19 Temmuz 2018 Perşembe

Bu Bakan İş Yapar! *

“Adalet esasımız olacak. Her şeyde adalet olmalı. Bizim varoluş nedenimiz çocuk, davamız çocuk. Kendi ego davamız olmamalı. Yeteneğinle bir yere gelirsen bu anlamlı olur. İlişkilerle bir yere gelmeye çalışırsan bu, Allah’ın gücüne gider. Bir okul müdürünü ilişkisinden dolayı atarsanız adaletsizlik olur. Gidişat yeteneğe doğru gitmeli. İlke temelli çalışalım referans temelli değil. Gerçek bir ekip oluşturun. Ekibinizi sıkıca kucaklayın." Bu sözler çiçeği burnundaki yeni MEB Bakanının 81 il müdürüne karşı yaptığı konuşmadan bir bölüm. Bu sözlere içimizden şapka çıkarmayacak olan yoktur sanırım.

Yeni hükümet sisteminin ilk kabinesi açıklandığında ismi MEB Bakanı olarak açıklandığında milyonlarda bir heyecan ve olumlu hava oluşmuştu. Demek ki millet boşuna beklenti içerisine girmemiş. Milletin beklentisi ve umudu devam etsin, eğitim ve öğretime vurulacak neştere destek versin; öğrencisi, velisi, vatandaşı, öğretmeni, alt ve üst yöneticileri Bakana güvensin; bu bakan iş yapar. Yeter ki Bakan konuştuklarının arkasında dursun ve Bakanı eğitim ve öğretimin başına getirenler Bakana açık çek versin. Bu Bakan eğitim ve öğretimin nerede olduğunu, nasıl çözülmesi gerektiğini, yönetici atamalarının ne şekilde yapıldığını ve idareci görevlendirmelerinin nasıl olması gerektiğini bilen biri. 

Sayın Bakan ilk toplantısında yönetici seçiminde referansın değil adalet temel prensibimiz olmalıdır. Bir yönetici atanmasında ehliyetten ziyade ilişkiler geçerli ise bu, Allah'ın gücüne gider, diyor. "Bu MEB'den bir cacık olmaz, ne olacak bu eğitimin hali" deyip umutsuzluğa düştüğümüz bir anda adaletten bahseden biri çıkıyor, gönüllere su serpiyor. Bakan, dediği gibi liyakat ve ehliyet üzere atamalar yapsın, bu halk ve eğitim camiası sonsuz kredi açar bu Bakana. 

Kim istemez ki hakkaniyetin ön planda olduğu bir görevlendirmeyi. Bundan sonra "Ben ehilim, atanamıyorum, bu işlerde ahbap-çavuş ilişkisi var" demesin. Bir yere gelemiyorsa  "Demek ehil değilim" desin. Bakanın bu sözünden mevcut koltuğuna referans ve torpil yoluyla gelen veya ehil olmadığı halde bir yere gelmeye göz kırpan korksun. Ehil olmadığı halde halen bir koltukta oturan varsa altından koltuğunun bir gün kayacağını düşünmeye başlasın şimdiden. Bakan, adalet ve hakkaniyeti esas almak suretiyle liyakata göre atama yaptığında bu, atanan kişinin onur ve haysiyetini de koruyacaktır. Öğretmen gelen müdürüne şunun adamı demeyecek, öğrenci dersine giren öğretmene bu adam torpilli demeyecek... İşte bu bakış birbirimize güveni getirecek. Güven ve itimadın geldiği yere huzur gelir. Bu ülkenin iki önemli ihtiyacı adalet ve güvendir. Bu iki ahlaki değerdeki yozlaşmayı kaldıralım, felç durumdaki eğitim ve öğretimimiz ayağa kalktığı gibi koşmaya başlar.

İlk konuşmasında en önemli soruna işaret eden bu Bakan; eğitim ve öğretimin, hatta bu ülkenin şansıdır. Belki de son şansı. Umarım kıymeti bilinir. Çünkü bu Bakan iş yapar, hem de çok!

* 23/07/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Haydi Bu Günü Bilin Bakalım!

Günlerinde;
-gün görmediğin gündür,
-günlerinin günler öncesinden belirlendiği gündür,
-günler öncesinden hazırlığın yapıldığı, türlü ikramların hazırlandığı, evin silinip süpürüldüğü, sana öbür tarafa geç dendiği gündür,
-misafirler gelmeden sana erkenden evi terk et dendiği gündür,
-eve o gün erkek sineğin girmesinin yasak olduğu gündür,
-akşama kadar şurası senin, burası benim, bir de şuraya uğrayayım diye akşama kadar sağda-solda oyalandığın; herkes evinin yolunu tutarken görenlerin "Şu adamın gidecek evi yok mu" dediği gündür,
-akşam eve gelince mutfak lavabosunun yıkanacak kaplarla dolu olduğu ve sana "Aç mısın" diye sorulduğu gündür,
-"Ben tokum, sana ne hazırlayayım, gündüzden kalan kurabiye, kek, batırık; biraz da çay var. Isıtıp koyayım, ben evleri süpüreceğim dendiği ve senin o gün gündüzden kalanlarla bayram ettiğin gündür, 
-"Beni falan yere bırakabilir misin, beni akşam şuradan alabilir misin" dendiği gündür,
-işten geldiğin zaman evde yalnızlara oynadığın gündür,
-eve misafir gelmeden önce, geldiğinde, misafirler gittikten sonra veya misafirliğe gidildiğinde huzurun kaçtığı gündür,
-eve misafir gelmeden önce ekstradan alışverişe gönderildiğin gündür,
-misafire hazırlanan ikramın misafire ikram edilmeden elini süremediğin gündür,
-gelecek misafirlerin sana göre değil, misafirlere göre belirlendiği gündür...

Bildiniz mi bu günü? Bilmemeniz mümkün mü? O zaman bu günü söylemeye gerek yok. Zira malumu söylemek zaittir.



18 Temmuz 2018 Çarşamba

Kayaönünde Piknik

Bedava bir piknik teklifi aldım. Piknik yeri olarak şehrin gürültüsü ve kalabalığından uzak bir yer seçilmiş, şehre uzaklığı 70 km'lik bir mesafe. Çoluğu, çocuğu yanıma alarak atladım gittim pazar günü. Baldan tatlı idi benim için ne de olsa!

İçim içime sığmıyor. Nasıl sevinmezsin ki! Şehirden uzak bir yer seçildiğine göre doğa harikası bir yer olsa gerek. Bir tarafta akan su, dopdolu barajı, yemyeşil tabiat, püfür püfür esen rüzgar. Camız havası gibi bir şey beklediğim.

Yeme ve içme sonunda otur otur sıkılırsam diye yanıma da benden bir parça olan cep telefonumu aldım. Onun yanına da şarjım kalmazsa diye power bankı aldım. Sıra sıra ağaçlardan Güneş görebilirsem yanmamak için şapkam da yanımda. Allah'tan daha ne isterim ki!

Öğle dolaylarında piknik mevkiine doğru yola çıktım. Menzilime yaklaşırken yeri öğrenmek için telefonuma sarıldım. O da ne! Şebekem çekmiyor. Bereket yanımdakinin hattı çekiyor. Varacağımız yeri o telefondan öğrendik. Daha doğrusu öğrenemedik. Çünkü gönderilen konum bizi götürmedi. Organizatör önümüze çıktı bizi piknik yerine götürmek için. O önümüzde, biz arkasında. Arabayla yol alıyoruz ama gidilecek gibi değil. Çünkü adı yol olan bir yoldan gidiyoruz. Ne asfalt var, ne mucur dökülmüş, ne de tesviye yapılmış. Akan seller yolu yarmış. Arabanın iki tekeri yukarıda, ikisi aşağıda. Bizim arabanın altı değmedi ama önden giden bazı araçların altı değmiş. Traktör zor geçer bu yoldan desem abartmış olmam. Hatta eşek bile doğdum doğalı böyle eziyet görmedim der. Arabanın geçmesi zor olan bu yol aynı zamanda tehlikeli de. Çünkü yokuş aşağı dik, fren yaparak iniyorsun. İçim dışına çıkmış bir vaziyette bildiğim duaları okuyarak inerken "Bu kadar riski göze alarak bu piknik yeri bulunduğuna göre doğa harikası, cennet misali bir yer olmalı gideceğimiz yer" diye gözümün önüne getiriyorum. Nihayet az sonra piknik yerimizi gördüm.

Bir çukurun içiydi burası. Köylüler buraya Kayaönü adını vermiş. Bir tarafımızda dağ var ama dağı göremiyoruz. Çünkü yol geçmiş oradan. Dağdan sel akıyormuş buraya. Yeni yol ile birlikte köprü yapılmış. Köprünün altına yüksekliği 5-6 metrelik taştan bir duvar örülmüş. Oturduğumuz yüzeyde 8-10 metrelik bir mesafede iki ağaç var. Biri dut, diğeri akasya ağacı. Dut ağacının yarısı bize ait . Diğer yarısı büyük taşlarla kaplı. Ağaçlar yetmez denerek bir de çadır kurmuş bizim organizatör. Hal- hatırdan sonra etrafı temaşa etmeye başladım. Sürekli akan bir çeşme, onun önünde dere bile denmez yerin tabanında azar azar akan su var. Çeşmenin arkasında ve önünde uzun uzun ağaçlar var ama içlerine girilmez ve oturulmaz. Yabani otlar ve dikenlerle kaplı zemin. 

Çeşmeden bir abdest aldım, buz gibi sudan da kana kana içtim. Sonra zorunlu ikametgâhım olan dut ağacının altına serilmiş serginin üzerine geçip namaza durdum. Bastığım yerden ayağımı tekrar kaldırdım. Çünkü sergimizin altı doğal çakıl ve mucur dolu. Secdeye gidiyorum, alnımı acıtan taş; ben buradayım, rahatsız etme diyor. Tahiyyata oturdum. Oturmak ne mümkün! Yine taş. Cesaretin varsa ayağını bük tahiyyatta. 

Pikniğin organizatörüne burayı çok mu aradın dedim. Evet dedi gülerek. "Dayım tavsiye etti burayı" dedi. Dayınla aran iyi mi dedim. İyi, cevabını verdi. Millette akıl fazlalığı var, bizim ise akla ihtiyacımız var dedim. Haydin gidelim buradan dedim. Kimse oralı olmadı. Sanırım ortamdan rahatsız olan tek kişiydim. 

Vakit geçirecek bir meşgale bulmam lazım. Hemen oyuncağıma sarıldım. Yukarıda çekmeyen telefonum belki çukurun çukurunda çekerdi. Ne telefon çekiyor, ne de internet! Ne yapayım derken yatayım bari dedim. Sağıma soluma taşlar bata bata kıvrıldım. Benim geldiğimden rahatsız olan taşlar neren ağrır dercesine batırıyordu taşını. Çekecek çilem varmış, çekeceğim artık dedim, homurdana homurdana uyumaya çalıştım. Uyumak ne mümkün! Ne altım rahattı, ne de üstüm. Alttan taşlar, üsten sinekler. Başıma şapkayı koydum. Az sonra yanımdakiler Güneş geldi diye kalkıştı. İki koldan yeni bir yere bakmaya gittiler. Az sonra en iyisi burası deyip geldiler. 

Ortamdan en mutlu olan bizi buraya getiren, olursa burası diyen organizatördü. Başka mutlu olan var mı diye bir göz gezdirdim, pikniğin masraflarını karşılayanın da sevincine diyecek yoktu. Biri organizatörlüğümün kıymetini bilin; diğeri, "Ben size yediririm ama burnunuzdan fitil fitil getireceğim" der gibiydi. Hiçbir şeyden habersiz küçük çocuklar da mutluydu; kah çeşmeye, kah dereye giderek birbirlerinin üzerini ıslatıyordu. Az sonra annelerinden "Yine mi ıslattın üzerini, ne giyeceksin şimdi" azarına aldırmadan... Bir mutlu kesim daha vardı ki esas mutlu olanlar onlardı; kimi misafiri geldiği için iştirak edemedi, kimi tatile çıkacağım diye, kimi de nöbetçiyim diye.

Az sonra semaverde yapılmış çayımız geldi, yudumladık. Çekirdeğimizi yedik. Karnı doyan top oynamaya kalktı. Küçük bir yer vardı top oynamak için. Futbola müsait değildi saha ama ekibimiz buna da çözüm buldu. Voleybol oynamaya karar verdiler ama direk yok iki kenarda. Hemen iki arabayı ortası boş olacak şekilde paralel hale getirdiler. Bir de ip çektiler. Güneş tam tepedeyken kendilerini oynamaya verdiler. Kimse sıcak, yanarsınız sözüne aldırmadı. Az ara verip bu sefer yakan top oynadılar. Az sonra başlarına gelecek olana aldırmadı kimse. Nice sonra çoğunun özellikle sarı olanların kolları ve yüzleri kızarmaya başladı. Ekip bu durumda iken ben kalkıp kalkıp can sıkıntısından su içmeye gidiyordum, su belki şifalıdır diyerek içiyordum durmadan. Aç karına da fena gitmiyordu.

İkindiye doğru ekip acıkmaya başlayınca taş, diken, çöğür ve yabani otlar arasında bulduğumuz bir yere mangallar yakıldı. Şükür nevalemiz varmış, millet pikniğe geldiğini anladı dedim. Elim arkada dolaşıyorum. O kadar gencin arasında bana iş düşmez dedim. Duman çıktıkça moralim biraz gelmeye başladı. 

Yemeğimizi yedik. Pişirenlerin ellerine sağlık, sofrayı hazırlayanların da. Özellikle salata yapanlara da teşekkür etmem lazım. Aile saadetim için önemli bu. Pikniğin masrafını çekenin atasına rahmet, kesesine bereket. Organizatöre gelince Allah onun hayrını versin. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu yeri referansla bize buldu ya. Bu pikniğin unutulmayacak yönü de burası. Ben kızdıkça gülmesi olacak olanlara hazırlıklı gibiydi. 

Karnımızı doyurduk ama bu işin yani çukurun bir de çıkışı vardı. İnmeye inmiştik. Geldiğim andan itibaren alternatif yol sordum soruşturdum; nasıl, nereden çıkarız bu ören yerden diye. En iyisi indiğimiz yolmuş. Kazasız-belasız buradan bir çıkarsak halimize şükür diyeceğim. 

Vedalaşıp ayrılırken organizatöre "Muhtara ismini yazdır, önümüzdeki yıl da biz pikniği burada yapacağız de, kimse kapmasın" dedim. Ya Allah, ya bismillah diyerek indiğimiz yolu tırmandık birinci vitesle. Şükür ki inişimiz kadar zor olmadı. Çıktıkça rahatladım. Zira burada araba arızalansa buraya ne tamirci gelir, ne de çekici. Çekici gelse çekemezdi yukarıya. Asfalta doğru yaklaşırken köyün pardon mahallenin mezarlığını gördüm. İyi mezarlık da yakınmış, başımıza bir şey gelseydi gömüleceğimiz yer de yakınmış dedim kendi kendime.

Eğer şehrin her bir köşesindeki dört başı mamur piknik yerlerinden bıktınız, kendinize yeni bir macera arıyorsunuz, ağrımaz başınızı ağrısın istiyor ve benim piknik yaptığım bu piknik yerini çok beğenip merak ettiyseniz yer ayırtmada acele edin veya sabahın erken saatinde herkesten önce giderseniz belki şansınız olur. Ölmeden önce ölümü hatırlarsınız. Yer mi? Sır... Kimseye söylemem. Sadece yanından Seydişehir yolu geçiyor, tabi yola çıkabilirseniz. Bu arada açlıktan ve can sıkıntısından soğuk diye kana kana içtiğim su içilmiyormuş, haberiniz olsun. Bana afiyet ve şifa olsun. 


17 Temmuz 2018 Salı

Torpilin Neresindeyiz? **



Kamuya eleman alımında veya yönetici seçiminde her birimizin ağzımızdan düşürmediği kulağa hoş gelen iki güzel kelime var: Liyakat ve ehliyet. Bu iki kelime sadece dilimizde değil, 657 Sayılı DMK' da da istenen kriterlerden ikisi. 


Liyakat ve ehliyetin neresindeyiz? Ne kadar riayet ediyoruz ihtiyacımız olan yere birini seçeceğimizde? İşte bu sorular çok su götürür maalesef. İstediğimiz kadar liyakat ve ehliyeti dilimizden düşürmeyelim, Kanun'da iki şart olarak sunmaya devam edelim, Allah Kur'an'da "Emanetleri ehline verin" buyursun; sonuç, imam bildiğini okuyor. Bu alanda milletçe sınıfta kaldık desek yanlış olmaz. Maalesef karnemiz ve sicilimiz iyi değil, hatta berbat. Çünkü kahir ekseriyetimiz iyi bir sınav vermiyor. 


İşin garibi adam kayırmacılığından, ahbap-çavuş ilişkisinden "Dayısı olan giriyor" diyerek herkes şikayetçi. Ama istisnalar hariç çoğumuz bu işin içindeyiz. Yeter ki bir yere atanacak bir tanıdığımız olsun veya atama yapılacak komisyonda görev yapalım.  Ya torpil yapacak birine ulaşmaya çalışıyoruz, ya da görevlendirildiğimiz komisyonda bize ulaşan olmasın. Hatta bazımız tek referansı yeterli bulmayıp ne kadar etkili ve yetkili kişiye ulaşırsak işimiz o kadar garanti olur düşüncesiyle çalmadık kapı bırakmayız.


Son yıllarda FETÖ gibi terör örgütleriyle mücadele etmek amacıyla kamuya alımlarda can simidi gibi sarıldığımız sözlü mülakat, “Birileri kayırılıyor” şayiasını beraberinde getirdi. Sözlü mülakatlarda görev yapan komisyon üyeleri, “Biz ehliyet ve liyakata göre alacağız, kesinlikle kimseyi kayırmayacağız…” dese veya devletin en üst kademesinde görev yapan yetkili kişiler komisyon üyelerine, “Önünüze üç katı aday gelecek. Siz bunlardan üçte birini seçeceksiniz. Seçerken elinizi vicdanınıza koyarak karar verin, kendi işinize adam alır gibi seçin…” dese ya da aday veya aday yakınları, “Hak eden ve layık olan kazansın. Biz asla birilerini devreye koymayacağız…” dese ve her şey hakkaniyet ölçüsü içerisinde yapılıp hiç torpil yapılmasa bile sözlü mülakatın özünde torpil var algısı vardır. Yani çok su götürür. Hatta halkımız mülakatı, eşittir torpil olarak görmektedir. Böyle görmekte haklılar da. İşin garibi çoğumuz torpil buluyor, torpil yapıyoruz. İstediğimiz olmayınca “Torpil var” diye bas bas bağırıyoruz. Bu konuda öyle algı oluşmuş durumda ki  adamın yoksa kamuya giremezsin sözü belleklerimize iyice yerleşti. “Ben torpile karşıyım, torpil yoluyla iş sahibi olmak istemiyorum diyen de torpil bulmak zorunda hissediyor kendini.


Kamuya alımlarda devletin köküne dinamit koymak demek olan ve toplumsal barışı zedeleyen kayırmacılığa bir dur demenin zamanı gelmedi mi hala? Böyle gelmiş böyle gider mi diyeceğiz? Dün onlar yaptı, onlar yaparken iyiydi, bugün biz yapmayacak mıyız demeye devam mı edeceğiz? Herkesin şikayet ettiği bu çürümüşlüğe son noktayı koymayacak mıyız? Eşittir torpil demek olan bu mülakat belasından nasıl kurtulacağız? Bu konuda soruları çoğaltabiliriz. Bu konuda şunu söylemek istiyorum. Kamuya alımlarda torpil varsa bilelim ki torpil iki taraflıdır: Torpili talep eden ve bunu yerine getiren. Bir defa torpil istemeyen ekseriyetimiz torpilin kalkması konusunda samimi değiliz. Maalesef yanlış bildiğimiz bu yöntemle kayırdıkça, kayırma aradıkça pamuk ipliğine bağlı barış ortamını yok ediyor, geleceğimizi tüketiyoruz.


Torpile kapı açan mülakat kimin aklıysa bu aklı kendine saklasın. Bu yöntem ahlaki yozlaşmayı artırırken devlete ve insanlara olan güveni azaltıyor. Mülakat yöntemi iktidarın da topuğuna sıkıyor ve kolay kazanacağı seçimleri daha zor veya bıçak sırtında kazanmaya başlıyor.


Torpil konusunda torpil yapanlar kadar torpil arayanlar da suçlu. İki tarafı pis bir değneği taraflar tutmaya devam ediyor. Burada devlete düşen torpile kapı aralayan mülakatla kamuya eleman alımı yöntemini çöpe atmaktır. Bu yöntemin ne iktidarda olana katkısı olur; çünkü buradan oy çıkmaz. Ne de devlete hayrı olur; çünkü ortalık hakkımı helal etmiyorum diyerek devlete küsenlerle dolu. Torpil ile devlete atananlar da devlet ve millete hayır etmez. Çünkü ehil olmadan o göreve geldi veya makama atandı. Zaten bu yüzden olsa gerek, bulunduğu yerde başarılı olamasa bile istifa mekanizması bizde çok hatta hiç işlemiyor.


Gelin, geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızın umutlarını tüketmeyelim. Kamuya alımlarda yeniden sınav ve güvenlik soruşturmasını şart koşalım. Yoksa bugünlerimizi çok ararız.

** 23/07/2018 günü kahtasoz.com da yayımlanmıştır.




15 Temmuz Darbe Gecesinde Sala Veren Müezzinleri Darp Edenlere Ne Yapıldı?


15 Temmuz darbe gecesi Diyanet İşleri Başkanlığının direktifi gereğince tüm Türkiye’de camilerimizin minarelerinden sala okunmaya başlanmıştı hatırlarsınız. 120 bin camide aynı anda okunmaya başlanan salalar toplum nezdinde hüsnü kabul gördü. 

Kanlı darbe teşebbüsünün ikinci seneyi devriyesinde Habertürk kanalına telefonla bağlanan ve 15 Temmuz gecesi ile ilgili sorulara cevap veren eski(eskimez) Diyanet İşleri Başkanına gazeteciler, “Basın ve medyada darp edilen din görevlilerin bilgileri yer aldı. Bu sayı tüm Türkiye’de kaç din görevlisinin başına geldi” şeklinde bir soru sordu. Sayın Görmez, “60 camide sala veren müezzine fiili saldırı olduğunu” söyledi. Yine gazeteciler, “Darp eyleminin kaç tanesi darbeci askerler tarafından işlendiğini” sordu. “Yarıdan fazlasını” cevabını verdi Sayın Görmez. “İmamlara yapılan bu fiili saldırı ile ilgili ne yapıldığı” sorusuna, “Haklarında suç duyurusunda bulunuldu” dedi Görmez. Gazetecilerden “Suç duyurusu yapılanlar hakkında hangi fiili tecavüzcüye ne cezası verildi” sorusunu sormalarını beklerdim. Ama böyle bir soru sorulmadı.

Sayın Görmez o geceye dair önemli açıklamalarda bulundu. Burada sala veren müezzinlere uygulanan darbı konu edinmek istiyorum. Görmez’in verdiği bilgiye göre fiili tecavüzün yarıdan fazlası darbeciler tarafından işlenmiş.  Sala okuyan müezzinlere darbeci askerler tarafından yapılan saldırıyı kendi içinde tutarlı görürüm. Ha cami duvarına işemiş, ha minareye, fark etmez. Çünkü milletin ve Meclisin üzerine bomba atan, gözlerini kırpmadan sivillerin üzerine kurşun yağdıran canilerin müezzini darp etmesi normal. Öldürmediklerine şükretmez lazım. Zira onlara göre darbenin karşısına çıkan herkes çoktan ölmeyi hak etmişti. Umarım bu darbe teşebbüsüyle birlikte sala verirken görevliye dipçik vurup yere yıkan bu caniler şimdi içeridedir ve hak ettikleri cezayı fazlasıyla almışlardır.

Sayın Görmez’in yaptığı açıklamadan anladığım imamlara fiili tecavüzde bulunan kişilerin yarıya yakını sivil darbe severler tarafından işlenmiş. Bunlara ne yapıldı, haklarında sadece dava mı açıldı, bunlar hakkında tutuklama kararı verildi mi? Yoksa ellerini ve kollarını sallayarak toplum içerisinde geziniyorlar mı? Umarım darbeye teşebbüs edenler gibi işlem görmüşlerdir bunlar. Verilen emir çerçevesinde kamusal bir görev ifa eden bu görevlilere saldıranlar şayet ifadeleri alındıktan sonra “Adli Kontrol Şartı” ile hiçbir şey yokmuş gibi salıverildiyse vay halimize! Çünkü son yıllarda ölüm ve yaralama dışında darp eyleminde bulunanlar ifadelerinden sonra salıveriliyor. İnşallah bu darbe severlere aynı muamele yapılmamıştır. Bence sala veren görevliye vazife başındayken yapılan bu saldırı diğer darplara benzemez. Yapılan bu eylem darbeye teşebbüs eylemidir; milletin üzerine bomba yağdıranlardan, silah çekenlerden farkı yoktur. Aynı amaca hizmet etmiştir. Darbede suçüstü yakalanan gözü dönmüşlerle aynı cezayı çekmeleri için yargılanmaları gerekiyor.

Sala veren görevlilere darbeci askerlerin dışında fiili saldırıda bulunan sivil darbe severlere, “Ceza verildi mi? Ceza verildiyse ne kadar ceza verildi? Yoksa ifadelerinin ardından salıverildiler mi” sorularına cevap verilmesini etkili ve yetkili makamlardan istiyorum.

16 Temmuz 2018 Pazartesi

"Çöp Sepeti gibi Karıştırıp Durma!" ***


Orta üçüncü sınıf olsa gerek, Recai Gümüş isimli bir hocamız sosyal bilgiler dersimize gelmişti. Yerine pek oturmaz, yazı tahtasının önünde dersini anlatır dururdu. 45 kişilik sınıf onu pürdikkat dinlerken bazen sesini yükseltirdi. Ses tonunun yükselmesi demek birine kızıyor demekti. Kızmasıyla birlikte herkes bana mı diyor diye sağına-soluna, önüne ve arkasına bakardı. "Bir şey yok, herkes önüne dönsün" derdi. Kime kızdığını da bilemezdik. Çünkü kimsenin onuru zedelenmesin derdindeydi. Derdi kiminle idi. Biz hiç öğrenemedik. Çünkü uyarırken kafasını yukarı doğru kaldırır ve gözlerini yumar, öyle kızardı.

"Be adam! Kime, niçin kızardı? Söyleyiver" dediğinizi duyar gibiyim. Baştan söyleyeyim, söyleyeceğim pek hoşunuza gitmeyecek. Ayrıca fazla merak iyi değildir. Mademki istediniz o zaman söyleyeyim: "Çöp sepeti gibi karıştırıp durma oğlum, bırakıver artık!" derdi. Buradaki çöp sepeti, her sınıfta çöpün atıldığı çöp sepeti değildi. Ne zaman böyle demişse "Biri yine burnunu karıştırıyor" anlardık. Kulakları çınlasın! Sosyal Bilgiler dersinde dersin yanında hayatı öğretiyormuş bize. 

Okuldan sonra bir daha görüşmedim ama aynı hassasiyetini emeklilikten sonra da devam ettirdiğini düşünüyorum. Ama ne kadar başarılı olduğu meçhul! Çünkü toplumda arabanın vitesiyle oynar ya da çöp toplayıcıların çöpün içini deşelediği gibi burnuyla o kadar oynayan var ki! Ne zaman böyle birini iş üzerinde görmüşsem Recai Gümüş hocamı hayırla yâd ederim. 

Derslerde de zaman zaman aynı icraatı deruhte eden bazı öğrenciler dikkatimi çeker. Tıpkı hocamızın yaptığı gibi "Yavrum, bırakıver artık şu burnunla oynamayı" derim öğrenciye bakmadan. Ama nerede o eski öğrenciler? Hocamızın uyardığı öğrenci, işini yarım bırakır; kendisinin kastedildiğini belli etmezdi. O da herkes gibi sağına-soluna bakardı. Şimdiki bu işi yapanlar ise öz güveni yüksek kişiler; eli suç mahallinde, elinde suç aletiyle yakalandığı halde "Ben burnumla oynamıyorum... Ben burnumu karıştırmıyorum" cevabını veriyor hemen. Bazen de "Yavrum! Lavaboya gitmek  ister misin? Haydi git gel" derim. "Benim lavabo ihtiyacım yok" cevabını alırım. Sanki lavabo ihtiyacı sadece çiş yapmaktan ibaret!

Çöp sepeti misali burnuyla o kadar oynayanı görüyorum ki say say bitmez. Çoğu boş durmaktan sıkılmış, kendisine iş arayan cinsten. Gördüğüm zaman hemen gözümü indirir, yönümü değiştiririm. Hatta bazen aklıma şu adamın iki elini zincire vursak o zaman ne yapacak diyorum. Bu tiplerin bazısı ne yaptığını bilmiyor, bu durum kendisinde tik haline gelmiş; kimi bu işi meslek edinmiş, yerin altından maden çıkarır gibi didiniyor. Kimi de bir arkeolog inceliğiyle yapıyor bu işi. Az sonra da hiçbir şey olmamış gibi elini uzatıyor sana.

Toplumda benim dikkatimi çeken bu durumdan nasıl kurtuluruz bilmiyorum. Allah uzun ömür versin, bir ömür boyunca burnuyla oynayanlarla mücadele eden Recai Hocam başarılı olamamış ki ben başa çıkayım. Maalesef söylenmiyor da bu durum. Bu konuda toplumsal bir seferberlik başlatılsa fena olmaz: Televizyonlar bu konuyu işlese, camilerde hutbe ve vaaz konusu olarak ele alınsa, belediyeler o bildik afişlerinde bu konuya el atsa, okullarda yılın ilk dersinde öğrencilerle tanışmayı bir tarafa bırakıp bu konu işlense en azından toplumsal bir duyarlılık oluşmuş olur. Baktık adam hala icraatına devam ediyor, Allah'ın bildiğini kulundan niye saklayayım diyor. O zaman bu işe kalkışan kimselerin karşısına aynayla dikilip "Buyurun! Aynaya bakarak işinizi daha kolay yapabilirsiniz" desek belki aynada ne yaptığını görmek suretiyle biraz tiksinti duyar. 

Bu konuda acizliğimi itiraf ediyorum. Sizin varsa bir öneriniz lütfen kendinizle öbür dünyaya gitmesin. Biliyorum bana kızdınız, ele alacak başka konu bulamadın mı, bırak şu b.ktan işi dediniz. Ama ne edersiniz ki herkesin gördüğü, ama bir şey yapamadığı bu konuyu bu kadar akıllı içerisinde bir deli ele almalıydı. 

*** 28/12/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


15 Temmuz 2016’da Cumhurbaşkanı, Erdoğan Olmasaydı…***


15 Temmuz menfur darbe girişiminin ikinci yılını bir dizi etkinliklerle milyonlar meydanlarda hem andı, hem kutladı, hem de tel’in etti. Andı. Çünkü 251 şehidimiz, 2196 da gazimiz vardı o geceye ait. Coşkuyla kutladı. Çünkü kötü emellerine ulaşmak için her yolu mubah gören bir kanlı bir darbe kalkışması; Cumhurbaşkanının öncülüğü, halkın desteği, harbiye ve mülkiyedeki vatanseverler sayesinde akim kaldı, o gece bir destan yazıldı dense yanlış olmaz. Bu yüzden kutlandı sözü de doğrudur. Tel’in edildi. Çünkü yediği çanağa pisleyen, beslenip beslenip gözümüzü oymaya kalkan, cami duvarına işeyen, yabancı devletlerin maşası ve son yılların kendini gizlemiş en sinsi örgütünün yabancı destekli kanlı kalkışması püskürtüldü. Millete silah doğrultan, bomba yağdıran, tankla insanların üzerinden geçen gözü dönmüş ne menem mahluklara lanet okumak ve o yedikleri herzeyi tel’in etmek kadar doğal bir şey olamaz.

İkinci yılını andığımız 15 Temmuz’un gecesinde meydanları dolduran halk “Bize karşı kötü emelleri olan ülkeler, derin güçler! Bakın biz bir ve beraberiz. İkinci yılında da biz aynı duyguları, heyecanı yaşıyoruz. Kadını-erkeği, genci-yaşlısı, sağcısı-solcusu yine meydanlardayız. Bize karşı hala o bitmez tükenmez melanetlerinize devam edecekseniz daha çok avucunuzu yalarsınız. Görün; biz iki yıl önce 15 Temmuz’da kenetlendiğimiz gibi aynı durumdayız. Bize karşı yeniden bir halt yemeye kalkarsanız tekrar boşa kürek çekeceksiniz. Eğer hala bizi anlamadıysanız bilin ki bizim bundan sonra parolamız: ‘Girmeden tefrika bir millete düşman giremez./Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez’ dizelerinde saklıdır. Biz bir ve beraber oldukça ister topunuzu gönderin, ister topunuz gelin; biz böyle oldukça hiçbir halt yiyemezsiniz. Gram aklınız varsa üzerimize değişik şekillerde gelmek suretiyle gücünüzü heba etmeyin. Biz normal şartlarda aramızda fikir ayrılığı yaşarız. Ama siz veya maşalarınız ne zaman ki bu ülkeye karşı hin oğlu hinliğini, hain oğlu hainliğini göstermeye kalkarsa gördüğünüz gibi tüm farklılıklarımızı bir tarafa bırakarak bir araya gelebiliyoruz” mesajını verdi tüm dünyaya.

15 Temmuz’un ikinci seneyi devriyesini bugün zafer olarak kutlamamızda daha doğrusu 15 Temmuz’da hainler güruhunun başarılı olamamasında en büyük pay, devlet ve millet bütünleşmesidir. Hayatımızda keşke, olsaydı/olmasaydı gibi sözlere yer olmaz. Ama bir an için soralım: 15 Temmuz’da devletin başında Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan değil de bir başkası cumhurbaşkanı olsaydı bu cunta hareketi öyle zannediyorum başarılı olurdu. Halkımız Erdoğan’da kendisini gördü ve ölümüne destek verdi. TC’de bugüne kadar cumhurbaşkanlığı makamına oturanları gözümüzün önüne bir getirelim. Hangisi “Meydanlara, havaalanlarına çıkın” derdi? Haydi “Halka çıkın” dedi diyelim. Kaç kişi meydanlara akın ederdi? Geçmiş darbe tarihimize bakarsak içine sinmese de halk evinden dışarıya çıkmamıştır. Gönüllü veya gönülsüz olanı kabullenmiştir: 27 Mayıs, ordunun içerisinden bir cunta marifetiyle yapılmış olmasına rağmen başarılı olmuştur. 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül İhtilali ve 28 Şubat Post Modern Darbesi komuta kademesi eliyle yapılmış ve darbeciler hedeflerine ulaşmıştır.

Sonuç olarak 15 Temmuz ülkede iç savaş çıkarmayı, istikrarı yok etmeyi hedefleyen menfur bir hareketti. Bizim için kötü bir gece idi. Ama “Her şerde bir hayır” olabileceği gibi 15 Temmuz darbesinin bize en büyük hayrı bir ve beraber olabileceğimizi gösterdi, birbirimize kenetledi. O yüzden de bu gecenin adı “15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü” oldu. Milli birlik günümüz daim olsun.

*** 17/07/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.