13 Haziran 2018 Çarşamba

Daha Beter Felaketleri Bundan Sonra Göreceğiz *

11.06.2018 Pazartesi günü akşam saatlerinde Meram bölgesinde aralıklarla bardaktan boşanırcasına yağan iki saatlik yağmur, bundan sonra bizi bekleyen daha büyük felaketlerin habercisi gibi. Çünkü birçok ev ve iş yerini su bastı. Bölge bir sel baskınına maruz kaldı.

Zaman zaman dolu şeklinde yağan yağmur bir afetti dense yeridir. Pencerelerden veren sudan tutun da, çatıdan akan suya, bodrum katlarda bulunan borulardan fışkıran suya; yıkılan duvarlar, yarılan asfaltlar, selin sürükleyip gittiği arabalar, pis ve atık suyu tahliye etsin diye döşenen rögarlardan geri tepen sular, meydana gelen trafik kazaları, alt geçitlerin göle dönüşmesi objektiflere yakalanan görüntülerdi. Telef olan sebze, meyve ve ekili arazileri söylemeye gerek yok sanırım. Öyle ki insanın ve insan eliyle yapılan teknolojinin acziyetini itiraf ettiği ve insanoğlunun seyretmekten başka bir şey yapamadığı bir manzaraydı. Ölümlerin olmadığına şükredelim.

Gökten sicim gibi yağan yağmur, yerden fışkıran su, Nuh Tufanını hatırlattı bana. Rabbim tepemizden yağan yağmura dur, yerden fışkıran suya çekil git demeseydi afetlerin afetini konuşuyor olacaktık, eğer bu tufandan sağ çıkabilseydik.  

Biz istediğimiz kadar günümüz teknolojisinden yararlanarak yerin altına bodrum katlar, yerin üzerine gökdelenler yapalım, binanın çatısına oluk, bodrum katlara giderlerin tahliyesi için birinci sınıf borular döşeyip mühendislik ve mimarlık harikamızı konuşturalım, bize bir şey olmaz diyelim, iki saatlik yağan yağmurun  tüm müktesebatımızı berhava edebileceğini hiç aklımızdan çıkarmayalım. Onun yüce kudret ve azameti karşısında bir hiç olduğumuzu unutmayalım.

Bu doğal afet, döşediğimiz sıhhi tesisatın ve yerin altına gömdüğümüz kanalizasyonun normalin ötesinde yağan yağmurlar karşısında işlevini yerine getirmeyeceğini göstermiştir. İki saatlik bu afet, aklımızı başımıza getirmesi lazım. Bundan ibret alarak nasıl tedbir alınacaksa alalım. Öyle günü kurtarmak için gelişigüzel iş yapmayalım. Küresel ısınmanın kendini iyice hissettirdiği günümüzde zaman zaman farklı vilayetlerde aniden bastıran ve su baskınlarına sebebiyet veren insanlığın eseri bu doğal afet, bundan sonra bizi sık sık yoklayacak. Tıpkı depremler gibi sel baskınlarına da hazırlıklı olmalıyız. "Bu bölgeye ortalama şu kadar yağmur yağar, şu eğim yeterli, bu büyüklükteki boru işi çözer…" gibi hesapları bir tarafa bırakalım, beterin beterinin olabileceğini hesaba katarak yapacağımız icraatlar evladiyelik olsun, bize afet olarak dönmesin, bize hizmet etsin. Eğer büyük düşünmez ve böyle yapmazsak -Allah muhafaza- bugün mala gelen yarın canlara gelir. Canların katili de büyük düşünmeyen, günü kurtarmaya çalışan, dereleri yok eden, işini doğru-dürüst yapmayan, maliyet hesabı yapan ve malzemeden kaçıran etkili ve yetkili sorumlu kişiler olur.

Konya Meram'da meydana gelen bu afetin umarım arkası gelmez. Hiçbir ilimiz ve bölgemiz böyle afetlere maruz kalmaz. Rabbim beterinden saklasın. Altından kalkamayacağımız afetlerle bizi imtihan etmesin. 

* 20/06/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Ramazana Veda, Bayrama Merhaba! ***

Recep, şaban derken üç ayların sonuncusu, on bir ayın sultanı ramazanı uğurluyoruz bugün. Yarın da bayrama merhaba diyeceğiz.

Nefsimiz, "Bu uzun, sıcak yaz döneminde yaklaşık on yedi saat nasıl oruç tutacaksın? Üstelik bu yıl yirmi dokuz değil, otuz tutacaksın, açlık ve susuzluğa nasıl dayanacaksın? Zor mu zor!" şeklinde içimize bir iğva düşürürken, bazıları "Ramazanı eylül veya aralık ayına sabitleyelim" diye bir tartışma başlatırken inananlar, "Ne olursa olsun, bu ibadeti yerine getireceğiz, doymak bilmeyen nefsimizi dizginleyeceğiz, zira Rabbimizin bir emridir. Biz hele bir tutmaya başlayalım. Zira bu emri veren mutlaka bize bir kolaylık gösterecektir" diyerek bundan bir ay önce 'Allah'ım! Senin için oruç tuttum, sana inandım, sana tevekkül ettim ve senin vereceğin rızıkla iftar edeceğim' diyerek "bismillah" demişti oruca. Sayılı günler çabuk geçer derler ya...işte öyle oldu. İşte bugün otuzuncu, yani son günü orucun.

Nefsin isteksizliğe ve "Ne yapar, ne edersin" şeklindeki felaket tellallığına rağmen "Semi'nâ ve a'taynâ" yani "İşittik ve itaat ettik" diyen inanan milyonlar, nefsin heva ve hevesine bir set çekmek suretiyle oruç ibadetlerini yerine getirdi. Kur'an'ını okudu, fitre ve zekatını verdi, eşiyle-dostuyla iftarını açtı. Sonunda nefse galebe çalmanın ve sabretmenin bir sonucu olarak yarın bayram yapmaya hazırlanıyor. Doğrusu hak ettiler de.  Üstelik içinde bir ömrü barındıran "bin aydan daha hayırlı Kadir gecesini" de ihya ederek Kur'an ayı ramazanı değerlendirdi. Ne mutlu onlara ki imtihanın zorunu başardılar. Analarının ak sütü gibi helaldir onlara bayram yapmak.

Zoru başarıp ramazana elveda deyip bayramı yaşayacak olan milyonların yanında hiçbir mazereti olmadığı halde namazda ve oruçta gözü olmayan ve güpegündüz herkesin gözü önünde, aleni bir şekilde, göstere göstere oruç yiyenler de hak etmedikleri halde bizimle birlikte bayram edecekler. Oruç tutmadık, bayramı hak etmedik deyip karalar bağlayacak değiller elbet! Elbette onlar da bayram edecekler. Ama onların bayramı buruk bir bayram olacak inanın. Onlar günlük on yedi saat oruç tutup bayrama girenlerin arasında "Biz ne yaptık, keşke tutsaydık, baksana tutanlardan hiçbiri açlık ve susuzluktan dolayı ölmedi, vah bize!” diyecek içinden, hem de derinden bir of ve ah çekerek.

Sabredince "Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennem azabından kurtuluş" olan ramazanı alnımızın akıyla uğurladığımıza göre bir imtihan dünyası olan bu dünyada altından kalkamayacağımız hiçbir yükün altında kalmayız evelallah! Yeter ki ramazanda oruç tutmada gösterdiğimiz irademizi diğer alanlarda da gösterelim. Zira azmin zaferinden hiçbir şey kurtulamaz. Yeter ki cüzi irademizle sebepleri işleyelim. Ramazanda yaşadığımız manevi iklimi, yardımlaşmayı, kötülüklerden uzak durmayı diğer aylarda da samimiyetle yerine getirelim. Sonunda gülen mutlaka bizler olacağız. 

Bu vesileyle ramazanı uğurlarken ve bayrama merhaba derken Rab Teala; tuttuğumuz oruçlarımızı, kıldığımız namazlarımızı, yaptığımız yardımlarımızı kabul etsin. Okuduğumuz Kur'anla amel etmeyi nasip etsin. Nice oruç ve bayramlara huzur, mutluluk ve sağlık içerisinde girmeyi göstersin. Bayramın başta ülkemiz olmak üzere tüm İslam alemine birlik ve beraberlik getirmesini ve her şeyin bayram tadında olmasını niyaz ederim. Tüm Müslümanların bayramı mübarek olsun! Nice bayramlara inşallah!

*** 14/06/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros ismiyle yayımlanmıştır.






12 Haziran 2018 Salı

Bir Baba Düşünün ki...

Hangi bir baba evladı için bir şey yapmaz. Yemez yedirir; giymez giydirir; saçını süperge eder. O yüzden babanın hakkı ödenmez, tıpkı annenin hakkının ödenmediği gibi. Devlet de böyledir bizde.

Nasıl ki bir baba, evladının okumasından tutun da iş sahibi olmasına, mal-mülk edinmesine varıncaya kadar çocuklarına açık çek verir, onların huzur ve mutluluğu için çırpınır durur.

Çocukları için didinen ve onlara çok şey veren baba, her takdiri hak etmiştir. Evlat da bunu kabul eder ve minnet duyar devamlı. Çünkü başının tacıdır. Ama bu baba, bir müddet sonra durmadan yaptığını sayar, evlatlarını kadir kıymet bilmemekle suçlamaya, onları nankörlükle itham etmeye kalkar, durmadan başa kakar, "Ben olmasaydım siz bunların hiçbirini göremezdiniz, o yüzden benim değerimi bilin, beni takdir etmez, el üstünde tutmazsanız bilin ki benden sonrası tufandır" der durursa, evladı; yaptıysan yaptın, söyleyip durma, bu kadar da başa kakılmaz, yetti gayri" demeye başlar. Çünkü evlat rahata alışmış, babası marifetiyle hizmetin her türlüsünü görmüş, doyuma ulaşmıştır: Toktur. Toku doyurmak zordur. Tok yeni ve farklı şeyler ister. Eski yapılanların temcit pilavı gibi önüne ısıtılıp ısıtılıp konmasını istemez. Çünkü hedef yükseltilmiştir. Kardeşler arasında adil davranılsın, hakça paylaşım olsun, değer verilsin ister. Her şeye olur olmaz kızmasın, bağırıp çağırmasın, benim onurum her şeyin üstündedir" demeye başlar. İşte bu an, babanın kaybetmeye, gözden düşmeye başladığı andır.

Eskiden baba ile evladı arasında bir gönül köprüsü oluşmuşken babanın kendini yenileyememesi, tekerleme gibi kendini tekrarlamaya başlaması, evladın da bitmez tükenmez istekleri bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaya devam ederse baba ile evladı arasındaki gönül köprüsü yıkılır. Birbirine karşı körler ve sağırlara oynamaya başlar. Aralarında aşılmaz bir duvar vardır artık. Ne baba evladını anlar, ne de evlat babasını. Bu durumda babanın saltanatı sallanmaya başlar. Baba, yaptığı onca iyiliğe rağmen statüsünün yavaş yavaş kaymakta olduğunu görür. Görür görmesine ama nasıl düzelteceğini bilemez. Bildiği tek şey, eski sermayesidir. Onları birer birer ortaya döker. Ama alıcısı yoktur eskisi gibi. Çünkü "Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağar" sözünü de unutmuştur baba. Bu durumda babaya yol gösterecek kimse de olmaz. Çünkü zamanında hatırı sayılır kardeşlerini bir bir öbür mahalleye göndermiştir veya kardeşler gitmiştir. Kardeşler gittikçe her işi kendi yapmaya çalışır. Efor sarf ettikçe yorgun düşer. Ama dinlenmeye zamanı yoktur. Çünkü inisiyatifi tekrar ele alması gerekir. Bir oraya bir buraya koşar. Koştukça yorulur. Ama yorgunluğunun farkında değildir. Takadinin üstünde efor sarf ettikçe işleri düzelteceği yerde hata üstüne hata yapar. Birini düzelteceğim derken diğer bir hatanın kapısını aralar ardına kadar. İşin garibi hatasını kabul etmeyen bir baba vardır artık evladının karşısında. Baba evladını yorgunlukla suçlar. Bu durumda evladı, "Baba, sen de yorgunsun" demez. Daha doğrusu diyemez. Çünkü karşısında makul eleştiriyi bile kabul etmeyen bir baba vardır.

Şimdi soralım, ne olacak babanın evladıyla arasındaki durum? Nasıl düzelecek araları? Bu soruları soralım. Soru sormakla kalmayalım. Taşın altına elimizi koyup baba ile evladın arasını düzeltmeye çalışalım. Tıpkı ne olacak bu memleketin hali dediğimiz gibi. Çünkü bizde devlet de babadır.

Babanın kıymetini bilelim, baba da evladının. Aralarında yeniden gönül köprüleri kurulsun, tıpkı eskiden olduğu gibi...


Partilerimiz Birbirinin Kötü Bir Kopyasıdır

Seçim çalışmasındaki gözlemlerime göre irili-ufaklı tüm partilerimize sandık öncesi bir karne düzenleyecek olursak hepsini birbirinin kopyası görmemiz mümkün. Neredeyse biri ne yapıyorsa diğeri de onu yapmak için yarışıyor. Orijinal ve yeni bir şey ara ki bulasın. Sanki aynı usta elinde yetişmiş gibi her biri. İsterseniz biraz örneklendirme yapalım:
* Her birinde parti liderinin tam bir ağırlığı var. Lider kimi, nereden vekil adayı gösterirse dönem-dürüst itiraz yok. Partililerde mutlak itaat söz konusu. Parti liderinin astığı astık, kestiği kestik dense yeridir. Parti başarılı da olsa başarısız da olsa yeri sağlam okan tek kişi parti lideridir. Bu yönüyle cemaat ve tarikat liderlerine benzerler. Bu görüntüleriyle bu ülkeye demokrasi vadediyor hepsi.
* Meydanlarda kalabalık toplayabileceğine inanan miting yapıyor, diğerleri salon toplantısını tercih ediyor.
* Her biri için ülke şartları önemli değil. Keseyi açmış durumda hepsi. Vaat üzerine vaat sunuyor. Hiç acı reçete sunan yok.
* İktidardan olsun, muhalefetten olsun; ister belediye başkanı, ister encümen, ister vekil her nereden seçilirse seçilsin neredeyse ekonomik yönden ihya olmayan yok gibidir. Belki de bundandır; ucundan kıyısından tutan siyaseti bırakmıyor kolay kolay.
* Mikrofonu gören, ekrana çıkan, miting alanlarında boy gösteren kendi yapacağını Anlatmaktan ziyade kendisine rakip gördüğünü eleştiriyor durmadan. Bazen eleştiri boyutunu da aşıp işi hakaret boyutuna taşıyor.
* Benim partimin şu eksikliği var diyeni görmedim. Hepsi yunmuş yıkanmış görüntüsü veriyor.
* Hepsi seçimde kullanacağı müzik yaptırıyor. Müzikten kaç kişi bize oy verir, çaldığımız müzikle insanları rahatsız eder miyiz demeden müziğin sesini sonuna kadar açarak seçim boyunca cadde-sokak dolaşıp ensemizde boza pişiriyor.
* Hepsinde lider ön plandadır, ekip ve kurum kültürü yoktur.
* Parti, liderle doğar ve liderle mevta olur. Liderden sonra parti tabela partisine döner.
* Her biri iyi bir demagogtur. Aynı zamanda manevra kabiliyetleri yüksektir. Dünkü söyledikleri fikirlerini toplumun gözünün içine bana baka bugün 180 derece değiştirebiliyor. Hiçbiri, "Ben dün şöyle düşünüyordum, yanlışmış, doğrusu bu imiş, düzeltiyorum" demez. 
* Her biri hangi miting meydanına giderse gitsin temcit pilavı gibi aynı şeyi söyler.
* Rakiplerine karşı nazik ve centilmen değildirler.
* Her biri kutuplaştırıcı ve toplumu geren bir siyaset izler.
* Kendilerini zorlayan bir soru ile muhatap olduklarında aynı anda hırçınlaşabiliyor, hoşlarına giden bir soru sorulduğu zaman coştukça coşarlar.
* Seçim sonuçlarını değerlendirirken hiçbiri mağlubiyeti kabul etmez, öz eleştiri yapmaz, başarılı olamadık demez, istifayı düşünmez, seçim sonuçlarına bin bir gerekçe bulur. "Tüm olumsuzluklara rağmen başarılıyız" derler. 
* Her biri cadde, sokak, miting meydanı nereyi bulursa afiş ve parti bayraklarıyla donatır...

Gördüğünüz gibi örneklendirmelerin sonu gelmez. Anlayacağınız her biri yek diğerinin kötü bir kopyasıdır.



11 Haziran 2018 Pazartesi

Sisi'nin Zulmü, Bizim Necati'yi de Buldu *

Çok vakit alsa da, içinde doğru-yanlış bilgilerin paylaşıldığı bir platform olsa da sosyal medyayı yerinde ve yeterince kullanıldığı takdirde faydalı görüyorum. Ön yargısız bir şekilde analiz ettiğin takdirde bu alemdeki dezenformasyon ve algı amaçlı paylaşımları ayırt edebiliyorsun.

Bu alemin en büyük faydalarından biri, görüşemediğin arkadaşların izini sürebiliyor, onlardan haberdar olabiliyorsun. Sanal da olsa yeni arkadaşlar edinebiliyorsun. Yine bu alemde tanıştığın öyle insanlar var ki yüz yüze gelmeden de kısa zamanda için ısınıyor ve ahbap oluyorsun. Çünkü aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor, aynı şeyleri dert ediniyorsun. Sanaldan edindiğin arkadaşlığın bir müddet sonra sizi aynı idealler etrafında yürekten birleştirebiliyor.

5-6 ay önce işte böyle biri bana sanal arkadaşlık göndermiş. Kimdir, necidir diye profiline bir baktım. Soyadı benimle aynı soyadı taşıyan ama akrabam olmayan biriydi. Ortak arkadaşlar kısmına baktım. Nizip'ten bir öğrencim vardı ortak arkadaş olarak. Kabul ettim arkadaşlık teklifini. Aramızda kısa bir zaman zarfında bir ülfet, bir uhuvvet meydana geldi. 

Messenger vasıtasıyla özelinden biraz haberim oldu Necati'nin. Şanlı Urfa Suruç doğumlu, Gaziantep'te ikamet ediyormuş ailesi 30 yıldır. Kendisi lise eğitimi için üç yıl kadar Konya'da okumuş, ardından İslami ilimler ve Arap dili okumak için Firavunların bol olduğu Mısır'a atmış kendini. Yaşı genç olmasına rağmen nerede bir hizmet var, bana ihtiyaç var düşüncesiyle atılmış her bir yere.

En son görüştüğümde finallere hazırlanıyor ve Bakara süresini ezberlemeye çalışıyordu. Nedense iki haftadır kendisinden haber alamadım bu yerinde duramayan gençten. Endişelenmeye başladım. Eski öğrencim vasıtasıyla nihayet Necati'den haberdar oldum Kadir Gecesi günü. İki hafta önce Mısır polisi evine baskın yaparak nezarete atmış ve halen içeride imiş. Okumak için memleketini terki diyar etmiş Müslüman bir genç, sınır dışı edilmek üzere selefleri Firavunları aratmayan Müslüman Sisi tarafından nezarete alınmış. Sadece Necati değil sınır dışı edilecek olan. İkamet izni olsun veya olmasın yabancıların sınır dışı edilmesi kararını vermiş seçilmiş Mursi'ye hayatı dar eden Sisi yönetimi. 

Gıyaben tanıdığım bu gencin ve arkadaşlarının Mısır hapishanelerinden ne zaman çıkarılıp Türkiye'ye gönderileceğini zaman gösterecek. Bu genç ne suç işlemiş ola ki derseniz, Mısır'da içeriye alınmak için illaki suç işlemeniz gerekmiyor. Müslüman'ı dert edinmeniz Mısır zindanlarında çürümeniz için yeterli. Kendisi Suruç Kürt'ü olan Necati, Mısır'da okuyan Doğu Türkistanlı Türk öğrencilerin derdini el Cezire televizyonunda haber konusu yapmış. Yabana atılır türden bir suç değil Firavun saltanatının mirasçıları için.

Yakın zamanda tanıdığım, bir evladım gibi gördüğüm, gıyaben tanıdığım bu gence geçmiş olsun diyorum. İnşallah en kısa zamanda ülkemizde aramızda görmek nasip olur. Allah beterinden saklasın. Dün Musa'nın asasına boyun eğen Mısır'ın kudretli iktidarını inşallah bugün bir başka asa yok eder. Allah Müslümanları, Müslüman ülkelerin başındaki Müslüman düşmanı zalimlerin elinden/sultasından kurtarsın. 

Neredesiniz Musa ve Harun'un mirasçıları ve Mısır'a huzur ve müreffeh getiren Yusuf'un mirasçıları? 

Necati! Hapse girsen de bil ki bizim nazarımızda sen suçlu değilsin, tertemizsin. Gömleğin arkandan yırtıldı senin çünkü! Tıpkı Yusuf'un gömleğinin arkadan yırtıldığı gibi. Yusuf bir ahlak abidesi idi, sen de öyle. Medreseyi Yusufiyen hayırlı olsun, varsa günahın; keffaret olsun. Kadir Gecen ve Ramazan Bayramın mübarek olsun...

* 13/06/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Nice Yıllara Evlatlar!

Bundan 27 yıl önce ilahiyat son sınıfta öğrenciyim. Mezun olmama ramak kaldı, finaller haftasındayım. Günde iki finale girip çıkıyorum. 

Eşim, iki yıl önce doğan ilk çocuğumdan sonra ikizlerime hamile. Doğum eli kulağında. Finalleri bir atlatsaydım derken doğum bekler mi? Sabahında Türk Eğitim Tarihi dersinden sınava gitmeye hazırlanırken doğum sancısı başladı. 

Kimim kimsem yoktu Konya'da. Hastanede eşime refakat etmesi için pazartesi gününün alaca karanlığında halamın evine giderek ziline bastık. Okul arkadaşlarım sınava gitmeye hazırlanırken biz ise arabası olan bir komşuya rica ederek Konya Doğum Evinin yolunu tuttuk. 

Bir saat kadar bir beklemenin ardından doğum haberi geldi. Halam, "Hayırlı olsun, yaşı uzun olsun balım" dedi. Sağ ol hala, dedim. Beklemeye koyulduk. Epey bir süre geçtikten sonra "Hala, doğum haberi gelmedi" dedim. "Az önce doğdu ya" dedi halam. Biliyorum hala. Bir daha olacaktı" dedim. Nihayet ikinci doğum haberi de geldi. İkizlerimin sağlıklı olduğunu duyunca "Şükürler olsun! Hala, burası sana emanet. Ben sınava gidiyorum" dedim. Sınava 45 dakika kala fakülteye gittim, sınavımı oldum.

İkizlerim doğdu, içim içime sığmıyor, mutluluktan uçuyordum. Ama çok sevinemedim. İçimi bir üzüntü kapladı. Zira birkaç gün sonra eşim taburcu olacak ve benim sosyal güvencem yoktu. Cebimde sınıf arkadaşlarımın cebime sıkıştırdığı biraz para vardı. Ama hastane burası. Bana ne kadar masraf çıkacaktı bilmiyorum. Zira o güne kadar hastaneyle pek işim olmamıştı. Yıl 91. Çoğu kimsenin hastane masrafını ödeyemediği için hastanede rehin kaldığı yıllardı. 

Darda kalan için Allah bir sebep halk ederdi. Öyle de oldu gerçekten. Hastanede başhemşire olarak görev yapan hemşire hanımın eşi bir akrabam çıktı. Orada tanıştık. Halam durumumdan bahsetmiş kendisine. Başhemşire, 600-700 lira tutacak olan hastane masrafı için benim durumumla ilgili hastane yönetimiyle görüşmüş. Yönetim, öğrenci olduğumdan yetkisini kullanarak 100-150 lira ile taburcu olabileceğimizi söylemiş. Taburcu günü gelince 150 lira ödeyerek hastaneden ayrıldık.

İşte böyle bir günde doğmuştu benim ikizlerim. Bundan 27 yıl önce hastanede gözlerini açmışlardı. Bugün Kadir gecesi ve 28'e adım attıkları doğum günlerinde ikizlerim yine hastanede. Bu sefer ne eşim doğum sancısı yaşıyor, ne de onlar hasta. Dün kendilerine şifa olması için sebep olan doktoru, ebesi ve hemşiresi gibi bu gece onlar hastanede yatmakta olan hastaların şifa bulması için mesai harcıyor. Hem de doğum günlerinde. Üstelik unutmuşum hiç unutmadığım doğum günlerini. Hastanede hasta başında hastalarla ilgilenirken gruptan birbirlerini sanaldan doğum günlerini kutlarken haberim oldu.

Nice yıllara sağlıklı bir şekilde girmeniz ve hayatınız boyunca huzur bulmanız dileklerimle "nice yıllara" inşallah! İyi ki doğdunuz evlatlar!.. Ben sizden razıyım, Allah da sizden razı olsun, emeğinizi yağlı etsin.




Emanetin Neresindeyiz?


Bugün karşılaştığım ve kendisine değer verdiğim bir meslektaşımın “Hocam! Şu dilin kemiği yok da bir de ödünç alınan emanetlerin geri verilmesi üzerine bir yazı yazsan…” deyince sipariş üzerine yazı yazmıyor olmama rağmen konunun önemine binaen bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Zira dikkatimizden kaçan, çoğu zaman önemsemediğimiz bir ahlak ilkemizdir emanet.

Sanırım emanetin ne olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Biz yine de emanetin tanımıyla başlayalım yazımıza. TDK’ye göre emanet: “Birine, geri alınmak üzere, geçici olarak bırakılan, teslim alan kişice korunması gereken eşya, kimse vb.demekmiş. Emanet edilen veya emanet alınan şeyin değeri büyük veya küçük olabilir. Bazı emanetlerin hiç maddi değeri olmayabilir. Hatta bazı emanetlerin maddi değerinden ziyade manevi değeri kişiye göre paha biçilmezdir.

İdari bir görev deruhte eden meslektaşım masasından alınan bant, delikli veya tel zımba vb eşyasının geri gelmediğinden muzdarip. Dertli mi dertli! Hatta geri getirilmesi için zaman zaman tüm meslektaşlarının kayıtlı olduğu gruba, “Bantımdan sonra tel zımbamı da götürüp getirmeyerek öksüz bırakan arkadaşa teessüflerimi bildiririm.” şeklinde serzenişini ifade eden yazı da gönderiyor. Buna rağmen alınan emanet, bir türlü geri yerine konmuyor. Niye böyle oluyor ki? Niçin önemsemiyoruz emaneti? İhtiyacımızı giderdikten sonra geri sahibine vermek veya aldığımız yere koymak çok mu zor? Bunu zül mü addediyoruz? Emanet sahibi, verdiği emaneti aramak, duyuruya çıkma zorunda mı? Öyle zannediyorum, eşyayı kimin aldığını da biliyordur. Kimseyi kırmamak için kimin aldığını bilmezden gelerek genele duyuru yapıyor. Ki maddi bir değeri olmayan bant, daksil, zımba vb şeyler idarecinin eli ve koludur. Günde sayısız kere kullanması gerekir. Birçok duyarlılıklarımızı kaybettiğimiz gibi emanete karşı da duyarsız olmaya başladık maalesef.

En gereksiz olan bir eşyan bile olsa geri verilmek üzere biri tarafından geri alınmışsa, zamanında gelmezse, alan getirmezse, getirdiği zaman yıpranmış bir şekilde teslim edilmişse, ihtiyacın olduğu zaman yerinde bulamazsan veya habersiz alınmış geri getirilmemişse dert edinmemek elde değil.

Emanet alınan şeyi bir müddet bekledikten sonra ödünç alandan gidip isteyince bazıları, “kusura bakma, unuttum” diyeceği yerde “yedik mi” dercesine dik dik de bakabiliyor. Hiç unutmam öğretmenliğimin ilk yıllarında bir meslektaşım, not fişini yazmak için benden pilot kalemimi istemişti. Verdim, günlerce bekledim vermesi için. Maalesef benim kalem bir türlü gelmedi. İstesem mi istemesem mi derken cesarete gelip “Hocam! Kalemimle işiniz bitmişse geri alabilir miyim” dedim. “Verdim ben” dedi. “Hoppala, buyur buradan yak şimdi!” dedim kendi kendime. “Hocam, çantanıza bir bakar mısınız” dedim. Gözümün önünde çantasını açtı. Kapağını bile kapatmadan çantasına koyduğu kalemimi çıkardı ve “bu mu” dedi. Evet bu, dedim. “Al” dedi, uzattı.  “Kusura bakma, unuttum, teşekkür ederim” falan yok. İsteyip isteyeceğime de pişman olmuştum. Ama istemiş bulundum. Zira isteyenin bir, vermeyenin iki yüzü karadır. Normalde kalemin de bir değeri yok ama kalem bir öğretmenin olmazsa olmaz malzemesidir, askerin silahı neyse kalem de bir öğretmen için odur.

Bu anlattığımdan başka idarecilik yaparken “Hocam, kaleminiz var mı, şurayı bir imzalayayım” diye alınan ve geri verilmeyen nice kalemlerim gitmiştir. Çünkü imzalayan ya cebine koymuş, ya imzaladığı yerde bırakıp gitmiş, ya da bir başkasına vermiştir. Bir evrak imzalayacağın zaman verdiğin kalemden haberin oluyor. Çünkü bir o cebine, bir bu cebine…masanın gözüne bakıyorsun. Nafile! Aradığın kalemi bir türlü bulamıyorsun. Ardından homurdanıyor, kızıyor, buğzediyor, kendini geriyorsun. Giden kalemin üzerine bir bardak soğuk su düşüyor senin payına. Sonra yolun bir kırtasiyeye düşüyor, yeni bir kalem almak için. “Bir daha kimseye kalemimi vermeyeceğim” diyorsun. Ama kaşla göz arasında bir bakmışsın ki o kalemin de gitmiştir.

Basit ama mide bulandıran bu konuda biraz duyarlılık göstersek fena olmaz değil mi?