7 Mayıs 2018 Pazartesi

Parmakçı Vekil İstemiyorum! *


24 Haziran 2018 tarihinde yapılacak genel seçimde 550 olan vekil sayısı 600'e çıkacak. Yani 81 ilden, 80 milyon arasından 600 kişiyi seçeceğiz. Seçtiğimiz kişiler bir beş yıl milletin vekili olacak ve milleti temsil edecek.

Milyonlarca vatandaşın arasından ilk 600'e girerek ipi göğüslemek çoğumuzun istediği bir durumdur. Çünkü ülke yönetimine yön veren yerdir burası. Vekil, asıldan aldığı yetkiyi kullanır burada. Bu yüzden el- vekîlü ke’l asl (vekil, asıl gibidir) denir. Vekil seçilenlerin imkânları ve statüsü de asılın kazancından ve mevkisinden kat kat iyidir. Teşbihte hata olmazsa vatandaş vekiline; yemediğini yedirir, giymediğini giydirir, kendi kazanmadığını kazandırır.  Üstelik vekile tüm tasarruflarında dokunulmaz payesi de verir. Emekli olduktan sonra da vekiller seçilmenin imkanlarından faydalanmaya devam eder. Vatandaşın her türlü imkânla donattığı vekilden istediği: “Her türlü imkândan faydalan. Yeter ki ülkenin ve benim sorunlarımı çöz, ihtiyaçlarımı gider, bunun için gerekli kanunu çıkar, haksızlıkları gidermek için elinden gelen gayreti göster. Bu işi yaparken yalnız değilsin, ülkenin her yerinden senin gibi seçilerek gelen 600 tane beyin var. İşleriniz istişare ile olsun, aranızda ortak akıl hâkim olsundur.”

Vatandaşın seçerek gönderdiği vekilden istediği ile vekilin yaptığı uyuşmuyor maalesef.  Öyle zannediyorum vekil seçmemizde bir anormallik var. Çünkü vekili biz seçmiyoruz, liderin seçip listesinde yer verdiği kişileri oyluyoruz sandıkta. Belki de bu yüzdendir ki asıl olan milletin, vekilinin nezdinde değeri yoktur. Vekil, millete çalışmaktan ziyade liderinin gözüne girmeye çalışıyor. Çünkü listeye koyan liderdir. Bir sonraki seçimde yeniden listede yer alabilmek için kendisini lidere göstermesi gerekiyor. Nasılsa millet de lidere bağlı. Kimse vekil olarak kime oy verdiğini bile bilmiyor. Hatta sevmediği, nefret ettiği bir vekil adayı olduğunu bile bile yine oy veriyor. Bunu bilen vekil, Meclis’e girdikten sonra lider ne diyorsa onun emrinde çalışıyor. Çoğu vekilin Meclis’te bulunma nedeni parmakçılık görevidir. Yani lideri ne diyorsa onu yapmaktır. Parmaklar kalkacak denirse kaldırılıyor, indirin denirse indiriliyor. Bu yüzden bu şekil vekillere parmakçı vekil dense yeridir. Buna da parti disiplini diyoruz. Hatta hoşumuza da gidiyor.

Kimse kusura bakmasın, bunun adı demokrasi falan değildir. Olsa olsa lidere bağlı siyasettir. Mademki aday tespitinde, listede yer almada, seçme/seçilmede ve Meclis’e girdikten sonra liderlerin dediği olacak; o zaman ne diye 600 kişiyi seçip gönderiyoruz Meclis’e. Çünkü gönderdiğimiz 600 kişi seçilmiş bir insan görünümü vermiyor bana. Yanlış anlaşılmasın, vekiller parti liderine hep karşı çıksın, mızıkçılık yapsın demek istemiyorum. Vekilin bir ağırlığı olsun istiyorum. Meclis’te ortak akıl hakim olsun. Çünkü tek akıl hata yapabilir ama 600 akıl kolay kolay hata yapmaz. Eğer seçimde, Meclis’te dört liderin dediği olacaksa 600 vekile masraf etmektense sandıkta hangi lider, ne kadar oy alıyorsa o liderin; aldığı oy kadar Meclis’te ağırlığı olsun. Liderler, dilediği kadar kişiyi yanında istihdam etmek suretiyle pekâlâ Meclis’te çalışabilir.

Parti disiplini adı altında lidere bağlılık, bana şeyh-mürit ilişkisini hatırlatıyor. Çoğu tarikatlarda hep şeyhin dediği olur, müridin esemesi okunmaz. Maalesef siyasi partilerimizdeki görüntü de aynı. Şeyh sorgulanmadığı gibi lider de sorgulanmaz, şeyh değişmez, liderler de değişmez. Şeyhe karşı gelen kapı dışarı edilir, siyasi partilerimizde de böyledir. Ne tarikatlarımızda, ne de siyasi partilerimizde kimse “Gassalın önündeki meyyit” gibi olmamalı.

İşin özü, Meclis’te milletin istemediği vekil istemiyorum. Salla başını, al maaşını misali parmakçı vekil de istemiyorum. Hangi partiden seçilirse seçilsin vekilin; Meclis’te ağırlığını hissettirmesini, tecrübelerini halkın istifadesine sunmasını, halkı temsil etmesini ve aklını kullanmasını istiyorum. Meclis’imiz parmakların durmadan inip kalktığı bir yer olmaktansa istişare meclisi olsun istiyorum. Yine Meclis’te halkın menfaatini kendi menfaatinden üstün tutan kişilerin yer almasını istiyorum. Meclis’e gidenlerin de bu işi mezara kadar yapmamalarını, işi tadında bırakmalarını istiyorum.

* 10/05/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



5 Mayıs 2018 Cumartesi

"Boğazını Sıkıp Öldürecektim!"

2000 öncesi Adıyaman Kahta'da çalışırken birbirimizin evlerine gidip geldiğimiz bir arkadaşımız vardı. Evimize geldiğinde ve evine gittiğimizde veya bir başka arkadaşın evinde oturduğumuzda tedirgin olurduk. Kendisinden değildi tedirginliğimiz. Zira hoşsohbet biriydi. İki çocuğu vardı, ele avuca sığmaz; dur-durak, yorgunluk nedir bilmezdi. Ya koşar, ya kırar dökerdi. Akranları diğer çocuklarla oynarken de hep mızıkçılık yapar, mutlaka her oturmada bir vukuatları olurdu. Uğunurcasına ağlamasına babası da dayanamazdı. Hatta bir defasında kafasını bir yere vurmuş, hafif şişmişti. Babasının bir kalkışı, arabaya binişi, çalıştırması ve hareket etmesi vardı ki aracın kapısı bile kapanmadan hareket etti. Allah vere de yolda bir kazaya sebebiyet vermez dedik ardından.

Bir nüfus sayımı günü sayımda görev alan bu anne ve baba, iki çocuğa bakması için bir hemşehrilerinin evine gelirler. Ev sahibinin de üç çocuğu var. Onlar da sayımda görev aldıkları için çocukları bırakacak birini ararlar. Ev sahibi daha önceden yakın bir köyde görev yapan hemşehrileri Arif Hoca'dan çocuklarına bakması için yardım isterler. Üç çocuğa bakacak olan Arif Hoca, önünde beş çocuk bulur. Kendisine "Hemşehrim, biz sayımda görevliyiz, akşama kadar bizim evde otur-kalk. Ev senin, çocuklar da sana emanet" deyip bırakır giderler. 

Anne ve babalar sayım görevini bitirip gelinceye kadar beş çocuğa bakmak zorunda kalan Arif Hoca'yı bir ara gördüğümde dertli mi dertli gördüm. Başladı anlatmaya: "Ramazan Hocam, güya hafta sonu tatil geçirmek ve ziyaret yapmak için hemşehrimin evine gelmiştim. Akşama kadar anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Çocukların üçünde sorun yoktu. Ama misafirin iki çocuğu anamı ağlattı. Zira akşama kadar bir türlü oturtamadım. Bir oraya, bir buraya koştular durdular. Buna da razı oldum. Kah pencereye koşuyorlar, kah kapıya. Çünkü pencereyi açmaya kalkıyorlardı. Beşinci kattayız. Çocuklar emanet! Pencereden düşerler diye korktum. Ne kendileri oturdu, ne de beni oturttular. Koştum durdum arkalarında. İnanır mısın? Çocuklar benim olsa boğazlarını sıkıp öldürecektim. Akşam anne ve babaları gelince derin bir oh çektim. Rabbime şükrettim, zira üzerimden büyük bir yük kalktı" dedi. O anlattı ben güldüm. Çocuk bakıcılığından günler geçmiş olmasına rağmen anlatırken hala etkisinde kaldığını gördüm. Çocukları tanıdığım için anlattıkları bana garip gelmedi. Çünkü çocukları tanıyordum. "Çok geçmiş olsun Arif Hocam!" dedim. 

Aylar sonra Arif Hocayı tekrar gördüm. Ben onu görünce gülmeye başladım. "Hocam, o çocuklarla ilgili yeni bir gelişme var, anlatayım" dedi. "Hocam, Adıyaman'a gelmek için Osmaniye terminaline geldim. Bilet aldığım otobüse binince bir baktım otobüste o arkadaşın çocukları var. Otobüse binmekle inmem bir oldu. Çünkü otobüste bir gün boyunca baktığım o iki çocuk vardı. Hemen firmaya giderek bilet saatimi değiştirttim" dedi. En iyisini yapmışsın, en azından canını kurtarmışsın, büyük geçmiş olsun. Zira büyük bir kaza atlatmışsın, dedim.

Arif Hocama illalah dedirten bu çocuklar, ben ayrıldığımda 4-5 yaşlarındaydı. Yıllar sonrasında bu aile Konya'da evimi ziyarete geldi. Buyrun gelin hocam dedim Ama ilk aklıma gelen çocuklarıydı. Daha neler Ramazan! Endişene bak, aradan yıllar geçti, üstelik çocuklar büyüyüp olgunlaşmışlardır, dedim. Neyse uzatmayayım. Arkadaş ailecek evime geldi. Çocukları gördüm. Ama nasıl bıraktıysam öyle idiler. Tek farkları boyları biraz uzamıştı. Yaramazlıklarından, mızıkçılıklarından hiçbir şey kaybetmemişlerdi. Yıllardır görmediğim bu çocuklar öyle zannediyorum 20 yaşını geçmiştir. Huyları değişmiştir diye büyük bir iddiada bulunmayacağım.  Allah, anne ve babalarına yardım etsin. 

Tüp Bebek Nesli

Bugün çarşıda bir esnaf çay ocağında otururken yanıma yanında çocuğuyla beraber bir tanıdığım geldi. Daha önce yine bir vesileyle yine aynı yerde teşehhüt miktarı birlikte oturduğumuzda yine yanında aynı çocuğu vardı. Çocuk, eli yüzü düzgün, zeki mi zeki, sevimli mi sevimli. Ama sevebilene aşk olsun. Çünkü yerinde durmayan bir çocuk. İstekleri bitmiyor. Ne kendisi oturuyor, ne babasını oturtuyor. Ayakta bir oraya, bir buraya gidiyor. Durmadan bir şey istiyor. Dediği de olacak.  Dediğim dedikçi yani. Babanın başka çaresi de yok.

Hem geçen hem de bugün gördüğüm bu çocuğa karşı baba ne yapıyor diye bir göz gezdirdim. Maşallah sabır küpü bir baba gördüm karşımda. Üstelik hem derdi ve isteği bitmeyen çocuğu ile ilgileniyor, hem sana soru soruyor, hem sorulan soruya cevap veriyor, "Ben gidiyorum" deyip çekip giden çocuğunun peşinden gidiyor ve yüz hattında bir bıkma ve usanma olmayan sabırlı bir baba profili çiziyor ve gülümsüyor. Evde nasıl dedim. "Aynı böyle" dedi. Ardından "Bu nesil böyle abi" dedi gülerek. Tam anlamadan evet dedim. "Bunlar hep böyle" dedi tekrar. Tüp bebek yoluyla doğmuştu değil mi dedim. "Evet" dedi yine gülerek.  Vedalaşıp ayrıldım.

Yolda giderken "X" neslini, "Y" neslini ve "Z" neslini duydum, tüp bebek neslini hiç duymamıştım, lugatıma yeni bir nesil daha eklendi dedim. Baba bilerek mi yoksa, öylesine mi dedi? Elinde bir veri var mıydı bilmiyorum. Eğer tüp bebek vasıtasıyla dünyaya gelenlerin hepsi böyleyse anne ve babaların çekeceği var. Çoğunun dişlerini boğazına döker, adını yeni duyduğum bu nesil.  Bu da onların imtihanı gayri. Çocuk büyüyüp olgunlaşıncaya kadar tahammül edecekler. Çocuksuz olmak daha bir zor olsa gerek. Çünkü çocuk evin neşesidir. Yıllardır olmasını bekledikleri, çocuğum olmayacak galiba diyerek umutlarının tükenmeye başladığı bir ortamda tüp bebek vasıtasıyla anne ve babanın yüzünü güldüren çocuk, "Benim gelmemi çok istiyorsunuz. Bakın ben gelirim ama çok nazlı olurum, sizin sabrınızı ölçerim, bana tahammül göstereceksiniz. Ne zaman benden bıkarsanız çocuksuz hayatınızı düşünün" dercesine gününü gün ediyor, çektiriyor.

Garibimin tatilde çocuğuyla beraber çarşıya çıkması eşini rahatlatmak olmalı. Çünkü evde anneye de iş yaptırmaz bu haliyle. Allah yardımcıları olsun.

Son Başbakan

Uzun süre Ulaştırma Bakanlığında görev yaptıktan sonra İzmir Belediye başkanlığına aday olup kazanamayan Binali Yıldırım, kariyerini başbakanlık ile taçlandırdı. Bundan sonra nerede, hangi görevi ifa eder bilmiyorum ama gördüğüm kadarıyla kavga etmeyi sevmeyen ve bunu beceremeyen bir kişiliği var. Tam bir hizmet adamı dense yeridir. Çok konuşmaktan ziyade verilen görevin icabı işine yoğunlaşan ve işini en iyi yapma özelliğine sahip ender siyasilerden biri. Belki de en uzun süre Ulaştırma Bakanlığında kalmasının sebebi budur. Ki zamanında ülke ulaşım ve iletişim yönünden çağ atladı, vatandaş hizmetin her türlüsünü ve en iyisini gördü ve hizmete doydu dense yeridir.

Başbakanlıkta son günlerini yaşayan Yıldırım, "en"lere de sahip. Çünkü en uzun süre Ulaştırma Bakanı olma özelliğini taşıyor. Enlerine bir yenisini daha ekleyerek başbakanlığa veda edecek. Çünkü TC'nin en son başbakanı olma unvanını elde etti. Üstelik bunu kendi eliyle yaptı. Başbakanlığın bypass edilip cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş için az uğraşmadı. Ne bir stres, ne kompleks vardı kendisinde. "Sen ne yapıyorsun Binali? Kendi elinle kendi kuyunu kazıyor, koltuk altından kayıyor, bundan sonra sen ne yapacaksın," yani “Rabbena, hebana” demedi. Sistem değişikliği için dur durak bilmedi. Öyle dostlar alışverişte görsün diye kampanya yapmadı bunu. İçten gelerek yaptı. 

25 Haziran 2018 itibariyle Türkiye'nin son başbakanı olarak tarihe geçecek. İsmi unutulmayacak. Yıllar geçse bile yapılan yarışmalarda "Türkiye'nin en son başbakanı kimdir?" sorusu sorulduğunda yine ismi geçecek. Böylece yine gündemde kalacak. 

Son başbakanı ben başka bir yönüyle daha anacağım. Nasıl derseniz? Miting meydanlarında konuşma şekli aklımda kalacak hep. Sağ elinde mikrofon, nefes almadan yaptıklarını ve yapacaklarını anlatırken sol eline dikkat ettiniz mi ne yapıyor diye. Sol elini durdurabilene aşk olsun. Mermi atar gibi eli, bir kendine bir izleyiciye  doğru gidip gidip geliyor. Tv'nin sesini kısıp ne dediğini anlamaya çalışayım desen bir pazar yerinde malını satmaya çalışan bir pazarcı sanırsın. "Gel vatandaş, gel! Mala gel, böyle malı bu fiyata başka bir yerde bulamazsın" der gibi. Onu dinlerken bazen yine TV'nin sesini kesip düşün bakalım Ramazan, bu adam ne yapıyor derim. Bu sefer aşağıdakilere kızan bir profil gözümün önüne geliyor: "Sizin için o kadar şey yaptım, iyilik bilmiyorsunuz, siz tam bir nankörsünüz. Gözünüze, dizinize dursun, size iyilik yaramaz" der gibi sol eli kendisini dinlemeye gelenlere karşı durmadan gidip geliyor.  Eli de yorulmuyor maşallah!

Hatasıyla, sevabıyla 24 Haziran seçimlerinden sonra dükkanı kapatacak. Özellikle sevenleri nezdinde ayrı bir yeri olacak. Ön yargıyla bakmayan herkes, onu hizmet ehli olarak anacak. Giderken hoş bir seda bıraktı dense yeridir. Uyumlu, vefalı ve liderine bağlı olması sebebiyle bazılarının dediği gibi "Bin Ali dendiği zaman bindi, in Ali dendiği zaman indi." Allah razı olsun kendisinden.




Kem Âlât ile Kemâlât Olmaz *

Yazın uzun günlerinde gerilimi yüksek bir seçim yapacağız. Daha aday belirleme sürecinde uygulanan taktikler, rakiplere atılan çalımlar şimdiden yüzünü göstermeye başladı. Her seçim biz de ölüm-kalım meselesidir zaten. Bu, sanki daha çetin geçeceğe benziyor. Çünkü bu seçimde önü açılan ittifaklarla birlikte bloklaşma ve kutuplaşma daha belirgin olacak gibi.

Demokrasinin olmazsa olmaz seçimlerini nedense centilmenlik üzerine oturtamadık bir türlü. Şenlik havası içerisinde yürütemedik.  Mutlaka kıracağız, dökeceğiz; rakiplerimize belden aşağı vuracağız. Gerçi vurma, kırma olmazsa "Bu ne biçim seçim! Hiç seçim havası yok” deriz. Sade ve sakin bir seçimi ne siyasilerimiz ister, ne de seçmen! Üstelik bu seçim çalışmaları ramazan ayında yapılacak. Bir taraftan oruç tutup dini vecibemizi yerine getirirken diğer taraftan birbirimizi mat etmek için uğraşacağız. Ben bu seçim atmosferine ramazan ayının damga vurmasını istiyorum. Çünkü orucu niçin tutarız? Nefsimizi terbiye etmek, ramazanın manevi ikliminden faydalanmak için değil mi? Çünkü bizim için ramazan “Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennem azabından kurtulmaktır.” İbadet ve bereket ayı olan ramazanın siyasi çekişmelere ve atışmalara kurban edilsin istemiyorum.

Ortamı geren genelde siyasi liderlerimiz oluyor. Çünkü gerilim olmazsa pasif olarak değerlendirilir. Seçmen olan bizlerin de liderlerden geri kalır tarafı yok. Hep böyle mi gitmeli bizim seçim sathı mailimiz? Doğruların söylendiği, çalışmaların kişiselleştirilmediği, ortamın sakin ve tarafların birbirine saygılı olduğu, kişilerin onurlarının korunduğu, seçildikleri takdirde yapılacakların anlatıldığı bir seçim atmosferi meydanlara hakim olsun istiyorum. Tam ramazanın şanına yakışır türden olsun. Ramazanın ruhuna uygun olmayan hal ve hareketlerden uzak durulsun istiyorum. Rakibimizi lime lime etmek için her yolu mubah sayan bir anlayış ramazanın manevi iklimine terstir. Ene duygusu girer işin içine. Benlik duygusunun ve kazanma hırsının ön planda olduğu bir vücudun tutacağı oruç kişiye aç ve susuz kalmasının ötesinde bir şey kazandırmaz.

Açlık, susuzluk ve bedenin zayıf düşmesi insanı daha gergin bir duruma sokabiliyor. Hele oradan oraya koşturup çalışma yapacak seçileceklerin işi bu durumda daha bir zor. İstediğim siyasilerimizin zoru başarmalarıdır. Sanırım kendileri de Allah’ın bir emri olan orucu tutacaklar. Oruç tutmayacaklarsa bile seçmenlerinin çoğunun oruçlu olduğunu hesaba katmaları gerekiyor. Rakipleri mindere çekip belden aşağıya vurmaya kalkarsa “Ben oruçluyum” diyebilmeliler.

Siyasilerimiz şunu bilsin ki bu halkın yüzde 80’i seçimde kime vereceğini daha siz mindere çıkmadan belirledi bile. Sizin hitap edeceğiniz ve seçim sonuçlarına etki edecek olan kesim yüzde yirmiler civarındaki kararsız seçmendir. Bu seçmenleri etkilemenin yolu da bağırarak çağırarak seçim propagandası yapmak değildir. Bunun için ilk önce ülkenin çözülmesi gereken sorunlarını tespit edin. Sonra bu sorunları nasıl çözeceğinizi anlatın, yerine getiremeyeceğiniz vaadi seçmene sırf kazanma uğruna vermeyin. Konuşmalarınızda rakiplerinizin sözlerine de yer verin. Hatta meydanlara çıkmadan önce seçim startınızı birbirinize başarılar dileyerek tüm siyasiler birlikte verin. Unutmayın ki sizin seçim kazanmanızdan daha önemli olan bu ülkede barış ve hoşgörü ikliminin hakim olmasıdır. Zor ama çalışmalarınıza ramazanın manevi havasının ışık tutmasını istiyorum. Sizden istediğim seçimden sonra birbirinizin yüzüne bakamayacağı şeyleri birbirinize söylememeniz. Yani bize bayramı zehir etmeyin lütfen! Çünkü kem âlât ile kemâlât olmaz.

* 07/05/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






4 Mayıs 2018 Cuma

Siyaset Başkasının Dümen Suyuna Girilen Bir Yer Olmamalı! ***


Ferruh Bozbeyli, 1961-1977 yılları arasında Meclis’te bulunmuş siyasetimizin renkli simalarından biri. Siyasete,1961 yılında Adalet partisinde başlamış, parti lideri Demirel’in muhalefetine rağmen muhalefetin de oylarını alarak Türkiye’nin en genç Meclis başkanlığını yapmış, bu görevi 5 yıl yaptıktan sonra kendi isteğiyle Meclis başkanlığından ayrılmış ve bir kısım arkadaşıyla birlikte partisinden istifa etmiş, 1971 muhtırasının Meclis’te okunmasına karşı çıkan iki kişiden biri olmuş, demokrasiye yaptığı katkılardan dolayı kendisine “Yalnız Demokrat” denmiştir. 1971 yılında arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Demokratik Partinin genel başkanlığına getirilmiş, partisi 1977 seçimlerinde başarılı olamayınca önce genel başkanlıktan, ardından da aktif siyasetten çekilmiştir. Mezara kadar aktif siyaset yapmakta olan siyasilerimize duyurulur.

Siz Ferruh Bozbeyli’yi ne kadar tanıyorsunuz bilmiyorum Ben de kendisini birkaç yıl önce bir TV programında konuşurken tanıdım. Hoşsohbet ve samimi konuşmasını görünce dinlemeye koyuldum. Aklımda kaldığı kadarıyla sizinle paylaşmak istiyorum: Adalet partisinden ayrıldıktan sonra arkadaşlarıyla birlikte Demokratik Partiyi kurduklarını, kendisinden partinin genel başkan olması istendiğini, kabul etmediğini, ısrarları geri çevirdiğini anlatıyordu. Devamında, “Bir gün ofisimde çalışıyorum. Yanımda babam da var. Odama gelip efendim, falan ilden kalabalık bir heyet gelmiş, sizinle görüşmek istiyor. Aldım odama. Bana “Sizi partimizde genel başkan görmek istiyoruz.” dediler.   Günde birkaç heyet bu şekilde gelip-gidiyor, hepsi de partinin başına geçmemi istiyordu. Tezahüratlar da o biçimdi. Günlerce devam eden kalabalığı gören babam, ‘Oğlum! Bu halkın karşısında durulmaz, bu halk seni istiyor, başkanlığı kabul etmen gerekir’ dedi. Mecburiyetten kabul ettim ve partinin genel başkanlığına geçtim. Daha sonra öğrendim ki bana oyun oynamış bizim partililer. Her gün benimle görüşmek için gelen heyet aynı heyetmiş, kalabalığın önüne 5-6 farklı kişi geçiriyor, benim karşıma gönderiliyormuş. Ben dolduruluşa getirildiğimi partinin başına geçtikten sonra anladım ama iş işten geçmişti.”

Uzattım biliyorum. Çünkü niyetim Ferruh Bozbeyli’yi anlatmak değildi. TV konuşmasında dikkatimi çeken “Beni dolduruşa getirdiklerini nice sonra anladım” demesi. Dolduruşa getirildiğini kabul eden herhalde ender siyasilerimizdendir. Bugün dolduruşa gelen öyle siyasilerimiz var ki Sayın Bozbeyli’ye rahmet okutur cinsten. Son günlerde orta yerde gezip dolaşan, ilkeli siyaset yaptığını sanan bir siyasimiz var: Gitmemesi gereken yerlere gidiyor, görüşmemesi gereken kişilerle görüşüyor, fikri-zikri uyuşmayan/aynı kazana atsalar kaynamayacak kişilerle ikili-üçlü görüşmeler yapıyor, TV’ler kendisinden konuştukça, kendisi hakkında övücü sözler söyledikçe halkın bana ilgi ve alakası var, beni istiyor, siyasette benim bir ağırlığım var, diyerek coştukça coşuyor. İşin garibi aynı düşüncede olduğu kişilerin “Birlikte çalışalım” teklifini bir güzel reddedip kendisine ve düşüncesine yabancı zihniyetlerle ortak iş yapmaya kalkıyor. Anlayabilene aşk olsun! Birileri, “Bunları nasıl bölebilirim” hesabı yaparken o kimse dolduruşa geldiğinin farkında bile değil ve iyi bir iş çıkardığını sanıyor.

Yazık gerçekten yazık! İnsan; nerede, kiminle, niçin durduğunu bir güzel tartmalı diye düşünüyorum. Birlikte iş yaptığı insanların yanında sırıtıp kalmamalı. Aynaya bakıp “Dün yüzüme bakmayanlar, bugün bana niçin ilgi gösteriyorlar ve ben kimi üzüyor, kimi sevindiriyorum” diye düşünmeli her şeyden önce. Bu kimsenin bugün yaptığı siyaseti görünce geçmişin renkli siması Ferruh Bozbeyli’yi hatırlamış oldum. Kendisi yaşıyor bildiğim kadarıyla. Allah rahmet eylesin kendisine.

*** 08/05/2018 tarihinde Barbaros ULU ismiyle Yeni Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Mayıs 2018 Perşembe

İstenmeyen Kişinin Davette Ne İşi Var?

Akşama davet vardır. Davet demişsek ziyafet! Adam ne giyeyim diye epey bir düşündükten sonra en güzel elbisesini giyer ve yola çıkar.

Yolda bir tanıdığına rastlar. Hoşbeşten sonra bir dostluğunun yemeğine gittiğini, istersen beraber gidebileceklerini söyler. Davetli yanında davetsiz biriyle birlikte davet edilen haneye doğru yollanır. Önlerine bir başkası daha çıkar. Davete gittiklerini söylemek zorunda kalırlar. Adam, "Bende gideyim sizinle, ha iki olmuşuz, ha üç. Ne fark eder?" der. Gönülsüz de olsa "eh" demişler. Ne de olsa üç kafadarlar. Çoğu zaman yedikleri, içtikleri ayrı gitmeyen arkadaşlar. Fikir ve zikirde de aynı yolun yolcuları. Giderlerken çok samimi olmadıkları, uzaktan tanıdıkları, kolay kolay bir araya gelmedikleri biri peşlerine takılır. Davet olduğunu duyunca "Ben de gideyim" der. "Olur mu arkadaş? Birimiz davetliyiz, zaten biz üç kişi olduk. Dördüncü kişi ayıp olur. Adama biz ne diyeceğiz" şeklinde endişesini dile getirmiş esas davetli olan. "Merak etmeyin siz? Zira ev sahibi beni tanır" diyerek takılmış peşlerine bu dördüncü davetsiz misafir de.

Davet edilen eve varınca dörtlünün davetli olanı zile basar. Kapıyı hane sahibi açar. Bir kişiyi bekleyen ev sahibi karşısında dört kişiyi birden görünce şaşırır:
—Haydi seni ben çağırdım, geldin; sen de bunun arkadaşısın, yanına takıldı geldi; şu da bunun  arkadaşı. Eh diyelim! Pekiyi, şunu niye getirdiniz der. (Edebimden yazamadım. Zira burada küfür var.)  Hep birlikte arkalarına takılan dördüncü kişiye bakışırlar, ne diyecek diye. Adam pişkin bir şekilde:
---Demedim mi o beni tanır diye cevap verir ve mecburen sofraya oturur.

Bakarsınız davetli-davetsiz bu dörtlü, bu vesileyle muhteşem bir dörtlü olur. Midesi götürmüşse istenmediği, ayıp karşılandığı yerde karnını doyurmuş olur.

Bu kadar yoğun gündem varken bu fıkra “Ne alaka? Dam başında saksağan,” diyebilirsiniz. Gündemle alakalı mı bilmem. Belki de ben davet bekliyorumdur; ister davetli, ister davetsiz...fark etmez benim için. Boş verin siz davetsizi, beni davet etmeye bakın. Gündemle alaka kurmayı da ihmal etmeyin, derim.