4 Şubat 2018 Pazar

"Baba ben milletvekili olacağım" ***

-Yavrum! 16 yaşına geldin, şurada lisenin bitmesine ne kaldı? Doğru dürüst kendini derslerine vermiyorsun? Sen, hep dijital oyunlarla vakit geçiriyorsun. Görüyorum ki sen hala sorumluluğunu üstlenemedin. Sen bu temponla üniversitede iyi bir bölüm kazanacağına inanıyor musun?
-Elimden geleni yapıyorum baba. Kendimi daha fazla zorlayamam. Günde birkaç saat bilgisayar oyunu oynuyorum, tüm arkadaşlarım oynuyor. Ben oynamayayım mı? Çocukluğumu yaşamayayım mı?
-Çocukluğunu yaşa yaşamaya. Ama derslerini de ihmal etme. Benim senden istediğim gönlümden geçen iyi bir bölüm değil. Unutma ki kazandığın bölümü değil, ben senin çabanı takdir edeceğim. Önce bir hedef koymalısın kendine.
-Hedefim var benim baba!
-Neymiş hedefin? Bir de ben duyayım.
-Milletvekili olmayı düşünüyorum. Hem kendimi hem de sizi kurtarmış olurum.
-Bu yaşta…Güldürme beni!
-Gülmeni gerektiren bir durum yok. Sen bana hedef koy demedin mi. Al sana hedef.
-Oğlum 16 yaşındasın daha. Milletvekili olmak demek, sorumluluğunu üstlenmen demektir. Haydi bundan geçtim, para demektir. Seçim çalışması yapman için parayı nereden bulacaksın?
-Ne varmış yaşımda? Anayasa referandumuyla birlikte 18 yaşını dolduran vekil olabiliyor. Kalmadan bitirebilirsem lise biter bitmez,  vekilliğe adaylığımı koyacağım. Üstelik sorumluluğumun da farkındayım.
-Oğlum! Adamın canını sıkıma! Ne sorumluluğundan bahsediyorsun? Daha sen doğru dürüst ekmek almaya bile gitmiyorsun, gelen misafire izzet-ikram yapmıyorsun. Üstelik misafir gelince fellik fellik kendine yer arıyor, odandan dışarı çıkmıyorsun.
-Böyle deyip de moralimi bozma. Hedef dedin ben hedefimi koydum, saygı duymanı istiyorum. Sonra oğlun vekil olacak, sevinmelisin buna.
-Oğlum macera ve serüvene kapılma. Sen vekil olmayı kolay mı sanıyorsun? Bu evde macera istemiyorum. Hele hayal hiç!
-Denemekten zarar gelmez baba! Sen demiyor muydun inanmak başarmanın yarısı diye. Bu işler, hayalle başlar…
-Oğlum! Beni el aleme, eşe-dosta rezil etme. Böyle havada uçma, ben senin çok para kazanmanı, şöhret olmanı değil, elinin ekmeğini yiyeceğin bir işin, bir mesleğin olsun istiyorum.
-Eve çok paranın girmesi, oğlunun itibar sahibi olması fena mı? Kendin olamamışsın, bari bana engel olma!
-Oğlum, her şeyden geçtim. Vekil aday adaylığı için müracaat parasını nereden bulacaksın? Daha harçlığını benden alıyorsun.
-Sen bana vekillik müracaat paramı ver, propaganda için de biraz para ayır, şansımı deneyeyim. Bu işler denemeyince olmuyor biliyorsun.
-Oğlum! 18 yaşında vekilliğe müracaat edince el, adama ne der? Ayıplamaz mı bizi.
-Niye ayıplayacak baba! Devlet 18 yaşını dolduran vatandaşlara önce seçme, şimdi de seçilme hakkı verdi. Bu şans bir daha elime geçmez. Benim için bir fırsat bu.
-İyi de milyonlarca 18 yaşını dolduran gençler arasında nasıl vekil seçileceksin? Bizim etimiz ne, budumuz ne?
-Baba! Tüm siyasi partiler aday belirlerken nasılsa en genç vekil adayı bizde diye caka satmayacak mı? Bu ne demek? Hepsi az da olsa 18’ini yeni bitirmiş kişilerden aday gösterecek. Bu şans niye bana gülmesin. Sonra olan anasının karnında mı vekil oluyor? Oturduğum yerden bana vekillik vereceklerini mi sanıyorsun? Bunun için “Ya çıkarsa” demek gerekmiyor mu? Senin hesabına göre bu işlere çok kişi müracaat edecek, bize çıkmaz, diyorsun. Bu milletin büyük bir çoğunluğu para verip piyango bileti almıyor mu? Yine toto ve loto adı verilen şans oyunlarına bel bağlamıyor mu? Sanki bu şans oyunları her oynayana çıkıyor mu? Herkes “Ya çıkarsa” deyip oynuyor, sonunda birkaç kişi gülüyor. Ben de şansımı deneyip “Ya çıkarsa” deyip vekillik düşünüyorum. Lütfen önümü kesme. İşin başında da moralimi bozma.
-Üniversite ne olacak? Okumayacak mısın? Ya askerliğin?
-Hepsini yapacağım. Vekil olduktan sonra hedeflerimde hem üniversite okumak var, hem de askere gitmek.
-Nasıl olacak bu?
-Nasıl, nasıl olacak? Sen Meclisi okul gibi ya da devlet memuru gibi günlük yoklama yapılan yer mi sanıyorsun? Vekil seçildikten sonra kazandığım okula arada bir giderim, önemli oylamalarda liderimin talimatıyla Meclisteki yerimi alır, liderim nereye diyorsa ona göre parmak kaldırır, sonra işime bakarım. Askerlik için de bedellilik düşünüyorum. Bunun için Meclise vereceğim ilk önerge, “Askerliğini yapmamış vekiller, askerlik yükümlülüğünü hiç askere gitmeden bedelli olarak yapar. Bedeli de Meclisin bütçesinden karşılanır.” şeklinde olacaktır.
-Git oğlum! Senin aklın bir karış havada. Ortada fol yok, yumurta yok, sen daha şimdiden uçuyor, Meclise önerge bile veriyorsun. Ayakların yere bassın artık. Sen daha lisede okuyan, liseyi bitirememiş bir çocuksun.
-Bana niye kızıyorsun ki? Bana kızacağına bana seçilme hakkını verenlere bir şey söyle o zaman. Onlar bunu çıkarmışsa demek ki bana güveniyorlar, mutlaka bir bildikleri vardır.
-Git ne halin varsa gör. Ama bu işler senin hayal ettiğin gibi olmaz. Kendini şimdiden darı ambarında görmesen iyi olur. Yoksa hayat çekilmez olur.
-Senin oğlunum, ama gördüğüm kadarıyla benim hayallerimle başa çıkamıyorsun. Unutma ki benim hayallerimin ulaştığı yere senin gerçekliğin asla ulaşamaz. Oğluna, haydi oğlum diye moral vereceğine şimdiden demoralize ediyorsun. Vekil olursam hatırlatırım bunları sana.
-Şimdiden hayırlı olsun o zaman, ne diyeyim? 04/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



*** 04/02/2018 günü haberladik'te yayımlanmıştır.

Ümmetin Aslî Kaynaklarla İmtihanı

Diyanet, son yıllarda merkezi hutbe olarak hazırlattığı hutbe konularında sünnetin önemini işaret eden birden fazla hutbeye yer verdi. Dinin asli kaynağı olarak Kur'an ve sünnetin önemini işaret etti. Çünkü bu konu, alttan alta çoğu kimsenin gündeminde. Cumhurbaşkanı bir iki konuşmasını bu konuya ayırdı. Sosyal medyada bu konu işleniyor. TV'lerde tartışma konusu oluyor. Halkın gündeminde de bu konu var.

Mesele nedir derseniz? Dinin asıl kaynağından olan sünnetin inkar edilmesi konusu. Bu konuyu gündemine alan "Allah'a ve rasulüne itaat ediniz...Rasül size neyi veriyorsa alın, neyi de nehyediyorsa kaçının...Kim rasüle itaat ederse Allah'a itaat eder..." demeye başlıyor. Kur'an'ı merkezine alan kimselere "sünnetsizler, mealciler" deniyor.

Diyanetin ele aldığı ve gündemimizden bir türlü düşmeyen bu konudaki tartışma pek biteceğe benzemiyor. Çünkü tartışma yanlış mecrada devam ediyor. Kelime ve kavramlar birbirine karıştırılıyor. Taraflar birbiriyle ya karşı karşıya gelmiyor, ya da geliyorsa muhatabını dinlememek üzere kılıcını çekip geliyor. Bir defa konu, sünnet olmamasına rağmen hadis ile karıştırılıyor. Çünkü az buçuk dini bilgisi olan mürekkep yalamış bir kimsenin sünnetle derdi olmaz, sünneti inkar edemez. Çünkü sünnet, peygamberden uygulana uygulana günümüze kadar tevarüs eden bir pratiktir, Kur’an’ın uygulanışıdır.

Sorun, çözülmek isteniyorsa önce sorunu bulmak lazım. Sanırım sorun, peygambere ait olduğu söylenen sözlü sünnette. Bugün kendilerine "sünnetsiz" denilen kişiler, hadis kitaplarında hadis diye rivayet edilen sözlerin bir kısmını “Peygamber söylemiş olamaz” iddiasını dile getirmektedirler. Bunlara karşı gelen grup ise hadis kitaplarında hadis diye rivayet edilen sözlerin, “Doğruluğu geçmiş hadisçiler tarafından kritiğe tabi tutulmuş, bundan sonra bunlar hakkında ileri geri söz söylemek olmaz. Çünkü söylenmesi gereken her şey söylenmiştir. Bunlar hadistir. Kim bunları inkar ederse İslam’ın ikinci rüknünü inkar etmiş olur. Bunlara şüpheyle yaklaşmak müsteşriklerin bakış açısını yansıtır.” demektedir. İşin garibi bir orta yol bulunamadı gitti. Hadisleri tümden savunanlar, diğer kesimi “Siz sünnetsizsiniz” dedikçe bunlar savunmaya geçmekte ve kendilerini destekleyecek hadisleri öne sürmektedir. Tartışa tartışa makas daralacağı yerde iyice açılıyor. Çünkü birbirlerine karşı yapılan ithamlar gırla gidiyor. Aslında  birbirlerine karşı güzel bir üslup takınarak itham etmeden, güzel bir dil kullansalar, birbirlerine karşı samimiyetlerini bir izhar edebilseler konu tam çözülmese de en azından birbirlerinin niyetlerini anlamış olurlar. Bu da aralarında bir saygı ve sevgi iklimin oluşmasına imkan verir. Ama saldırmayı, rakibini mat etmeyi geçer üslup seçtikleri zaman muhatabı hep savunmaya geçer, kendini anlatamaz. Ardından o da saldırıya geçer.

“Kafirlere karşı şiddetli, birbirine karşı merhametli olmaları” gereken Müslümanlar, “Firavun’a bile tatlı dil ile konuş” diyen tebliğ metodunu kendi aralarında geliştirmedikleri, birbirlerinin kişilik haklarına riayet etmedikleri müddetçe sünnet veya hadis denilen konuyu çözmeye hiç oturmamaları lazım. Aynı kitaba baş koyan, aynı kıbleye dönen kişiler birbirlerini düşman görmeye devam ettikleri müddetçe bu meseleyi zaten çözemezler. İlk önce usul ve metotta anlaşmaları gerekir. Gerisi boşa kürek çekmedir, husumetin derinleşmesine yarar. Bu konuyu ele alan, sürekli gündemde tutan ele başlarını Diyanet, tarafları bir araya getirerek önce üsluplarına dikkat etmeleri gerektiğini hatırlatmalı, sonra asıl meseleyi kapalı kapılar ardında çözmeye oturtmalı. Kendi aralarında bu işi hale ve yola koymadan kamuoyu karşısında bu meselelere girmemeleri gerektiğini bir güzel işlemeli. Eğer bunu yapmazsa  Diyanet, bu gidişle bu konuda daha çok hutbe okur. 04/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



3 Şubat 2018 Cumartesi

Sosyal Medya Bizi Fişliyor! *

Bugün sosyal medyaya girmeyenimiz yok gibidir. Yediden yetmişe bu âlemdeyiz. Kimimiz meraktan, kimimiz eski arkadaşları bulmak, kimimiz Türkiye ve dünya gündemini takip etmek, kimimiz paylaşım yapmak vb nedenlerle kâh twitter, kâh facebook, kâh whatsapp, kah instagram vb iletişim araçlarını kullanıyoruz. Hangi nedenlerle olursa olsun, bir giren bir daha çıkamıyor. Çünkü bağımlılık yapıyor. Türkiye’deki kullanıcı sayısı 2017 verilerine göre 48 milyonmuş. Akıllı telefonu olmayan zaten yok gibidir.

Bu ülke, insanların fişlenmesi diyebileceğimiz Batı Çalışma Grubunu duydu. TV'lerde BBG adı altında "Biri Bizi Gözetliyor" adı verilen programlar yaptı. Hem BÇG, hem BBG lokal bir olay iken şimdi sosyal medya vasıtasıyla izlenmemiz uluslararası bir boyut kazanmış durumda. Şimdilerde pek sıkıntısını görmüyoruz bu izlenmenin. Ama çok yakında acılarını kat be kat göreceğiz gibi. Hızlı bir şekilde içimize giren bu nimetlerin -her nimetin bir külfeti olur dendiği gibi- bize ağır külfetleri olacaktır. Teknolojinin nimetleri, elbette faydalanacağız diyebilirsiniz. Elbette kullanılacak. Zira kaçış yok bu dijital ortamdan. İşin garibi bu âlemin ne kadar güvenilir olduğunu, ileride başımıza neler açabileceğini pek düşünmüyoruz. İşin uzmanları sık sık bu tehlikeye işaret ediyor. Ama ne dinleyenimiz var, ne dikkate alan.

02/02/2018 gecesi TVnet isimli TV kanalında Serhat İBRAHİMOĞLU’nun hazırlayıp sunduğu Net Bakış programında “Sosyal Medya Terörü” ele alındı. 1.5 saatlik programın konukları, konunun uzmanları olan Doç. Dr. Levent Eraslan, Yrd. Doç. Dr. Ali Murat Kırık ve Dr. Murat Dağıtmaç idi. Sosyal medyanın işlevini anlatan, ve hemen hemen herkesi ilgilendiren böylesi önemli bir konunun gecenin geç saatlerinde yayıma verilmesini de çok anlamış değilim. Fırsat bulup izlerseniz hepimizin ağzımız açık dinleyeceğini düşünüyorum.

Birçoğumuzun bildiği ve bizleri bekleyen tehlikelere işaret etmeye çalışacağım. Sosyal medya adı verilen dijital ortama adım atmışsanız; Facebook, Twitter, İnstagram, akıllı telefon, whatsapp vb. kullanıyorsanız 7/24 izleniyoruz demektir. Paparazzinin gönüllüce yapılanı ve çok gelişmişi. İzlenmekle kalmıyoruz, fişleniyoruz. Ne kadar paylaşım yapmışsak bilgi ve belge yüklemişsek hiçbiri kaybolmadan depolanıyor. Bu bilgilerin ileride kötü amaçlı kullanılabileceğini hesaba katarak paylaşırsak daha iyi olur. Bir defa akıllı telefonlar vasıtasıyla nereye gittiğimiz, ne yaptığımız hep kayıt altına alınmaktadır. 48 milyon kullanıcının 42 milyonu paylaşımını mobil telefon marifetiyle yaptığını bütün telefonların dokunmatik olduğu düşünülürse sürekli parmak izi veriyoruz, sanki polise veriyor gibi.

Sosyal medya yenidünyanın yeni dili. İnsanları yanıltma, algı oluşturma, dezenformasyonun bol olduğu, kriminal kişi ve yapıların cirit attığı bir yer. Sosyal medya aracılığıyla tüm bilgilerimize sahip olarak kılcal damarlarımıza kadar girilmiş durumda. Manipülasyon amaçlı kullanıldığı takdirde kimyasal silah kadar tehlikeli olabilir diyor uzmanlar. 17/25 Aralık sürecinde ve Gezi olaylarında bu iletişim ağları, algı oluşturmak üzere kullanıldı. Başarılı da oldular. Paylaştığımız resimleri hafif bir değişiklik yaparak başka yerlerde kullanılmayacağının hiçbir garantisi yok. Ki zaman zaman dezenformasyon amaçlı kullanılmaktadır.

Yaptığımız her paylaşım karakterimizi yansıtır. Paylaşımlarımız sayesinde bizi bizden daha iyi tanıyor, davranışlarımızı daha iyi test edebiliyorlar. Buna göre algı operasyonları yapabiliyorlar ve yapacaklar. Bir hareketle tüm kamuoyu ve TV kanallarını, devlet yetkililerini harekete geçirebiliyorlar. Bolca yaptığımız paylaşımlar sonucunda bizi daha iyi tanıyacakları için ileride yapay zekalı robotların piyasaya sürülebileceğini söylüyor yine işin uzmanları.

İletişim çağında iletişim araçlarının hızlı bir şekilde girmesine rağmen devletin doğru dürüst tedbiri yok. Tedbir almak istese de çok başarılı olacağını sanmıyorum. Paylaşımlarımızda zaten bir etik yok. İşin garibi yaptığımız paylaşımlar, tıkladığımız sayfalar dolayısıyla bu ülkenin paraları yurtdışına gidiyor. Adamlar oturdukları yerden bizim bilgilerimizle paraya para demiyorlar. Başkasının cebini dolduruyoruz. Kazandıklarından ülkeye bir kuruş katkıları da yok.  

Kullanmaya devam edeceğimiz bu sosyal medya paylaşımlarının zararları saymakla bitmez. Biz en iyisi bu âlemi kullanırken neyi, nerede, nasıl paylaşacağımızı; gördüğümüz her bilginin doğru olmayacağını, teyide muhtaç olduğunu, ileride bize silah olarak dönebileceğini hesaba katarak yoğurdu üfleyerek yememizde fayda vardır. Teknolojiyi çok iyi bilenler; sosyal medya ağlarının benzerini yaparlarsa hiç olmazsa bilgi ve paylaşımlarımızın depolanması ülkemizde kaldığı gibi paralarımız da dışarıya gitmemiş olur. Ülkeye en büyük hizmeti yapmış olurlar. 03/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



* 05/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





2 Şubat 2018 Cuma

Ülkenin Kürtlerle, Kürtlerin Türklerle İmtihanı

Toplum ve uluslarda kız alıp verirken veya oğlan evlendirilirken kendi inanç, yapı ve kültürümüze uygunluğu ve denkliği aranır. Aynı ırk, mezhep ve meşrepten olmasına da özen gösterilir. Çünkü toplumun en küçük yapı taşı olan bir aile kurulacak işin ucunda. Uyum ve geçim olmazsa sağlıklı bir aile ortamı kurulamaz.

Dünyada bir devletin bünyesinde farklı ırklar olmasına rağmen ırklar arasında bizdeki gibi iç içe geçmişlik yoktur. Ki bizde ırktan önce inanç ön planda olmuştur. Bizde Kürtlerin yoğun yaşadığı iller olmakla beraber Kürt yerleşim yerlerinden fazla bir nüfus Türkiye'nin diğer illerinde yaşamaktadır. Evimiz, sokağımız, mahallemiz, camimiz ortak olmuştur. Hemen hemen her evde mutlaka bir Türk gelin-damat veya Kürt gelin-damat vardır. Anne Türk ise baba Kürt, baba Türk ise anne Kürt'tür. Düşmana karşı birlikte hareket edilmiş, ülke birlikte savunulmuştur. Selahattin Eyyubi'nin katımızda ayrı bir yeri vardır. Çünkü derdimiz ortak, davamız ortak, fikrimiz ve zikrimiz ortaktır. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı parçalanıp yerine küçük küçük ülkeler kurdurulurken biz Türk ve Kürt tek devlet çatısı altında toplanmışız. Kürtler, "Her ırkın bir devleti var, bizim de bir devletimiz olsun" dememiştir.

Biz böyle iç içe huzur ve mutluluk içerisinde yaşarken bizden elliden fazla devlet çıkaran güçler, birlikte paylaştığımız küçük toprak parçasını fazla görmüş olmalı ki kurdurup desteklediği PKK örgütü eliyle bizi bizden koparmaya çalışıyor. Bunun için her şeyi de hazırlamış. Kürtlere devlet eliyle baskı uygulanmış, birçok insan hakkı esirgenmiş, bunun karşılığında da Kürtlerin savunucusu olduğunu söyleyen örgüt peydah olmuştur. Kırk yıldır da ülke bu örgütle başa çıkmaya çalışıyor. Şehit haberleri geldikçe Türk'ü, Kürt'ü örgüte düşman olacağı ve örgütün arkasındaki güce karşı birleşeceği yerde birbirini düşman gibi görmeye başladı. Üçüncü el/eller kaşıdıkça biz bize şüpheyle bakmaya başladık. Türkiye Cumhuriyeti var gücüyle örgütle mücadele ederken örgüt, küçülüp yok olacağı yerde iyice büyüdü. Bir terör örgütünün elinde devletlerde olmadı gereken silah ve techizat var. Üçüncü bir el; siz birbirinizle boğuşun, enerjinizi birbirinize karşı tüketin, bölünmeye kadar gidin, canınız cehenneme diyor aslında. İşin garibi Kürtlerin hamisi olduğunu filte ettirmeye çalışan terör örgütü, fikir-fikir, inanç bakımından Kürtlere de yabancı. Ama ırkçılık damarımız o kadar kabardı ki çoğunluğu olmasa da bir kısım Kürtler, Batı ve ABD destekli bağımsız bir devlet kurma hayaline kapıldı. Farz edelim ki PKK liderliğinde bir Kürt devleti kurulmuş olsun. Bu devlet kime, ne hizmet edecek, kime yar olacak? İşin bu kısmı düşünülmüyor. İşin bu noktaya gelmesinde dış güçlerin parmağı ve desteği var. Ama Kürt ve Türk olarak bu örgütün doğmasında bizim payımız büyüktür. 

Bugün geçmişe bakıp birbirimizi kötülememizin kimseye bir yararı yok. Türk ve Kürtlerden oluşan aklı selim insanların inisiyatif alıp bu akan kana, ayrılma isteğine bir dur demesi, herkesin kendi mahallesine bakması, öz eleştiri yapması, evlerinin önünü süpürmesi gerekir. PKK ile mücadelede "Kürtler öldürülüyor" propagandası yapmak, ya da örgütün başı Kürtlerden oluşuyor diyerek "Kürtler, eşittir PKK" demek sağlıklı bir bakış açısı değildir. Bu bakışın toplumsal barışa, bizi bir arada tutmaya faydası olmaz.

Eline silah alıp bu devletin insanına silah çeken ister Türk, ister Kürt olsun bu ülkede yaşayan bizlerin ortak düşmanıdır. Burada Kürt öldürülmüyor, teröristler öldürülüyor. Üstelik terörist sadece Kürtler içinden çıkmaz, Türklerden de çıkar. Bir kısım Kürtlerin kurduğu PKK nasıl bir terör örgütüyse, Türklerin kurduğu FETÖ de bir terör örgütüdür. Her ikisi de tehlikelidir. Gördüğümüz gibi teröristin dini-imanı ve ırkı olmuyor. Herkesten çıkabiliyor. Bugün kimse FETÖ'yle mücadele edilirken Türkler öldürülüyor, hapse tıkılıyor demiyorsa bize kurşun sıkan PKK ile mücadele edilirken de Kürtler öldürülüyor demesin. Yoksa bugünleri çok ararız. 02.02.2018, Ramazan Yüce, Konya

Okul Müdürleri Düşünsün!

Öğrenci ve öğretmen bu on beş gün ne çabuk geçti, biz bu tatilden bir şey anlayamadık diye kara kara düşüne dursun. Onlar düşüne dururken okullar hummalı bir şekilde ikinci döneme başlamanın hazırlıklarını yapıyor. 

Okul idareleri sorunsuz okulu açmaya odaklanmış durumda. Bunun için ilk iş, öğrenci ve öğretmene herkesi memnun edecek iyi bir ders programı yapmak. Bunu da son ana kadar bekletirler. Ki bekletmek zorunda. Çünkü kim sağ, kim selamet görmeleri gerekiyor. Öğretmenin özürden tayini çıkmıştır, yerine gelen ya olmamıştır, ya da atanmışsa görevine başlamamıştır. Norm fazlası öğretmen varsa daha önce ataması yapıldığı için birinci dönemin sonunda ilişiğini kesip gitmiştir. Onun derslerini diğer branş öğretmenlerinin arasında eşit bir şekilde dağıtılması gerekir. Öğretmen ihtiyacı varsa ücretli öğretmenin görevlendirilmesini bekler. Program yapma dan önce öğretmen verilmemişse -ki verilmez- programda onun adı X, soyadı da Y olarak yer verilir. Mevcut öğretmenlerin mazeret durumları göz önüne alınır. Müdür, eğitim bölgesindeki öğretmen alışverişiyle ilgili toplantıya katılır. İlçe milli eğitimden son dakika golü gelir mi, gelmez mi diye beklenir. En erken ders programına başlayan okul -sorunsuz okul demektir- cuma günü öğleden sonra program yapmaya başlar. Sorunu olan okullar ise cumartesi veya pazarı ders programı yapmak için okula kapanır. Programı yapar yapar, bozarlar. Çünkü öyle program olmalı ki tarafların hepsi memnun olsun. Bunun için sağa koyarlar olmaz, sola koyarlar dolmaz. "Hah oldu" derken önemli bir ayrıntıyı atladıkları anlaşılır. Bozup tekrar yapmaya koyulurlar. 

Okul idaresi yoğunlaşıp program yapıp yetiştireceğim diye çabalarken meraklıları, "Hocam program ne oldu, yapıldı mı? Dört gözle bekliyorum, hala yapılmadı mı?" mesajı atar veya telefon eder. Burnundan solurken bir de onlara cevap ver. Sonunda ikinci hafta tekrar değişecek şekilde idarelik bir program yapılır. Çünkü yeni durumlar ve gözden kaçan ayrıntılar ortaya çıkar. Ardından nöbet listesi hazırlanır. Bunun için de bir emek sarf edilir. Hangi gün kime, kimin yanında nöbet vereyim diye. Öğretmene nöbet verilen gün de boş geçen dersleri doldursun diye boş pencere aranır, bir de nöbetlerde denge gözetilir. Hangi öğretmeni, hangi ciddi öğretmenin yanında nöbet görevi vereyim ki onun eksikliğini diğeri gidersin. 

Mutfakta nice emeklerle pişen bu programı beğenenler programı yapana çok çok teşekküre gelirler, beğenmeyenler ise burnundan soluyarak yöneticinin yanından geçer gider. En iyisi, ya zoraki bir gülümseme, ya da o değilden bir selam. Kimi de selam verir gibi kafasını sallar; "Alacağın olsun, görürsün sen, bundan sonra selamın S'sini, gülümsemenin G'sini sen," der gibi. Kapalı kapılar ardında ve öğretmenler odasında ders programıyla ilgili yapılacak homurdanmalar hariç. Bu da işin bonusu. Bir de "Program bu hafta bir daha değişemez mi" diye soranlar olur.

Okulun giriş-çıkış saatlerine sıra gelmiştir. Valiliğin giriş-çıkış yazısını, havanın aydınlık ve karanlığını, servisçinin bir servisten gelip diğer servise yetişeceğini, öğrenci, veli ve öğretmeni memnun edecek bir giriş-çıkış saatini belirlemeye çalışır okul idaresi.

Derken kervan yola çıkar. MEB'in veya MEM'in son dakika golü gelir. Çünkü onların eli armut toplamıyor. Onlar da müdür okulunda çalışırken yukarıda bir planlama yapmıştır. Okuldan birkaç öğretmeni ya seminere alır, ya il dışı özellikle Antalya'ya bir haftalık seminere gönderir, ya da kitap yazma komisyonuna alır veya bir görevlendirme yapar. "Okul açıldı, bu öğretmenlerin dersleri ne olacak, çocukların dersi boş geçecek" diyen müdüre "Plan ve program bu şekilde. Ben yaptım oldu. Müdür değil misin? Tedbirini alacaksın. Burası ağlama-sızlama, dert yanma, bahane üretme yeri değil, adı üzerinde müdürsün. Ne demek müdür? İdare eden. O zaman idare edeceksin. Tamam mı" denir hal diliyle. Anlamak istemiyorsa lisan diliyle de cevap verilir. Bunlar olacak. Çünkü bizde kervan, yola çıktıktan sonra düzülür.

Okul açılır. Müdür yardımcısı hastalık, izin, görevli vb. nedenlerle gelemeyen öğretmenlerin yerini nöbetçi öğretmenlerle kapatmak için sabahın köründe mini bir planlama yapar.

Ağır-aksak başlayan dönemin ilk gününde sabahın koşuşturması bittikten ve öğretmenler derse girdikten sonra müdür, yardımcılarıyla hemen bu hafta içinde yapılması gereken ikinci dönem toplantısı gündemini oluşturmak için toplantıya geçer. Bu iş salıya kalmaz. Çünkü salı günü müdürün danışma ve müdürler toplantısı vardır. Salı toplantıları bittikten sonra müdür gündem konularına hazırlık yapar. Çarşamba öğretmenler kurulu, perşembe de zümre toplantıları olur. Gerekirse okullarda kıvrak eğitim yapılır.

Dönemin ilk haftası cuma dışında bu şekilde toplantılarla geçer. Korkulan olmadı gördüğünüz gibi. İş, müdürlerin abarttığı gibi değil. 02.02.2018, Ramazan Yüce, Konya


1 Şubat 2018 Perşembe

Ülkeyi yönetmeye talip olanların sorumluluğu

Toplumsal barışa en fazla ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde iktidar ve muhalefete mensup aşırı sempatizanlarının, gerilimi yükselten paylaşımları dikkat çekiyor. Herkes gerilim siyaseti izliyor. Bu siyaset, halkı kutuplaştırmadan öte bir işe yaramaz. Ülkeyi sevdiğini söyleyen bu kişiler, bu görüntüleriyle ülkeye zarar vermekten öte bir şey yapmıyorlar. Aşırı sevgi ve nefret duygusu göz ve anlayışlarını yok etmişe benziyor.

İktidarı savunan kişiler en ufak bir eleştiriye gelmiyor. Ağzını açanı yok etmeye çalışıyor. İktidara muhalif olan ve yıllardır iktidar yüzü görmeyen müzmin muhalifler ise ‘vur abalıya’ mantığıyla var gücüyle olur-olmaz eleştiri yapmaya çalışıyor. Tarafların yaptığı, eleştiri boyutuyla kalsa keşke…İş, hakaret ve kişilik haklarına saldırı şekline dönüşüyor. Niçin yapılıyor bu? Kimi iktidarda kalacağım, inmeyeceğim; kimi de iktidarı devirip ben veya benim zihniyetim başa geçecek psikolojisiyle yapılıyor. Toplum gerildikçe geriliyor. Bir, birbirinin boğazını sıkmadığı kalıyor. Bu gidişle o da olacak maazallah!

İktidar olmak önemli bu ülkede. Çünkü ülke yönetilecek işin sonunda. Fakat gerilim siyasetiyle iktidar olmak belki taraflara bir çıkar sağlar ama bunun ülkeye ne katkısı olur? Zarardan başka bir işe yaramaz.

İktidar olmak; ülkeye daha iyi hizmet edeceğim, Türkiye’yi yaşanabilir bir ülke yapacağım, ben rakiplerimden daha iyi yapacağım, düşüncesiyle bu iş yapılmalıdır. Aralarında bir fazilet yarışması olmalıdır. Rakibi kötüleyerek bir yere varılmaz.

İktidar olanlar bir defa toplumu kucaklamayı esas almalıdır. İktidar olamayanlar, “Biz bu işi daha iyi yaparız” deyip halka kendini iyi anlatmalıdır. Yıllar yılı iktidar olacağım diye kalkıp her defasında bir arpa boyu yol gidemeyenler iktidara ve iktidar savunucularına kızıp köpürmekten ziyade “Biz niye iktidar olamıyoruz, halk niçin bizi benimsemiyor, biz nerede hata yapıyoruz, kendimizi nasıl yenileyebiliriz, halkın dilini nasıl anlayacağız” diye düşüneceği yerde işi-gücü iktidara ve iktidara oy verenlere kızıyor. Halkın kime oy verdiğine kimin kızma hakkı var? Halkımız bu işi kim daha iyi yapacaksa ona oy verir. Bu halk maceraya yelken açmaz. Kimseye de oyu tapulu değildir. Baktı ki iktidar olan bu işi beceremiyor, muhalefetteki bu sorumluluğu daha iyi yapacak derse seçmen dünün muhalefetini iktidara taşır. İktidardakini de hatasıyla yüzleşsin diye muhalefete indirir. Türkiye’nin geçmiş siyasi tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Muhalefet veya muhalefeti destekleyenler şunu bilsin ki siyaset bir vitrin işidir, halkı ikna etme sanatıdır, kendini iyi pazarlamadır; halkın değerlerini, ihtiyaçlarını, derdini anlama işidir. Kim halkı ikna ederse iktidarı kapar bu ülkede. Yıllar yılı patinaj siyaseti yapan ve bir arpa boyu yol gidemeyen, halkın değerlerini anlamamakta direnen ve kendi meramını anlatamayanların ülkeyi yönetme denilen iktidarı göremezler. Hatta rüyalarında bile.

Desteklediği partisi iktidar olamayınca bazıları, “Biz niye iktidar olamıyoruz” diyeceği yerde gecesini-gündüzünü iktidara kızan, hakaret eden, iktidarın her hareketini eleştiren paylaşımlara yer veriyor sosyal medyada. Bu arkadaşlara yanlış yolda olduklarını, kendilerini yenileyip yeni bir yol haritası belirlemeleri gerektiğini söylemek isterim. Yoksa bu kızma siyasetleri ancak kendi küpüne zarar verir. Bu da ne kedilerine fayda sağlar, ne de ülkeye katkı sağlar.  01/02/2018, Ramazan Yüce, Konya


Türkiye'nin Hocalarla İmtihanı *

Ülkede adına hoca denen kişi sayısı çok. Hepsi de çeşit çeşit, tekdüze değil. Öğretmen, imam, üniversite hocası, bir tarikat şeyhi ya da bir işi iyi bilen vb. kişilere hoca denir bu ülkede. Bazı bölgelerde tanımadığı kişilere 'hocam' hitabı da kullanılır. Kimi de sevdiği, arkasından gittiği kişilere sadece hoca hitabını yeterli görmez. Sonuna ‘efendi’ ilavesi yapar.

Hoca tabiri değişik kişilere söylense de hoca dendiğinde bu ülkede dini bilen, insanlara dini anlatan ve dini yaşamaya çalışan kişiler akla gelir. Halkımızın büyük bir çoğunluğu din adamı da denilen bu hocalara ilgi-alaka gösterir, güvenir, iltifat eder. Kendi iyi olmasa da hoca dediği kişilerin iyi olması gerektiğini düşünür bizim insanımız.

Bu ülkenin sınavlarından, sorunlarından biri de bu hoca denilen kişilerdir. İyisi çok iyi, etrafına güven verir; halk nezdinde sözüne güvenilen, kendisiyle istişare edilen, sözü dinlenen biridir. Bu tipler halkı kolay kolay kandırmaz. Nasıl bilinirse ömrünü öyle tamamlar. Bir de adına hoca denilen kişiler vardır ki önce halka güven verir, halkın güvenini kazanır, sonra gerçek yüzünü gösterir. Kimi ihanet eder, kimi insanları para yönünden dolandırır, kimi taciz vb yollara tevessül edebiliyor. Halkımız, gerçek yüzünü gördükten sonra bu tip hocalara, “Bir de hoca olacaksın” şeklinde serzenişini de dile getirir.

Bu toplum şeytana pabucunu ters giydiren; hoca görünümlü, sonunda ‘efendi’si olan hocaya da şahit oldu. İhanetlerden ihanet beğendirdi bu ülkeye. Bu milletin verilmiş sadakası varmış ki bu hoca bozuntusunun oyun içinde oyunlarını son anda önledi. Biraz pahalıya patladı ama sonunda ülkeyi bu şer ocağına teslim etmedi. Bizim için bu musibet, bin nasihate bedel oldu.

Gerçek yüzü ortaya çıkan hocanın biri gidiyor, biri geliyor bu ülkede. Son günlerde sevenleri, sempatizanları ve tabileri tarafından hocaefendi denilen bir başka hoca ile ilgili operasyonu konuşuyor ülke.

Nebevi tebliğ görevini yaptığını söyleyen, peygamberin yolundan gittiğini izhar eden ne kadar hoca varsa çoğunun arkasında bağlılar ordusu var. İşin garibi hiçbirinin para sorunu yok, itibar sorunu yok, insanlara ulaşma sorunu yok. Hemen hemen hepsinin TV kanalı var. “Haydi ölün” dese, bir sözüyle ölecek nice bağlıları var. Bu keramet dinden mi kaynaklanıyor, yoksa hocanın maharetinden mi, çok anlayamadım gitti.

Bir başka hoca daha var ki kendisini mehdi olarak lanse etmekte. Soyunu ise zaten peygamberin soyuna dayandırıyor. (ne işe yarayacaksa…) Darwin Teorisini çürütmek için epey bir uğraş verdi, kitaplar yazdı. Kendisinin ve bağlılarının hiç para sorunu yok. Paranın suyu nereden geliyor bilinmez. Ne iş yapar onu da bilen yok. TV kanalı var. Haftanın yedi günü kanalının müdavim ve demirbaşı. Müntesipleri, o bildiğimiz dindar-mütedeyyin kadın giyimine pek benzemiyor. Neredeyse anadan-üryan açılmış bir şekilde kanalda boy gösteriyorlar. Ağızlarından inşallah-maşallah pek düşmüyor. (ibadet şekilleri sanırım) Kedicikleri sayesinde kanalda dans, müzik hiç eksik olmuyor. (Bu da ibadetleri olabilir)

Ülkemizin sıkıntılı günlerden geçtiği günümüzde bu sosyete cemaatinin tek gündemi biricik hocaları ve hocalarının ‘Kediciklerim' dediği kızlar. “Yaptığımıza Allah ne der? Yok ya, millet ne der? Daha neler neler!” dedikleri falan yok. Bu işler; inşallah ile maşallah ile olmaz, bu anlattıklarınız ve icra ettikleriniz dine ters diyen olursa yüzleri hiç kızarmadan cevap bile veriyorlar. Çünkü ne yaptıklarından o kadar eminler ki…

Allah’ım! Sen aklımıza mukayyet ol, senin dinini kendi çıkarları uğruna alet edenlere fırsat verme. Dine meyyal bu milletin duygularıyla kimsenin oynamasına izin verme. Dinini kendi menfaatleri uğruna kullanmayan hocalar ver bize. İnsanımıza da olur-olmaz kişilerin ardından gitmeme basiret ve feraseti ver.  01/02/2018, Ramazan Yüce, Konya


* 03/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.