bedava? Görevli burada görev yaptığından dolayı maaş almıyor mu? Bu işi meccanen mi yapıyor? Yoksa ağaya beleş meselesi mi? Sayfamı doldurduğum için niçin beleş olduğuna varın siz kafa yorun!

* 19/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


15 Ekim 2018 Pazartesi

“Çok Kıskanılan Meslek Grubu” ***


Star TV’de “Eyvah Düşüyorum” başlıklı bir yarışma programı varmış. Varmış diyorum, çünkü izlemedim. İzlemediğim gibi böyle bir yarışmadan da haberim yoktu. Haberim olsa da bu şekil profili düşük programları izlemeyi düşünmem. Bu programda yarışmacıya sunucu Yazın üç ay tatil yapıp, bir de üstüne maaş aldığı için çok kıskanılan meslek grubu?” sorusu yöneltiyor. Yarışmacımız 30 saniyelik süre içerisinde bu sorunun cevabının “Öğretmenler” olduğunu söyleyerek tam puan alıyor. Seyirciler öyle zannediyorum hem bu soruya hem de verilen cevaba bir iyi gülmüşlerdir. Bunca derdin arasında Star TV’yi izleyen ve programda izleyici olarak yer alan kesimi bir nebze de olsa güldürüp mutlu edebilmişse ne mutlu öğretmen camiasına. Okullarda çocuklarının mutluluğu ve başarısı için çabalayan öğretmen, ekranlarda da anne-babaları ve toplumu eğlendirebiliyorsa helal olsun demek lazım! Her ne kadar tüm mutluluk öğretmenin mutsuzluğu üzerine kurulmuş olsa da önemli olan müşteri memnuniyetidir. Zira müşteri daima haklıdır.

Yarışmada sorulan bu soruya sosyal medya üzerinden öğretmen kesimi büyük bir tepki göstermiş olmalı ki Star TV “Eyvah Düşüyorum” yarışmasında sorulan soru ile üzdüğümüz bütün değerli öğretmenlerimizden özür dileriz. Saygılarımla, şeklinde bir özür açıklaması yapmış. Eksik olmasın! Özrü kabahatinden büyük diyeceğim ama bu işte adı geçen TV’nin ve yarışmaya soru hazırlayan ve yarışmada sunuculuk yapan kimselerin ve yarışmada doğru cevabı veren yarışmacının bir suçu yok.  Çünkü toplumda var olan bir algıdır bu. Siyasetçisinden esnafına toplumun her kesiminde “Öğretmenlerin 3 ay (bazıları bunu dört aya çıkarır) tatil yaptıklarını, doğru dürüst derse girmediklerini, yarım gün okula gittiklerini, bazı günler derslerinin olmadığını, 15 tatili yaptıklarını, kar tatilinde okula gitmediklerini, her bayram tatil yaptıklarını, çalışmadıkları halde maaş almaya devam ettiklerini, bir de bir şey yapmış gibi üzerine ek ders ve eğitim ve öğretim ödeneği adı altında para aldıklarını” anlatan bir kesim var. Bu konu işlene işlene herkeste öğretmenlik yan gelip yan yatılan bir meslek olduğu anlayışı hakim oldu.

Kıskanan kıskanana! Buradan söyleyeyim kıskananlar çatlasın. Keşke çatlamakla kalsalar! Bu algı üzerinden çocuklarını emanet ettikleri öğretmene vurdukça öğretmenin itibarını düşürdükçe sonunda ağlayacak olanların kendileri olduklarını bilmeyecek kadar da bir o kadar zavallılar. Kıskanırken de gülsün herkes. Ama sonunda ağlamaya hazır olsunlar. Başta çocuğun gözünde olmak üzere toplum nezdinde itibarı sıfırlanan bir öğretmen ağzıyla kuş tutsa da kimseye faydalı olamaz. Çünkü çocuk bile “Bu öğretmenler zaten böyle” der geçer gider. Anne babanın ve toplumun kahir ekseriyetinin saygı duymadığı bir meslek grubuna çocukları da saygı duymaz. Sonra da muteber olmayan bir meslek grubundan çocuklarına fayda beklesin herkes. Bekleyin! Ancak avucunuzu yalarsınız. Çünkü itibarı sıfırlanan bir kesimin kimseye verebileceği bir şey olamaz. Çünkü alıcısı olmaz.

Burada öğretmenler çok tatil yapıyor, hak etmeden çok maaş alıyor veya başka ülkelerde öğretmen ne kadar tatil yapıyor veya ne kadar maaş alıyor konularına girmeyeceğim. Ama biraz yazı okur ve istatistiklere bakarsanız OECD ülkelerinde görev yapan öğretmenler arasında 35 ülke içerisinde Türkiye’deki öğretmenler 2017 rakamlarına göre 30.sırada maaş alıyor. Tatil meselesine gelince yine OECD ortalamasına göre öğretmelerin tatil ortalaması 10-13 hafta iken Türkiye’deki öğretmenler yaz tatilinde 8, sömestr tatilinde 2 hafta olmak üzere yani toplam 10 hafta tatil yapmaktadır.

Haydi algılarımızdan kurtulamadık. Diyelim ki bizim öğretmenler daha fazla tatil yapıyor. Merak ediyorum fazla tatilin müsebbibi öğretmenler mi? Devlet 12 ay çalışacaksınız dedi de öğretmenler yeniçeri gibi istemezük deyip eylem mi yaptı? Biz okula gitmeyiz mi dedi? Öğretmenler; yarım değil, normal değil, tam gün okulda olacaklar dendi de öğretmenler biz yarım gün çalışırız mı dedi? Haydi öğretmenler 12 ay çalışacak, tatil falan yok kuralı kondu. Pekala siz çocuklarınızı yıl boyu okula gönderebilecek misiniz? (Sözüm kıskananlara tabi)

Öğretmenin tatilini diline dolayanlar niçin başka meslek gruplarını görmezler? Herkesin gücü vurun abalıya denerek öğretmenlere mi yetiyor? Sahi bu ülkede milletvekilleri ne kadar tatil yapıyor? Hiç düşündünüz mü? Eğer unutmadıysanız Meclis 24 Haziran seçimlerine gitmeden iki ay önce tatile girdi, seçim sonuçları açıklandıktan sonra Meclise gelip yemin etti, ardından 01 Ekim’e kadar tekrar tatil yaptılar. Bugüne kadar sizden biri (sözüm öğretmenin tatilini diline dolayanlara) Vekiller çok tatil yapıyor dedi mi? Ya da ben hariç bir öğretmenin ağzından “Bu vekiller de çok tatil yapıyor, onları kıskanıyorum” sözünü duydunuz mu? Duymazsınız. Bize ne sonra? Her meslek grubunun çalışma şartları farklıdır.

Madem bu öğretmenlik kıskanılacak bir meslek! Çalışıp öğretmen olaydınız breler! Elinizden alan mı vardı? Yoksa siz de “Benim puanım öğretmenliğe yetiyordu, ben tercih etmedim diyenlerden misiniz? Unutmayın, kaçan balık büyük olur. Keşke öğretmen olaydınız da en azından bugünkü öğretmenlerin elinden çocuklarınızı almış ve adam gibi çocuklarınızı yetiştirmiş olurdunuz Üstüne üstlük üç bilemedin dört ay tatil yapıp yan gelir yan yatar, üstelik bir de maaş alırdınız… Vah yazık gerçekten! Siz öğretmen olmayacaksanız bugünkü öğretmenler üç ay tatil yapıp yan gelip yan yatacak ve maaşlarını da alacaklar. Bu durumda siz de kıskanmaya devam edeceksiniz. İster çatlayın, ister patlayın! Var mı bunun ötesi?

Not: 16.10.2018 tarihinde pusulahaber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Tek Aday ve Tek Listenin Oylandığı Seçimler *


Pazar akşamına doğru hem avukat hem de öğretim görevlisi olarak görev yapan komşumu gördüm. Ayaküstü biraz lafladık. Hal-hatırdan sonra BARO seçimleri vardı. Onun için geldim dedi. İyi hoş geldiniz, sonuç ne oldu dedim. Sonuç belli değil, halen sayım devam ediyor dedi. Ta il dışından gelip oy verdiğinize göre birden fazla aday olmalı. Haliyle çekişme de vardır dedim. Olmaz mı? Her görüşün adayı var dedi. Hayırlı olsun sonuçlar dedim ayrıldım.

Ayrılırken avukatın yüzüne baktım. Yüzünde bir merak, bir heyecan ve bir beklenti vardı. Neden olmasın ki? Sonuçta destek verdiği aday kazanır veya kazanamaz. Seçim bu ne de olsa. Öyle zannediyorum katılım da yüksektir bol adaylı bu seçimde. Zaten olması gereken de bu. Birden fazla aday yarışmayınca bu işin heyecanı olmaz.

Aynı haftanın cumartesisinde bir STK'nın ilçe seçimleri oldu. Sonucu kimse merak etmedi. Çünkü tek liste yarıştı çoğu ilçelerde. Birden fazla listenin yarıştığı ilçelerde katılım biraz olurken çoğu ilçelerde katılım yüzde 25-30 civarlarında olmuş sosyal medyadaki yorumlardan anladığım kadarıyla. Sonucu belli listeye oy vermek için kim gelsin? Nasılsa tek liste var orta yerde. Haliyle tek liste yarışınca sonucu belli seçimin sonucunu kimse merak etmedi, heyecan da duymadı. Niye duysun ki?

Tek listenin oylandığı seçimleri ben Ortadoğu ülkelerinin bazılarında olan sözde seçimlere benzetirim. Buralarda baştaki kral yasa gereği zorunlu seçimlere gider. Halk oy verir. Kralın sonuçlardan hiç endişesi olmaz. Zira kazanacağı kesindir. Çünkü karşısında rakibi yok. Bu seçimlere katılım fazla olmasa da katılanların verdiği oyla kral yüzde 95’lik bir oranla güven tazeler. Sonuçtan halk ve oy verenler memnun olmasa da kralın dediği olur ve kral demokrasiyi bitmez tükenmez emellerine alet eder. İşte bu tür yerlerde yapılan seçimlerde de  katılım fazla olmaz, heyecan olmaz. Bu yüzden sonucu da kimse merak etmez.

İçinizden başka aday yoksa mecburen tek liste oylanacak. İsteyen herkes aday olabilir ve liste hazırlayabilir. Buna bir engel yoktur diyebilirsiniz. Tespitiniz doğru. Çünkü seçimlerde mevcut yönetime karşı alternatif bir liste çıkarmada mevzuatta bir engel yok. Burada önemli olan karşılarına rakip ya da rakiplerin çıktığın yönetimin tavrı. Pekala seni dışlayabilir, belden aşağı vurabilir. Seni bölücü olarak lanse edebilir. Haydi tüm bunları göze alarak aday oldun diyelim. Kazanma şansın pek olmaz. Çünkü mevcut yönetimle eşit şartlarda yarışma imkanın yoktur. Eski yönetim kaybetmeyecek şekilde sistemini kurar. Haydi buna da eyvallah diyelim. Seçimi kaybettikten sonra dışlanma, baskı, görmezden gelinme vb. her türlü durumla karşılaşman mukadderdir. Görüldüğü gibi bazı yerlerde aday olmak bir dert, adaylık süresini yönetmek bir dert, kaybetmek ayrı bir derttir. Kaybettikten sonra işin gücün yoksa camian tarafından sürekli yok kabul edilme ve vebalı görülme durumun da olabilir. Bu demektir ki ağrımaz başını ağrıtacaksın.

Yönetimin yüzü eskimesine, sürekli kendisini tekrar etmeye başlamasına, başarısız olduğu ayan-beyan belli olmasına rağmen bir STK'da değişim rüzgarları esmiyor, alternatif liste çıkmıyorsa kimse kusura bakmasın böylesi yerlerde demokrasi bir numara büyüktür. Böylesi yerlerde insanlar yıldırılmış olmalı ki aday çıkmıyor. Yasa gereği oylanan tek listeyi oylamaya da çoğunluk gelmiyor. Nasılsa sadece listedeki adayların kendileri kendi kendilerine oy verse seçilecekler. Zaten durum da bundan farklı değil. 

Hasılı körler ve sağırlar birbirini ağırlayarak birbirlerini beslemeye devam eder. Bu da onlara yeter zaten. Katılım olmuş veya olmamış önemli değil. Nasılsa koltuk baki! Ne diyelim? Hayırlı olsun böylesi seçimler! Allah istikrar abidesi bu kişileri başımızdan eksik etmesin. Onlar olmasa üyeler ne yapar sonra? 

Not: Sözüm meclisten dışarı. Yazımdan tek adayın yarıştığı her yer aynıdır anlamı çıkmasın. Çıkan alternatif listeye centilmence yaklaşan nice yönetimler vardır. Allah sayılarını artırsın.



* 17/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


14 Ekim 2018 Pazar

"Doğru insan aramak yerine doğru insan olmak" *

Alişan Kapaklıkaya bir konuşmasında "Doğru insan aramak yerine doğru insan olmak" şeklinde bir cümle kullandı. Cümleyi duyar duymaz işte sıkıntılarımızın temeli dedim kendi kendime.

Niçin sıkıntıların temeli? Çünkü her birimiz bıkıp usanmadan hep doğru, güvenilir, işinin ehli kişiler arıyoruz. Doğru insan aramaktan bitip tükendik ama pes etmedik hala. Sürekli bir arayış içerisindeyiz. Almışız elimize projektörü… durmadan arıyoruz. Hepimiz neler aramıyoruz ki! Veli ve öğrenci iyi öğretmen, iyi okul ararken öğretmen iyi veli, iyi öğrenci, iyi müdür, iyi bakan arıyor; müdür de iyi veli, iyi öğrenci, iyi öğretmen arıyor. Esnaf iyi müşteri,  müşteri ise iyi ve güvenilir esnaf arıyor. Patron iyi işçiler ararken işçiler de iyi bir patron arıyor. Kiracı iyi bir ev sahibi, ev sahibi de iyi bir kiracı arıyor. Arıyor oğlu arıyoruz! Verdiğim örnekleri çoğaltabilir, hayatın her alanına bu arayışı teşmil edebiliriz.

Aslında arayışımız doğru. Üstelik fazla bir şey de aramıyoruz. Sadece görmek ve bulmak istediğimiz; işimizi, çocuğumuzu, kendimizi ve her şeyimizi teslim edeceğimiz doğru insana ulaşmak. Buna hakkımız var mı? Var elbet! Bundan doğal ne olabilir ki? Fakat bu arama işinde aradığımızı bulmak için projektörü hep karşı tarafa tutuyoruz. Nedense hiç kendimize doğrultmuyoruz bu projektörü. Belki de bu iş için projektörü ilk tutacağımız kişi kendimiz olmalıydı. Tıpkı iğne ile çuvaldız gibi. Önce iğneyi kendimize batıracağız ki ardından çuvaldızı başkasına batıralım.

Her işte doğru arayan ben; işimde, gündelik hayatta ve insanlar arası ilişkilerde ne kadar doğruyum? Hep doğru insan arayışı içerisine giren bir insan, bu işe kalkışmadan önce kendisini sorgulasa doğruluğuna engel olan davranışlarını törpülese doğru insanın olması gerektiği gibi bir yaşantı içerisine girse bunu hepimiz yapsak hepimiz doğru birer kişi oluruz ki ömrümüzün geri kalan kısmında doğru adam aramaya gerek duymayız. Çünkü maksat hasıl olmuş ve doğru insanı bulmuşuz demektir.

Hangi işte olursa olsun her şeyden önce ben, kendi yaptıklarımdan ve yapacaklarımdan sorumluyum. Doğruluk arayışında kendimizi temize çıkararak doğru insan aramayı ben maalesef çok dürüstçe bulmuyorum. Bizim bu durumumuz minderden kaçan güreşçiye benzer. Üstelik beyhude bir çabadır bu. Çünkü Allah bu konuda: “Bir topluluk kendini değiştirmediği müddetçe Allah hiçbir topluluğu değiştirmez” buyurarak genel ilkeyi koymuştur. Ben değişeceğim ki toplum değişsin. Toplumun değişmesinde öncelik bireylerin değişmesidir. Bireyler değişmedikçe hiçbir toplum değişmez. Çünkü toplum bireylerden oluşur. Ben sahtekar olacağım, toplum düzgün! Var mı öyle üç kuruşa beş köfte? Dünyanın doğasına aykırı bir defa bu!


Hepimiz kendi evimizin önünü süpürerek başlayabiliriz bu işe. Yoksa umutsuz vaka olarak arar arar, havamızı alırız. Yine doğru insan aramaya devam edelim ama ararken “Ben ne kadar doğruyum” diyelim ve kendimize çekidüzen verelim derim. Yine Allah “Sen doğru yolda olursan, başkalarının sapıklığı sana zarar veremez” buyurur. Başka söze ne hacet! Haydi önce kendimize bakalım, eğer ihtiyaç kalırsa sonra doğru insan arayışına girelim.

* 26/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Devlet Yönetmek Çetrefilli Bir İş Olmalı! ***

Hangi alanda olursa olsun yönetim zor zanaat olsa gerektir. Her şeyden önce sorumluluk gerektiren bir iştir. Sorumlu olmak başlı başına bir meseledir. Biz ev yönetirken bile zaman zaman ikilem içerisinde kalır, ne yapacağımızı şaşırırız. Biz ev işlerini idare etme işinde zorlanırken özel veya kamu kurum ve kuruluşunu yönetmek, onlarca binlerce çalışanı idare etmek de zor olsa gerek. Bunların ötesinde hükümet olmak ve ülkeyi yönetmek herhalde daha bir zordur.

Ülkeyi yönetmek demek devletin tüm imkanları emrinde ama ülkenin tüm sorunları da kucağında demektir. Yurdun her türlü sorunlarını çözmek için uğraşacaksın. Sadece ülkeyi yönetmek olsa zor ama eh diyeceğim. Bu işin bir de yurtdışı ayağı var. Çünkü ülkeyi yönetmek uluslararası ilişkileri de hesaba katmak demektir. Devletlerarası ilişkilerde tökezlememek için kılı kırk yarmak gerekiyor. Çünkü kurtlar sofrasındasın. Her şey çıkar ilişkisine bağlı. Senin iyi bir yönetici olman bir şey ifade etmiyor. Karşı tarafı da göz önünde bulundurman, hesap-kitap yapman gerekiyor. Kolay mı bu? İş çıkarsız bir ilişki olsa bunun da altından kalkılır diyeceğim. Ama işin içine Bizans oyunları gibi değişik ayak oyunları giriyorsa oyun içinde oyun varsa ne yapacaksın? Bu durumda senin çok doğru olman, doğru siyaset izlemek istemen bir şey ifade eder mi? Maalesef günümüz dünyasında ayakta kalmak için doğru ve insan merkezli bir siyaset ancak bir yere kadar işe yarıyor.

Anlatmak istediğim devlet yönetmek çok çetrefilli bir iştir. Hele Türkiye gibi bir yerde yaşıyor ve o ülkeyi yönetmeye talip olmuşsan vah ki vah! Çünkü çevresi düşmanla dolu bu ülkenin. Hafif bir sendelemende üzerine çullanıp akbabalar gibi üzerine üşüşecekler çok. Durumumuz bu maalesef.

Bu durumda oturup ne olacak bu halimiz deyip karalar bağlamayacağız. Elbette devleti yönetenler inisiyatif alacak, bazı kararlar alacak. Çıkar ilişkisine bağlı bu dünyada zaman zaman kazan-kazan politikası izleyecek, bazen taviz verecek, bazen kaybedecek, bazen de kazanacak. Tüm bunları bu ülkeyi yönetenlerin fazlasıyla yaptığını ve yapmaya devam ettiğini düşünüyorum.

Ülkeyi yönetenlerin hem ülke içinde hem de ülke dışında yaptığı bazı icraatlar, aldığı bazı kararlar vardır ki milletçe göğsümüzü kabartmakta. Çünkü açık, anlaşılır ve olması gereken. Ama bazı alınan/verilen kararlar vardır ki -belki de devlet yönetiminde olmadığımızdandır- anlayamıyor, niçin böyle oldu diye sorguluyor hatta üzülüyoruz. Karar içimize sinmedi diyoruz. İçimize sinmeyen durumlar için bir kısım “Her şerde bir hayır vardır,” bekleyip görelim derken bir kesim ülkeyi yönetenleri yerden yere vuruyor. Bu durum insanımızı ikiye bölmekle birlikte olumsuz algıların yerleşmesine de sebebiyet vermektedir.

Ülkeyi yönetenlerden istediğimiz içimize sinmeyen durumların izahının bir güzel yapılmasıdır. Çünkü ikna ve izah edilemeyen doğrular siyasette doğru değildir, aleyhte kullanılır. Devletlerarası ilişkilerde bir açık bir de gizli anlaşmalar olur. Burada gizli anlaşmalar halka açıklansın demiyorum. Devleti yönetenler bunu açıklayamaz. Çünkü adı üzerinde gizlidir. Pekala bu işin için gazetecilerden yararlanılabilir. Gazeteci köşesinde olayın geri planını kendi yorumlarını da katarak ele alabilir, kendi görüşü olarak kamuoyunu bilgilendirebilir, böylece yanlış algıların önüne bir nebze de olsa geçilmiş olur. Vatandaşın doğru bilgilendirilmeye hakkı olduğunu düşünüyorum.

*** 18/10/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.


13 Ekim 2018 Cumartesi

Önce Bindir, Sonra İndir! *

Paramızın dolar karşısında değer kaybetmesi, faiz oranlarının yükselmesi ve enflasyonun yüzde yirmiler üzerinde seyretmesi sonucu girdi maliyetlerinde meydana gelen artışlar nedeniyle birçok firma, ürünlerine yüzde yüzün üzerinde zam yaptı. 


Hazine ve Ekonomi Bakanının enflasyonla mücadele etmek için firmalardan ürünlerinde yüzde 10 indirim yapma çağrısına birçok firma bu kampanyaya destek vererek ürünlerinde yüzde 10 indirim yapacaklarını deklare etti. 

İndirim indirimdir. Yüzdesi az olsa da enflasyonla topyekûn bir mücadele için firmaların taşın altına elini uzatması anlamlıdır. Bu bakımdan bu kampanyaya katılan tüm firmalarımızı tebrik ediyor ve kendilerine teşekkür ediyorum. Fakat buraya bir virgül koyup ama demek istiyorum.

Fiyatların uçtuğu veya uçurulduğu bir dönemde yüzde 10 indirim  yeterli mi? Bu indirim sadra şifa olacak mı? Mutfaktaki ateşi söndürecek mi? Enflasyonu indirecek mi? Sanırım pek katkısı olmayacak. Olsa olsa fiyatlara psikolojik katkısı olur.

İndirim hiç yoktan iyi deyip hoşumuza gitse de bu indirim bana garip geldi. Niçin derseniz? Çünkü maliyetler arttı denerek ürünlerine yüzde yüze varan zam yapan bir firma niçin indirim yapar? Bu durum “önce bindireyim, ardından biraz indiririm” bakış açısını hatırlattı bana.

Yüzde 10 indirim yapmak ticarette firmaları zor durumda bırakmayacaksa bu durumda zamanında ürünlerine yüzde 10 fazla zam yapmış olmadılar mı? Bu, fahiş fiyat değil mi? Zamanında kimse onlara “Ürünleriniz yerinde saysın, asla zam yapmayın demedi. İstenen “Zammın makulüne evet, fahişine hayır” idi.

Benim bu alavereden anladığım firmalarımız kepçeyle aldıklarını kaşıkla geri vermiş olacaklar. Sağ olsunlar “Çorbada bizim de tuzumuz olsun” sadedinde fazla kârdan feragat edip katkıda bulunacaklar.  Keşke bu katkıyı Ekonomi Bakanı onları indirime davet etmeden önce yapmış olsalardı daha anlaşılır olurlardı. İndirimi gören biz, “Piyasaların allak bullak olduğu bir ortamda önlerini görmek için firmalarımız kendilerini garantiye almak istemiş, piyasalar oturmaya başlayınca fazlasını indiriyorlar” derdik.

Ederinden fazla zam yapıp bugün indirim kervanına katılan esnafımız, firmalarımız, işletmelerimiz kusura bakmasın bu yaptıklarından dolayı kendilerini fırsatçı gibi gördüm. Keşke böyle yapmasalardı! En ufak bir girdi de sıkıntıya katlanmayıp bu girdiyi hemen fazlasıyla vatandaşa yansıtacaklarsa bu vatandaş üzerine yük bine bine bu işin altından nasıl kalkacak? Vurun ama öldürmeyin! Haydi diyelim ki sizin elinde zam kozu var, vatandaşın elinde ne var? O ne yapacak? Pahalı da olsa ihtiyacı olan ürünü almaya eli mahkûm maalesef.

Bence indirim falan yapmayın, kârınızdan ödün vermeyin. Vatandaş zor olsa da bu hayat mücadelesini dün olduğu gibi bugün de düşe kalka yapacaktır. Size yazık olmasın!



* 19/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde "Enflasyonla Mücadelede İndirim" başlığıyla yayımlanmıştır.

12 Ekim 2018 Cuma

Olup Bitenler Bir Kayıkçı Kavgası Olmasın!


İstanbul'da Eminönü-Karaköy arası yolcu taşıyan kayıkçılar, yolcu beklerken yolcu kapmak için durup dururken kendi aralarında kavgaya tutuşur; kürekler havaya kalkar, sesler yükselir, bir itiş-kakış başlarmış. Kavga eden kayıkçıların bağırış ve çağırışlarını gören ve duyan halk kayakçıların etrafında toplanırmış. 

Kavgada havaya kalkan kürekler etrafta toplanan halkın başına, gözüne değer; yaralanırlarmış. Nedense havada uçuşan kayıkların hiçbiri kayakçılara değmezmiş. 

Kayıkçılar muradına ererken halkın başının yarıldığı yanlarına kar kalırmış.  

İstanbul’da kayakçıların kendilerine zarar vermeden yaptığı bu kavga tarihimize kayıkçı kavgası olarak geçmiştir. Tarih tekerrürden ibaret derler, dünyada ve Türkiye'de olup bitenler bir kayıkçı kavgası olmasın. Çünkü kavgalarda olan hep halka oluyor, ağlarsa onların anası ağlıyor. Kavga eden taraflara bir şey olmuyor.

Tövbe tövbe! Fesübhanallah! Olur mu öyle şey? Benimki de laf yani! Dam başında saksağan, vur beline kazmayı!