17 Ağustos 2018 Cuma

"Safları Sık ve Düzgün Tutunuz!"

Camilerde farz namazı kılmak için müezzin kamet getirmeye başlar ve “Haydin namaza” anlamına gelen  “Hayye ala’s-salah” dediği zaman cemaat ayağa kalkarak saf tutar. Bu arada en önde namaz kıldıracak olan imamımız cemaate doğru döner ve “Safları sık ve düzgün tutunuz/tutalım” uyarısını yapar.  Bu, her farz namazdan önce yapılması mutat hale gelmiş bir durumdur. Ben kendimi bildim bileli böyledir.

"Safları sık ve düzgün tutunuz" sözü adet yerini bulsun diye mi söyleniyor yoksa bu konuda hadis mi var diye karıştırdım. Karşıma başta Müslim olmak üzere diğer hadis kitaplarında farklı farklı rivayetler gördüm. Rivayetlerin ortak noktası, safların sık ve düzgün tutulması şeklinde. Olayı detaylı incelemedim ama kafama takılan, sünnet olan safların düzgün tutulması mı yoksa safların sık ve düzgün tutulması sözü mü? Herhalde Peygamberimizin kastı, safların sık ve düzgün olmasıdır. Peki saflar sık ve düzgün ise cemaatle kılınan namazlarda bu sözü söylemeye gerek var mı? 

Peygamberimiz zamanında Mescidi Nebi'nin zemini kum-toprak ile kaplı, şimdiki gibi halılar yoktu. Peygamberin arkasında saf tutan sahabe düzgün saf düzeni almamış, bundan dolayı peygamber sık sık safları sıkılaştırmayı tembihlemiş olabilir. 

Bundan 10-15 yıl öncesinde camilerimizde tek düze halı yoktu. Camilerin halıları vatandaşın bağışlarıyla giderilirdi. Bundan dolayı değişik renk ve desende halılar camilerimizde serili idi. Halıların böyle rengarenk olduğu dönemlerde cemaat nerede saf tutacağını bilsin, safları düzgün tutsun diye birçok camimizin ön saflarına boydan boya ip veya lastik gerilmişti. Safın lastikle belirlenmediği camilerimizde düzgün saf oluşmazdı. İmamlarımız, düzgün ve güzel saf düzeni için cemaate dönerek safları düzeltelim, ön safları dolduralım şeklinde uyarılarda bulunurdu. 

Günümüze gelince, en küçük camimizden en büyüğüne varıncaya kadar camilerimizin tek çeşit halıları var. Camiler için özel üretilen bu halıların üzerinde saf düzenini sağlayacak desenler yapılmış durumda. Namaza gelen nerede saf tutacağını, ayakların nereye konacağını, başın nerede secdeye gideceği belli. Eski halılarda olduğu gibi ayak konan yere baş, baş konacak yere ayak konmuyor artık. Yeni halı tiplerinde bir safın eğri olması mümkün değil. Zaten ayağa kalkan herkes, ip gibi safa diziliyor. Yani eskisi gibi gelişigüzel saf düzenleri yok. Yeni halılar bizi hale-yola koydu. Hasılı saflarımıza gelen bu düzen, görevlilerin değil, halılara işlenen desenlerin başarısıdır.

Günümüz halıları sayesinde saflar düzgün iken, sağdan-sola bakıldığında herkes ip gibi dizilmişken cemaat imamın tekbir almasını beklerken kutu gibi camilerimizde imam geriye dönüyor ve "Safları sık ve düzgün tutun" uyarısı yapıyor. Zaten millet bir güzel safını tutmuş. Hoppala diyorum içimden nedense. 

İmamlarımızın bu durumu derse gelen bir öğretmenin hep birlikte ayağa kalkan öğrencilerine "Ayağa kalkın" veya sessizce ders dinleyen ve çıt çıkarmayan öğrencilerine "susun" demesine benziyor.

"Bunca derdin arasında şu değindiğin konuya bak, başka konu bulamadın mı? Ayrıca imamın 'Safları sık ve düzgün tutun' demesinde ne sakınca var? Ha deyiversin! Öküzün altında buzağı arama" dediğinizi duyar gibiyim. Konu sıkıntım yok bir defa. Bu işe başlarken -küçük olsun büyük olsun- dert edindiğim konuları yazı konusu edineceğim demiştim. Size garip gelen bu konu, her cemaate gittiğimde kulağımı tırmalıyor. Eğer illa söylenecekse pekala cümleler değiştirilebilir. Çünkü peygamberimiz farklı farklı söylemiş. Mesela imam cemaate döndü. Baktı ki herkes ip gibi dizilmiş. Böyle durumda yine "Safları sık ve düzgün tutun" diyeceğine "Camimizde safları sık ve düzgün tuttuğunuz gibi cami dışında da safları sık tutalım, bir ve beraber olalım, birbirimize kenetlenelim. Allah birliğimizi ve dirliğimizi bozmasın" dese fena mı olur? Bence çok güzel olur. Özellikle birliğe ihtiyacımız olduğu bugünlerde.

Sen misin Eczaneye Uğramayan!

15/08/2018 günü üç kalem ilaç almak için eczaneye uğradım. Eczacı, doktorun yazdığı reçetenin ilaçlarını hazırladı. Bir önündeki ekrana, bir bana baktı. O bu işlemi birkaç kez yaptıkça bir gariplik olduğunu anladım. Mütekabiliyet ilkesi gereği bakmasına bakma şeklinde karşılık verdim. Sonunda hafifçe gülümsedi ve müjdesini verdi: Epeydir eczaneye uğramamışsın, devletin alacakları epey birikmiş, 60 TL borcunuz gözüküyor. 2014'te üç, 2015'te dört, 2016 ve 2017'de birer muayene olmuşsun. Bir tanesi hariç diğerleri diş tedavisi. Devlet alacaklarını unutmaz. Ne zaman ilaç için eczaneye yolunuz düşerse devlet böyle yakalar dedi. Ardından mali değeri yok yazan bir bilgisayar çıktısı verdi. Ödemeyi yapıp çıktım.

Fakülte hastanesinde toplam dokuz işlemin hepsi muayene değil sanırım. 
HKP (Hasta Katılıp Payı) 9.36 TL
Muayene ücreti: 48 TL
Reçete Katkı Payı: 3 TL
Eğer hepsi ücrete tabi olsaydı herhalde 60 lira ile kurtulamazdım. Buna da şükür! Bir şükür de 2014'ten bu yana hiç ilaç kullanmayışıma. (2018'de yine diş tedavisi için resmiyete girmeden kullandığım antibiyotik hariç) Gerçi öncesinde de kullandığım ilaç bir elin parmaklarını geçmez. 

Şimdi gelelim esas meseleye. 2014'ten beri devlete borcum var. Devlet hiç peşime düşmemiş. Sanırım devlet bu sistemi kurarken hasta muayene olduktan sonra soluğu eczanede alacak, para o zaman tahsil edilir şeklinde kurgulamış. Bu sistemle de eczacıyı tahsildar tayin etmiş. Diş tedavisi, göz muayenesi ve gözlük alımlarında ve hekim reçete yazmadığında eczaneye uğramıyor, işini bedavaya hallediyorsun. Daha doğrusu işi bedavaya getirdim sanıyorsun. Yapılan muayenenin ücreti yaz deftere al haftaya misali borç defterine/sisteme işleniyor. Seni görünce de tüm eski defterleri yani birikmişi, gör gününü dercesine önüne döküyor. Bu şekil birikmişten ben 60 lira ile kurtuldum. Öyle zannediyorum içinizde daha yükseğini ödeyenleriniz de vardır. 

İşin garibi ödediğim 60 liranın içinde son muayene ücreti çıkmıyor. Bunu sisteme işlemek çok mu zor? Niçin bir sonraki reçetede görünecek, ödemem gereken miktar. Devlet bunu peşin tahsil edemez mi? Yüksek çıkan katılım payı dolayısıyla hasta ile eczacı arasında zaman zaman tartışma da çıkabiliyor. Çünkü vatandaş önceki muayeneleri unutabiliyor. Üstelik çoğu eczacı, borcun alındığına dair bir fiş vermiyor, önceki muayenelerle ilgili bir çıktı da vermiyor. 

Devlet, katkı payının bu şekil tahsiline başka çözüm bulamaz mı? Kendisinin alması gereken tahsilatı niçin eczacılara yaptırtıyor? Katkı payını hasta, muayene olduktan sonra hastanelerdeki vezneler vasıtasıyla peşin yapamaz mı? Yeni muayene ücretinin tahsili niçin sonraki aylara, yıllara kalsın? Peşin tahsili sevmiyor mu devlet ya da paraya ihtiyacı yok mu devletin? Keşke 3-4 önceki muayenelerin ücretini sisteme işlemede gösterdiği mahareti devlet, peşin almada da göstermiş olsaydı. Devlet borçla yaşamaya alışmış olabilir ama ben borçlu yaşamak istemiyorum. Birikmiş borç ödemek istemiyorum. Bu işlerin sıcağı sıcağına, yerinde halledilmesini istiyorum. Bunun için devletin hastanelerde veznedar veya tahsildar ihdas etmesine bile gerek yok. Muayeneye giren vatandaşı sırayla sistemden çağıran veya ekrana yansıtan doktorun sekreteri bile tahsil edebilir.  Bu önerime hastaneye gelen vatandaşın cebinde nakit olmayabilir denirse post makinesi konabilir uygun yerlere. Hatta vatandaş sırasını alırken muayene ücretini de nakit veya kredi kartı ile kendisi yatırabilir.

Bu sistemle hasta/hasta yakını ile eczacı karşı karşıya gelmemiş, vatandaşın muayene ücreti birikmemiş ve devlet parasını peşin tahsil etmiş olur.

16 Ağustos 2018 Perşembe

Pazarcı Esnafının Sahtekârı

Baştan söyleyeyim, pazarcı esnafının içinde yaptığı işi düzgün yapan esnaflar var, fakat azınlıkta. Çoğunun yanına besmele pardon eûzü ile yakmamak gerekiyor. Hatta bazılarına eûzü de yetmez. Çünkü şeytan "Bu işi siz benden daha iyi yapıyorsunuz" diyerek insan aldatma görevini bu tiplere devretmiş.

Pazardan sebze veya meyve alacağın zaman ürün hakkında iyi-kötü kararı verebiliyorsun. Kendinin seçmediği sebze meyvede birkaç tane ezik veya çürük çıkabilir. Bu da bahtına artık. Yeter ki pazarcı esnafının gözü seni kestirsin.

Kavun ve karpuz hakkında tam karar veremiyorsun. Zira içini görmüyorsun. Çünkü dışında doğal ambalajı var. İçi yenmiş mi olur, hiç tadı olmaz mı, ham mı çıkar? Bahtına! Bu durumu bilen pazarcı kavun veya karpuzundan bir numune keser, herkesin göreceği yere birer dilim koyar. Alıcı bir kavuna, bir karpuza, bir de numuneye bakar; ya gözüne kestirdiğini ya da pazarcının seçtiğini tarttırır, evinin yolunu tutar. Buraya kadar diyecek bir şey yok. Zira olması gereken bu. 

İçlerinden bazıları var ki evlere şenlik. Sahtekarlık alasını yapıyor. Bir elinde bıçak, diğer elinde kavun veya karpuz. Gelene gidene, yüzüne bakana, bakmayana; alacak olana ve almayacak olana kestiği dilimden tartırmaya çalışır. Yeter ki önünden geç. Bana kavun karpuz ihtiyaç değil desen de peşini bırakmaz. "Alma önemli değil, mutlaka bir tat" der. Baktın ki kurtuluş yok. Alıp tadayım bari diyorsun. Tadına doyum olmaz bir kavun veya karpuz. Tatlı mı tatlı! Üstelik adamın malından tattım, birkaç tane alayım, üstelik tadı da güzel diyorsun. 

Kavunu veya karpuzu bir zaman sonra kesip tadarsan alırken tattığın tattan eser bulamazsın. Tattığın numuneden eser yok.  Parayı numuneye verdim sayıyorsun. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Zira tadı olmasa da bir nimettir. Bu durumda kavun ve karpuzu sana pazarlayan adama "vay sahtekar" diyerek bir güzel kızıyorsun. Ardından yenmeyen bu kavun veya karpuzu dolaba kaldırıyorsun. Bir sonraki öğünün müdavimidir artık. Kaldırıp koyuyorsun tekrar tekrar. Bitmiyor bir türlü. Bereketleniyor çünkü. Bitmeyince yenisini almıyor ve paran cebinde kalıyor.

Numunesi ve sattığı farklı olan bu tip pazarcılar bir malı allayıp pullayarak olduğundan farklı göstererek satmaktan ne anlar ki? Böyleleri evine haram götümekten, çoluk-çocuğuna haram yedirmekten ne zevk alırlar ki? Hele bir de kesmece, istersen keseyim bak diyerek emin bir şekilde konuşması/bağırması yok mu? Ayıp gerçekten, günah vallahi.

"Ümmetin Sorunları Yanında Yer Alan Türkiye" ve Katar *


ABD saldırısıyla birlikte dövizde meydana gelen dalgalanmayla Türk Lirasının aşırı değer kaybetmesi ve ülkenin bir ekonomik krize doğru sürüklenmesi sonucunda sayıları 8-10'u geçmeyen bir ülke "ABD'nin Türk ekonomisine yaptığı yaptırımlar" kabul edilemez ve Türkiye'nin yanındayız" anlamına gelen destek açıklaması yaptı. 

İyice yalnızlaştırılan Türkiye için sayıları az da olsa verilen bu destek bizim için anlamlıdır. Dünya Müslüman Alimler Birliğinin herkesi Türkiye'ye karşı destek olması için destek çağrısı yapması, hem Türkiye hem de İslam dünyasının geleceği için umut verici. Küçük bir İslam ülkesi olan Katar'ın diğer İslam ülkelerine nazaran Türkiye'de 15 milyar dolar yatırım kararı alması takdire şayan. Katar Emiri Temim bin Hamed el Sani'nin, bizzat ülkemize gelerek Cumhurbaşkanı ile görüşmesi, Türkiye'nin yanındayız demesi ve ülkesine döndükten sonra "Ümmetin sorunları ve Katar'ın yanında duran Türkiye'nin ve oradaki kardeşlerimizin yanındayız" tweeti yüreğimize su serpti, Allah razı olsun dedirtti. El Sani, Ne olacak bu ülkenin hali dediğimiz bir anda Hızır gibi imdadımıza yetişti ve bu milletin gönlünde taht kurdu. Emir tweetinde Türkiye'nin ümmetin sorunlarının yanında olduğuna dikkat çekmiştir. Bu da Türkiye'nin nice yıllardır mazlumların yanında olmasının ve onların imdadına koşmasının, ümmetin derdiyle dertlenmesinin anlaşılmaya başladığını gösteriyor. Geleceğimiz adına ümit verici.

Kimdir el Sani? Nerenin başkanıdır? Sani bir Arap ve Katar'ın emiridir. Temim bin Hamed el Sani ismini, ırkını ve ülkesini  “bu ne, kör müsün” diye birilerinin gözüne sokmak lazım. Çünkü Türkiye ne zaman bir İslam diyarının derdi ile dertlense ve burası bir Arap ülkesi ise içimizden bazıları "Bu Araplar bizi arkadan vurdu, ne işimiz var onların yanında, ne halleri varsa görsün" şeklinde genellemeci bir tutum içerisine girer ve bu suçlamayı temcit pilavı gibi önümüze koyar.

Konuşurlarken ve yazıp çizerlerken "Arapların bir kısmı bizi arkadan vurdu" deseler hiç gam yemeyeceğim ve doğru diyeceğim. Çünkü İngilizlerin kışkırtması ve içlerinden Şerif Hüseyin gibi satılıkların zor zamanımızda bize ihanetleri tarihi bir gerçekliktir. Ama bu menfur durumun tüm Araplara mal edilerek yüz yıl boyunca ısıtılıp ısıtılıp önümüze konması izaha muhtaçtır ve kabak tadı vermiştir. Böyle diyenlerin bir kısmı işin iç yüzünü tam bilmeden bilgisizce bu suçlamayı yaparken bir kısmı ise iyi niyetten yoksun olarak suçlamaktadır.

Bu meseleyi sık sık kaşıyanların "Araplar içerisinde iyileri de varmış, hepsini hain olarak görmek yanlışmış" demelerini beklemek hakkımız diye düşünüyorum.

Sahi Katar'ın zor zamanımızda yanımızda yer almasını içimizden bazıları nasıl değerlendirir? 



* 18/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Düğün Konvoylarında Korna Çalıp Mutluluğa Ortak Olanlar Ayrılmalarda Neredesiniz?

Evliliğe adım dediğimiz düğünlerimiz diğer illerimizi bilmem ama Konya'da başlı başına bir sorun. Adına tatlı telaş denen düğün dendi mi masraf, stres, meşakkat, maliyet, koşuşturma akla gelir. Her geçen yıl maliyetler arttıkça artıyor. Çünkü yeni bir ev kuruluyor, ailenin temelleri atılıyor. Düğünde önü açık masraflar, düğünde verilen yemek, takılan/alınan takı, belirlenen mehir, oluşturulan konvoy, atılan silahlar vs. her biri ayrı bir yazı konusu. Bu yazımda düğünlerde oluşturulan konvoylara değinmek istiyorum.

Düğünlerimizde oluşturulan konvoylar çoğu zaman düğün sahibinin  inisiyatifinden çıkıyor. Konvoylarımızda da düğünün diğer parçalarında olduğu gibi bir görkem, bir şatafat söz konusu. İçince riskler barındırıyor. Bu durumdan memnun olan yok gibi ama tedbir alanımız da yok.

Konvoyların çoğu içinde trafik canavarını barındırıyor. Trafiği felç ediyor: Ya yangından mal kaçırır gibi sürmeler, ya da kaplumbağa yürüyüşünden beter trafiği kilitlemeler. Ardı arkasına basılan korna sesleri de işin tuzu biberi. Yanıp sönen dörtlüler, sinyal vermeden sağa-sola geçişler, (Hoş sinyal verse de flaşör çalıştığı için verilen sinyal bir işe yaramıyor.) konvoydan kopmayayım diye kırmızı ışıktan geçmeler, sadece geçenleri değil; evinde-barkında oturanları da rahatsız eden klakson sesleri, gelin veya kaynata arabasının önünü kesmeler konvoy boyunca devam ediyor. Her konvoy sonrası “Şükür, bir kazaya, bir belaya meydan vermeden bitirdik dedirtiyor insanlara. Maalesef bir sevince ortak olmayı bile normal bir şekilde beceremiyoruz.

Her düğün yapan veya düğüne katılan dünyanın merkezine kendi düğününü koyuyor. Başkasını rahatsız eder miyim diye düşünmüyor.

Merak ettiğim konvoylarda düğün sahibinin sevincine ortak olmayı biliyoruz da ayrılmalarda düğün sahibinin derdine ortak olmuyoruz. Çünkü bin bir masraf, sıkıntı ve görkemle yapılan düğünlerde hissettirdiğimiz varlığımızı boşanmalarda göstermiyoruz. Zira günümüzde yapılan düğün kadar evliliğe son vermeler de arttı. Sevincine ortak olduğumuz kişilerin üzüntü durumlarında neredeyiz? Niçin kimse ne oluyorsunuz, derdiniz ne demiyor? Malumunuz sevinçler paylaşıldıkça artar, üzüntüler paylaşıldıkça azalır. Sahi evliliğin temelleri atılırken varız diyoruz da evlilik çatırdatırken neredeyiz? 

İçinizden “Aynı şey değil, sapla-samanı karıştırma, senin yaptığın elma ile armudu toplamak gibidir” diyebilirsiniz. Evet ikisi aynı değil. Bunu biliyorum. Ama son yıllarda artarak devam eden olur olmaz boşanmaların önüne geçmek için ayrılmak isteyen çiftlere manevi bir baskı olur diye düşünüyorum. “Bu iş böyle olmayacak, bizim evliliğimiz devam etmeyecek” diye adliye koridorlarında veya avukat bürolarında soluğu alan çiftlerin ardından evlenirken oluşturduğumuz konvoyu tekrar oluşturabiliriz. Biz onca riski, sıkıntıyı siz ayrılasınız diye mi yaptık. Madem ayrılacaksınız anca beraber, kanca beraberiz denmelidir. Siz vazgeçmedikçe biz peşinizi bırakmayacağız denmelidir.

Bu önerimi yabana atmayalım. Böyle birkaç kişiye yapılsa ayrılmayı düşünen çiftler ne oluyoruz diye kendilerine çekidüzen vereceklerdir. Denemeye değer…Ama ayrılık konvoylarında korna çalmak yok, haberiniz olsun.


Otuz Üç Derece Sıcağın Altında Kravatlı Bir Adam


Meram Yaka otobüsüne bindiğimde çoğu zaman bir beyefendiyi görürüm. Dikkat çeken nevi şahsına münhasır bir görüntüsü var. Sanırım bir kamu kurumunda memur. Kuvvetle muhtemel bir öğretmen. Çünkü çoğu zaman sabahın erken saatinde onu elinde çantasıyla görmek mümkün.

Otobüse bindiği zaman ne selam verir, ne selam alır, ne insanların yüzüne bakar, ne de başkasının yüzüne bakmasına imkan verir. Genelde ön koltukları kapar, oturaktan öne doğru sarkar, öndeki demirlerden destek alır.

Hayata küsmüş bir hali var. Dünyadan ve insanlardan bir beklentisi okunmuyor yüzünde. Gülmeyen, asık suratlı bir yüzü kimseyi yanına yaklaştırmaz. Zaten yanındaki koltuğu hep boş olur. Çünkü koridor tarafındaki koltuğa oturur. Biri kalkar da yanına oturmaya kalkarsa “Beyefendi geçebilir miyim” diye izin alması gerekir. Buna da bugüne kadar cesaret eden olmadı.

Dün yine gördüm otobüste. Orta kapı boşluğundaki koltuğa iki kişilik oturmuş vaziyetteydi. Sanırım hastaneden geliyor. Çünkü sağ kolu sarılı idi. Haberi var veya yok, yaralı yerinden bandajın dışına kan sızmış, neredeyse kolundan aktı akacak.

Yüzü, duruşu ve oturuşu yine her zamanki karizmasıydı. Boynundan düşmeyen kravatı da. Sıkı sıkıya bağlamıştı yine yakasına kravatı. Adamdaki kravat aşkına bak dedim kendi kendime. Malumunuz mevsim yaz. Hava raporları Konya’yı 33 derece gösteriyor. Adamın boynunda yine kravat! Üstelik yaz tatilinde ve hastaneden geliyor. Pes, bu kadar da olmaz.

Birkaç yıl öncesi olsa kravat devlet memuru için zorunludur, mecburen takacak derim. Ama Yönetmeliğinde olmasına rağmen memurların giyim ve kuşamları sendikaların aldığı karar gereğince uygulanmıyor. İsteyen istediği şekilde dairesine ve okuluna gidiyor. Zevklerle, renkler tartışılmaz, adam istediğini giyebilir, kravat da takar diyebilirsiniz. El hak doğru dersiniz. Adam istediğini giyer, istediğini de takar. Kendi tercihi elbet! Benim merakım bu adam yatağa girerken o kravatı çıkarıyor mu? Gördüğüm kadarıyla resmiyeti seven ve ciddiyete hayran biri.

Hep dikkatimi çeken bu kravatlı halini soramadım gitti. Zira cesaret edemedim.


Stratejik Ortaklığa Bir Ayar Verme Zamanı *

ABD denen yamalı bohça devletin ne hinoğlu hin olduğu hepimizin malumu idi.  Bundan ne dost olur, ne de post. Buna rağmen ilişkilerimizi kör topal devam ettirdik. Çünkü zamanında bu ülkeyi yönetenler bizi göbekten bağlamışlar. İki ayrı bağımsız devlet gibi oturmamışlar masaya. Onlar strateji belirlemiş, bizi ise bu stratejinin devamı için ortak yapmışlar. Sonunda "Dost ve müttefik ülke, stratejik ortak" olmuşuz. Bu ortaklık nasıl bir ortaklık ise Kovboy; ne bizimle oldu, ne de bizi kendi halimize bıraktı. Kararı o aldı, işe bizi yolladı. Tek yaptığı "Sen aslansın, bu işi yaparsın" olmuş; sırtımızı sıvazlamış. Hasılı ipi eline almış veya kaptırmışız. Benim bu ortaklıktan anladığım; nimet ya da çıkar ortaklığı değil, külfet ortaklığı. Yani ABD'nin çıkarına bir ortaklık!

Zamanında konmayan mesafe dolayısıyla ABD başımıza ekşidikçe ekşidi. Olur olmaz tavırlar içerisine girdi. Bir zamanlar altımızı oymak için çevirdiği dolapları açıkça oynamaya başladı. Ben sana istediğimi yapar, istediğimi söyler, senin aleyhine istediğim kararı alır, sana istediğim operasyonu çeker, seni istediğim yere sürüklerim havasına girdi. Her ne kadar Türkiye her yönüyle göbeğinden bağlı olsa da eski çamlar bardak oldu. Çünkü Türkiye eski Türkiye değil artık! ABD'nin anlamadığı da bu zaten!  

Son ABD-Türkiye ilişkileri, daha doğrusu ABD'nin bu ülkeye karşı nezaket kurallarını aşan tavrı göstermiştir ki Kızıl Derelilerin katili bu devletten stratejik ortak olmaz. Müttefik ülke, hele dost ülke hiç olmaz. İstekleri yerine getirilmeyince ne kadar alçalabildiğini, neler yapabileceğini, bu ülkeyi nasıl ateşe verebileceğini hep beraber gördük. Kibri tavan yapmış, ne oldum delisi hali ayan beyan ortada. 

Son olaylar göstermiştir ki ABD’nin Türkiye’ye ayar vermek için yaptığı saldırılar bize hasar verse de kendisinin dişleri dökülmüştür. Görkemli karizmasını çizdirmiştir. Bundan sonra olur olmaz üzerimize gelemeyecektir. Gelmeye çalışırsa da yoğurdu üfleyerek yiyecek, emirler yağdıramayacaktır. Terbiye edilmiş bir şekilde gelecek: “Türkiye yine bizim bu isteğimizi reddeder mi” diye düşünecektir.

Tam bu durumda ne yapmak lazım? Ortaklığından zarardan başka hiçbir hayrını görmediğimiz okyanus ötesi bu devletten yavaş yavaş kendimizi kurtarmamız gerekiyor. Son atış olan salvoları bir bitsin, bize karşı eteğindeki taşları bir bir döksün, tüm kozlarını oynasın, son mermisini atsın; biz bunları azim ve gayretle, bir ve beraberlik içerisinde soğukkanlılık örneği göstererek savuşturalım, yıkılmayıp ayakta kalalım. Ardından ya iki bağımsız devlet gibi çıkar ortaklığına dayalı masaya oturalım, ya da vuralım tekmeyi, işimize bakalım. Bir daha ne o bizim yanımıza, ne de biz onun yanına gidelim. Canın cehenneme diyelim. Verilmiş sadakamız varmış deyip yolumuza devam edelim.

ABD ile tüm ilişkilerimizi keselim, ortaklığı bozalım derken bu öneri bize çok absürt gelebilir. Elbette iç içe geçmiş ilişkiler bugünden yarına birden bitmez, bitirilemez. Devam eden bir evlilikte bile bir ayrılık meydana geldiğinde ilişkiler birden bitmez; zamanla sona erer. Her yönünle iç içe geçmiş Türk-Amerikan ilişkilerinde önce bir seviye yakalanabilir, mesafe konabilir. Türkiye bunu yapabilirse nasıl ki Kurtuluş Savaşında verdiğimiz bağımsızlık mücadelesi dünya mazlumlarına örnek olmuşsa bu tavrımız da örnek olacak ve dünya devletlerinin kurtuluşu olacaktır.



* 27/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.