30 Mayıs 2018 Çarşamba

Büyükşehir Belediyelerine Açık Mektup

Gündelik hayatta kullandığımız ve kullanmak zorunda olduğumuz zaruri ve lükse kaçan hayatımız var. Zorda kaldığımız zaman lükse kaçan tasarruflarımızı dizginleyebilir, rahatımızdan ödün verebiliriz. Ama bazı zaruri ihtiyaçlarımız vardır ki tasarrufu olmaz. Ekmek ve su bunlardan sadece iki tanesidir. Günlük ve anlık kullanılmazsa hayat durur.
Zaruri ihtiyaçlarımızdan ekmek bir devlet politikası haline geldi. Mümkün olduğu kadar gramajıyla oynansa da ekmek fiyatları makul bir seviyede tutuluyor. Buna rağmen dar gelirli birçok aile günde üç öğün hemen ekmekten tasarruf etmek için bakkal ve fırınlarda kalan bahar ekmekten almak suretiyle kendi kendine hayata tutunmaya çalışıyor. 

Ekmekte bayat ekmek satın alma ve yeme bir noktaya kadar bir çözüm olabilir. Ya du kullanımı konusunda vatandaş ne yapacak? Temizlik ve içmenin olmazsa olmazıdır su. Bizim için vazgeçilmez bir nimettir. Hatta tıpkı ekmek gibi kutsaldır bizim için. Zaten bu yüzden bir bardak su verene "Su gibi aziz ol" deriz. 

Günümüzde metreküp fiyatı aylık değişiyor evlerimize gelen şebeke suyunun. Her ay gelen su faturaları bir önceki aya rahmet okutur türden. Sanırım belediyeler aylık otomatiğe bağladı su fiyatlarını. Vatandaş ne kadar tasarruf yapsa da bir yere kadar suda tasarruf yapabiliyor. Ama nereye kadar? Zira fayda da sağlamıyor. Çünkü her ay katmerli geliyor. Merak ettiğim belediyeler suda yaptıkları fiyat ayarlamasını zevkine mi yapıyor, yoksa maliyetler kurtarmıyor mu? Ya da sudan kar mı ediyor belediyeler? Borçlarını kapatmak için suya mı dokunuyor belediyeler? Nasılsa zorunlu tüketimdir su, vatandaşın eli mahkum. Belediyelerimiz önceki yıllarda sudan zarar edip zam mı yapmıyorlardı, bugün mecbur mu kalıyorlar suya dokunmada. Yoksa bir oyun mu var bu işin içinde?

Belediyelerimiz her geçen gün astronomik olan su fiyatlarında vatandaşın belini büken bu durumu bir güzel izah etmeli. Çünkü vatandaş muzdarip bu konuda. Su fiyatlarını makul bir seviyeye indirme veya makul bir seviyede tutma için imkanlarını zorlamalıdır. Yoksa bu gidişle suya dokunamayacağız. Çünkü serinlesin diye uzattığımız elimizi ve cebimizi yakmaya devam edecektir. Bu işler, enindensen karar çıkartarak suyun metreküp fiyatını yükseltmekle olmaz. 

Suyun vatandaşa makul bir seviyede verilme imkanı yoksa elektriğe, doğalgaza, ekmeğe zaman zaman el atan devlet su fiyatlarına da el atmalıdır. Su işi belediyelere ve onların insafına terk edilemeyecek kadar elzem bir konudur. Şayet belediyelerimiz su fiyatlarını yüksek tutarak vatandaşın bilinçlenmesini istiyor ve bu şekilde cebine dokunmak suretiyle suda tasarruf sağlamayı amaçlıyorsa -eğer tasarruf gibi bir dertleri var ise- tasarrufa ilk önce kendileri riayet etsin. Özellikle bol su yutan, bana mısın demeyen çim ekiminden vazgeçmelidir belediyeler. Hele yağmur yaparken park ve bahçelerdeki çimleri sulamaya kalkmasın. Ehli tarafından yapılmayan park ve bahçelerdeki ağaç ve çimlerden ziyade kaldırım ve yolları sulama işinden bir an evvel vazgeçsin. Umarım belediye yetkilerimizin gözönünde cereyan eden bu su işlerini izah edecek makul bir açıklaması vardır.

29 Mayıs 2018 Salı

Yüksek Su Faturalarına Karşı Tasarruf Tedbirlerim: Ya Tutarsa...

Üç kişilik haneme 32 günlük su bedeli 72 TL gelince tasarruf tedbirlerini devreye koydum hemen:
1.Soluğu tatlı su çeşmesinde aldım. 
2.Yapabilirsem el, yüz vb. temizlik ihtiyaçlarımda kullanmak üzere evimde bol miktarda ıslak mendil bulundurmak istiyorum. (Terledin mi ıslak mendili kullan ve at. Üstelik daha ucuz. Atık su bedeli derdi de yok.)
3.Abdest ve gusül için günümüz hocalarından fetva alabilirsem su yerine teyemmüme başvuracağım.
4.Wc ihtiyacını gidermek için işyerindeki wc'yi veya cami vb. umum yerleri kullanmayı alışkanlık haline getireceğim. Özellikle belediyemizin bedava yaptığı wc'leri kullanmak...

Eğer ben bunları yapmazsam belediye ocağıma incir dikecek.
*
Yüksek gelen su faturalarından kurtulmak için pintilik derecesinde uygulayacağım tasarruf tedbirlerini gören, "İyi, hoş, güzel! Abdest ve gusül için teyemmümü, terleme için ıslak mendili, içecek su için tatlı su çeşmesini, wc ihtiyacını gidermek için umum wc'leri kullandın. Kirlenen çamaşırları ne yapacaksın" diyebilir. Biz bir yola girmişsek onu da düşünürüz evelallah!

Evde kirlenen çamaşırları su kullanmadan nasıl tekrar giyerim? Bu konuda adını-sanını bilmediğim, bazılarına göre kader kurbanı denen bir cezaevi sakini akıl hocamdır. Sonradan bizi üzen Hüseyin Üzmez hapishane anılarını anlatırken bir mahkumdan bahsetmişti: Mahkumlar, kokudan yanına varılmayan bir mahkumu şikayet için gelirler Hüseyin Üzmez’e. “Hüseyin ağabey! Şu adam seni sayar, sever. Biz söylüyoruz bir türlü temiz elbise giymiyor. Pis pis kokuyor. Söyleseniz de elbisesini değiştirse…” demişler. Çağırdım genci yanıma: “Bak senden cezaevi şikayetçi. Sen niye elbiseni değiştirmiyorsun, Ayıp değil mi” demiş. Mahkum, “Daha sabah değiştirdim” deyince “Sen hele şu temiz elbiselerini bir göster demiş Hüseyin Üzmez. Mahkum, yastığının altındaki elbiseleri göstermiş: “Aha ağabey! Temiz elbiselerim burada” demiş. Üzmez, mahkumun elbiselerini bir güzel incelemiş, hepsi kokuyor. “Bunlar mı temiz olan elbiselerin” demiş. Evet, cevabını almış. Ardından “Sen bu elbiseleri nasıl temizliyorsun” diye sormuş. Genç, “Ağabey, ben elbiseleri temizlemiyorum. Giydiğimi yastığımın altına koyuyorum, daha önce çıkardığımı da giyiyorum. Birkaç gün giydikten sonra giydiklerimi çıkarıp yastığımın altına koyuyorum, eski çıkardığımı giyiyorum tekrar” demiş.

Hikayenin sonrasını bilmiyorum. Genç kirli çamaşırları temiz diye tekrar giymeye devam etmiş mi yoksa çamaşır yıkamayı kendisine öğrettiler mi bilmiyorum. Ama kıssadan hisse… Mademki sudan tasarruf edeceğiz. Sonucu çevreyi kokutmaya devam etse de alın size bir çözüm: Su kullanmadan, çamaşırları yıkamadan ve masraf etmeden, emek sarf etmeden üstelik…Siz yeter ki çözüm isteyin...


Bazıları Daksil Kullanmayı Ne Çok Seviyor!


Derse girip defteri imzalayacağım. Daha defteri açmadan elime bir şeyler bulaştı. Nereye dokunursam elim yapış yapış. Ne var bu elimde, elim nereye temas etti diye düşünürken defteri açtım. Sağa sola bulaşan, bulaştığı zaman sülük gibi olan, bir müddet sonra siyah bir renge bürünenin daksil olduğunu anladım. 

Benden önce derse giren öğretmen -nasıl becerdiyse- haftanın ilk günü olan pazartesiye yoklama yazacağı yerde haftanın son günü olan cuma gününe yoklama almış. Yanlış yere yazdığını anlayan öğretmenin imdadına daksil hızır gibi yetişmiş. Çünkü ona göre hatayı telafi edecek bildiği tek yöntem budur. Cebinde ve çantasında deftere yazacak, imza atacak kalem bulundurmayan bu tipler nedense çantalarında daksil bulunduruyorlar, ya da öğrenciyi okul idaresine göndererek daksil istetiyorlar. Yeni çalıştığım okulumda bazı öğrencilerin çantasında bu daksilden bulundurduğuna şahit oldum. Demek ki bazı öğretmenler daksil isteye isteye öğrenciler lazım oluyor diye çantalarında daksil bulundurma yoluna gidiyor.

Dagsil niçin kullanılır? Dolma kalem veya tükenmez kalemle yaptığımız hata ve yanlışı yok etmek için. Pekiyi yaptığımız hata ve yanlışlar daksil kullanmak suretiyle yok oluyor mu? Keşke yok olsa! Veya yapılan yanlışlık, yapılan yer ile kalsa! Ya da hatamı telafi edeceğim diye daksili kullananlar, daksili kullanmayı bilse! Çünkü daksili kullanmak da bir marifet ve sanattır. Bir defa daksili kullanan yoğurt sürer gibi sürmeyecek deftere. Haydi sürdü diyelim, kurumasını bekleyecek. Şayet beklemeyip de defteri kapatırsa seyret bundan sonrasını artık. İki sayfa birbirine yapışmıştır. Uğraşıp açarsın. Eline bulaşan da sana bonusudur. Uzun bir süre elinde hamur gibi yapışır durur. Su ile de kolay kolay çıkmaz. Bir müddet sonra elinde simsiyah bir görünüme kavuşur. Daksil kullanılan yer, “Burada bir hata yapılmıştır, görülmesin diye silinmiştir” dercesine görene sırıtır durur.

İnsan hata yapamaz mı? Yapar elbet. Çünkü beşerdir ve şaşar. Pekiyi hatalarımızı nasıl yok edeceğiz? Çünkü silgi ile silinmez tükenmez kalemle yapılan yanlışlık. Bunun yolu yanlış yaptığımız yerin veya yazının üzeri bir veya iki çizgi ile çizilir ve yanına “Bu hatayı ben yaptım, düzeltiyorum” diyerek paraf yapılır. Yazıyı gören yanlışı görür, fakat bu yanlışın bir anlamı yok, çünkü hata yapan hatasını sehven demek suretiyle düzeltmiş; doğrusunu yanına, altına yeniden yazar. Kimi de yaptığı hatayı düzeltmek için yanlışın üzerini okunmayacak şekilde karalar. Bunu gören acaba burada ne yazılmıştı diye merak eder durur.

Yapılan yanlışlık ister daksil ile ister üzeri iyice karalamak suretiyle düzeltilme yoluna gidilsin, bu tasarruf; yanlış bir harekettir, evrakta tahrifattır. Resmi işlerde asla kullanılmaz ve başvurulmaz. Bunu en iyi öğretmenlerin bilmesi gerekir.

Gündelik hayatta ve özel sektörde daksili anlarım ama resmi işlerde asla yeri yoktur.


Ramazan Orucu Eylül Ayına Sabitlenebilir mi? *

Bayraktar Bayraklı’yı bilirsiniz veya en azından duymuşsunuzdur: İlahiyat alanında uzmanlaşmış ve kariyer yapmış bir bilim adamımızdır. Kur’an’ın anlaşılmasıyla ilgili “Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri” isimli 22 ciltlik bir tefsir kitabı var. Farklı söylemleriyle zaman zaman televizyonlarda görürüz kendisini. İlim adamlığına şapka çıkarırım. Zira ömrünü ilahiyat alanına vakfetmiş biri. Kendisini konu edinmemin sebebi “Ramazan orucunu eylül ayına sabitleyebiliriz. Ramazanın on gün önce gelmesinin manevi bir değeri yoktur.” şeklinde sarf ettiği sözdür. Duyar duymaz hoppala dedim. Böyle bir görüşü serdetmesi Hocamızın tecrübesine yakışmamıştır.

Ramazan orucu, subuti kati ve delaleti kati ibadetlerimizdendir. (Yorum ve tevile ihtiyaç duyulmayacak şekilde kesin bilgi.) Zira Allah Bakara süresi 185.ayette, (O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir, buyurmaktadır. Yine Allah Rahman süresi 5.ayette “Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.” demek suretiyle Güneş ve Ay’ın bir hesaba göre hareket ettiğini belirtmektedir. Güneş’e göre yapılan hesap ve kitap olduğu gibi Ay’a göre de hesap ve kitap yapılmaktadır. Nitekim namaz vakitlerinin belirlenmesinde Güneş’i esas alırken oruç tutmada ise Hilal tek kriterdir. Nitekim Peygamberimiz, “Hilali görünce oruç tutun, yine Hilal’i görünce orucu bırakın” buyurmak suretiyle oruç tutmada Hilal’in hesaba katılması gerektiğini ifade etmiştir. Hal böyle iken “Ramazan, Arap aylarının 9.ayıdır. Miladi takvime göre eylül ayı 9.ay olduğuna göre her yıl ramazan orucunu eylül ayına sabitleyebiliriz" demek düz mantıktır, Aristo’nun klasik mantığından çıkarılabilecek zorlama bir sonuçtur.

Sayın Bayraklı’nın televizyonda irticalen söylediği “Orucu eylül ayına sabitleme” fikrinin halk nezdinde ve din nezdinde bir kıymeti harbiyesi yoktur. Ramazan ayının hicri takvime göre her yıl on bir gün önce gelmesinin sebep ve hikmetini bilmek için illaki bunun ilmini okumak gerekmez. Anadolu’nun mektep görmemiş elleri nasırlı dedesi ve nenesi bile bilir bundaki hikmeti. Zira bu konuda nass açıktır. Ramazan her yıl on bir gün önce gelmek suretiyle insanımız yılın uzun-kısa, soğuk-sıcak her gününde oruç tutmaktadır. Ramazanı eylüle sabitlemek bu ibadeti zorlaştırır. Çünkü her meslek grubunun farklı bir hasat zamanı vardır. Sürekli eylülde tutulacak bir oruç bazı meslek gruplarını olumsuz etkileyecektir.

Bir fıkıh deyimi olan "Subuti kati, delaleti kati"  konularında "bana göresi" olmaz bir defa. Ramazan orucu da bu ibadetlerdendir. Üstelik ibadetlerde kıyasa gerek yoktur. Zira hüküm açıktır. “Ben söylerim, zira bu işi biliyorum” denirse sırıtır kalır belleklerde. Bunu söyleyen işinin ehli Bayraktar Bayraklı da olsa halk nezdinde gülünç duruma düşer. Hasılı Sayın Bayraktar Bayraklı’nın orucu sabitleme fikri de karşılığı olmayan bir görüştür. Kendisine bu konuda katılmıyorum. Umarım yanlış yorumladım, der.

* 30/05/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


28 Mayıs 2018 Pazartesi

Partilere En Büyük Zararı Fanatik Taraftarları Veriyor

Adam ne vekil adayı, ne vekil aday adayı, ne cumhurbaşkanı adayı, ne bir partinin il veya ilçe başkanı bulunduğu yerde gece-gündüz tuttuğu partisi adına seçim propagandası yapıyor; doğru-yanlış demeden sosyal medyadan partisi lehine, diğer partiler aleyhine paylaşımlarda bulunuyor. Her türlü itham, iftira, töhmet gırla gidiyor. Kendi görüşünü destekleyen bir paylaşım, slogan görmüşse "Acaba bu adam bunu söylemiş olabilir mi" demez hemen paylaşım, beğeni ve yorum yapar. Bazı paylaşımlar var ki akıllara ziyan. Maalesef algı oluşturmak üzerine bir el tarafından servis edilen bu tür paylaşımların albenisi ve müşterisi var.
Bir insan düşmanlık yaparken de mert olmalı, bir görüşü savunurken de gözü kör olmamalı. 

Siyasi partilere veya bir görüşe yarardan ziyade zarar veren paylaşımlardır bunlar. Bu tür paylaşımları gören kendi savunduğuna biraz daha bağlanıyor. Ben bu tiplere partilerin fanatikleri diyorum. Tüm rakipleri bir araya gelse partisini savunduğunu sanan bu zavallının partisine vereceği zarardan fazla bir zararı veriyor partisine. İşin garibi bu tür paylaşımlardan haberdar olmasına rağmen partiler sesini çıkarmıyor.

Üzerine vazife olmadığı halde sosyal medyada partileri hakkında ifrat ve tefride kaçan bu kişilerin eline geçecek bir şey de yok. Partilerin gönüllü ve fahri bu savunucuları, akıllara ziyan bu tür paylaşımları niye yapar? Düşünüyorum düşünüyorum, aklıma "Partim başa gelirse bana bir makam ya da mevki verir," ya da "Partim yeniden iktidar olursa mevcut mevkimi koruduğum gibi daha yükseğine de gelirim" hesabı yapılıyor olsa gerek. Yoksa partiler el altından bu kişilere pata verip sosyal medyada bizi ölümüne savunun mu diyor.

Sosyal medyada olur olmaz siyasi paylaşım yapan bu yandaşlar kendilerine yazık ediyorlar. Keşke zamanında istifa etselerdi de bu yeteneklerini meydanlarda halk ile paylaşsalardı. Sanırım bu tipler de tıpkı benim gibi cesaret edip istifa edemediler. Geriye kala kala körler ve sağırların birbirini ağırladığı, bugüne kadar kimsenin kimseyi ikna edemediği ucuz mücahitlik kısmı kalıyor. Oturduğu yerden mangalda kül bırakmıyor bu tipler. Keşke farkına varsalar da yeterince kirli olan sosyal medyayı daha fazla kirletmeseler.

Siz Hiç Tanımadığınız Bir İnsanı İki Buçuk Saat Dinlediniz mi?

Pazar günü ikindi namazından sonra biraz soluklanayım diye evime yakın bir parkta boş bulduğum bir kameriyeye oturmaya yeltendim. Hemen ardımdan "Oturabilir miyim, ben emekli öğretmen" diyen bir beyefendi geldi. Tanımam etmem, buyur ettim masama.

88 yaşındaymış Mustafa Amca. Kırk yıllık dost gibi iki buçuk saat anlattı bana kendini. O anlattı ben dinledim. Ne yorulmak bildi, ne de soluklanmak. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen sağlam bir vücut, diri bir hafıza vardı kendisinde. Dinlemekten yoruldum ama dinletiyordu kendisini:

İlkokulu bitirdikten sonra tanıdığı birinin yönlendirmesiyle beş ay gecikmeli olarak İvriz Öğretmen Okuluna kayıt yaptırmış. Beş yıl da orada okuduktan sonra Beyşehir’in bir köyüne öğretmen olarak atanmış. Köye vardığında köyde okulun olmadığını görmüş, metruk bir odada 7-12 yaş arası çocukları toplayarak öğretmenliğe başlamış. Öğrencilerden istediği bir saca tahta çakmak suretiyle sınıfa bir kara tahta kazandırmış, ev sıvalarında kullanılan topraktan tebeşir yapmak suretiyle çocuklara ”İşte tebeşir bu” demiş. Kışa doğru okulu yapılmış ve yeni yerine geçmiş. Köylüyle iç içe olmuş, yeri gelmiş dayak atmış ama çoğu kimsenin okuma yazmasında emeği olmuş. Aynı köyde dokuz yıl görev yaptıktan sonra okuldan tanıştığı kız arkadaşıyla evlenip aynı köyde karı-koca öğretmen olarak bir dört yıl daha görev yapmışlar. On üç yılın ardından Beyşehir’e tayin isteyerek öğretmenliğine orada devam etmiş.

İlçenin hatırı sayılır bir öğretmeni olmuş, uzun yıllar Beyşehir turizm işlerini de yürütmüş. Halkla iyi geçinemeyen garnizon komutanına halk ile nasıl geçinmesi gerektiğini öğretmiş ve dost olmuşlar. İlçelerindeki parka çay içmek için gelen 27 Mayıs İhtilalinin valisine hoş geldin diyerek aralarında bir hukuk oluşmuş. Vali, giderken beraberindeki bir öğretmenle birlikte kartvizitini vermiş Mustafa Amcaya. “Gece dörtte dahi olsa beni arayabilirsiniz” demiş. İlçenin en büyük problemi bir umum tuvaletinin olmamasıydı diyor Mustafa Amca. Bir gün diğer öğretmen arkadaşla birlikte bir rapor yazarak validen bir tuvalet istedik. Vali emir vererek Konya’nın tüm ilçelerine birer umum tuvaletin yapılmasıyla ilgili bir genelge yayımladı. Bizim bu aktifliğimizi gören kaymakam, “İlçeyi iki öğretmen yönetiyor“ demeye başladı. Yedek subay olarak altı ay zor bir eğitim gördükten sonra Ardahan’a yedek subay olarak atandığını, orada görev yaparken tayini çıkan komutanın komutanlık görevini kendisine tevdi ettiğini, ilk iş olarak askerde dayağı kaldırdığını…söyledi.

Hep öğretmenlikten dem vurmadı tabi Mustafa Amca. Daldan dala atlasa da yine kendini dinlettirmeye devam etti. Zaman zaman esnesem de. Yeri geldi Köy Enstitülerinin açılışından ve bu okulların iyi bir işlev gördüğünden, bu okulların açılmasında Hasan Ali Yücel ile İsmail Hakkı Tonguç’un büyük payı olduğundan dem vurdu. İsrail’in nasıl kurulduğunu, çöl olan topraklarını yeşertmek için bir buçuk metre kumu kaldırıp denize boşalttıklarını, altına naylon serdiklerini, üzerine bitek toprak getirdiklerini, çok uzaklardan su getirerek yerin altını su borusu ile nasıl döşediklerini…en son domatesi ekim ayında yediğini, mayıs ayına mecburiyetten bir domates aldığını, lastik gibi olduğundan yiyemediğini ve çöpe attığını anlattı. İlaç kullanıp kullanmadığını sordum kendisine. Kanını sıvılaştırmak için bazen bir ilaç kullandığını ama ilacı çok kullanmadığını, doktorluktan iyi anladığını, tıp kitapları okumak için Amerika’dan tıp kitaplar getirttiğini, bir ara ishal olduğunu, bir türlü ishalinin geçmediğini, bunun için Saraçoğlu’nun kitabını aldığını, bağırsakla ilgili bölümü okuduğunu, hastalığının kanser başlangıcı olduğunu tespit ettiğini, bunun için Saraçoğlu’ndan öğrendiği yöntemi uygulamak için üç adet patatesi kabuklu bir şekilde kısık ateşte pişirdiğini, patatesler yarılıncaya kadar kaynattığını, haftada üç gün içtiğini ve bu hastalığını atlattığını söyledi. Bugünkü doktorların kendisi kadar tıp bilgisine sahip olmadığını anlattı, bunu da çok okumasına bağladığını, çünkü günlük gazete ve çok sayıda kitap okuduğunu anlattı.

Beyşehir’de öğretmenlik yaparken turistik bir gezi için gelen on tane Hollandalının otel bulamadığı için bir gün evinde misafir ettiğini, giderlerken kendisine para teklif ettiklerini, biz Türkler misafirperveriz, asla para almayız dediğini, kendisini birkaç defa Hollanda’ya çağırdıklarını ama gitmediğini söyledi.

Bana kaç çocuğum olduğunu sorduktan sonra kendisinin de iki kız, iki erkek çocuğu olduğunu, hepsini okuttuğunu, kızlarının İstanbul’da görev yaptığını, oğullarının burada olduğunu, hatta bir oğlunun yanında kaldığını, kızların babaya daha yakın olduğunu, Beyşehir’de tanınan bir aile iken Konya’da da yüksek kademedeki insanlarla hukukunun olduğunu, kızlarının Bakan’dan takdirname aldığını, eşinin vali tarafından takdirname ile taltif edildiğini anlattı.

Kendisine eşinin ne zaman vefat ettiğini sordum. 28 yıl oldu, dedi. Tekrar evlenip evlenmediğini sordum. Üzerine evlenmediğini, zaman zaman teklifler geldiğini, kimseyi kırmadan nazikçe geri çevirdiğini, evlenmemekle iyi yaptığını, günümüzde evliliklerin uzun ömürlü olmadığını, hemen boşanmak için gerekçe arandığını söyledi.

Mustafa Amcanın konuştuklarını özetin özeti olarak size aktarmaya çalıştım. Konuşmalarının arasına Ramazan Bey sizi rahatsız ettim, kusura bakma dedikten sonra içimden “Hah Mustafa Amca sözünü nihayete erdirecek, hele şükür” dedim. Ama nerde… Mustafa Amca yine soluklanmadan bir bakmışsın ki bir başka konuya geçmiş. Bazen de çok konuşuyorum, seni rahatsız ediyorum ama bunları birinin konuşması lazım, zira içeride tutulmaması lazım, zaten vakit de geçmiş oluyor böylece, demesi yok mu? Görülmeye değerdi. Ben estağfurullah dedikçe o 88 yılını bana iki buçuk saatte anlattı desem abartmış olmam.

Giyim ve kuşamına baktım. Tertemizdi maşallah! Demek ki oğlu ve gelini bakıyor kendisine. Helal olsun bu oğlana ve gelinine, Allah sayılarını artırsın, dedim içimden.

İftara baktım kırk dakika kalmış. Ben Mustafa Amcayı dinlerken evime iftara gelen misafirim gözümün önünden evime geçeli neredeyse bir saat oldu. Ne zaman toparlanmaya yeltensem Mustafa Amca bir başka konuya daha girdi. Kırıp kalkamadım. Sonunda Mustafa Amca, evime misafirim geçti, ekmek almam lazım, sakıncası yoksa iftara bize geçelim, dedim. Teşekkür edip kalktı. Soyadın neydi Mustafa Amca dedim: Erdoğan dedi. 

Mustafa Amca, belki her gün kendisini dinletecek birilerini buluyor. Çünkü boş olduğunu söyledi birkaç kere. Bugün de nasibinde ben varmışım, içini bana boşalttı. Allah uzun ömürler versin kendisine. 
Ayrıldıktan sonra ekmek almaya giderken konuşmakta sorun yok, dinlemek de çok zormuş, dedim kendi kendime.




27 Mayıs 2018 Pazar

Adaylık Sırasını Beğenmeyip İstifa Etmek

Partilerin milletvekili aday listeleri YSK'ya verildikten sonra bazı partilerde listedeki sırasını beğenmediği için istifa eden vekil adayları oldu.

Partilerden aday olmak ve adaylığını geri çekmek bir hak olsa da garip bir durum, bunun tasvip edilecek bir tarafı yok. Demek ki bu tiplerin siyasete girmek istemesinde tek gaye vekil olmakmış, kendilerini bu şekilde şartlandırmışlar. Seçilecek yerden konmayınca soluğu istifa etmede alıyorlar. Gaye her halükarda vekil olmak olunca seçilemeyeceğini anlayan doğal olarak istifa eder. Adam niye boşa kürek çeksin. İyiki istifa ediyorlar. Zira bu kişilerin bu ülkeye ve bu ülkenin siyasetine verebileceği bir şey yok. Yatıp kalkıp dua edelim gerçek yüzleri işin başında belli oldu diye.

Sırasını beğenmediği için istifa eden adaylar sorunlu da bu tiplere listelerinde yer veren partilerde sorun yok mu? Belki de problemin büyüğü bu tip siyasi partilerde. Güya günlerce kapanıp liste hazırlıyorlar. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş.

Tamamen kendi çıkarını düşünen bu tip aday ve siyasi partiler güya ülkeyi yönetecekler. Bunların bu ülkeye verebilecekleri bir şey yok. Bakmayın siz etrafına kalabalıklar toplayan, "Şunu şunu yapacağız" diye meydanlarda ve ekranlarda cart cart öttüklerine. Bir dava, bir fikri, bir ideali, bir zihniyeti olmayan bu tür hareketler yamalı bohça gibi. Kendilerine hayrı yok ki ülkeye hizmet etsinler. Daha parti içinde birlik sağlayamamışlar ki ülkede birlik ve beraberliği sağlayabilsinler. Umarım seçmen bu tiplerin bu ülkede siyaset yapmasına imkan vermez, sandıkta kırmızı kart gösterir. Sandığa gömmeli ki başka maceraya katılacakların heveslerini kursaklarında bırakır. Böylece önüne gelen, aklı esen siyasete soyunmaz.

Seçmenin prim vermemesi gereken bir diğer husus ise girdiği her seçimde yüzde bir bile oy alamayan tabela partileridir. Bildiğim kadarıyla doksandan fazla irili-ufaklı partiniz var. İnsan siyaseti niçin yapar? Ülkeyi yönetmek içindir. Bir, üç, beş seçime girmesine rağmen hiçbir varlık gösteremeyen partiler ve bu partilerin genel başkanları "Olmuyor, toplumda karşılığımız yok, biz en iyisi dükkanı kapatalım" deme yoluna gitmez. Sanırım tabela partisi olarak kalmak parti genel başkanlarının hoşuna gidiyor. Nasılsa altlarında bir koltuk var, "Hiç yoktan iyidir, küçük olsun benim olsun" düşüncesindeler. Varlık gösteremeyen partilerini lağvederek kendilerini yakın istedikleri bir başka partiye geçmezler. Hazineden yardım almadan Türkiye çapında teşkilatlanan bu partiler ne yer, ne içer; parti masraflarını nasıl karşılar, partilerinde çalışan insanların maaşlarını nasıl verirler bilmiyorum. Yoksa bu tür partiler bir el tarafından el altından destekleniyor mu diye düşünmeden edemiyor insan.