10 Ocak 2018 Çarşamba

Bu Ayaklar Bu Vücudu Çekmez!

Çağımızda çözümü olan hastalıklar olduğu gibi hala tedavisi mümkün olmayan, tedavisi yapılsa da kolay kolay geçmeyen, sık sık nükseden hastalıklar vardır.

Günümüzde öldürmeyen, ama ondurmayan bir hastalık türü var. Adı tıp dilinde nedir bilmem. Ben adını ayak ve diz hastalığı derim. Çünkü bu hastalık ayakta. Üstelik çok yaygın. Hele bir de yaş ilerlemişse, kilon da varsa yakalanmaman mümkün değil. Sorun ya ayak bileğinde ya da diz kapağında. Ne bükülüyor, ne de kaldırılıyor. Kiminin diz kapağında kemiklerin arasındaki sıvı biter, kimi kilodan dolayı ayak çekmez, kiminin ayak bileğinin lifleri kopar. 

Çok genç yaşta görülüyorsa bu hastalığın adı; futbolcu hastalığıdır. Koşmaktan, çarpışmaktan, düşmekten ve dengesiz basmaktan dolayı ayak bağlarında kopma, ayak dönmesi meydana gelir. Kiminin tedavisi merhemle, kimininki fizik tedavi ile, kimininki son çare ameliyat olmakla son bulmaktadır. Kilolu olanlara doktor, kilo vereceksin diye tavsiyede bulunur.

Bu ayak bileğinde, diz kapağında oluşan hastalık eskiden nasıldı, bu kadar yaygın mıydı bilmiyorum. Ama günümüzdeki kadar yaygın olduğunu sanmıyorum. Kolay kolay yürütmüyor bu hastalık. Hele merdiven gördü mü bu hastalar, daha merdivene gelmeden nasıl çıkacağım bu kadar basamağı endişesini taşımaya başlıyor. Çünkü ayağını belirli bir yükseklikte kaldırmakta zorlanıyorlar. Otobüse binemiyor, otobüsten inemiyor. Binmeleri ve inmeleri için bir merasim gerekiyor. Eski tip olan şehir içi otobüslere çoğu yaşlılar, ben buna binemem diyerek bir sonraki otobüsü beklemeye koyulurdu bir zamanlar. Bu tür hastalığa yakalananların yürüme ve ayağını kaldırma sorununun yanında çömelmeleri, eğilmeleri, ayak ve dizlerini bükmeleri ve namaz kılmaları da sorun. Hatta bu yüzden bir ara camilerimizde sandalye üzerinde oturarak namaz kılma çok yaygınlaşmıştı. Diyanetin sandalyeye oturarak namaz caiz olmaz fetvasından sonra biraz azaldı. Ama hala kılanlar var. Böyle namaz olmaz demek kolay. Gel sen onu bir de bu hastalığı çekene sor. Otursa kalkamıyor, kalksa eğilip oturamıyor. Evlerimizde alaturka tuvaletlerin yanında banyolara alafranga tuvaletler de yapılır oldu. Bir diğer adı da engelli wc'si. Umum tuvaletlerde ve otellerde de bu tip wc'ler yaygınlaştı.

Eskiden yaygın olmayan bu ayak hastalığının günümüzde çok yaygınlaşmasının nedeni, öyle zannediyorum hareketsizliğimizdir. Eski insanlar bedenen efor sarf ederek çalışırdı, işleyen demiş ışıldar misali, ayak ve dizde pek sorun ortaya çıkmazdı. Şimdilerde bedenen yapacağımız birçok işi teknoloji vasıtasıyla yapıyor ve beden gücünü fazla kullanmıyoruz, zihnimiz yorgun olsa da bedenimiz iş yapmıyor. Zira masabaşı iş yapıyor çoğumuz. Ev hanımları da masabaşı iş yapanlardan farksız bir durumda. Yürümeyi unuttuk zaten. Neredeyse arabadan inmiyoruz. Vücut hareket etmeyince işleyen ayaklar işlemez oluyor, pas tutuyor. Hareketsizliğimiz kilo almamıza sebebiyet veriyor. Normal vücudu taşımakla görevli ayak, kilolu bir vücudu taşımak zorunda bugün.

Hasılı yeme ve içmesine dikkat etmeyen, sağlıklı ve dengeli beslenmeyen, sağlık açısından düzenli yürümeyen bir vücut hormonlu ve anormal bir şekilde enlemesine gelişiyor. Kilo sorunu yaşadığımızı bile bile inadım inat diyen bir kafanın ceremesini ayaklarımız çekiyor. Hangi tedaviyi görürsek görelim, istersek ameliyat olalım, ayak ve dizler eski randımanını almıyor, ömrümüzün geri kalanını ağrıyarak, topallayarak ağır-aksak, düşe kalka geçiriyoruz. Yanlış ve sağlıksız beslenmeden dolayı düçar olduğumuz diğer hastalıkları saymıyorum bile.

Hasılı, normal vücudu çekmekle görevli ayaklarımız, koca vücudun sıkletini çekmez. Bakmayın siz çeker göründüğüne. Gücü yettiği kadar çekmeye çalışıyor ama ah bir dile gelip "Niye arkadaş! Sizin akılsız başınızın cezasını bu bacaklar çekiyor, insaf ya hu! Allah'tan korkun" derdi. Ama ne edersiniz ki evren yasası böyle...10.01.2018 Ramazan YÜCE, Konya

9 Ocak 2018 Salı

Sen misin fazla uyuyan!

Sabah bir kalktım, saat 10.00'a yaklaşıyor. Hafta içi hiç bu kadar uyumamıştım. Deliksiz uyumuşum. Ama kafa kazan gibi. Başımda ince bir sızı, ağrıyor. Elimi-yüzümü yıkadım. Baş ağrısı yine geçmedi. 

Hapla aram yok, kolay kolay da atmam. Hele kan verme zamanım yaklaşınca hapın yüzüne bakmam. Kendimce tedavi ederim. Tekrar lavaboya gittim. Şakaklarım başta olmak üzere şakaklarımın üstünü ve boynumu ıslatıp ovaladım. Rahatladım biraz. 

Ardından okula gittim. Derslerime girdim. Bir dersimde bir öğrenciyi elinde makasla bir şey keserken gördüm. Nedir o dedim. Hap dedi. Başım mı ağrıyor dedim. Evet dedi. Her başın ağrıdığında atar mısın dedim. Evet dedi. Zaten müptelası olduğu belliydi. Zira çantasından ağrı kesici tablet taşıyordu anlaşılan. Kullanmasan iyi olur, git elini-yüzünü yıka gel, rahatlarsın. Ağrıyan yerini de ovcala dedim. Sessiz kaldı.

Dersten sonra çarşıya geçtim. Akşama doğru eve geldim. Dışarıdaki açık hava, hafifleyen baş ağrımı gidermedi nedense. Vücudumdaki ağırlık devam etti. 

Başım niçin ağrımış olabilir? Neden olacak?Fazla uyumadan. Normalinden fazla uyursan -sen misin uyuyan- ağrımaz başını ağrıtırsın böyle. Bir şeyin azı da zarar, fazlası da. Her işi tadında bırakmak lazım. Uykuyu da öyle. Az uyursan gündüz, sersem sersem, uyuşuk bir şekilde uyur durursun. Çok uyursan kafanın içinde bir başka kafa taşırsın. Akşama kadar ağırlığını ve ağrısını çekersin. Ne yediğinden, ne içtiğinden, ne gezdiğinden zevk alır, ne de işine kendini verebilirsin.

Akşam erken yatıp sabah erken kalkmak gibisi var mı? Erken kalkan erken yol alır. İş yapmak için akşama kadar epey yol alır, dünyanın işini yapar. Geç kalkan insanın planı olmaz, işini vaktinde yapamaz, işini yetiştiremez.

Siz siz olun, benim bugün yaptığım gibisini yapmayın. Zamanında yatın, işiniz olmasa da erken kalkın. Yoksa ağrımaz başınızı ağrıtırsınız benim gibi. 09.01.2018 Ramazan YÜCE, Konya

'Söz senettir' devri geçmiş artık

Dün yeni evlenecek bir genç aradı. "Abi! Mart, nisan gibi düğüne kalkacağım. Kiralık bir ev bulmuştum, adam başkasına vermiş. Şimdi yeni bir ev buldum. Burası da memur kefil istiyor, bana kefil olur musun, dedi. Olurum dedim.

Az sonra bir daha aradı. Emlakçinin kontratı hazırlaması için TC numaramı istedi. Telefondan verdim numaramı.

Az sonra bir daha aradı. Emlakçı, imza için ne zaman gelebileceğimi sormuş. Yarın saat 14.30'da gelebileceğimi söyledim.

Az sonra bir daha aradı. Gelirken devlet memuru olduğumu ispatlayan bir belge istemiş emlakçı. Tamam onu da getireyim dedim.

Dersten sonra gideyim, verdiğim saatte orada olayım, kimseyi bekletmeyeyim diye hazırlık yaparken ertesi gün tekrar aradı, abi! Gelebilecek misin? Ev sahibi, 14.00-14.15 gibi gelecekmiş diye. Tamam geleceğim dedim. Okuldan bir görev yeri belgesi alarak ayrıldım. Şimdi kefil olmaya gidiyorum.

Anlaşılan çiçeği burnundaki damat adayı bu evi çok istiyor. Bir daha bulamam belki diyerek aylar öncesinden ev kiralama yoluna gidiyor. Oğlan haklı. Başka da çaresi yok zaten.

Burada garip olan emlakçının tavrı. Sağlamcı mı sağlamcı. Haydi tanımıyor, kefil istedi diyelim. Adam her kefili kabul etmiyor. Beni de tanımıyor. Zira yeni tanışacağım. Zaten adam beni değil, devlet memuru arıyor, kefil illaki devlet memuru olacakmış. Zira kiralayan kirayı vermezse benden alacak. Ben de vermek istemezsem maaşıma haciz koyduracak.

Evi kiralamak isteyenden önce emlakçıya vardım. Ev sahibi, babasıyla birlikte oradaydı. Kiracıyı bekleyeceğiz dedi. Zira birlikte atılacakmış imzalar. Devlet memuru olduğumu belirten belgeyi verdim. Nüfus cüzdanımı da istedi. Verdim, aldı önüne koydu. Ne yapacaksın kimliği? Zira devlet memuru olduğumu belirten belgeyi verdim, tc numaramı aldınız. Yapacağımız bir kontrat. Bu kadar belge de neyin nesi? Sanki devlet dairesi gibi istiyor da istiyorsunuz. Üstelik şimdi devlet daireleri sizin istediğiniz belge kadar istemiyor, şunun şurasında bir emlak işi yapıyorsunuz, bu kadar güvensizlik fazla değil mi? Ayrıca sizin bu kimlik fotokopimi kötü amaçlı kullanmayacağınızı nereden bilebilirim, dedim. Yer tespiti içinmiş hepsi. Emlakçı verdiğim memurluk belgesini epey bir inceledi. Sahtemi, değil mi iyice baktı.

Hazırlanan kontratı istedim. Okudum hepsini. Adam 25 madde yazmış. Akla gelebilecek her şey vardı maddeler arasında. Bir yıllık kira bedeli olan senetin iki yerine, kontratın altına, iletişim bilgilerinin olduğu bir başka kağıda imzamı attım, hayırlı olsun dedim. Çay içer misiniz ikramına da hayır dedim. Ev sahibinin babası, kim ve neci olduğumu öğrenmek için epey bir didindi. Kısa ve net cevaplar verdim. Dilimin ucuna "Bırak mübarek! Fazlasıyla belge verdim. Yetmedi. Şimdi de şeceremimi öğreneceksiniz" demek geldi, söylemedim. Dedim bu kadar belgeyle kendinizi garanti altına almaya çalışıyorsunuz. Kefil olarak devlet memuru istiyorsunuz. Yarın bu genç, ev kirasını veremezse gelir öderim. Ben ödemek istemezsem hiçbir şey yapamazsınız. Siz benim maaşıma haciz koydurmadan gider maaşımı haczettirir, siz de para alamazsınız, bu çocuğu çıkarmak isteseniz mahkeme yoluyla uğraşır, birkaç yıl uğraşırsınız dedim. Adamlar iyice işkillendi. "İnsanlara güven kalmamış, bak siz bile böyle diyorsunuz" dediler, vedalaşıp ayrıldım. 

Vakit geçirmek için tanıdık bir esnafın yanına vardım. Esnaf, "Hayırdır, hafta içi buralarda pek görünmezdin" dedi. "Param yok ama kefil oldum birine" dedim. Olanı anlattım. Çayımızı yudumlarken esnaf, "Dün biri aradı; kimdir, necidir, nasıldır diye sordu. Demek ki bundan dolayı sordular" dedi. Şaşırdım iyice. Adamlar bir evlerini vermek için kılı kırk yarmışlar dedim. 

Az sonra yanımıza gelen bir avukat, "Bu dünyada memur olmak varmış" dedi. Siz devlet memurunu beğenmez, ne uzar, ne kısalır dersiniz. Bakın avukat olmuş, terzi olmuşsunuz. Ama sizin kefilliğinizi kabul etmiyor kimse. Arkamda tapu gibi devlet var, dedim. Gülüştük.

Hasılı, toplumda var olan ve iyice derinleşen bu güvensizliğin sonu hayır değil. Ev sahibi kendini, emlakçı işini baştan garantiye alıyor. Zaten kiralar aldı başını gidiyor. Allah kiracı olana yardım etsin. Ev sahiplerine de iyi kiracılar versin. Daha kefil olmadan adamlar yordu beni. Kefil olmadan önce işin yoksa şahit ol, paran çoksa kefil ol sözü aklıma geldi.  Ama aldırış etmedim. Niyetim neslin korunması amacıyla toplumun temeli olan yeni bir ailenin kurulması için evlenecek olana ve ev sahibi olana Allah yardım eder misali bir katkım olsun istedim. İnşallah değer. Bana da iş düşmez. 09.01.2018 Ramazan YÜCE, Konya

8 Ocak 2018 Pazartesi

Ne yapacağız bu köpekleri biz?

Şehrin içinde, herkesin gözü önünde sabahın erken saatinden geç vakte kadar salıverilmiş köpekten geçilmiyor. Bir tane de değil, grup halinde bulunuyorlar üstelik. Köpeklerin mesken edindiği yeri bilenler kestirme olsa bile köpeklerle karşılaşmamak için yollarını uzatarak başka yoldan gitmek zorunda kalıyor. İte dalanmaktansa, çalıyı dolanmak daha evladır dercesine.

Köpeklerin arasından iki yıldır geçip gidiyorum. Sanmayın ki korkmuyorum. Köpek bu. Ne yapacağı belli olmaz. Korka korka, titreye titreye, bildiğim duaları arka arkaya okuyarak cahil cesaretiyle gidiyor ve geliyorum; kötüye bir şey olmaz diye diye kendimi avuturcasına.

Rahatları beyde yok. Kimi boğuşuyor kendi aralarında, kimi yola sere serpe uzanmış, kimi uyuyor, kimi dik dik sana bakıyor, kimi herhangi bir tehlike ve ava karşı hazır tetikte bekliyor. Geçen gün saat 07.20 sularında karanlık bir havada yine aralarından geçerken fazla köpek yoktu. Nerede bunlar derken az ileride bir köpek gördüm. Ama kafası normal köpeğin kafasına benzemiyordu. Acaba, köpeğin dışında başka dört ayaklılar da mı var burada diye endişelenmeye başlamıştım ki, köpek kafasını çıkardı. Meğer köpek, bir başka köpeğin altını kaşıyormuş. Benim kafası dediğim kısım diğer bir köpeğin arka tarafıymış.

Geçen yıl yolların karla kaplı, kimi yerlerin buz tuttuğu yoldan -yine köpeklerin bölgesinden- geçiyorum.  Derse yetişmek için acele ediyorum. Bir taraftan da kaymamak için çaba sarf ediyorum. Tam sokağın bitiminden sağa döneceğim yerde hazır kıta olmuş bir köpek ön iki ayaklarını dikmiş bekliyor. “Ya Rabbi! Beni köpekten koru’ derken sağa döneceğimde ayağımın hafif kaymasıyla beraber kendisine zarar vereceğimi hisseden köpek, hemen havlamaya başladı. ‘Hoşt!’ diyerek daha bir hızlandırdım adımlarımı, buzdan düşmeye aldırmadan. Nihayet atlattım. Yine kötüye bir şey olmadı.

Bir gün öğle vakti yine evime gitmek için köpeklerin bulunduğu mahalden yürüyorum. Daha köpeklerin yoğun olduğu kısma gelmemiştim ki baktım iri yarı, kabadayı görünümlü biri, kenarda bekliyor ve dik dik bana bakıyor. Issız bir yer, köpekten korkarken şimdi de bir adam çıktı. Hırlı mı hırsız mı, kimdir, necidir diye düşünmeye başladım, bir taraftan da yürüyorum ona doğru. İçimden 'Ramazan! Bugüne kadar içlerinden geçerek gittiğin köpekler sana zarar vermedi ama şimdi kendi cinsinden biri sana zarar verecek, görmüyor musun adam seni bekliyor. Adamla kavga etsen; beceremezsin, zira adam sana bir vursa yumruğunun yarısı boşa gider' dedim. Tam adamın yanından geçerken adam benim yanıma yaklaştı. ‘Şimdi bittin oğlum Ramazan’ dedim. Baktım adam benimle beraber yürümeye başladı. Tanıdık mı dedim, yüzüne baktım. Hayır, böyle birini ilk defa görüyorum. Baktım adam hala benimle beraber yürüyor. Adamın derdi anlaşıldı. Zira bu adam köpekten korkuyor. "Yoksa köpeklerden mi korktun" dedim. Evet dedi. Derin bir oh çektim kendi kendime. Korkusuz korkak olarak korkan birine yardım ettim anlayacağınız. Bir beş dakika birlikte yürüdük. Adam köpeklerden dertliymiş. Başladı köpeklerin çokluğundan, sahipsizliğinden, geçemediğinden… tehlike geçince adam yanımdan ayrıldı gitti.

Sahi, bu köpeklerin sahibi yok mu? Sahipsizse niçin meydanlarda alenen gezip dolaşıyor? Sahibi varsa niçin salıveriyorlar bu köpeklerini? Bu şekilde ulu orta salıverilen köpeklere bakmayacaklarsa, işlerine yaramıyorsa,  ihtiyacı olan birine vermeyi düşünmezler mi? Belediyemiz bu konuda sahipsiz köpekler için ne düşünüyor? Köpeklerin gelip geçenleri daha doğrusu korkudan geçemeyenleri korkuttukları yeter artık. Tedbir alınması için illaki köpeklerden birinin bir vatandaşı ısırması mı gerekiyor? Bu köpekleri belediyenin götürmesini sahipleri istemiyorsa o zaman her köpeğin kime ait olduğunu belirten bir numara verilsin, köpeğini evinin önüne bağlamayan veya dışarıda gezerken sahibi yanında olmayan sahipsiz köpeklerin kulaklarındaki numaraya yani köpek sahiplerine ceza yazılsın. Bu şekildeki bir tedbir, sahipsiz köpeklerin önüne geçecektir. Yeter ki ucunda ceza olsun. 08/01/2018 Ramazan YÜCE, KONYA





7 Ocak 2018 Pazar

Bereketsiz ve hareketsiz bir dönemdi *

Hafif bir beyazlatmanın dışında Konya bu sene kar yüzü görmedi, bereket şehrimize uğramadı. Yani kara hasret kaldık. Bereket olmayınca hareketlilik de olmadı. Kar olmayınca hava muhalefeti olmadı. Yetkililer kar yoksa size tatil yok dedi. Bu yüzden okullar koca bir devreyi tatilsiz kapattı.

İşler kesattı bu sene. Çünkü bereket yoktu. Kış şartlarından satış yapan esnaf siftahsız kepenk kapattı. Öğrenci, veli, basın mensubu, yetkililer karın ve hava şartlarının muhabbetini yapamadı. Kimse "Kar, kaç cm oldu?" diyemedi.

Kar yağmayınca öğrenci ve öğretmen tatil beklentisine girmedi. Kimse keşke tatil olsa demedi. Okullar tatil olmayınca okulların tatilini takip edenler, "Haydi iyisiniz, bu sene amma da tatil yaptınız" diyemedi.  Bazıları da, "Haydi öğrencilere tatil verildi, öğretmenler niçin tatil yapıyor. Aslında onlar okula gitmeli" diyemedi. Böylece ağızları yorulmadı. Lafları ağızlarında kaldı. Halbuki ne kadar da ağızlarını doldura doldura konuşuyorlardı tatil olunca. 

Kar yağmayınca valiliklere pek iş düşmedi. Kimse valiliğin sayfasını ziyaret etmedi. Böylece sayfa tıklanma rekoru kıramadı. Vali ve il milli eğitim müdürlerinin tweetleri de takip edilmedi. Öğrenci, onlar hakkında hayır duada bulunmadı. "Yaşa, sağ ol, vali-müdür amca" diye tweet atmadı. Servisi arızalandığı için okuluna gidemeyen öğrenciyi vali, makam arabasıyla almaya gidemedi. Sabahın köründe vali, basın mensuplarına açıklamada bulunamadı.

İlçe ve il milli eğitim müdürleri "Don tehlikesine karşı müdürlüklerimizin gerekli tertibatı alması" şeklinde okullara bir yazı göndermek zorunda kalmadı. "Kar tatili dolayısıyla yapılamayan derslerin planlaması yapılarak telafi edilmesi" demedi. 

Basın, "Kara kış bastırdı, kış kapıya dayandı, sular dondu, araçlar yolda kaldı-kaydı" şeklinde haber yapamadı. Zincirleme kazalara yer veremedi. Kar tatili veren illeri alt alta yazamadı.

Yağan kar sonrası ana-arterleri sürekli açık bulundurmak zorunda kalan belediyelere iş düşmedi, tuzlama yapmak zorunda kalmadı. 

Belediye, sokağını açmayınca kötü komşu mal sahibi yapar diyerek kimse kar küreği alma yoluna gitmedi. Yolunu kendisi açmak zorunda kalmadı.

Çocuklar ve çocukluğunu yaşayamamış büyükler kartopu oynamak için dışarı çıkamadı, kimse kardan adam yapamadı.

Öğrenci ve öğretmen boynunu büktü, sabahın köründe okulunun yolunu tuttu. Tatil havası olmayınca öğrenci derslerine ve sınavlarına hazırlandı. Öğretmen “Tatil olur mu? Bu havada öğrenci gelemez, ki tatil olması gerekir” diyemedi.

Çoğu kimse bereketsiz geçen bu devreye sevinemedi. Çiftçi, "Ne olacak ektiğim ekinin hali?", esnaf; "Aldığım onca kürek elimde kaldı." dedi. Kışlık ürün satanlar, “Ne yapacağım bu kadar ürünü? Borcu nasıl ödeyeceğim” şeklinde dert yandı. Öğrenci ve öğretmen, "Koca bir dönemi tatilsiz kapattık, hiç amorti de yok" dedi. Okul personeli, "Bir kar tatili olsa da temizlediğim sınıf bir gün bari temiz kalsaydı, bana iş düşmeseydi" dedi.

Sevinenler de yok değildi elbet! Mesela belediyelerimiz karla mücadele etmek zorunda kalmadı. Kimse onları, "Nerede bu belediye!" diye çağırmadı. Milli Eğitim Bakanlığı, ilk defa tatil yapmadan yıllık iş günü olan 180 gün eğitimi tutturacağım, dedi. Kantincilerin sevinçlerine diyecek yoktu bu süreçte. Çünkü her tatil, kepenk açmamak ve kazanmamak demekti onlar için.

Hasılı, kış mevsiminde kışı göremedik. Her yönüyle bereketsiz bir dönem olmakla beraber sonuçları itibariyle susuzluk gibi daha büyük bedellere maruz kalacağız sanki. Rabbim beteriyle imtihan etmesin. 07.01.2018 Ramazan YÜCE, Konya

* 17/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



6 Ocak 2018 Cumartesi

Gönül almak çok zor değilmiş!

Bir ara okul kantincilerinin dertlerini kaleme almıştım bir yazımda. Bu yazım, kantinciler arasında epey bir ses getirdi. Birçoğu sosyal medyada paylaşımda bulundu. Olumlu tepkiler aldım.

"Okul Kantincilerinin Feryadını Duyacak Yok mu?" başlıklı yazımı sosyal medyada paylaşan kantinci ve kantinci dernekleri, ismime veya bloguma yer vererek sosyal medyada paylaşırken Kocaeli Kantinciler Derneği Başkanı Sayın Alican KAZGAN ise kendi derneklerinin yazısıymış gibi göstererek Kocaeli'nde yayın yapan iki gazeteye Sayın Başkanın ifadeleriymiş gibi haber yaptırmış olmaları dikkatimi çekmiş ve garipsemiştim. İlk önce Kocaeli Kantinciler Derneğinin web sayfasına, ardından yazıyı haber yapan iki gazeteye "Yazının şahsıma ait olduğunu" belirten e posta gönderdim. Taraflar dönüş yapar düşüncesiyle belli bir süre bekledim. Dönüş olmadı. Bunun üzerine 20.11.2017 tarihinde "Yakışık Almadı Hiç" başlıklı bir yazı daha kaleme alarak yazım; hem blogumda, hem de 'Anadolu'da Bugün' gazetesinde yayımlandı. Bu yazımda Kocaeli Kantinciler Derneği Başkanı Alican Kazgan Beyi tenkit etmiş, yaptığının doğru olmadığını ifade etmiştim. Yazımın kendisine mal edilmesinden geçmiş, geri dönüş yapmamalarına içerlemiştim.

Bir akşam telefonumu bilinmeyen bir numara aradı. Açtım. Telefondaki kişi Alican KAZGAN Bey idi. "Kantincilerin durumuyla ilgili benden demeç vermemi istemişlerdi. Kendilerine birkaç gün sonra olabilir dedim. Sizin yazı elime geçince tam bizi anlatıyor diyerekten basına verdim. Kusuruma bakmayın..." sadedinde durumunu anlatan ve gönlümü alan şeyler söyledi. "İletişim numaranızı aradım, bulamadım. O yüzden aramayı bu kadar geciktirdim" dedi. Alican Beyin bu duyarlı davranışından dolayı ben de kendisine 'Bu şekilde olmasaydı daha iyiydi, ismimi verseydiniz daha şık olurdu. Ama duyarlılık gösterip aramanızdan dolayı ben de teşekkür ederim, önemli olan kantincilerin sesini, feryadını duyurmaktı. Bir nebze de olsa katkım olduysa kendimi bahtiyar hissederim" dedim. Ardından birbirimize karşı iyi dilek ve temennilerde bulunarak, birbirimizi bulunduğumuz yerde ağırlamaktan memnuniyet duyacağımızı ifade ederek vedalaştık. 

Gördüğünüz gibi insanoğlunun gönlünü  -hele benim gönlümü- almak o kadar da zor değilmiş. Bir telefon bile yüz yüze gelmediğimiz bir insana olan kızgınlığımızı yok ediverdi. 06.01.2018 Ramazan YÜCE, Konya 



İnsanları Potansiyel Suçlu Görmek

İnsanları hepten potansiyel bir suçlu gibi görmek, onlardan şüphelenmek, onlara suçlu muamelesi yapmak günümüzde özellikle son yıllarda ön plana çıkan davranışlarımızdandır. Bu tür hareketler hız kesmeden devam ediyor, niyet okuyuculuğu yapıyoruz, insanlara ön yargılı davranıyoruz. Maalesef hastalık derecesine vardı bizim bu bakış açımız. Bu durum aramızda var olan güvensizliği artırmakta ve toplumsal barışı dinamitlemektedir. 

Suçlu olana suçlu muamelesi yapılmasın demek istemiyorum. Herkese açık çek verelim, suçlular aramızda barınsın demiyorum. İnsanlara güvenelim, fakat tedbiri elden bırakmayalım. İnsanları araştırırken kılı kırk yarmayalım. 

Önemli bir yere getirmek veya gelmek isteyenleri yeterince araştıralım ama bu işi farkına varmadan yapalım. Çünkü insan kendisinden şüphelenilldiğini hissettiği an farklı duygular yaşar, suçluluk psikolojisi hissetmeye başlar, incinir, insanlara ve hayata küser. Hayata küsüp içine kapanan normal hareketlerde bulunamaz.

İnsanoğlu öyle bir varlık ki hemen hemen hepsi hata ve yanlış yapabilir. Çünkü hata yapma potansiyelini bünyesinde taşır. Hiç hata yapmayan, tertemiz insan aramak ve bulmak mümkün değildir bu dünyada. İlk insan ve ilk peygamber Hz Adem bile ilk denenmede hata yapmıştır. Hatasına rağmen Rab Teala, özür dileyen ve pişmanlık duyan Hz Adem'e tekrar şans vermiş ve üstelik peygamber olarak tayin etmiştir.

Biz hata ve yanlış potansiyelini taşıyan insana güvenerek işe başlasak, bu tiplere bir şans daha versek içlerinde mutlaka ihanet edenler çıkar ama öyle zannediyorum, büyük bir çoğunluğunu tekrar kazanırız. Bunlar suç potansiyeline sahip diyerek onlara şans vermemek tamamen kaybetmek demektir. İhtiyacımız olan toplumsal barışa da katkısı olmaz. 06.01.2018 Ramazan YÜCE Konya