1 Ağustos 2018 Çarşamba

Meslek Liselerinin Kontenjanları Niçin Dolmadı? *


Ortaokulu bitiren öğrencilerden kimi LGS sınav sonucuna göre merkezi, büyük bir çoğunluğu da adrese dayalı olarak puansız olarak yerleştirildi. 91 bin çocuk herhangi bir okula yerleşememiş. Okul mu yok? Var. Üstelik 342 bin kontenjan boş kalmış. Yani tercih edilmemiş. Kontenjanı boş kalan okullar mesleki ve teknik liseler ile imam hatip liseleri. 

Meslek liseleri niçin kontenjanını dolduramaz? Çok mu kötü bu okullar? Aslında bu okullar bu ülkenin geleceğidir. Hatta meslek lisesi memleket meselesidir. Günlük öğünlerde vazgeçilmezimiz olan ekmek gibidir bu okullar. Özellikle -eski adıyla- EML’ler. Durum bu iken bu okullara veli ve öğrenciler niçin burun kıvırarak bakıyor? Bunun nedenini 28 Şubat’ın aktörleri daha iyi bilir. Onların tuzu kuru olduğu ve kendilerine hiç hesap sorulmadığı için konuşma, öz eleştiri yapmak gereksinimi duymazlar. Zaten bu ülkede kim, ne yaparsa yanına kar kalıyor, mağdurlar da mağdurluğuyla.

Meslek liselerinin içinin boşaltılmasında, itibar kaybetmesinde niçin 28 Şubat’ın aktörlerini suçladığımı merak ederseniz kısaca değineyim: Dönemin aktörleri önce zorunlu eğitimi kesintisiz olarak sekiz yıla çıkararak bu okulların orta kısmını kapattılar, ardından bunu yeterli görmeyip katsayı ucubesini icat ettiler. Bu adaletsizliği bin yıl devam ettiremediler ama yıllar yılı uygulattılar. Amaçları ne idi, bu adamlar meslek liselerine düşman mıydı derseniz, öyle zannediyorum dönemin gücünü elinde bulunduranlar meslek liselerine değil, İHL’lere düşmandı. İHL’lere tek başına katsayı engeli getirirsek tepki çekebiliriz diye düşündüler. İşin içine tüm meslek liselerini de kattılar. Yani EML, KML ve TML okullarının içinin boşaltılmasının tek nedeni İHL’lerin önünü tıkamaktı. Maalesef post modern darbenin figürlerinin gözlerini kör eden İHL düşmanlığı, diğer meslek liselerini de bitirdi. Bu okulları tırpanlamak suretiyle bu okulları kapısına kilit vurmaktan beter duruma düşürdüler. Keşke o gün sadece İHL’leri kapatsalardı bu ülkenin geleceğine ve bu okullara bu kadar zarar veremezlerdi. Yani meslek liseleri İmam hatiplere kurban gitti.

Bugün “katsayı engeli yok, herkes eşit bir şekilde yarışabiliyor. Ama yine tercih edilmiyor” derseniz evet bugün katsayı adaletsizliği yok. Ama bu okulların itibarını yok ettikten ya da bu okulları öldürdükten sonra yeniden diriltmek çok zordur. Tıpkı yıkmak kolay da yapmak zor dendiği gibi. Çünkü meslek lise mezunlarının üniversite kapılarında önleri tıkanınca herkeste “Bu okullardan bir şey olmaz, bu okullara başarılı öğrenci gelmez” algısı oluştu. Öğrenci kaçtı bu okullardan. Kayıt yaptırıp gelen de hevesli okumadı. Sonuç, başarı gelmedi ve bu okullar başarı sıralamasında en sonlarda yer aldı.

Bugün katsayı yok ama geçmişin izi hala silinemedi ve bu okullar hala belini doğrultamadı. Zaten kontenjanları da bu yüzden dolmuyor. Bu anlayış olduğu müddetçe –devlet istediği kadar teşvik versin- çok düzeleceğe de benzemiyor.

Katsayı engeliyle büyük darbe yiyen meslek liseleri içerisinde imam hatip liselerinin bugün kontenjanlarını dolduramamasının bir başka yönü daha var: Öyle zannediyorum, bu okulların ihtiyaçtan daha fazla açılmış olmasıdır. Bu okullarla ilgili etki ve tepki durumu söz konusu bugün. Dün nefret edip kapatmayı göze alanlarla bugün sevip fazlaca açmayı düşünenler -niyetleri farklı olsa da- aynı amaca hizmet ediyor. Zira nefret insanın gözünü kör ettiği gibi aşk da insanın gözünü kör eder.

* 04/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Kaçak Yapılaşma Nereye Kadar? ***


Bu sene ülkemiz doğru dürüst kış görmedi. Ama yağmurumuz eksik olmadı. Önce nisan yağmurları, ardından kırkikindi yağmurları yüzümüzü güldürdü. Yüzümüz gülmeye güldü ama yağmurlar çoğu zaman normal yağmadı. Çünkü çoğu zaman toprak kayması, sel baskınları gibi afetlere yol açtı.
Ne zaman şiddetli bir yağmur yağsa ülkemiz daha doğrusu belediyelerimiz sınıfta kaldı. Çünkü alt yapı iflas etti böylesi afet durumlarında. Üstüne üstlük ihata duvarları yıkılıyor, binalarımız çöküyor. Her yıkıntı ve çöküntüden sonra “Bereket ölen yok” deyip şükrediyor, “Cana geleceğine mala gelsin” diyoruz.

24/07/2018 günü İstanbul Sütlüce’de önceden boşaltılan dört katlı binanın yıkılışını canlı yayında izledik, yıkılan binanın yanındaki kaç tane bina da göçük tehlikesine karşı boşaltılmış durumda. Ertesi günlerde yapılan hafriyat çalışmasında meydana gelen göçük dolayısıyla park halindeki kaç aracın çukura yuvarlandığını ve yeni bina yapımı için temel açma nedeniyle yanındaki binalara zararların verildiğini maalesef fazlasıyla seyreder olduk bugünlerde.

Binalarımızın çökmesi bu ülkenin bir kaderi midir? Maalesef kaderimiz haline getirdik. Çünkü plansızlığımızın; söz, kural ve kanun tanımazlığımızın sonuçlarını yaşıyoruz.  “Doğayla nasıl mücadele edilir, nasıl ayakta kalınır” hesabına kulak tıkamamızın sonuçlarını görmeye devam edeceğiz, şayet sağ kalırsak.

Çöken, yıkılan binalarımızın geneli kaçak bina çıkıyor. Ülkemizdeki kaçak bina sayısı üç-beş değil ki! Bunlar yıkılsa da kurtulsak desek. Bu ülkenin binalarının yüzde 60’ı kaçakmış. Yazık bu ülkeye! Bu haliyle bu ülke iyi ayakta duruyor maalesef.

Devlet kaçak binaları yasal hale getirmek amacıyla adına “İmar barışı” dediği yöntemle 31/10/2018 gününe kadar bina sahiplerinin e-devlet üzerinden başvurmasını şart koştu. Devletin uzattığı bu zeytin dalına kaç vatandaş el uzatacak bunu da ilerleyen zamanlarda öğreneceğiz. Umarım devletin bu imar affı son olur diyeceğim ama bu anlayışımız devam ettiği müddetçe daha nice aflar çıkar.

Kaçak bina veya imara aykırı bina niçin yapılır bu ülkede? İnsanımız niçin kaçak bina yapar? Haydi, vatandaş kaçak bina yapmaya yeltendi, belediyelerimiz niçin görmez bunu, niçin göz yumar? Burada suçlu sadece vatandaş mı? Devletin ve devletin taşradaki eli-ayağı olan belediyelerin hiç mi suçu yok? Bu kaçakçılık anlayışı/aşkı bizde böyle devam edip gidecek mi? Yok mu gecekondulardan kurtulmanın yolu? Böyle gelmiş, böyle gider mi diyeceğiz?

Soruların hepsine cevap vermeyeceğim burada. Sadece vatandaş niçin gecekondu yapmaya başvuruyor? Yüksek maliyetlerden kaçınmak için. Çünkü ev yapmaya kalkan bir vatandaş daha arsasına baltayı vurmadan belediyeden imar ruhsatı almak için epey bir para harcaması gerekiyor. Bunun yolu, imar ruhsatlarını makul seviyeye indirmek ve prosedürü kolaylaştırmaktır. Eğer devlet/belediyeler inşaata başlamadan önce evrak üzerinden vatandaşı soyup soğana çevirmezse hiçbir vatandaş ruhsatsız bina yapmaya yeltenmez. Yeter ki belediyeler imarı rant kapısı olarak görmesin.

Kural tanımazlık bizim milletin genlerinde var, yine kaçak yapar derseniz size bir örneği hatırlatmak isterim. Bu ülkede bir zamanlar ikinci el araç alım-satım işlerinde vatandaş aracını alır ve satar ama kolay kolay devrini üzerine almazdı. Niçin? Çünkü araç devrinde notere epey bir para ödemesi gerekiyordu. Devlet bu konuya el attı. Araç alım-satımlarındaki masrafı makul bir seviyeye indirdi. Şimdi herkesin aracı kendi üzerine kayıtlıdır. Aynı gün alıp satıyor ve devrini üzerine alıyor. Sanırım bu örnekten sonra başka söze hacet yok…

*** 27/10/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

31 Temmuz 2018 Salı

Gel Şu İnadı Bırak MEB! *


LGS sonuçları açıklandı. 342 bin kontenjan boş kalırken 91 bin aday herhangi bir yere yerleşememiş. MEB, öğrenci istediği okulda okusun diye  adrese dayalı okulların kontenjanını yüksek tuttu, hatta çoğu okulları ikili öğretime geçirdi. Ama açıklanan istatistiklere göre öğrenci, “Bazı okul türlerini tercih etmektense herhangi bir okula yerleşmem olur biter” diye düşünmüş anlaşılan. Nakil döneminde ne kadar öğrenci yerleşir, bunun bilgisini de nakil dönemi sona erince öğreniriz.

Genelde kontenjanı boş kalan okullar eski adıyla EML, TML ve İHL'ler görünüyor. Bu okul türlerinin ya sayısı çok, ya kontenjanları fazla, ya da fazla talep yok. Gerekçe hangisi olursa olsun, sonuçta bu okullar kontenjanlarını dolduramadı.

Pekiyi bundan sonra ne olacak? MEB nasıl bir yol haritası izleyecek? Zira yerleşemeyen öğrenciler var. Bu öğrenciler boş kalan kontenjanları tercih etmezse ne yapacak? Çünkü MEB, kimse istemediği okulda okumayacak demişti. Öğrenci öğrenimine açıktan devam etmek istemezse MEB, nasıl bir çözüm bulacak? Üstelik lise zorunlu eğitim kapsamında. MEB, kara kara düşünmeyip de ne yapsın şimdi? Haydi herkesi ikna etti yerleştirdi diyelim. İkili öğretimi nereye koyacak? Çünkü talebin fazla olduğu okulların çoğuna ikili öğretime geçme zorunluluğu getirdi. Haftalık ders yükünü azaltmadan ikili öğretimin içinden nasıl çıkacak? Çünkü liselerin çoğunda ders yükü 40 saattir.

MEB bu işin içinden nasıl çıkar, insanları nasıl memnun eder bilemem. Ama işi zor görünüyor. Çünkü içinden çıkılmaz bir hal var orta yerde. Yeni Bakan öyle bir çözüm bulmalı ki herkes memnun olsun. Şayet paydaşları memnun edemezse “Bugün iyi ki geldi, isabet oldu” denen Bakan, yarın istenmeyen kişi ilan edilebilir. Normalde yeni Bakanın bugünkü tıkanmışlıkta payı yok. Ama icranın başında şimdi o var.  

Aslında içinden çıkılmaz görünen bu denklemden MEB, zorunlu lise eğitimini kaldırarak işin içinden çıkabilir. Denebilir ki zorunlu eğitim kanunla düzenlendi, buradan geriye dönüş olmaz. O zaman lise zorunlu eğitime bir esneklik getirilebilir. Nasıl mı? Lise, zorunlu eğitim olmaya yine devam etsin. Ama bunun için bazı kriterler konabilir. Mesela 6.7.8.sınıf ortalaması 50-55 puanın altında kalan öğrenci LGS sınavına müracaat edemez ve lise öğrenimine açıktan devam eder kuralı getirilebilir. Bu vb. alınacak tedbir MEB'in elini rahatlatacaktır. MEB herkese okul bulmak zorunda kalmayacaktır. Yine MEB bina ve derslik yönünden rahatlayacaktır. Açık liseye devam edenlerin çoğu bir meslek öğrenmek için bir arayışa girecektir. Bu sistemin oturması için ortaokul seviyesindeki öğrencilere hakkaniyet ölçüsünde bir not kriteri getirilmeli, öğretmen bol keseden not verme yoluna gitmemelidir. Öğrenciye hak ettiğinden fazla not verilmesinin önüne geçmek için  6.7.8 sınıfta sınavlar merkezi yapılabilir.

Burada amacım öğrenciye acımasız davranılsın değildir. Okuyacak ve okuyamayacak öğrencinin ortaokul seviyesindeyken netleşmesidir. Demir tavında dövülür misali ortaokul seviyesindeyken öğrenci, veli başının çaresine bakacaktır. Zorlamayla liseyi veya üniversiteyi bitiren bir öğrenci için yeni bir yol haritası belirlenemez. Bugün lise veya üniversiteyi bitirip istihdam alanı olmadığı için kara kara düşünen insanımızın sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Herkesi okutacağız, herkes liseyi-üniversiteyi bitirecek, ülkemizin okur-yazar oranı artacak, tahsilli insan sayımız artacak hülyasını bırakmanın zamanı geldi geçiyor. Daha fazla zaman kaybetmeden devletin ve MEB'in herkesi -örgün- okutacağız inadını bırakması lazım.

* 02/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


30 Temmuz 2018 Pazartesi

Doktor ve İki Polis Bu Vebalden Nasıl Kurtulur? ***

Türkiye, birkaç gündür Giresun'da evde bakım hizmeti alan yatalak eşi için ilaç yazdırmaya giden 82 yaşındaki  amcaya; doktorun ve polisin reva gördüğü nahoş muamele ile çalkalanıyor.  Ne doktorun yaptığı, ne de polislerin yaptığı yenilir tutulur cinstendir. Olayın neresinden bakarsanız elinizde kalır. Bir akıl tutulmasıdır.

Olayı tetikleyen baş aktör ya da baş tetikçi doktorumuz namı diğer aile hekimimiz. Olay evde bakım hizmet raporu olan yatalak bir kadının ilaçlarını yazmak için doktorun "İlla hastayı göreceğim" diye tutturmasıyla başlar. Amcanın "10 yıldır yatağa bağlı olarak yaşayan eşimi nasıl getirebilirim" ısrarı doktor için bardağı taşıran son damla olur. Baktı ki olmayacak belki de ölüm vb. risk durumunda başvurması gereken "Beyaz Kod" yoluna başvurur. (Bu vesileyle doktorların kendilerini koruma amaçlı beyaz kod isimli bir yollarının olduğunu da öğrenmiş olduk.)

Haydi diyelim ki doktorumuz, ihtiyar amcanın yürümesine kolaylık olsun amacıyla kullandığı bastonu silah sandı, korktu. Can havliyle beyaz koduyla "imdat" dedi. Polisler de doktoru korumak ve kurtarmak amacıyla olay yerine intikal etti. Baktılar ki olay mahallinde karşılarında bastonuyla zar zor yürüyen, derdini tam anlatamayan, belki de okur-yazar olmayan yaşlı bir amca var. "Bey amca, gel derdini kaymakama/valiye anlat" deyip götüremezler miydi? Polislerden beklenen soğukkanlı davranmalarıydı bir defa. Hatta doktora da dönüp "Doktor Bey! Sana Bakanlığın bu beyaz kod imkanını böyle basit işler için kullanasın diye mi verdi. Bu amcanın ahı gitmiş, vahı kalmış, eti ne, budu ne" demeliydiler. Ama vatandaşın güvenliğinden sorumlu iki polisimiz mal bulmuş mağribi gibi amcaya önce biber gazıyla müdahale ediyor, yere yatırıp kelepçe takıyor, yerde sürüyor ve vuruyorlar. Mübarekler! Sanki teröristle mücadele ediyorlar. Bu polislerin yaptığını polisliğe ilk adımı atan polisler yapmaz. Madem bu kadar beceriksizsiniz, olmadı yanınıza 8-10 daha polis alsaydınız. Hatta çevre illerden destek isteseydiniz. Ardından da üzerine tazyikli su sıksaydınız rahmetliyi definden önce bir güzel yıkamış olurdunuz. 

Yazıklar olsun sizin polisliğinize! Size ne ceza verilir bilmem ama size verilecek en büyük ceza, sürüklerken ölümüne sebebiyet verdiğiniz o amcanın gözünüzün önünden hiç gitmemesi olacaktır. İnşallah kabusunuz olur. Tabi zerre kadar vicdan varsa sizde! Unutmayın ki bu dünyada alacağınız hiçbir cezanın ehemmiyeti yok. Siz esas mahşerde bu amcayla karşılaştığınız zaman ne yapacaksınız? Yüzüne nasıl bakacaksınız? Bence siz soruşturma ve incelemeyi beklemeden istifa edin. Varsın sizden gelecek güvenliğimiz eksik kalsın. Zaten siz bu kafayla hiçbir suçu bastıramazsınız. Gücünüz sadece masum insana yeter. Size ne ülke emanet edilir, ne silah verilir, ne de polis elbisesi giydirilir. Polis olmak için biraz beyin lazım, akıl lazım. Siz çalıştığınız kurumdaki meslektaşlarınızın yüz karasısınız.

Gelelim doktor sana! Doktor olup insanımızı muayene etmek için okumadığın tıp kitabı kalmamıştır. Bu uğurda 6-7 yıl dirsek çürütmüş, uykusuz sabahlamışsındır. Çünkü tıp okumak kolay değil. Üstelik tıp okuduğuna göre zeki birisin. Ama gördüğüm kadarıyla çok zeki olman bir işe yaramamış. Deden yaşındaki adama eziyet etmeyi marifet sanmışsın. Belki de çok okuduğun için halkın içine hiç girmedin. Evde bakım hizmeti alması için raporu olan kadın mutlaka sistemde kayıtlıdır. Kadının gelemeyeceğini bile bile "O hasta buraya gelecek" demek tamamen bir işgüzarlıktır. Haydi mevzuattır ve prensibindir, hastayı görmeyince yazmıyorsun. Bırak adam bağırıp çağırıp gitsin. Ne diye tehlike var anlamına gelen beyaz kodu harekete geçiriyorsun. Madem hiç sorun yaşamayacaksın, lafa-söze tahammülün yok, canın da kıymetli. O zaman masanın gözünde tabanca taşı. Maazallah polis gelinceye kadar can güvenliğin tehlikeye girer, rahmetli amca suç aleti bastonuyla seni yere serer. Yazık olmaz mıydı sana o zaman. Böyle durumlarda silahına başvurur, Karadenizlilerin deyimiyle "Vurdim oni" derdin. Bence sen ve o iki polis eğer bu işi yapmaya devam edecekseniz şimdilik işi-gücü bırakın, devlet istediğiniz kadar size izin versin. Gidin ilk önce adam akıllı bir iletişim dersi alın, vatandaşa nasıl davranılır onu öğrenin. Bu iş öyle beline silah takmakla, boyundan stetoskop sarkıtmakla olmaz. Sizde insanlık damarı eksik, merhamet damarınız da yok. 

İnsanlık, merhamet ve iletişim dersi aldıktan sonra bundan sonraki hayatınızı marifetinizle ölümüne sebebiyet verdiğiniz amcanın yatağa bağlı yaşayan hanımına hizmet etmeye adayın. O kadının karşısında el pençe durun, hizmette kusur etmeyin, sürekli helallik dileyin. Kendinizi affettirmeye çalışın. Biraz vicdanınız varsa "Biz ne halt ettik böyle" diye durmadan gözyaşı dökün.

Devletimiz sadece size iletişim, halkla ilişkiler dersi vermekle kalmasın. Tüm kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan, çalışmak için sınavlara giren herkese, vatandaşa ne şekilde davranması gerektiği, hangi sorunlarla karşılaştığında ne yapması gerektiğinin dersini versin. Bu iki polis ve doktoru, vefat edinceye kadar yatalak teyzenin hizmeti ile görevlendirsin. Sağlık Bakanlığı da "Hastayı görmeden ilaç yazılamaz" mevzuatını hangi hallerde hasta görülmeden ilaç yazılır istisnalarını açıkça belirtmesinde fayda vardır. Böylece doktor, hasta ile mevzuat arasında ikilemde kalmamış olur.

Not: Olayı, basından okuduğum kadarıyla tek taraflı olarak değerlendirdim. Amcanın olayın gerisinde ne yaptığını bilmiyorum. Doktorun ve iki polisin yaptığını tüm doktor ve polislere teşmil etmiyorum. Geneli tenzih ederim. Çünkü görevini layıkıyla yapan nice doktor ve polisimiz var.



*** 02/08/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.



Asker Uğurlamaları


Son günlerde gündemimizde tatlı telaş diyebileceğimiz etkinliklerimiz var. Kimimiz düğün yapıyor, çocuklarının mürüvvetini görüyor; kimimiz yüz binlerce kişi arasından kurada çıkıp hac farizasını yapmak üzere kutsal topraklara uğurlanıyor; kimimiz de vatani görevini yapması için çocuğunu askere gönderiyor.

Saydığım her üç organizasyon iç içe geçmiş, sevinç ve mutluluğu içinde barındıran fiillerdir. Soyumuzun devamı, sağlıklı nesillerin gelmesi ve toplumun en küçük çekirdeği olan ailenin kurulması için evlilik; gitmeye güç getirenlerin dini vecibesini yerine getirebilmesi için hac; ülkenin korunup kollanması için askerlik olmazsa olmazlarımızdır. Her üçü de sevinç ve mutluluktan gözyaşı döktürür insana ve yakınlarına. Her üçünü de dualarla uğurlarız. Zira hayırlı bir iştir.

Bahsettiğim her üç konu, ayrı ayrı ele alınması gereken üç değerimizdir. Burada askere uğurlama konusu üzerinde biraz durmak istiyorum. Yakınlarımdan son yıllarda askere giden yok. Bu yüzden işin iç yüzünü bilmiyorum. Askere gidecek gençler yakınları tarafından yemeğe davet edilir. Güzel bir haslet! Buna diyecek bir şeyimiz yok. Uğurlanırken askerimize harçlık verilir. Buna da eyvallah! Askerimiz otogardan arkadaş, eş ve dostları vasıtasıyla yolcu edilir. Bu da olması gerekendir. 

Yemek ziyareti, harçlık ve kalabalık uğurlamanın dışında yapılanlar biraz abartıya kaçmaktadır. Son yıllarda askere gidenler çetnevir yapar oldu. Asker arkadaşlarıyla yer, içer, oynar oldu. Masraflı, külfetli bir organizasyon ama olsun diyelim. Fakat bu işleri yaparken dünyanın merkezine kendimizi koyuyoruz. Başkasını rahatsız edip etmediğimizi düşünmüyoruz. Ya müzik sonuna kadar açılıyor, silah vb. şeyler atıyoruz. Bu yaptığımız tehlikeli, birini yaralarız, birini korkuturuz demiyoruz. Yan tarafta komşumuz rahatsız, onların bugün cenazesi vardı demiyoruz. Vur patlasın, çal oynasın diyoruz.

Askeri son gün uğurlamaya gönderirken konvoy oluşturuyoruz. Ama oluşturduğumuz konvoy baştan sona tehlike saçıyor, trafiği birbirine katıyor; ya yıldırım hızıyla ana caddelerde uçuyoruz, ya da kaplumbağa hızıyla trafiği kilitliyoruz. Korna sesi gürültü kirliliğine sebebiyet verirken aracın dörtlülerini yakarak kazara konvoyun içine karışan araçlara/kişilere dokuz doğurtuyoruz. Çünkü flaşörleri yanıp sönen aracın nereye döneceğini kestirmek zor mu zordur.

Otogardan uğurlarken otobüsü sallamak, "En büyük asker, bizim asker" diyerek askeri havaya fırlatıp tutmak bana çok makul gelmiyor. Havaya attığımız kişiyi tutamayabiliriz veya bir yerine bir şey olur diye düşünmüyoruz. 

Sözün özü, çetnevir yaparken, konvoy oluştururken, askeri havaya fırlatırken beraberinde büyük risk alıyoruz. Kendimizin veya çevrenizdekilerin canını tehlikeye atıyoruz. Gürültüsü de işin çabası. Yok mu bu işin makul tarafı? 

İyi tezkereler!


Hac ve Hediye ***


Hac görevi çıkmış hacı adaylarımız bugünlerde kutsal topraklara uğrulanmaya başlandı. İçimizdeki nasibi olan kişiler bunlar. Çünkü yüz binler kurada hac vazifem çıktı çıkacak diye bekleye dursun, onlar muradına erdi. Zira onlar da bekledi yıllarca hacca gitmek için. Sırası gelen veya davet edilen gidiyor. Gitmeye yol bulan herkese Allah, hac farizasını yapmayı nasip etsin inşallah!

Hacca giden gidiyor. Ama sorunlar var. Malumunuz üzere hac, gücü yetenlerin yerine getirmesi gereken hem mali, hem de bedeni bir ibadettir. Bir meşakkattir, bir maliyettir aynı zamanda. Fakat maliyetleri biz biraz daha artırıyoruz. Çünkü hediye faslı var işin içinde bir de. Tespih, takke, seccade, koku, yüzük, kına, tülbent, çocuklara oyuncak...ilk akla gelen hediyeler. Çoğunluk daha hacca gitmeden -kurada hac çıkar çıkmaz- soluğu hac malzemeleri satan dükkanlarda alıyor. Hacca gidince de oteline yerleşir yerleşmez hurmayı nereden alırım, ne kadar götüreyim, uçak ne kadar zemzem getirmemize izin veriyor hesabı yapıyor. Oğlan, kız, kardeş, gelin, torun için ayrı hediye alma furyası başlıyor. Kimi de elektronik eşya oralarda ucuzmuş diye sipariş veriyor. Hacımız ibadet mi yapacak, yoksa alışveriş mi? Varın siz düşünün!

Kanması da işin cabası orada. Özellikle hurmada kanan kanana! Giden hacılarımız bundan dertli mi dertli! Hurma satanların müşteriye gösterdiği numune ile verdiği hurma aynı çıkmıyormuş. Hacca giden sanıyor ki mukaddes beldede sahtekarlık, hile olmaz. Ama maalesef hurma ticareti yapanlar bizim insanımızı ayakta uyutuyormuş. Hurmanın üstü başka, altı başka çıkıyormuş. Geçen bir arkadaşım bahsetti. Birlikte hac yaptığı bir arkadaşı oradan hurma beğenip almış, ardından kargoya vermiş. Kargoya verdiği hurma gecikince gelen misafirlere hurma ikram etmezsek olmaz düşüncesiyle arkadaşa: “Arkadaş, benim hurma gecikti. Sen benim orada aldığım hurmanın cinsini biliyorsun. Burada tanıdık hurma satışı yapan varsa emanet alsak…bizim hurma gelince iade etsek” demiş. Arkadaş, olur demiş. Aynı hurmadan alıp gelen misafirlerine ikram etmiş. Kargodan gelen hurmayı açınca beğendiği hurmadan eser yokmuş. Adam hurmanın en adisini doldurup göndermiş. Sonunda hacı, Türkiye’den emaneten aldığı hurmanın parasını vermiş, gelen adi hurmalar da kendisine kalmış.

Hacca giden kime, ne alayım hesabı yaparken hacı uğurlamaya giden insanımız da bu iş hediyesiz olmaz düşüncesiyle bisküvi, havlu, küp şeker, çorap gibi hediye götürüyor. Hediye gelince, hediye getirmesek olmaz diyor hacı adayımız. İşin garibi ne hediye götüren, ne de hediye getiren hoşnut bu durumdan. Nasıl bir adet ki herkes şikayetçi. Ama hız kesmeden devam ediyor bu hediyeleşme. Üstelik getirilen ve götürülen hediyeler doğru-dürüst kullanılmıyor. Çoğumuzun evi özellikle hactan gelenlerin hediye olarak verdiği tespih ve takkeyle dolu. Çekilmeyi ve giyilmeyi bekliyor.

Hediyeleşmek güzeldir. Aradaki ülfeti artırır. Yalnız bu hediyeleşmeyi başka zamanlarda yapsak daha iyi olur diye düşünüyorum. Hactan gelecek en güzel hediye hacının sağ-salim dönmesi, mebrur bir hac yapmasıdır. Tebriğe gelenlere ikram için hurma, zemzem haydi bir de misvakı ekleyelim. Bunun dışındaki hediyeler hacımıza bir maliyet ve külfet getirdiği gibi kullanılmadığı için de israftır diye düşünüyorum.

Hac ve hediyeleşmeme ile ilgili hassasiyetimizi nihayete erdirirken buradan Diyanet İşleri Başkanlığına da bir öneri getirelim: Yıllardır hac ve umre organizasyonu yapan, bu konuda iyice profesyonelleşen ve hacılarımıza her türlü hizmeti sunan DİB, hediyeleşmedeki aşırılığa dikkat çeken bir hutbe irat ederse memnun olurum. Yine hurma alırken hacılarımızın sahtekarlara kanmaması için kutsal topraklarda gerekli tedbiri almasında fayda vardır.

Hacılarımıza hayırlı yolculuklar! Şimdiden haclarının mebrur olmasını yüce Allah’tan niyaz ederim.



*** 07/08/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

27 Temmuz 2018 Cuma

Hep Gündemde Kalmanın Yolu ***


—Üstat, beni tanıyorsun? Birçok yere girdim çıktım. Hepsinde şu ya da bu şekilde bir koltuk kaptım. Bakanlığa kadar yükseldim. Kaç dönem vekillik yaptım. Ama hala içimde bir boşluk var.
—Ne boşluğu?
—Hep göz önünde olunca geri planda kaldığımı düşünüyorum. İçinde bulunduğum partiyi ele geçirmeye çalıştım, başarılı olamadım.
—Yeter, çekil köşene o zaman!
—Beni bana bırakmıyorlar.
—Kim?
—Nefsim ve belli çevreler.
—Ne istiyorlar senden? Ya da nefsin ne istiyor?
—Başbakan olmamı, "Ben bu ülkeye başbakan olacağım."
—Ben de cumhurbaşkanı olmak için heveslenmiştim. Ama avucumu yalamak kaldı bana. Ayrıca başbakanlık kalktı biliyorsun.
—Hedefi daha da büyüttüm. Cumhurbaşkanı olacağım artık!
—Nasıl yapacaksın bunu? Etin ne, budun ne?
—Olurum ya da olamam. Ama ben hep gündemde kalacağım. Öyle ki her gün kamuoyu benden bahsetmeli. Bunu hak ettiğimi düşünüyorum.
—Kim verdi sana o hakkı?
—Belli çevreler benim kapasite ve yeteneğimin farkında.
—İyi de nasıl yapacaksın bunu?
—En iyisi bir parti kurmak!
—Parti kurmayı kolay mı sanırsın? Bunun için ekip lazım, bir birikim lazım, vizyon gerek, misyon gerek.
—O dediklerinin hepsi bende var, deniyor.
—Kim diyor?
—Basın her gün benden bahsediyor. Yine malum çevreler parti kur diyor. İyi bir rüzgâr yakaladım anlayacağın.
—Haydi, hepsi sende var diyelim. Parti kurmak maliyetli! Parayı nereden bulacaksın?
—Beni ortaya sürenler açık çek verdi bana.
—Haydi, partiyi kurdun diyelim. Partinin adı ne olacak? Cumhurbaşkanı olabilecek misin? Çünkü bu ülkede her parti kuran cumhurbaşkanı olabilseydi Ülke cumhurbaşkanından geçilmezdi. Çoğu tabela partisi olarak kaldı.
—Birlikte yola çıktıklarımla partinin ismi üzere çalışıyoruz. İyi bir isim bulacağız. Beni öne sürenler kazanacağımı söylüyor. Anketlerde de daha partimi kurmadan yüksek oy alacağım açıklanıyor. Kimse vermese bile kadın seçmenlerden alacağım oy beni zirveye taşır. Hiç yapamasam eski partimden gelecek oy yeter bana. Ayrıca en büyük zevkim beni vekil yapmayan eski partimi baraj altı bırakırım. Sonra biz her kesimden oy alırız. Çünkü her düşünceden aday var içimizde.
—Diyelim ki başarılı olamadın. Bu senin için sonun başlangıcı olmaz mı?
—Niye sonun başlangıcı olsun. Seçim boyunca "Ben cumhurbaşkanı olacağım" diye çıtayı yüksek tutacağım. Güne gün basın beni gündemine alacak, benden bahsedecek. Olmaz da farz et ki başarılı olamadım. Ben yine gündemde kalacağım.
—Nasıl yani?
—İstifa edeceğim.
—Hemen pes edeceksin de niçin kurdun bu partiyi demezler mi sana?
—Biraz daha gündem oluşturmak için.
—Yani?
—Kurultay...adayım...aday değilim tartışmaları yine beni gündeme taşır. Çünkü medya "Ne olacak bu partinin hali? Aday olacak mıyım olmayacak mıyım üzerine günlerce yazıp çizecek ve konuşacak. Sayemde vekillik görenler ve varlıklarını bana borçlu olanlar kapının önüne gelip "Bizi bırakma, ne olur" diyecek.
—Eee sonra?
—Eee'si hep gündemde kalacağım demektir. Zaten istediğim de budur.
—İşin başında çıtayı yüksek tutup bol keseden atacağına, seni sevenlere umut dağıtacağına, yıllardır yaptığın bu siyasette biraz mütevazı olsaydın daha iyi olmaz mıydı?
—Olurdu olmaya da sonun hüsranla biterse iktidardan daha fazla gündemde kalacağım.
—Haydi dediğin oldu. Sonuç?
—Sonuç, reklamdır. Reklamın kötüsü olmaz. Reklam reklamdır. Başarısızlığım da bir reklam olacaktır sonuçta.
—Sonra?
—Sonraları da "Parti kurarak cumhurbaşkanlığını kazanmaya kendisini o kadar inandırmıştı ki barajın altında kalarak ayağına düşürdü. Siyasi tarihimizdeki bu siyasi figürün adı nedir" sorusu yarışmalarda hep sorulacak. Böylece yıllar geçse de gündem olmaya devam edeceğim.
—Sen gündemle kafayı yemişsin, şöhret olmak böyle bir şey olsa gerek. Keşke şöhreti önemsediğin kadar kendini ve bu seçmeni tanımaya biraz zaman ayırsaydın daha iyi olurdu. Ama bil ki bu şöhret macerası seni yavaş yavaş gündemden düşürecektir. Bu da senin yok oluşun demektir.



*** 31/07/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.