23 Eylül 2018 Pazar

Okuldan İlk Hafta İzlenimlerim


Beşinci sınıf bir öğrencinin saçları dikkatimi çekti. Saçları ikiye ayrılmış. Biraz da kıvırcık saçlı. Saçının büyüklüğünden kafanın büyüklüğü iki katına çıkmış. "Vah zavallı! Bu büyük kafayı nasıl taşıyor, zorlanıyor olmalı dedim içimden.

Yanına varıp adını sordum. Aramızda şu konuşma geçti:
--Çocuğum! Büyük saç sana yakışmış. Ama bu saçın bakımı zor olur. Kışın kolay kolay kurutamazsın. Kış bastırmadan saçını kestirmende fayda var. Islak saçla çıkınca hastalanabilirsin. Saçlarını çabuk dökersin. Sana kısa saç da güzel yakışır. Kestirmeyi düşünmez misin? Bu şekil büyük saça ailen bir şey demiyor mu?
--Babam kestir, annemse kestirme diyor.
--Baban ne iş yapıyor?
--Babam asker!
(İçimden askere her türlü emir veren ve emri ikiletilmeyen askerin evde sözü geçmiyor dedim. Kadınların her yerde sözü geçiyor.)
***
Yine beşinci sınıf bir sınıfa girdim. İlk derste hangi konuları göreceğimizden bahsettim. Ardından yıl boyunca karşılaşacağımız kısaltmaları gösterdim. Kısaltmalardan bir tanesi de Arapça oğlu/kızı anlamına gelen bin/binti (b.) kısaltmasını anlatmaya başladım. Akılda kalsın diye Muhammed b. Abdullah (Abdullah’ın oğlu Muhammed), Ali b. Ebu Talip (Ebu Talibin oğlu Ali” şeklinde örnekler verdim. İyice pekişsin diye öğrenci üzerinden örnek vermek istedim. Önce çocuğun adını sordum, ardından babasının adını sordum. Adını söyleyen çocuktan babasının adını söylemesini beklerken “Annem ile babam ayrı” cevabı aldım.

Çocuğa soru sorduğuma pişman oldum. Keşke sormasaydım dedim. Halbuki çocuğa anne-baba birlikte mi yaşıyorsunuz diye bir soru sormamıştım. Zaten sormam böyle bir soruyu. Kolay kolay annen ne iş yapıyor, baban nerede çalışıyor diye bir soru da sormam. Demek ki çocuğun bilinçaltına yerleşmiş maalesef. Kaç çocuk bu durumu yaşıyor, varın siz düşünün.
***
Dersim beşlerden bir sınıfa yine. Benden önce sınıf yoklamasını yapan öğretmenin devamsız öğrenci sayısıyla sınıf mevcudunun uyuşmadığını görünce baştan yoklama yapmaya karar verdim. Tek tek isimleri okumaya başladım. Okuduğum öğrenci “buradayım” dedi. Birkaç tane olmayanı tespit ettim. Bir isim daha okudum, ses yok. Ardından sınıftan birkaç kişi “O arkadaş burada. Konuşamaz o” dedi. Konuşamayan öğrenciye baktım. Benim konuştuğumu anlıyor musun kızım dedim. “Evet” anlamında başını salladı. Gel benimle dedim koridora çıktım. Arkamdan öğrenci geldi. “Konuştuğumu duyduğuna ve anladığına göre sen konuşuyorsun” dedim. Evet dedi. Evde konuşuyor musun dedim. Yine evet dedi. O zaman niçin konuşmuyorsun dedim. “Burada konuşmak istemiyorum” dedi. Bugün okul açılalı dört gün oldu, sınıfından kimseyle konuşmadın mı dedim. Evet dedi.
Anladığım kadarıyla ya sınıftan çekiniyor. Zamanla alışacak. Ya da farklı bir insan profiliyle karşı karşıyayız. Merak ediyorum bu öğrenci kaçıncı hafta konuşmaya başlayacak?
***
Beşinci sınıflarda gördüğüm bir şey var. Sınıfta olup biten hiçbir şey kim vurduya gitmiyor. Şayet bir yaramazlık yapılmışsa kaç gönüllü öğrenci birden kimin yaptığı ayan beyan söyleniyor.
Devlet MİT’e eleman seçiminde beşinci sınıflardan faydalansa çok iyi olur diyorum. Böylece hiçbir olay faili meçhul kalmaz.

1379 Yıllık Yas ***


Hicri takvime göre muharrem ayının 10.günü Müslümanlarca Aşure günü adıyla değişik etkinliklerle anılır. Çoğu ev, adını bugünden alan aşure yemeği yaparak komşularına dağıtır, arta kalanı eş ve dostuyla yer. 9.10.ve 11.gün oruç tutmak tavsiye edildiği için çoğu kimse bugünleri oruçlu geçirir. Evlerde annelerimiz tarafından yapılan aşure çorbası son yıllarda çarşı, pazara da sıçradı. Kurum, kuruluşlar, firmalar, okullar aşure pişirmek suretiyle bu geleneği devam ettirmektedir.

Muharremin 10.günü yani aşure günü Şiiler pişirilen aşurenin yanında bugünü matem havası içerisinde anmaktadır. Daha doğrusu matem havası falan değil, düpedüz yas tutuyorlar bugün. Çünkü Aşure günü aynı zamanda Kerbela günüdür. Peygamberimizin torunu Hz Hüseyin Muharrem'in 10.günü Kerbela'da Yezid'in askerleri tarafından 72 yakını ile birlikte hunharca katledilmiştir. Bundan dolayı Şiiler Hz Hüseyin ve yanındakilerin çektiği acıyı aynen çekmek amacıyla Muharrem'in 10.günü yas tutuyorlar. Milyonlarca Şii-Caferi bu etkinliklere katılmaktadır: Siyahlar giyilir, zincirlere vurulur. Kendi kendilerine yumruk atarlar, ağıtlar yakarlar. 1379 yıldır bu matemi devam ettirmektedirler. 

Kerbela olayı menfur bir olaydır. İslam dünyasının kanayan yarasıdır. Asla tasvip edilemez. Tüm İslam dünyası bu menfur olayda Hz Hüseyin'in yanında yer alır. Onu ve yanındakileri şehit edenleri lanetler. 

Aşure günü Caferilerin Hüseyin ve yakınlarının katledilmesinden duydukları üzüntüyü anlıyorum. Hüseyin ile ilgili anma programlarını da anlıyorum ve saygı duyuyorum. Onları ayıplamıyorum. Anlamadığım nokta yas tutmaları. Bir yas dile kolay 1379 yıl devam eder mi? Ölenle ölünmez biliyorsunuz. Sonra İslam'da ölenin ardından sessizce gözyaşı dökülür. Hatta İslam taziyeyi üç gün ile sınırlandırır. Asla matem tutulmaz. Siyaha bürünmenin, ağıt yakmanın, kendisine zincirle ve yumrukla vurmanın mantığını anlayabilmiş değilim. İslam'ın 3 gün ile sınırlandırdığı taziyeyi matem havasına büründürmek suretiyle 1379 yıldır devam ettirmeyi benim akıl ve havsalam almıyor. Anlamak istiyorum, anlayamıyorum. 

"Hüseyin ve arkadaşları normal ölmedi, katledildi. Biz bu acıyı içimizden atamadık. Bu acı babadan evlada devam edecek. Biz bu acıyı çekmeye devam edeceğiz. Bilmeyen bizi anlayamaz" derlerse aynı acı niçin diğer şehit edilenlere duyulmaz. Hz Ömer camide namaz kıldırırken, Hz Osman evinde Kur’an-ı Kerim okurken, Hz Hüseyin'in babası Hz Ali sabah namazına giderken şehit edildi. Görüleceği üzere üç halife normal ölmedi. Niçin Hüseyin'e gösterilen ilgi-alaka ve tutulan yas diğer Müslümanlara gösterilmez, aynı acı hissedilmez. Burada başka bir şey olsa gerek ama ne?

1379 yıldır devam eden bu matem geleneği bugünden yarına sona edeceğe benzemiyor. Sanırım bu tür matem havası içerisinde anmayı kıyamete kadar sürdürecekler. Yazımızı Erol GÖKA’nın 20/09/2018 günkü Yenişafak gazetesindeki köşesinde  “İslam’da Matem Var mı?” başlıklı makalesinden bir alıntıyla nihayete erdirelim: “İslam Peygamberi'nin (sav) “Ölü için yüksek sesle ağlamak, siyah elbise giymek, siyah perdeler ve rozetler, işaretler asmak caiz değildir” dediği, matemlerini gerekçe gösterip elbisesini yırtan ve bağırıp çağıran insanları kınadığı, ölü için yüksek sesle ağlamanın ölüye sıkıntı vereceğini bildirdiği doğrulanmış bilgilerdir.” 23/09/2018

*** 27/09/2018 günü  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Bir Askerin Gösterdiği Hassasiyeti Maalesef Bu İmam Gösterememiştir *

1990’lı yıllarda Nizip müftüsü olarak görev yapan Ahmet YILMAZ adında bir müftümüz vardı. Çalıştığım okulda ihtiyaç olduğundan Arapça-tefsir gibi derslere girerdi bazı günler. Bir gün bir anısını anlattı. Önce bu anıyı anlatacağım size. Sonra sadede geleceğim.


Suriyeli askeri yetkililerle bizim askeri erkân Suriye’de bir görüşme yapması gerekir. Tercümanlık yapması için yanlarında Ahmet Bey’i de götürürler. Yapılan ikili görüşmenin ardından yemek yenecektir. Suriyeli garsonlar masaları donatmaya başlar. Masalara içki de koyarlar. Müftü ile garsonlar arasında bir konuşma geçer. Daha doğrusu tartışma olur. Bizim askeri yetkili, “Ne oluyor Müftü Bey” diye sorar. Ahmet Bey, “Masaya içki koydular, kaldırın dedim. Olmaz dediler. Bunu konuşuyorduk” deyince bizim subay, “Kaldırsınlar tabi! Müftünün yanında içki içilir mi” der ve içkiler masalardan kaldırılır.


İçki sadece müftünün yanında değil, hiçbir yerde içilmemesi lazım. Ama bizim subayın hassasiyetini takdir ettim. İçki içerim ama yerinde ve ortamında içerim, kimin yanında içtiğime dikkat ederim dercesine müftünün yanında içki içmeyerek saygısını göstermiştir.


Şimdi size gazetelere yansımış bir olayı kısaca anlatacağım: Manisa’nın Salihli ilçesinde 13 Eylül 2018 Perşembe günü öğle namazını kıldıran bir imam, cemaat çıktıktan sonra caminin kapısını içeriden kilitler. Bahçede bankta oturan cemaatin dikkatini çeker bu durum. Az sonra caminin diğer kapısından bir kadının camiye girdiğini gören cemaat, camiye hırsız girdi diye polise haber verir. Gelen polis ekibi 40 dakika boyunca uğraşır, camiyi açtıramaz. Sonunda arka taraftan çıkmakta olan kadını yakalar. İçeri girdikleri zaman imamı da imam odasında bulurlar. Suriyeli olduğu anlaşılan kadın ile imamın ifadeleri alınır: “Temizlik yapıyorduk, yorulmuşuz” derler. Alınan ifadelerinin ardından kadın ve imam serbest bırakılır. İmam yatsı namazını kıldırmak üzere mihraba geçince cemaat, “Adi herif! Senin ardında namaz kılınmaz” diyerek tepki gösterir. Bu tepki üzerine imam namazı kıldırmadan çıkar gider. Gazetelerin yazdığına göre cami görevlisi açığa alınır ve soruşturma başlatılır.


Gazetelerin çoğu bu haberi “İmam, camide Suriyeli kadınla basıldı” şeklinde verdi. Haberin aslı var mı/yok mu soruşturma sonucunda ortaya çıkacaktır. Bu nahoş olayın umarım aslı çıkmaz, iftira olur. Eğer olayın aslı var ise vay halimize demek lazım.  Bu olayın bir benzeri de 2017 yılında Konya’nın Selçuklu ilçesinde emekli olan bir cami görevlisinin fahri olarak müezzinlik yaptığı camide yine bir Suriyeli kadın ile basıldığı gazetelere yansımıştı.


Zina başlı başına bir suçtur. Savunulacak bir tarafı yoktur. Üstelik dinimiz, neslin bozulması demek olan zinaya yaklaşılmasını bile yasaklar. Zinayı aynı zamanda örf ve adetlerimiz de kabul etmez. Dinimizin yasaklamasına, toplumun örfünde yeri olmamasına rağmen maalesef bu ülkede taciz, tecavüz, cinsel istismar, sarkıntılık ve aldatma olayları eksik olmuyor. Zaman zaman basında yer alan her tecavüz olayı ve kaçamaklar toplumda büyük bir infiale sebebiyet verir. Salihli’de vuku bulan bu olayı ilginç kılan olayın camide cereyan etmesi ve failinin de din görevlisi olmasıdır. Kimseyi ayıplamıyor ve kınamıyorum. Çünkü bu uçkur davası bu toplumun başının belasıdır. Bu işi yapanların dinli-dinsiz olması fark etmiyor. Yeter ki insanımız şehvetinin esiri olsun.


Açıkçacı ben uçkurunun esiri olan bu görevliden müftünün yanında içki içmeyerek saygısını gösteren askerin hassasiyetini ve Allah’tan korkmuyorsa bari kuldan utanmasını, en azından utanır gibi yapmasını, bu herzesini cami dışına saklamasını beklerdim. Adam hem imam, hem de başka bir yer bulamamış gibi camide yapıyor aşna fişnesini. İmamımız bunu hem de camide yapıyorsa toplumun diğer bireylerine bir şey söyleme hakkımız var mı? İmamın bu osurması cemaate nasıl tesir eder varın siz düşünün.


Ne günlere kaldık! Yazık! Hem vallahi, hem billahi!


Not: Salihli’de meydana gelen bu menfur olay bireysel bir olaydır. Tüm Diyanet camiasına teşmil edilemez.

* 24/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




21 Eylül 2018 Cuma

Eğitim ve Öğretimimiz Bir Kıpırdasın İsteniyorsa... **


Velisinden öğrencisine, öğretmeninden müdürüne, milli eğitimin taşra teşkilatından merkez teşkilatına, muhalefetinden iktidarına, esnafından eğitimle hiç alakası olmayan kesimlere varıncaya kadar bu ülkede eğitim ve öğretimimizden memnun olan yok. Hepimizi şu ya da bu şekilde ilgilendiren veya etkileyen maarifimizden herkes şikayetçi. İlgili-ilgisiz herkes eğitim ve öğretimin içinde bulunduğu durumu eleştirirken taraflardan kimse kendi üzerine toz kondurmuyor. Kenara çekilip veryansın etmeyi iyi beceriyoruz. Yani kendimizi temize çıkararak başkasına atış yapıyoruz. Hiç iyi yönü yok mu günümüz eğitim ve öğretiminin denirse deve gibi olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz. İşin garibi maarif davamıza olumsuz bakmanın da ötesine geçtik. Karamsarız artık. Zira umutlarımız tükendi iyice. Ne yapacağız bu durumda? Bu işin altından nasıl kalkacağız?

Eğitim ve öğretimin içindeki ve dışındaki iç ve dış paydaşların mevcut maarifimize bakış açılarını değiştirmedikleri müddetçe, taraflar “Acaba bu işte benim de payım var mı” diye sorgulamadıkça, birbirimizi suçlamayı bırakmadıkça bırakın eğitim ve öğretimi düze çıkarmayı hepimiz altında kalmaya devam ederiz. Kimse kusura bakmasın, bu kadar olumsuz bakanın olduğu bir ortamdan iyi bir eğitim ve öğretim çıkmadığı gibi bugünkü günümüzden daha da kötüye gideriz.

Eğitim ve öğretimi öğrencisi, velisi, öğretmeni, okul yöneticisi, taşra ve merkez teşkilatıyla bir takım oyununa benzetirsek –ki takım oyunudur- takımda görev alan herkesin bir görevi vardır. Takımda herkes kendisine verilen görevi yerine getirirse takım başarılı olur. Biri ihmal ederse takım geri düşer. Futbol maçını gözümüzün önüne getirelim. Kalecisinden defansına, liberosundan orta saha oyuncusuna, santraforundan teknik heyetine, hakeminden kulüp yöneticilerine varıncaya kadar her birinin bir görevi vardır. Hangisi görevini ihmal ederse takımda bir aksama meydana gelir ve maçın kaybedilmesi şaşırtıcı olmaz. Aynı durumu eğitim ve öğretim camiası için de düşünmek lazım. Her başarısızlık öğretmenin üzerine yıkılır ve sürekli öğretmen suçlanırsa velisine, öğrencisine, üst ve alt yöneticilere ses edilmezse sürekli suçlanan bir öğretmen başarılı olamaz. Başarılı olsa da kimse takdir etmez.

Teknik direktör iyi, oyuncular kötüyse; oyuncular iyi teknik direktör kötüyse bu takım bir müddet bireysel başarı gösterir. Ardından yavaş yavaş gerisin geriye gider. Yine takım oyununda bir tarafta bir aksama meydana gelmişse diğer taraflardan destek gelir. Ne halin varsa gör denmez. Çünkü bu bir takım oyunudur.

O zaman eğer eğitim ve öğretimi düze çıksın, eğitim ve öğretimimiz kıpırdasın isteniyorsa öncelikle takımdaki tüm oyuncular görevini bilmeli ve birbirine güvenmeli. Bu konuda taraflar birbirine açık çek vermeli. Güvenin ardından kimin görevini yapıp yapmadığını MEB, denetim vasıtasıyla ve alacağı geri dönütlerle masaya yatırmalı. Görevini bihakkın yerine getireni ödüllendirmeli, yerine getirmeyeni bir iki uyarıdan sonra cezalandırma yoluna gitmeli. Futboldaki kurallar nasıl acımasız ise aynıyla burada da uygulanabilir. Görevini ihmal eden, faullü davrananı önce sözlü uyarır. Olmadı mı sarı, ardından kırmızı kart ile oyun dışı eder.

Haydin eğitim ve öğretimimiz biraz kıpırdasın isteniyorsa takım oyunundaki kuralları aynen burada da uygulayalım. İnanın yatalak durumdaki eğitim ve öğretimimiz kıpırdadığı gibi yürümeye ve koşmaya başlar.

** 23/09/2018 tarihinde kahtasoz.com adresinde yayımlanmıştır.

20 Eylül 2018 Perşembe

Öğlencilikten Dert Yanmamak Lazımmış!

Milli Eğitim Bakanlığının hayata geçirmek isteyip de bir türlü uygulamaya koyamadığı hedeflerinden birisi de öğretim şeklidir. Bazı yerlerde normal öğretim yapılmaya geçilse de nüfusun kalabalık olduğu illerin çoğunda halen sabahçılık ve öğrencilik şeklinde öğretim yapılıyor. 

Öğrencinin kalabalık olduğu bir muhitte görev yapıyorsanız ya sabahçısın, ya da öğlenci. Normal olmayan bu iki devrenin avantaj ve dezavantajları var. Sabah erken kalkma var. Sabahın köründe okulun yolunu tutacaksın. Moralin bozulsa da öğle olunca keyfin yerine geliyor. İşin gücün varsa halledebiliyorsun. Öğlenci isen sabah erken kalkma derdin olmayınca gece yatmıyor, sabah da kalkmıyorsun. Yatıyorsun epey. Kalkıyorsun, dersinin başlama vakti öğleyi beklemeye koyuluyorsun. Oturup kalkıp saate bakıyorsun. Vakit bir türlü geçmiyor. Otururken avarelikten yoruluyorsun. Nihayet vakit geliyor, okulun yolunu tutuyorsun. Sen merdivenleri tırmanırken dersini bitiren öğretmenlerin merdivenden inişini görünce "Sen gelirken biz gidiyorduk" der gibi baktıklarını hissediyorsun. Moralin bozuk bir şekilde ayakların geri geri gider gibi merdivenleri çıkarken bazılarının "Siz daha yeni mi geliyorsunuz? Biz bitirdik, gidiyoruz" demeleri yok mu? Bu da işin tuzu biberi oluyor. 

İçinden "Öğlencilik pineklemektir" diyor ve derslere girmeye başlıyorsun. Tek tesellin 5.6.sınıflarla ben ne yapacağım endişenin derslere girdikçe yersiz olduğunu anlıyorsun. Bir bakmışsın ki akşam yedi olmuş. Akşamın karanlığında tüm gününü bitirmiş bir şekilde yorgun-argın evinin yolunu tutuyorsun. Bu durumda tek tesellin sabah erken kalkma yok. 

Erken kalkma derdi olmasa da evde öğlenin olmasını beklemek zor oluyor deyip dururken sağ olsun Bakanlık imdadıma yetişti. On günlüğüne bir kurs ayarlamış içinde benim de olduğum öğlenci öğretmenlere. Sanki devlet "Belki normal öğretime sizi geçiremedim. Öğrencileri okula getiremesem de siz öğretmenleri pekala getirebilirim. Siz yeter ki isteyin" der gibi geldi bana. Gönderilen mesaj yetmediği gibi bugün bir de "Aman unutma, haberim yoktu" deyip gelmemezlik yapmayayım dercesine ıslak imzam alındı bugün. 

Hasılı önümüzdeki iki hafta boyunca terörden etkilenmiş çocuklar adına açılan kursa devam edeceğim. Sabah 09.00, akşam 19.00 arası okuldayım. Yani normal öğretimden de öte tam gün eğitim yapacağım. Artık okul vakti gelsin diye evde pineklemeyeceğim, uyuşuk uyuşuk oturmayacağım. Bana düşen böyle bir planlamayı yapan yetkililerimize teşekkür etmek, dualarımda onları unutmamak ve ne muratları varsa Rabbim versin demek.



Hizmetli ve Memurlardan Mürettep Bir Tören


2008 veya 2009 yılları olsa gerek. Okul müdürüyüm. Günlük Konya’dan gidiş-geliş yapıyorum. Tüm Türkiye’de olduğu gibi çalıştığım ilçede de çelenk töreni var.  
Yönetmelikte yeri var mı bilmiyorum ama protokolde yerimiz olmasa da tüm çelenk törenlerine katılımımız zorunlu. Hele bir de küçük bir ilçede görev yapıyorsanız törene gelmeniz farz gibi bir şey.

Bazı çelenk törenlerinde hiç görevimiz olmamasına rağmen dolgu malzemesi görevi görür okul müdürleri. 

Birlikte gidiş geliş yaptığımız arkadaşların her biri, kimi çelenk törenine gelemeyeceğiz diye kimi resmi, kimi gayri resmi izin aldı. Ben de izin alma yoluna gidersem olmaz, şık olmaz. Bari ben geleyim dedim. İsteksiz de olsa geleceğim ama nasıl? Çünkü normal bir günde değil törenimiz: Pazar günü. Hafta içi olsa problem değil. Ekiple birlikte altımızda özel araba 50 km’lik mesafeyi tek vasıtayla birden alırız. Neyse niyete aldım Pazar günü aktarmalı da olsa katılacağım törene. En az üç aktarma yapacağım.

Pazar günü herkes evinde yatarken ben çıktım yola. İlk önce toplu ulaşım marifetiyle çarşıya geldim. Çarşıdan tramvaya binerek otogara gittim. Baktım, bizim ilçenin dolmuşunun dolması için biraz beklememiz lazım. Ama ben vakitle yarışıyorum. Gecikmeye gelmez. Ne yapayım derken ilçe minibüsümüzün yanında, ilçemizin ilerisinde bir ilçeye taşımacılık yapan bir başka dolmuş var. Kalktı kalkacak. En iyisi buna bineyim. Yol üzerinde iner, ondan sonra geri kalan yedi km için Allah kerim. Hiç olmazsa hayatımda hiç yapmadığım otostop yaparım dedim. 

İlçemiz kadar olan hatta daha büyüğü olan belde de indim. Gelip geçen araba yok. Sabahın köründe bir de pazar günü kim olsun. Aklından zoru olmalı insanın kapalı pazar günü. Baktım, otostop yapmak için beklemeye zaman yok. Çünkü tören beklemez. Hemen önümde ticari bir taksi belirdi. Atladım ona. Tören başlarken yetiştim. Hemen hazır ol vaziyetine geçtim.

Kaymakam çelengi koyar koymaz ardından söylenen İstiklal Marşı ile tören birkaç dakika içinde sona erdi. Sağıma soluma baktım, tanıdık kimler var diye. Ne de olsa 11 tane merkez okul var. Mutlaka o okullardan müdürler katılmıştır dedim. Maalesef hiçbir okul müdürünü göremedim. Kimi okulları müdürün yardımcısı, kimini memuru, kimini de hizmetlisi temsil etmek için törendeki yerini almış. Töreni zorunlu tutan, katılmadığın zaman veryansın eden asıl görevi bir okulda şef olan ilçe milli eğitim müdürü de yoktu törende. 

Tören bitti herkes dağılırken ilçe milli eğitimde görevli hizmetlinin yanına yaklaştım. Hal-hatırdan sonra nerede seninki dedim. “Bilmem Hocam! Ben gelemeyeceğim. Benim yerime sen katil. Okul müdürlerinden de gelmeyenleri not et dedi bana. Ben herkesi geldi derim, kimseyi jurnalleyemem” dedi. Görüşmek üzere deyip vedalaştım.

Dört vasıta değiştirerek geldiğim çelenk töreninden 5 dakika içinde geri gitmek için ayrıldım. Konya otogarına kendimi attırmak için dolmuşa bindim. Ardından üç vasıta değiştirerek evime geldim. Üzerime vazife olmayan görevimi yapmıştım. Ama içimde görevini yapmış bir insanın rahat ve huzuru yoktu. Çünkü törende okul müdürü ve kurum müdürleri namına kimse yoktu. Gelmeyeni asıp kesen görevlendirme şef de yoktu. O da hizmetlisini görevlendirmişti. Yani ilçe milli eğitim müdürlüğünü kendisi değil, şube müdürleri değil, şefi değil, hizmetlisi temsil etmişti. Hem de iki görev birden vermişti hizmetliye. Bir temsil bir de jurnalcilik görevi. Hasılı katıldığım bu çelenk töreni ağırlıklı olarak hizmetlilerinden mürettep bir çelenk töreni idi.

Gazilerimiz bizim için yaralanmış, yaralandıktan sonra tedavi görmüşler ve yıllar sonra kendilerini anmak için Gaziler Günü tahsis edilmiş, yaşayan gazilerimiz protokolde yerlerini almış ve acıları geçmiş bir şekilde bizi izlerken bize de onları anmak düştü. Aradan yıllar geçmiş, unutmuştum bu çelenk törenini. Ama dağarcığımın bir köşesinde yer edinmiş ki televizyonlarda bugün “Gaziler Günü” anıldı denilince eski katıldığım bugün aklıma geldi. Ne diyelim, “Gazilerimizi hayırla yad ediyorum, eksik olmasınlar! İşi bilip işe gitmeyen ve kendi işini başkasına özellikle hizmetlilerine havale eden okul müdürlerinin ve ilçe milli eğitim müdürünün de "Gaziler Günü" kutlu olsun!



Kamuda Tasarruf Hemen ve Her Zaman! ***


TL’nin dolar karşısında aşırı değer kaybetmesinin ardından her türlü ürüne orantısız zam geldi. Girdi maliyetleri artan da zam yaptı, artmayan da. Kimi zorunlu fiyat ayarlaması yaparken kimi de fırsat bu fırsat deyip fırsatçılığını konuşturdu. Piyasa yapılan bu zamlarla kalır mı? Temenni ederim ki bu şekilde kalsın, hatta düşsün. Ama ürünlerin fiyatlarının daha da artacağı şeklinde bir kanaatim var. Orta ve dar gelirli bu zamların altından nasıl kalkar, evin bütçesini nasıl çevirir bilemem.

Gördüğüm bizi iyi günler beklemiyor. Hâlbuki 8-10 yıldır ürünlerin fiyatları artmamış, cebimiz para görmüş, alım gücümüz artmıştı. Paramız değerli olunca yeni ihtiyaçlar belirlemiştik kendimize. Öylesine almaya alışmıştık ki almazsak olmaz noktasına gelmiştik.

Ekonomimizin kırılganlığına dış saldırı da eklenince piyasa birden allak bullak oldu. Olan oldu artık. Bundan sonra ne yapabiliriz? Zira ölümden başka her şeye çare bulunur. İlk aklıma gelen kemerleri sıkmak… Zaruri ihtiyaçların dışında alavere yapmamak, tüketimlerimizi yeniden gözden geçirmek, gerekli bulmadığımız bazı alacaklardan vazgeçmek. Yani ayağımızı yorganımıza göre uzatma zamanı artık! Vatandaş olarak biz bunu yapacağız. Başka da bir çare görünmüyor.

Sanırım devlet de tasarruf yapmayı düşünüyor bugünlerde. Hazine ve Ekonomi Bakanı “Kamuda tasarruf tedbirlerine başladık” derken Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Kamuda her alanda tasarruf yapacağız” açıklamasını yaptı. Bana göre hem Bakanın hem de Cumhurbaşkanının bu açıklamaları gecikmiş birer açıklama. Ta işin başından beri tasarruf yapmalıydık. Ki dinimiz bunu emrediyor: “Saçıp savuranları şeytanın kardeşleri” olarak adlandırır Kur’an. Ama biz ne yaptık? Uhdemizde olan malların bize Allah tarafından emanet edildiğini unuttuk: Saçtık savurduk. Hatta israf bu yapılan dendiğinde “Kime ne, para benim değil mi, istediğim şekilde harcarım” bile dedik. Elimizdeki olanı hoyratça kullandık. Nihayet sıfırı tükettik, bıçak kemiğe dayandı. Şimdi tasarruf edeceğiz, kısacağız diyoruz.

Merak ediyorum bu tüketim çılgınlığı bize kimden miras kaldı? Haydi dine mesafeliyiz. Bu yüzden Kur’an’ın söylediğini kulak ardı ediyoruz. Atalarımız asırlar önce “Sakla samanı, gelir zamanı” demiş. Keşke atalarımızı bari dikkate alsaydık. Ama biz şeytanın kardeşi olmayı tercih ettik bilerek veya bilmeyerek. Şeytanın peşine takılarak bugüne kadar kim ihya olmuş ki biz ihya olacağız hâlbuki?

Tasarruf güzel elbet! Bakanın ve Cumhurbaşkanının açıklamaları gecikmiş de olsa yerinde! Keşke bu tasarruf sıfırı tüketmediğimiz zaman; elimizde bol para olduğu, alım gücümüzün iyi olduğu zamanlarda da uygulansaydı daha iyi olmaz mıydı? Bugün tasarruf edeceğiz. Neyle tasarruf edeceğiz. Benim bildiğim tasarruf varken yapılır. Zaten deniz bitmiş, kum görünmüş, hatta kum da bitmiş. Ama zararın neresinden dönülürse kardır. Sadece ekonomik darboğazda iken değil, her zaman tasarruf etmeyi prensip haline getirip uygulamalıyız.

Millet şu ya da bu şekilde tasarrufunu yapar, yapacak da. Ama devletin şimdi ve her zaman tasarruf etme gibi bir mecburiyeti var. Çünkü devletin en altından en tepe noktasına varıncaya kadar tüm kamu kurum ve kuruluşları -eğer yapıyorlarsa- israf bataklığından sıyrılmalı, bir daha mı tövbe demeli. Olur-olmaz yere harcama yapma, etkinlik ve organizasyon yapma yoluna gitmemeli. Bin düşünüp bir iş yapmalı. “Bu para benim kendi öz param olsaydı bu işi yapar mıydım” demeli. Özellikle sahasında tek olan ve savurganlığın alasını yapan ve her yaptığını kılıfına uyduran belediyelerin kulağı çekilmeli. (Tasarruf edilecek bir diğer alan da kamu makam araçları.) 

Demem odur ki kamuda tasarruf yapılacaksa önce belediyelerden başlanmalı. Çünkü ellerindeki kamu malıdır. Bizde kamu malı yetim malı demektir. Hatırlatmak için söyleyeyim. Nisa 4.ayet mealinde, “"Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler hiç şüphesiz karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir." buyrulur. Eğer yetkililer emanet olarak verilen imkânları yerinde kullanmamışlarsa vay hallerine! Eğer dendiği gibi kamu malı, yetim malı ise yine vay hallerine!

*** 25/09/2018 tarihinde Pusula gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.
.