4 Temmuz 2018 Çarşamba

Esnaf Çay Ocağında Kadın Çalışan *

Pazartesi günü mesai bitimi iki arkadaşla birlikte bir çay içelim istedim. Her zamanki oturduğumuz esnaf çay ocağına doğru adımlarken yanımdaki arkadaş, "O çay ocağının etrafı kapalı, esinti gelmez, bir başka yerde oturalım" dedi. Nerede oturalım derken gelip geçenin seyredildiği, etrafı açık, havadar, esintinin bol olduğu bir yer aklıma geldi. Teklifim uygun görülünce o çay ocağına doğru yürüdük.

Çay ocağı kalabalıktı. Boş bir masaya oturduk. Çaylarımızı yudumlarken koyu bir muhabbete daldık. Çay ocağında çay siparişi alan, çay getiren, yerlere atılan izmaritleri temizleyen, masalardaki boş bardakları alan, kül tablalarını boşaltan sayısını bilemediğim erkek garson görev yapıyordu. Hepsi de gençti. 

Otururken önce kül tablalarını boşaltan, ardından yerdeki izmaritleri alan bir bayan dikkatimi çekti. Masalara bir göz attım. Aralarda dolaşan bir başka bayan daha gördüm. Erkeklerin çalışmasına alışkın olduğumuz çay ocağında çalışan iki genç kadın da çalışıyordu. 

Kadınlar çay ocaklarında çalışamaz mı? Eskiden olsaydı "Kadın ve çay ocağı, olur mu öyle şey” derdim. Son yıllarda her alanda özellikle erkek mesleği diyebileceğimiz sektörlerde çalışan bayanlar var şimdi. Çay ocağında niye olmasın. Yine de garipsedim. Çalışılan yer bir çay bahçesi, bir kafe, bir lokanta, turistik bir yer değil. Müşterinin yüzde yüzü erkek olan bir esnaf çay ocağında kadının çalışması kanaatimce şık olmamıştır. Haydi kadınlar çalışmak zorundaydı, böyle bir yerde iş buldu. Çay ocağı sahibi, kadının çalışmasını ne diye kabul etti? Bana garip gelen bu durum, birlikte çay içtiğimiz arkadaşım da dikkatini çekmiş ve  "Buralarda kadınlar çalıştırılmasa ne iyi olur" sözüyle teyit etti. Demek ki aklın yolu bir dedim içimden.

Eskiden kamuya memur alımında gerekli olan şartlardan bir tanesi de erkek olmak veya kadın olmak yazardı. Sanırım şimdiki alımlarda böyle bir şarta gerek kalmadı. Çünkü kadın erkeğin, erkek kadının işini yapar oldu.

Bazı işler hem kadın, hem de erkek tarafından yapılabilir. Ama bazı işler vardır ki erkeğe, bazısı da kadına uygundur. Hatta bu yüzden bazı işler için erkek, bazıları için de kadın mesleği denirdi. Genelde ağır işler erkeğe, hafif işler de kadınlar uygun görülürdü. Ev işi dendi mi kadın, inşaatta işçi dendi mi erkek; hastanede hemşire dendi mi kadın akla gelirdi. Şimdi aynı görevi yapan ve adına hemşir denen erkekler görev yapmaya başladı. Okul öncesi öğretmeni dendi mi kadın akla gelirdi, şimdi erkekler de bu alanda boy göstermeye başladı. Ebeler de kadınlardan olur hep. Ebelik yapan erkeğe rastlamadım. Ama ebe erkekler de çalıyor, sen uyuyorsun” denirse hiç şaşırmam.


Erkek beklediğin yerde kadını, kadın beklediğin yerde erkeği görmenin örneklerini -sanki adam kıtlığı varmış gibi- bundan sonra fazlasıyla göreceğiz anlaşılan. Kim nerede belli değil. Keşke eskisi gibi kamusal alanda yapılacak işlerde erkeğin işine kadın, kadının işine de erkek karıştırılmasa diyorum.

*09/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


3 Temmuz 2018 Salı

Anam Babam Usulü Eğitim

—Eğitim ve öğretimimizi nasıl görüyorsun?
—İçler acısı dense yeridir.
—Aslında eğitim ve öğretimi düze çıkarmak için çok şey yapıldı ama...
—Yapıldı yapılmasına ama sonuç ortada. Her şeyin başı kabul ettiğimiz eğitim ve öğretimimiz yerlerde sürünüyor.
—Sıkıntı nedir sence?
—Bildik sistemleri sık sık değiştirmekten, mevcut yeni getirdiğimiz sistemden sonuç almadan yeni sistemi bir oldu bittiyle getirmekten bitap düştük. Maymun iştahlı olduk hep. Hangisini getirirsen getir daha da dibe gidiyor ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
—Değiştirmek iyi değil mi?
—Ben pek anlamam ama Amerika'yı yeniden keşfe kalkıyoruz her defasında.
—Ne önerirsin?
—Anam babam usulünü.
—Hiç duymadım. Eski köye yeni adet getirme.
—Yeni değil. Uzun yıllar dede ve babalarımız uyguladı bu sistemi.
—Deden ve baban belki ilkokul mezunu bile değil. Bunlar ne anlarlar eğitim ve öğretimden. Şimdilerde sistem ortaya koyanlar, fikir babaları ve savunanları akademik kariyer yapmış, sahasında ilmin zirvesine çıkmış kişiler.
—Sorun onlarda zaten.
—Nasıl?
—Bugün anlarız diye eğitim ve öğretime yön vermeye çalışanların çoğu halktan kopuk, eğitim ve öğretimden uzak kişiler. Tıpkı halktan kopuk dünün askeri gibi. Onlar da dünyayı nizamiyenin içinden ibaret sanıyorlardı. Öyle olmadığını anlamaları çok uzun sürdü. Bugün üniversitelerde kariyer yapmış kişiler ilkokul, ortaokul ve lise eğitimine fransızlar. Bilmeyebilirler. Sıkıntı bilmediklerini bilmemelerinde. Sahasında uzman olabilirler ama bu, onların eğitim ve öğretimden anladıkları anlamına gelmez.
—Anam babam usulü ne öyleyse?
—Çocuk ilkokulu bitirdikten sonra önce dinini, diyanetini öğrensin diye bir yıl Kur'an kursuna gönderirdi. Ardından ortaokula veya imam hatip lisesine yazdırırdı. Okula gönderdikten sonra bir daha okula uğramazdı. Veli toplantısı nedir bilmezdi. Sene sonu karneyle eve geldiğin zaman olup olmayacağına karar verirdi. Karnen iyiyse "Aferin oğlum! Oku, benim gibi cahil olma. Gerekirse evi-barkı satar, seni okuturum. Sakın benim gibi cahil olma" derdi. Zayıfın çoksa veya sınıf tekrarına kalmışsan "Gel oğlum! Anlaşılan sen okumayacaksın. Tam bana çekmişsin. İyi bir meslek öğren hiç olmazsa" deyip elinden tutar, tanıdığı bir dostuna "Eti senin, kemiği benim, senin gibi bir usta olsun" diyerek teslim ederdi. Ya da derslerin sene sonunda biraz vasatsa aklı başına gelsin, zorluğu görsün, burnu biraz sürtülsün diye yaz dönemi bir esnafın yanına çalışman için verirdi. Zoru gören sene içinde dört elle dersine sarılırdı. Kalan bir meslek öğrenirdi. Anlayacağın herkes okumazdı. Bu usulden herkes faydalanırdı. Elene elene okullarda sadece okumak isteyenler kalır, diğerleri küçük yaştan itibaren bir meslek öğrenirdi. Küçük-büyük hiçbir zenaat çıraksız kalmaz. Usta-çırak ilişkisi çerçevesinde eğitim ve öğretim devam eder, hiçbir meslek çıraksız kalmazdı. Herkes hayatı öğrenirdi bulunduğu yerde. Şimdi okuyacak olanı da okumayacak olanı da aynı potada eritip herkesi okutmaya çalışıyoruz. Herkes başarsın, başarmasın her sene sınıf geçiyor. Sınıf geçmek için başarı kriteri yok çünkü. Herkes olmak zorunda olunca çırak, kalfa usta doğal olarak bulunamıyor. Bugün meslekleri deruhte edenler kendi işinin hem çırağı, hem kalfası, hem ustası, hem de patronu. Kendisiyle beraber mesleği de sona erecek.
—İlginç!
—Bu anam babam usulüyle toplumda adı konmamış bir iş bölümü oluşurdu. Şimdi herkes okuyor.
—Okumak iyi değil mi?
—İyi de çoğu okuma nafile bir çabadan ibaret. İstihdam alanı yok. Esas sorun bundan sonra yani okuduktan sonra başlıyor. İşin garibi anam babam usulünden herkes memnundu. Şimdi kimse memnun değil. O zaman okuyan, okumayan, zenaat öğrenen herkes kendi işine yoğunlaşır. Kimse kimsenin alanına müdahale etmezdi.
—Ne demek bu?
—Herkes yerini, yurdunu yani haddini bilirdi, durumuna razı olurdu. Kimse rızık endişesi taşımazdı. 
—İyiymiş bu anam babam usulü.
—Hem de ne iyi.
—Ve babalarımız bizi bizden daha iyi bilirdi. Kimseyi memnun etmeye çalışmazdı. Bizi bize bırakmazdı. Şimdiki sistemde ne ana baba, ne öğretmen kimse kimseyi bilmiyor, tanımıyor. Şimdi sorarım sana anam babam mı arifmiş, eğitim ve öğretimden anladığını sanan isminin önünde ünvanı olan kişiler mi?

“Ben O Okula Gitmem, O Okul İyi Değil ki!” ***


---Çocuğum, LGS sınav sonuçları açıklandı. Yüzdelik dilimine göre puanı yüksek okullara yerleşmen mümkün değil.

---Kayıt alanına göre bir liseye giderim.

---Farz edelim ki böyle bir okulu tercih yaptık ve yerleştin. Aldığın bu puanla liseyi bitirdikten sonra akademik yönden başarılı olma durumun da yok.

---Daha çok çalışırım.

---Nasıl çalışacaksın? Odan şeytan dolu!
---Ne şeytanı baba? Benim şeytanla işim ne?

---Teşbihte hata olmaz biliyorsun. Odanda tabletin, dizüstü ve masaüstü bilgisayarın, birinci sınıf cep telefonun varken demek istedim. Sen çalışmak istesen de çalışamazsın, çalışsan da kendini derse veremezsin. Zira bunlar albenisi olan, seni kendisine çeken şeylerdir. Seni senden, seni benden, seni ailenden, seni çevren ve toplumdan, seni derslerinden alan ve seni sosyalleşmekten alıkoyan ve seni sen olmaktan eden handikaplardır. Günümüz çocuklarının şeytanı dense yeridir. Odanda bunlar oldukça, bunlara bir sınır koymadıkça, bunların esiri olmaya devam ettikçe senin durumun “Yarın namaza başlayacağım” deyip de bir türlü namaza başlayamayan ve sürekli öteleyen beynamazın durumuna benzer.

---Bunları alan sensin, şimdi bana niye kızıyorsun?

---Doğru, alan benim. Sen istedin. Yanına da anneni aldın. Olmaz deyince suratını astın, oturuşun-kalkışın bozuk çalmaktı. Bu durumda ne yapabilirdim ki? Geçici de olsa evde bir ateşkes olsun istedim.

---Ama herkesin vardı…

---Zaten sorun o. Başkasında var; benim de olsun, falanın çocuğunda var; benim çocuğumun neyi eksik en büyük teselli kaynağımızdı. Züğürt tesellisiydi bizimkisi. Şimdi tek tesellimiz avucumuzu yalamak olacak.

---Ne yapacağız şimdi?

---Bir meslek lisesine gitsen nasıl olur?

---Ama o okullar iyi değil.

---Diyelim ki o okullar iyi değil. Sen ne kadar iyisin? Herkes yaptığıyla, yapmak isteyip de yapmadıklarıyla kendi yerini belirler. Sen çok yüksek puan aldın da sana illaki şu okula git mi dedim. Sen istedin burayı. Sonra bu okulların neresi kötü? Buralardan toplumun yararına olan ve kendi elinin emeğiyle kazanmak istemenin nesi kötü? Kötü dediğimiz bizim kafalarımızda oluşturduğumuz algılardan ibaret. O okullar işe yaramaz diyen bizleriz. Tüm okullar dört duvar, kapı, pencere, sıra ve masadan ibaret. O okulları iyi veya kötü yapan bizleriz. Okulu bitirince sanayide çalışırsın. Eskilerin tabiriyle kolunda altın bir bileziğin olur.

---Ama ben üniversite okumak istiyorum.

---Bu kafayla nasıl üniversite kazanacak, nasıl okuyacaksın? Perşembenin gelişi çarşambadan belli değil mi? Haydi kazandın ve okudun diyelim… Sonra?

---Sonrası var mı? Üniversite mezunu olacağım işte.

---Yavrum! İş üniversite mezunu olmak değil ki! Önemli olan iş bulabilmektir. Ortalık üniversite mezunu kaynıyor. Çoğu da işsiz! Çarşı-pazarda kaldırım mühendisliği yapıyor. Halihazırda işsizlik oranı en fazla üniversite bitirenler arasında yaygın. Çoğunun elinde imkan olsa gidip sanayide çalışacak. Ama sanayiye gitmeye ne gururu el veriyor, ne de eli. Zaten gitse de sanayici kabul etmez. Ne yapsın dikilecek adamı?

---Ne yapacağız öyleyse?

---Otur düşün, kararını ver: Ya kolunda altın bir bileziğin olacak, ya da kaldırım mühendisi. Tercih senin!

—Size karşı mahcubum, suç benim...
—Değil yavrum, suç niye sende olsun? Esas suç, işe yaramayacağını bile bile senin her isteğini yerine getirmek için saçını süpürge eden bende. Zamanında senin isteklerine ket vurabilmeliydim. Ah babam ah! Onun gibi yapamadım.
—Dedem ne yapmıştı?
—Deden ilkokulu bitirememiş biriydi. Ama esas ilim, irfan sahibi oymuş. Bana en büyük iyiliği her istediğimi almamak oldu. Ağlasam da almazdı. Çünkü bilirdi ağlamanın çocuğun en büyük silahı olduğunu. Zaten almak istese de alamazdı. Çünkü yoktu imkanı. Yoklukmuş meğer beni terbiye eden, onu da frenleyen. Bana hayatı öğretti işte o yokluk. Varlıkmış, imkanı olmakmış esas bizi şımartan. 
—Baba, sistemin hiç mi suçu yok?
—Yavrum! Onu ne sen sor, ne de ben söyleyeyim! İkiniz de aynısınız. Senin elinde dijital oyunlar var, oynayıp duruyor, sıkıldıkça değiştiriyorsun yenisiyle. Devletin de elinde sistem oyuncağı var.  O da sıkıldıkça değiştiriyor.

*** 05/07/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.








Toplumsal Cinnet Hali Bu! *


İyice belli oldu ki bu toplum, toplumsal bir cinnet halini yaşıyor. Gün geçmiyor ki herhangi bir şehrimizden sabi diyebileceğimiz bir çocuk kaçırma eylemini duymamış olalım. Önce kaçırılıyor, sonra iğfal ediliyor, ardından öldürülüyor. Dün Ankara, bugün Ağrı, yarın kim bilir hangi ilimizden acı haber gelecek? Bugün başkasının, yarın benim çocuğum belki de aynı durumu yaşayacak.

Yanı başımızda bu trajedi olup biterken yaptığımız sadece seyretmek gibi bir şey. Bir nevi öfke boşalması yaşıyoruz. Kimimiz yazıyor, kimimiz konuşuyor, kimimiz çiziyor, kimimiz paylaşıyor. Hep bir ağızdan idam da idam diyoruz. Bizi koruyup kollamakla görevli devletimiz de filmlerimizdeki Türk polisi misali…(polislerimiz kusura bakmasın. Teşbihte hata olmaz.) olay olur, kaçırılan kaçırılır, öldürülen öldürülür; ardından polis devreye girer, olaya el koyar. Dere tepe dolaşılır, devletin tüm imkanları seferber edilir; günlerce ceset aranır, nihayet bulunur. Devletiyle milletiyle ceset ararız yani. Dirisine sahip çıkamadığımız masumların cesedini bulup toprağa gömmek. Başka da bir maharetimiz yok.  Aslında acizliğimizin resmiyetidir bu. Ardından aylarca katilin izi sürülür, caninin bu yaptığı yanına kar kalmayacak, en ağır cezayı alacak denir. Nihayet bulunur, büyük bir katılımla cenaze kılınır ve toprağa defnedilir. Sonuç, sıfır elde var; sıfır. Zira aynı olayın bir kopyası mantar biter gibi bir başka yerde meydana geliyor sürekli.

Aslında defnedilen küçücük sabiler değil, insanlığımızdır. Bize emanet olarak verilen masumları koruyamayacak, böyle her defasında bir bir yeni canlar vermeye devam edecek ve her defasında bu şekil menfur olaylar olmaya devam edecekse yaşamasak daha iyi. Zaten öldüğümüzün göstergesidir bu. Bunun başka lamı, cimi yok. Ne bu olaylar niçin oluyor diye kafa yoruyoruz,  ne bir daha olmasın diye tedbir alıyoruz. Tabiri caiz ise ben seyrediyorum, devlet de aynısını yapıyor. Kötüler hedefine bir bir ulaşıyor, bizim elimiz armut topluyor.

Bütün bunlar bu toplumun yenemediği makus talihi midir? Haram yediğimizden midir? Sürekli genleriyle oynadığımız eğitim sistemimizin çocuklarımızı eğitip terbiye edemediğinden midir? Aymazlığımızdan mı? Yoksa işlediğimiz günahların bir bedeli mi bunca gördüğümüz cinnet hali? Bunun için ne yapmalı? İlk önce masumu korumaktan ziyade suçluyu koruma, ona acıma üzerine kurulu ceza hukukumuzu çöpe atarak başlayabiliriz işe. Yerine caydırıcı cezalar konmalı. Suçluya önce ölümü gösterip ardından sıtmaya razı etmeliyiz. Öyle ceza verilmeli ki suçlu ve suç işlemeye meyilli olanların kulağına küpe olmalı. Fakat ne yazık ki bizim ceza hukukumuz bir fabrikanın seri üretimi gibi sadece suçlu üretiyor. Cezaevlerimiz tıka basa suçluyla dolu. Adli kontrol şartıyla ifadesini alıp salıverdiklerimiz hapistekilerin kaç katı. Yapanın yanına kar kaldığı bir ceza hukukumuz var, yani suçluyu ödüllendiriyoruz. Hele adli kontrol şartıyla salıverdiklerimize “Bu yaptığın “zelle” diyebileceğimiz bir hata, okyanustaki damla misali. Benim mahkeme ve cezaevlerimi böyle basit şeylerle uğraştırma, sende müthiş bir yetenek var. Haydi git daha büyüğünü yap gel” diyoruz.

Sapık beyinli caniler için zaman zaman dillendirdiğimiz idam çözüm mü? Aklı, fikri, zikri, oturması, kalkması, beyni uçkuruna bağlı bir kimse için bir anlık zevk dünyaya bedel olsa gerek. Uğruna gerekirse idam sehpasına da çıkar. Ayrıca cinnet hali yaşayan kişi için idam nedir ki? Kimse kusura bakmasın biz Öcalan’la birlikte idam silahını çöpe attık. Bugünkü konjonktürde idamın gelmesi zaten mümkün değil. İlk önce ceza hukukumuzu caydırıcı, suç işleme potansiyelini taşıyan kimseye cız diyecek şekilde baştan sona yenileyim, CMUK gereğince yarısını yatırmayalım, verilen cezayı suçlunun güne gün çekmesini sağlayalım, suçluyu içeriden çıkarmak için her sekiz saati bir gün saymayalım, “Kader mahkumlarına özgürlük” teranelerini dillendirmeyelim. Tüm bunları adam akıllı yapabildikten sonra idamı düşünelim. Bu durumda belki idama da gerek kalmayacak. 

* 04/07/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bu Millet Sırtını Bir Dönerse... ***


16 Nisan 2016 yılında yapılan Anayasa referandumuyla birlikte halk yeni sisteme geçilmesine onay vermişti. 24 Haziran seçimleriyle birlikte yeni sistemin uygulanmasına izin verdi. Yeni sisteme göre Cumhurbaşkanı kabinesini kurdu kuracak. Umarım yeni sistem ülkemizin hayrına olur.

On yedi yıldır girdiği tüm seçimlerde vatandaşın ekserinin teveccühünü kazanarak ülkeyi yöneten AK Parti, bu yeni seçimle birlikte seçimden yaralı çıksa da seçmen, beş yıllığına tekrar kredi verdi. Halkın verdiği bu kredinin tükenmemesi, sonraki yıllarda da devam etmesi için ülke yönetimi kendisine emanet edilen AK Partinin iktidarda iken iyi bir özeleştiri yapmasında fayda var. Nasılsa kazandım deyip kendisine çeki düzen vermezse yıllardır sürdürdüğü zirve bir gün ayağının altından kayar. O vakit hatalarıyla yüzleşmek isterse de iş işten geçmiş olur. Çünkü bu millet kendi değerleriyle barışık birini sevdi mi adam gibi sever, ölümüne destekler. Kasıt olmayan anlaşılabilir hataları görmezden gelir, desteğini sürdürür. Ne zaman ki hatalar sık sık olmaya başlar, hata ve yanlışlarla yüzleşilmez, hatada ısrar edilirse halk yavaş yavaş soğumaya başlar. Bunu da desteğini biraz çekerek gösterir. Böylesi durumlar kendisine çeki düzen vermesi için bir uyarıdır. İkinci defa memnuniyetsizliğini tekrar gösterir. AK Partiye bu millet 7 Haziran'da ilk, 24 Haziran'da da ikinci uyarısını verdi. Hâlâ hatalar düzelmezse seçmen yüzünü döner, bir daha da yüzüne bakmaz. Bizim siyasi tarihimiz arşive konmuş siyasi partilerle doludur. Millet önce şans verir, dener. Baktı ki iyi yapıyor, tekrar getirir. Beceremediğini anlar; şımardığını, halktan uzaklaşıldığını görürse dün iktidara taşıdığını baraj altı yapar. 2000 öncesine bir göz atarsak iktidar veya koalisyonun büyük ortağı olmuş ANAP, DYP, DSP gibi partilerin bugün tabela partisi durumuna düştüklerini görürüz.

16 yılda 13 seçim kazanan, hep iktidar olan bir parti, hatalarını görmüyor olabilir. En azından siyasetin dışında yapıcı eleştiri yapanlara kulak vermesinde fayda vardır. Her eleştireni düşman gibi görmemelidir. Camianın içinden biri olan Hayrettin Karaman'ın Yenişafak gazetesindeki köşesinde yazdığı "Çınarımızı kurutmayalım" başlıklı yazısını parti yetkililerin okumasında, yazısının bir bölümünde bahsettiği "Mümkünse her şehirden gayr-i resmi olarak beş altı iyi kişi seçin, bunları yalnızca siz bilin; bu “iyi” den maksadım “güzel ahlakı ile tanınmış, bilgili ve ehliyetli, iktidardan hiçbir beklentisi olmayan” kişilerdir. O şehrin ve çevrenin doğru bilgisini bunlardan alın. Aday seçiminden imkan tahsisine kadar önemli tasarruflarınızda teşkilattan ziyade bu kişilerin raporlarına güvenin." kısmı taşranın denetlenmesi açısından dikkate değer. 

Partinin ilçe, il, alt ve üst sorumluları durumun vahametinin ne kadar farkında bilmiyorum. Bereket, Partinin Genel Başkanı oy düşüklüğünü "mesajı aldık" diyerek yapılan hataları tespit edip hatalarla yüzleşeceğini ifade etti. Umarım önce tespit, sonra teşhis, ardından tedavi yoluna gidilir. Çünkü bu ülkeye bu iktidar elzemin elzemidir.

*** 10/07/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.


30 Haziran 2018 Cumartesi

Cemaatler ve Tarikatlar Siyasetin Neresinde?

İnsanı Allah'a kul olmayı, onu insanı kamil olarak yetiştirmeyi, yüce dinimiz İslam'ı yaymayı, ona hizmet etmeyi, Allah'ın rızasını kazanmayı, kâl ehli olmaktan ziyade hâl ehli olmayı, Yunus'un deyimiyle Döğene elsiz, sövene dilsiz" olmayı hedefleyen, ahlakı ön planda tutmayı, müntesiplerini günahtan uzak tutmayı, züht hayatı yaşamayı merkezine alması gereken tarikat ve cemaatler, siyasetin neresindeler diye bir soru sorsam herhalde ittifakla tam göbeğindeler cevabı alırım. 

Cemaat ve tarikatlar yeri geldiği zaman biz siyasetten uzağız, tüm siyasi partilere eşit mesafedeyiz deseler de bu yapıların üst tabakası siyasilerle iç içeler. Bu durum hem bu yapıların hem de siyasilerin işine geliyor. Niçin mi? Çünkü her siyasi parti her seçimde bu toplulukları yanına çekmek, oylarını almak ister. Bunun için bu yapıların kapısını çalar. Daha doğrusu cemaat ve tarikatta sözü geçen kişileri ziyaret eder. Şeyhten destek sözü alan siyasinin keyfine diyeceği olmaz. Çünkü şeyhi ikna edince şeyhe bağlı olan yüz binlere ulaşmış olur. Malumunuz bu tür yapılarda yukarıdan aşağıya bir hiyerarşi var. Verilen emir şeksiz, şüphesiz itaati gerektirir. Neden ve niçin sorusu sorulmaz. "Efendi hazretlerinin bir bildiği vardır denerek sorgulanmaz. Bildiğimiz tarikat ve cemaatlerde şeyh-mürit ilişkisi gassalın önündeki meyyit misalidir. Şeyhi ikna eden siyasi bir taşla çok kuş vurmuş olur. Siyasilerin işine gelen bu durum cemaat ve tarikatların da işine gelir. Çünkü cemaatin lehine pazarlıklar yapılır. Alan razı, veren razı bu durumdan.

Eskiden destek açıkça ilan edilmez. Bu iş cemaat içi iletişim vasıtasıyla gizlice yapılır, renk verilmezdi. Son yıllarda kendilerini STK olarak tanımlayan bu yapılar, seçimlerden önce "Biz x cemaati bu seçimde y partisini destekleyeceğiz" şeklinde destek açıklaması yapar oldu.

Destek açıklamasında bulunan cemaat ve tarikatların zikrettiği parti bizim desteklediğimiz parti ise cemaati tebrik ediyor, partimiz örtüşmüyorsa "Nasıl destek verirler deyip eleştirmeye başlıyoruz. Bize destek olunca ne ala, köstek olunca tu kaka yapıyoruz. Burada bir çelişki yok mu? Bence çelişiyoruz. 

Destek açıklamaları çoğu zaman kırgınlığa, gönül koymaya, eleştirmeye, hakarete, tartışmaya ve tehdide kadar gidebiliyor. Değer mi bunun için birbirimizi kırıp dökmeye? Bunun önüne geçmek için;
Cemaat ve tarikatlar görüş açıklamamalı. Biz STK'yız, açıklamak en doğal hakkımız denirse tavsiye kararı alınabilir. Müritler kendi haline bırakılabilir. Asla baskı yapılmamalı. Halkın maddi destekleriyle ayakta duran bu yapılar destek açıklamasıyla çoğu zaman yıpranıyor. 

29 Haziran 2018 Cuma

Bu Maçın En Büyük Mağlubu Ezeli Rakibimdir ***


—Efendim! Aylardır hazırlandığınız, uğruna bloklar oluşturduğunuz ve mutlaka kazanacağız dediğiniz maç biteli iki gün oldu ve açıklama için basının karşısına siz bugün çıktınız. Halbuki seyirci sizden maç bitimi sonucu değerlendirmenizi bekledi. Takımınız umduğunuz performansı gösteremedi. Sonucu nasıl değerlendiriyorsunuz?
—Bu maçın en büyük mağlubu en büyük rakibimdir. Yedi gol birden yedi.
—Efendim! Ben seni sordum, rakibini değil. Siz de üç gol yediniz.
—İyi de ben üç, o yedi puan birden geriledi.
—Beyefendi! Siz şampiyonluğa oynamadınız mı? Rakibiniz puan düşürdü, istediği puanı alamadı. Ama darbe alsa da yine şampiyon oldu. Sonuçta yine şampiyon ve bu şampiyonluğunu 17 yıldır da hiç düşürmedi. Ama siz ben kendimi, babam kendini, dedem kendini bildi bileli hep ikincisiniz. Üstelik bu ülkenin en eski kulübüsünüz. Taraftarınızı hep yüzüstü bırakmaya hakkınız var mı?
—Maç bir defa adil değildi, hakem taraf tuttu, seyircinin ekseriyeti onu tuttu, ekranlar hep onu gösterdi, gazeteler hep onu yazdı, bizi desteklemeye gelen taraftarımızı da kendilerine yazdılar. Biz iyi oynamamıza rağmen maçın skorunu onlar, hep kendileri galip gelecek şekilde ayarladı.
—Bunların hepsi yenilgiye hazırlanmış kılıf değil mi efendim! Maç herkesin gözü önünde oynanıyor. Üstelik maçta sizin de gözlemcileriniz vardı.
—Ama onların gözlemcisi daha çoktu. Üstelik biz bu sistemi istemiyorduk. Bizim istemediğimiz bir sistemi getirdi.
—Yerim dar diyorsun yani!
—Buna rağmen biz yine başarılıyız.
—Nasıl başarı bu? Kedi-ciğer meselesi gibi bu. Dediğiniz gibi başarılı olsaydınız niçin maç biter bitmez balkona çıkıp başarınızı değerlendirmediniz de maçın bitiminden iki gün sonra lütfedip çıktınız.
—Maç sonucunun tam netleşmesini bekledik.
—Akşam saatlerinde belli oldu sonuç. Maçı kazananlar bir bir akşamından çıktı ekranlara.
—Onlar maç bitmeden açıklamaya kalktı. Evet, maçın yüzde 99'u bitmişti. Ama daha geriye yüzde 1 vardı. Biz onu bekledik, ıslak imzayı yani. Sonra beni çıkmadı diye itham edemezsiniz. Zira akşam saatlerinde yardımcım "Daha maç bitmedi, sayılmayan 40 milyon seyirci var, bunlara göre maç ikinci tura kaldı" açıklamasını yaptı.
—Bu açıklama doğru muydu? Pişmiş aşa su katmak değil mi? Sonuçları örtmek ve gölgelemek değil mi? Maçı kaybettiğinizi sağır sultan duymuş, bağımsız yargı maçın galibi belli olmuştur derken sizin maçın skorunu manipüle etmeniz taraftarınıza saygısızlık değil mi?
—Biz o açıklamayı taraftarımız sahayı terk etmesin ve motive olsun diye yaptık. Yoksa maçı kaybettik diye çeker giderlerdi.
—Yatsı bile olmadan birkaç saat sonra ortaya çıkacak bir durum için sizi sevenleri yanıltmaya hakkınız var mı?
—Tamam da maçın sonucunu bizim taraftarlarımızı üzecek şekilde AA'nın rakibimizin lehine açıklaması doğru mu? Bence hiç etik değildi.
—İstifa etmeyi düşünüyor musunuz?
—Hayır efendim, ne münasebet! Biz koltuk sevdalısı değiliz ki! Sonra bizim partimizde koltuk sevdalılarına yer yok. Ayrıca üstüne basa basa söylüyorum. Biz başarılıyız. Bugüne kadar ikinciliği kimseye kaptırmadık. Üstelik bu maçta neredeyse yedi düvel bir araya geldik. Tek amacımız vardı, rakibimizi indirmek. Bunu bir ilke haline getirerek blok oluşturduk. Millet bizimleydi. Bunun sonucunda ülkedeki tüm renkleri stada taşıdık ve bunlar sayesinde ortak rakibimizin sallanmayan saltanatını salladık. Bir gedik açtık. Hatta yıktık geçtik. Geri kalan gücünü de dokuz ay sonraki maçta yıkacağız.
—Yapmak değil zaten göreviniz. Yıkmayı misyon edindiniz hep. Zaten bu yüzden zirveyi görmediniz ve göremeyeceksiniz. Yerine ne koyacağınıza karar vermeden yıkmayı hedeflediniz. Bunu yaparken de her yolu mubah gördünüz. Taraftarınız kendi oyuncunuzu desteklemedi, gitti başkasını alkışladı. Yeter ki o düşsün. Rakibinizi zirveden indirme uğruna hırlı-hırsız, katil-cani-terörist demediniz hepsini buyur ettiniz. Gözünüzü kin bürümüş sizin. Siz bu yaptığınıza başarı mı diyorsunuz? Acizliğin adını başarı sanıp kafanızı kuma gömerek maça çıkıyorsunuz.
—Bana yar olmayan ona da yar olmasın.
—Peki, rakibinizi başarısından dolayı tebrik edecek misiniz?
—Olur mu öyle şey? 17 yıldır hep zirvede olan ve zirveyi kimseyle paylaşmayan sadece kendisi top çeviren biri tebrik edilir mi?
—Böyle mi düşünüyorsunuz? Bu dediğinize kendiniz inanıyor musunuz?
—Evet, tüm kalbimle...
—Kusura bakmayın ama bu seyirci iyi ki sizi zirveye taşımıyor. Ki zaten bu kafayla siz sittin sene şampiyon olamazsınız.

*** 03/07/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.