15 Ekim 2017 Pazar

Tükettikçe Tükeniyoruz

İsraf denince hepimizin aklına gelen ilk örnek ekmek israfıdır. Doğrudur, çöpe atılan ekmeğin haddi hesabı yoktur. Fakat gündelik hayatta ekmeğin dışında öyle israflarımız var ki ekmek israfına rahmet okutur.

Elbise, eşya, araba vb. israflarımız had safhaya ulaştı. Çılgınlar gibi harcıyoruz. Bazen ihtiyaçtan, bazen modayı takip etmek suretiyle ömrümüzü almaya adıyoruz. Nedense bir türlü doyuma da ulaşmadık. Çoğu zaman da ihtiyaç olmadan alım yapıyoruz. Evlerimiz elbise dolu. Giyinmeyi bekliyor. Bazen bir giyimlik aldığımız elbiseler var. İndirim varsa koşuyoruz almaya. Alırken de giyeriz diye almıyoruz. Çoğu zaman moda rüzgârına kapılıyoruz. Birkaç giyimden sonra giymemek üzere gardıroptaki yerini alıyor.

İhtiyaçtan öte olan bu harcama bir tutku halini aldı. Harcamanın esiri olduk. Yarışıyoruz  adeta. Birbirimizin tüketimine bakarak tetikliyoruz kendi kendimizi. O almış ben de alırım. O arabasını yenilemiş ben de yenilerim. O yeni ve geniş bir eve çıkmış, ben de çıkarım. O yeni elbise almış, ben de alırım. O, ev eşyasını yenilemiş, ben de yenilerim. O, karnını lüks lokantalarda doyuruyor, ben de doyururum. O, çocuğuna şunu almış, ben de alırım. O, tam porsiyon bir otele gidiyor, ben de giderim... İşin garibi parası olan da harcıyor, olmayan da. Mevcutla yetinmiyoruz. Geleceğimizi tüketiyoruz. Bir bütçe disiplinimiz yok. Devlet bütçesi gibi bir bütçemiz var. Sürekli borçlu yaşıyoruz. Dayanıyoruz kredi kartına. Ceplerimiz birden fazla kredi kartıyla dolu. Cüzdanda paramız olmasa da kredi kartımız sayesinde bir kredimiz var. Yekûn borcumuzu ödeyemesek de bankamızın bize sağladığı asgari ödeme tutarı var, firmaların verdiği taksit seçeneği var. Eksik olmasınlar bizde olanı tüketmek ve ardından kanımızı emmek için her seçeneği sunuyorlar bize. Sen yeter ki harcamak iste. Büyük alımlarda en büyük dostumuz bankalar. Dilediğin kadar kredi açıyorlar bize. Atın ölümü arpadan olsun diyerek yaşıyoruz. Bir müddet bey gibi yaşadıktan sonra sıfırı tüketip iflas bayrağını çekiyoruz. Bu aşamadan sonra sıfırı da bulamayız, eksilerde yaşamaya devam ederiz. Borcu kapatmak için eşin-dostun kapısını çalarız. Kimseden yeterli desteği göremeyince dostum yokmuş demeye başlıyoruz.

Çılgınlık derecesinde olan bu tüketim hastalığımız, içimizdeki mutsuzluğu gidermek için. Aldıkça mutlu oluruz diyoruz ama olmuyor bir türlü. Hepsi geçici bir heves çünkü! Eskiden para saadet getirmez denirdi. Şimdi her şeye sahip olmayı istemek de mutluluk getirmiyor. Azla yetinme, aza kanaat getirme, ayağını yorganına göre uzatma devri geride kaldı. Eskiden yuvayı kuran dişi kurt denen kadındır denilirdi. Şimdi alma, harcamada kadınlar en önde. Aza kanaat getirmiyor, olanla yetinmiyor.

İşin özü, tükettikçe tükeniyoruz, geleceğimizi yok ediyoruz. Bir daha geri gelmeyecek şekilde huzur ve mutluluğumuzu buzdolabına kaldırıyoruz. Aslında ne zaman olanla yetinir, birbirimizle yarışmaz isek işte o zaman mutluluğumuz geri gelir. İnanmayan deneyebilir bu yolu. Üstelik denemesi bedava ve akla en uygun olanıdır. 15.10.2017


Belediyeler Yağma Hasan'ın Böreği mi? *

Hafta sonu tatilinde ajanslara bir göz attım. En borçlu belediyelerin isimlerini ve ne kadar borçlu oldukları haberleri verildi. Borçlu belediyelerin başında terör örgütüyle özdeşlemiş belediyeler başı çekiyor. İşin garibi büyük bir kısmı da büyükşehir statüsünde olan ilçe belediyeleri.

Devletin belini büken, devleti borç batağına sürükleyen kurumların başında maalesef belediyelerimiz geliyor. Nasıl beceriyorlar bilmiyorum. Görüntü 'Yağma Hasan'ın Böreği'ni andırıyor. Bu kurumlar özel sektöre ait bir firma olsa çoktan iflas bayrağını çekerlerdi. Ne edersin ki kamu kuruluşu bunlar. Bütçe nedir, nasıl yönetilir, nasıl tasarruf edilir hesabı yapılmıyor anlaşılan buralarda. Görünen o ki hesap soran bir merci de yok. Kimseye neyi, nereye, niçin harcadın hesabı sorulmadığına göre harcanmış da harcanmış. Orta yerde bir eser varsa helâli hoş olsun borçlar. Birçok belediye enine-boyuna incelense yüzünün akıyla sınıfı geçen kaç belediye çıkar? Öyle zannediyorum hepsi sınıfta kalır; ister iktidara ait bir belediye olsun, ister muhalefete ait. Merak ediyorum bu belediye başkanlarına yönetsin diye aile şirketi verilse böyle harcamayla şirket en kısa zamanda iflas bayrağını çeker. Zaten aile büyükleri kendi şirketlerinden uzak tutuyor anlaşılan bu başkanların çoğunu. Babaları, 'Oğlum sen şirketten uzak dur, git devleti batır' demiş olmalı.

Belediye başkanlarının çoğu belki de hayatında üç-beş koyunu gütmemiştir, orta ölçekli bir bütçe yönetmemiştir. Çoğu dişinden, tırnağından artırarak bir gelir elde etmemiştir. Partilerine yaslanarak başkan seçilen bu tipler devasa bütçeyi görünce mirasyedi evlat gibi davranıyor, har vurup harman savuruyor; vur patlasın, çal oynasın misali. Nasılsa ne doğru dürüst hesap soran var, ne de arkasını arayan.

Belediyelerin çoğu siyasi partilerin arpalığı mesabesindedir. Bu yüzden siyasi partiler mahalli idarelere çok büyük önem atfeder, kazanmak için ölümüne mücadele ederler. Başkan seçilen partisinin menfaatlerini gözettikçe en gözde, bir numaralı belediye başkanı olur.

Başkan ve belediye encümenlerinin ipi, kazan kazan ilişkisi üzerine kuruludur. Birbirlerini besledikleri müddetçe hiç sorun olmaz. Denetlemeye gelenler ise dostlar alışverişte görsün türünden denetler. Gördüğünüz gibi birbiriyle menfaat ilişkisi içerisinde olanlar hallerinden memnundur. Belediyelerdeki olumsuz durumu haber yapması gereken yerel basın görmez ve duymaza oynar. Zira belediyeler reklam ve ilanlarıyla da onları besleyip ayakta tutar. Halk belediye başkanından memnunmuş değilmiş, belediye borç takmış kimsenin umurunda değil.

5 yıl boyunca kimse hesap sormaz onlara. Yeniden kazanırsa saadet zinciri kaldığı yerden devam eder. Belediye el değiştirirse yerine gelen 'Borç devraldım' diyerek işe başlar. O da bir müddet sonra bu işin yolunu, yordamını öğrenir. Hızlı bir şekilde borçlanma yoluna gider. İşin aslı, suyun başını tutanlara hiçbir şey olmuyor. Zira borç devletin borcudur. Minareyi çalan kılıfını da uydurmuştur zaten. Olan vergisiyle bu borçları ödenek zorunda kalan halka oluyor.

Belediyeler temizliğin ve şeffafın yeri olmazlarsa ve tedbir alınmazsa sırtımızda kambur olmaya devam eder. Bu gidiş bize daha fazla vergi olarak döner. Zira bu giden paralar milletin parasıdır. Bu işler borçlu belediyeleri televizyonlarda ifşa etmekle olmaz. Devletin görevi bu işin üzerine gitmesidir, kimsenin yaptığı yanına kar kalmamalıdır.

Belediyelerin borçlanması böyle gelmiş, böyle gider diye düşünülmemeli. Mutlaka bir neşter vurulmalı, bütçe disiplini getirilmeli, belediye başkanı ve meclis üyeleri mercek altına alınmalı. Dürüst belediyecilik  yapacağım diye yönetime gelen dürüst kişiler belediye rantı içinde boğulmamalı. İşin içinde olanlar bu belediye bütçesini yetim malı olarak görmeli, deniz misali görmemeli. Devlet, denetim görevini ciddi yapmalı. Başkan ve üyeler savurganlıkta, harcamada kılı kırk yarmalı. Başına buyruk hareket etmemeli. Bütçe disiplinine riayet etmeyen başkan ve üyeler cezalandırılmalıdır. 15.10.2017

* 18/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bereketiyle Geldiler Hep

Sosyal güvencesi olmayan yedi çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak tek odalı bir evde dünyaya geldim. İlkokula geç başlamışım. İlkokulu bitirdikten sonra üç yıl hafızlık eğitimi aldım. Ardından gurbet yolculuğu başladı benim için. İHO’ya kayıt oldum Konya’da. Tek odalı evden, çok odalı ve çok katlı yurtlar meskenim oldu.

Harçlığımı kazanmak ve aile bütçesine katkıda bulunmak üzere orta birin yaz tatilinde inşaatlarda çalışmaya başladım. Her yaz bazıları için bir tatil ifade ederken benim için bir ayını hıfzımı sağlama, diğer geri kalanı ise inşaatlarda çalışmak idi. İlk maaşımı Lise 3 ve 4.sınıf yaz döneminde Uluırmak Nuraniye Kuran Kursunda belletmenlik ve yaz dönemi gelen çocukları okutarak aldım. Aylığım 20 lira idi. İki ay çalışarak  40 lira kazanmıştım.

Lise son sınıfta iken ileride “girmedim” demeyeyim diye girmiş olmak için üniversite sınavına müracaat ettim. Zira yükseğini okuma gibi bir niyetim yoktu. Bir an evvel imamlık alıp muhtaç durumdaki aileme yardımcı olmaktı. Çünkü ne okuyacak param vardı, ne de imkanım. Üstelik çoğu kimse dershaneye giderken ben dershaneye de gitmemiştim.

İki aşamalı olarak girdiğim ÖSS ve ÖSYS sınavları sonucunda Erciyes İlahiyatı kazandım. Babam, “Aman imam olma, oku oğlum!” dedi. Bu, hiç beklemediğim bir tavırdı. En azından gidip bir deneyeyim diyerek Kayseri İlahiyat’a kayıt yaptırıp okula başladım. Yaz döneminde inşaatta çalışarak elde ettiğim para suyunu çekinceye kadar okudum. Önce Kayseri amele pazarına, oradan bir iş çıkmayınca Talas ilçesinde bulduğum inşaatlarda çalışmaya başladım. Hafta içi veya hafta sonu fark etmiyordu benim için. Zaten vasıfsız bir eleman olarak yapacağım başka da bir iş yoktu.

Hazırlık ve 1.sınıfı okuduktan sonra Selçuk İlahiyat’a yatay geçiş yaptım. Bu arada babam, “Oğlum zamanın geçiyor, seni evlendirelim, yaşın 26 oldu” dedi. (Çoğu kimse 22 yaşında göreve başlıyorken nedense ben 26 yaşında hala öğrenci idim.) Olmaz, evi nasıl beslerim, zira ben öğrenciyim” dedimse de cahil cesareti diyelim fakülte ikide iken evlendim. Fakülte bitinceye kadar yine her yaz döneminde inşaatlarda çalışmaya devam ettim. 89 yılında 3.sınıfı okurken biri, 91 yılında okulu bitirme finallerinde ise ikizlerim dünyaya geldi.

Hasılı 3 çocukla mezun oldum fakülteden. İlk çocuğun ardından gelen ikizleri gören, "Bunlara nasıl bakacaksın, karınlarını nasıl doyuracaksın, nasıl okutacaksın, nasıl evereceksin" dedi. Acıyarak baktı çoğu kimse bana. Rızkı verenin Allah olduğuna inandığım ve hiç rızık endişesi taşımadığım halde yeni gittiğim yerlerde çocuk sayımı söylemekten kaçındım çoğu zaman, söylerken de utana-sıkıla ifade ettim. Güneydoğu'da tanıştığım insanlar üç çocuğu az görürken bizim Batı tarafı ise hep fazla gördü, bu kadar çocuk olur mu diye. (Erdoğan’ın en az üç çocuk döneminden çok önceydi benimkisi.)

91 yılında 4 ay kadar vekil öğretmenlik yaptıktan sonra Gaziantep’de ilk görevime başladım. 7 yıl kadar da Adıyaman’da çalıştıktan sonra tayinimin çıktığı Adana’da herkesin bu kadar çocuk fazla dediği bir ortamda 4.çocuğum dünyaya geldi. Allah bağışlasın dört tane çocuğum var. Çocuk diyorum biri 28, ikisi 26, küçükleri ise 15 yaşında. İlk üç çocuğun boyu aynı boydaydı. Gören çoğu kimse bunlar ikiz, yok üçüz tartışması yapardı biz yanlarından geçerken.

İlk üçü iş-güç sahibi oldu, işini-aşını buldu. İlkini 2014 yılında evlendirip 2015 yılında dede oldum. Dedelik bana yabancı değildi. Zira en son doğan çocuğumu torun gibi sevdim, alışkındım buna. Şimdi sırada ikizlerin evliliği vardı. Biri 21 Ekim 2017’de, diğeri 03 Aralık’ta dünya evine girdi. Uçup kendi yuvalarına gittiler. Geriye ikiz ağabeylerinden 12 yıl sonra dünyaya gelen benim Hoşçocuk dediğim en küçüğüm kaldı.

Hikaye anlatmıyorum, hayatımı anlatıyorum. Nereden nereye? Rabbü’l alemine sonsuz şükürlerim olsun! Nasıl şükretmeyeyim? Çoğu kimsenin “nasıl okutacaksın, nasıl büyüteceksin, nasıl evlendireceksin” diyerek saldıkları korku ve vehmin hiçbiri olmadı. Çünkü ne büyürken, ne okurken ne de evlenirken hiç yükleri olmadı bana. Sosyal güvencesi olmayan bir babanın üçüncü evladı olarak az veya çok maaşım vardı. Maaşımı hiç az görmedim. Durumumu benden iyi bilen çocuklarım benden uçuk-kaçık talep ve isteklerde de bulunmadı. Hiç para sıkıntısı da çekmedim. Ayağımı yorganıma göre uzattım. İhtiyaçlarımı elimdeki imkanlarla sınırlandırdım. Olanla yetindim. Okumak isteyen çocuklarımın önünü açtım. Azla yetinmeyi, kendi ayakları üzerinde durmayı öğretmeye çalıştım onlara. Şükür ki becerdiler. Her zaman göğsümü kabarttılar. Yüzümü kara çıkartmadılar. Cenab-ı Hakk’a hep şükrettim.

Elbise aldım büyüğünden. Çünkü önümüzdeki yıl da giysinler dedim. Harçlıklarını en az seviyede tuttum, çoğu zaman beslenmelerini evden götürdüler. Hazır bez yüzü görmediler, Amerikan bezi onların yatağıydı. Bisiklet aldım üçü bindi, çocuk arabası aldım ikisi bir oturdu, yatak aldım aynı yatağı iki kişi paylaştı. Yetmeyen anne sütüne karşılık mama ilavesi yerine pirinç unu onların en büyük katığıydı. Her şeylerini paylaştılar birbirleriyle. En son doğan hazır bezi, mamayı, tek bisiklete sahip olma avantajına sahip oldu.

Hiç kızım olmadı ama Allah bana 3 Aralık itibariyle üç gelin nasip etti. Şimdilik dört oğul, üç gelin ve bir torun olmak üzere büyük bir aile oldum. Allah’ıma sonsuz şükürler olsun! İlk üç çocuğum okurken bana külfet olmadıkları gibi evlenirken de masraf olmadılar. Kendi düğünlerine varıncaya kadar ev-bark sahibi oldular. Ben de düğünlerine başka misafirler gibi eşlik ettim. Kiminin iyi niyetli, kiminin de felaket tellalı olarak “Nasıl bakacaksın, nasıl evlendireceksin, nasıl okutacaksın” olumsuz senaryolarının hiçbiri gerçekleşmedi. Hepsi bereketiyle geldi. Bereket bırakarak hanemden kendi hanelerine uçup gittiler. (İlk üç çocuğumu Kahta’da sünnet ettirmek için bir sünnet memurunun yanına vardım. Sünneti 2500 liraya yapıyorum dedi. Toptan olursa kaç olur dedim. Nasıl dedi. Üç çocuk dedim. O zaman 2’er binden yaparım dedi. Sünnetlerinde bile bereket vardı anlayacağınız.)

Evet, ilk üç evladım böyle. Sonuncu nasıl olur bilmem. Bana felaket senaryosu çizenler gibi düşünmüyorum ama bu uzun hikayeme biraz espri katayım isterseniz. Ocağıma incir ağacı dikerse evde kalan diker  sanki. Ne de olsa torun gibi büyüttük onu. Torunlar biraz nazlı olur.

Ben çocuklarımdan razıyım. İnşallah Rabbim de onlardan razı olur. Sıcak bir yuvaları olur. Rabbim onlara geçim, dirlik ve huzur verir. Allah kimseyi altından kalkamayacağı bir imtihanla imtihan etmesin. Hepimizin evladına iş, aş, sıcak yuva ve huzur nasip etsin.

Güle güle evlatlar! Yolunuz açık olsun, yüzünüz gülsün, dünya sınavınız kolay olduğu gibi ahiret sınavınız da kolay olsun. Ben sizinle nasıl gurur duymuşsam umarım sizler de çocuklarınızla gurur duyar ve mutlu olursunuz. Allah işinizde düzgün ve en iyisi olmanızı, aşınıza haram karıştırmamayı nasip etsin. Bravo size! Unutmayın ki varlığınız hep bereketti benim için. Ben sizlere iyi bir imkan sunamadım. Buna rağmen siz ayaklarınız üzere durmayı becerdiniz. Şımarmadınız. İyi bir insan, iyi bir kul oldunuz. Dilerim ki Mevlam’dan hep iyilerle karşılaşırsınız. Eşlerinizle muhteşem ikili olursunuz. Huzurlu bir ailenin temelini atarsınız. Sizler de çocuklarınızla gülersiniz, hanenize bereket getirirler inşallah. Allah hepinizin yolunu açık etsin! 03/12/2017

12 Ekim 2017 Perşembe

Üniversiteye Giriş Sistemi Sil Baştan*

Cumhurbaşkanının kaldırılmalıdır sözünün ardından TEOG adı verilen sınav sistemi kaldırıldı. Yerine ne konacağı konusunda MEB’de hummalı bir çalışma var. Zaman zaman kısa açıklamalarla kamuoyu bilgilendirilse de liseye geçişte ne uygulanacağı netleşmiş değil. MEB hala yerine bir kriter koy-a-madığına göre sanırım MEB’in kafası karışık. MEB düşünedursun, YÖK atağa geçti bile.

12/10/2017 günü YÖK Başkanı basının karşısına çıkarak 2018 yılında uygulanacak olan yüksek öğretime geçiş sisteminin yenisini açıkladı. Yeni sınav sisteminin adı tam telaffuz edilmese de kamuoyu şimdiden YKS adını verdi bile. Artık mart ayında yapılan YGS ve haziran ayında yapılan YGS sınavları tarih oldu. Sayın başkanın açıkladığına göre yüksek öğretimde okumak isteyen gençlerimiz aynı günde iki ayrı oturuma girerek ter dökecek. Sabah ki oturumda Türkçe ve Matematik yetenekleri, iki saat aranın ardından Türk Dili ve Edebiyatı, Coğrafya/Sosyal Bilimler/Matematik ve Fen Bilimleri dersleri olmak üzere dört bölümden oluşacak. Soruların lise müfredatından sorulacağını ve yeni sistemle öğrencilerin üzerindeki stresi azaltmayı düşündüklerini açıkladı YÖK Başkanı. Bu yeni sistem ne getirir, ne götürür? Şimdiden bir şey söylemek mümkün değil. İyi ve aksayan yönleri uygulamada ortaya çıkar. Umarım başkanın dediği gibi bu sistem çocuklarımızın yetenek ve kapasitelerini ölçen objektif bir sistem olur. Yine bu sistem değişen sınav sistemlerinin sonuncusu olur. Bir daha yeni sistem ve sınav sistemi ile karşı karşıya kalmayız.

Yeni sınav sistemi için olumlu-olumsuz konuşmanın erken olduğunu düşünüyorum. Her yürürlüğe konan değişiklik yeni bir heyecan demektir, hayırlar getirmesini temenni ediyorum. Bu arada kısa bir zaman diliminde YÖK’ün yeni bir sınav türü ortaya koymasını da alkışlamak lazım. Çünkü her türlü sınav türüne hazırlıklı olduklarını ortaya koymuş oldular. Sınava hazırlanan öğrencilerin beklentilerine, kafalarındaki sorulara cevap verebildiler. ÖSYM ve YÖK bu işi profesyonel yaptığını gösterdi. Aynı hızı MEB’den de bekliyoruz. MEB, herkesi memnun edecek bir sistem ortaya koymayı düşünmekten ziyade getireceği sistemin çocuklarımızı objektif kriterlere göre liseye hazırlayacak olmalıdır. Önceki yıllara baktığımız zaman ÖSYM’nin yaptığı sınavlar ile MEB’in yaptığı sınavlar arasında dağlar kadar farkın olduğu hepimizin malumudur. Öyle bir sınav veya seçme kriteri ortaya konmalı ki çocuklarımız, liseyi bitirince gerçekle yüz yüze kalacağına ortaokulu bitirir bitirmez  gerçek durumlarını görmeliler ve  velisiyle birlikte yeni bir yol haritası belirlemelidir. Yeni sınav sisteminin (YKS) ayrıntılarını görünce hakkında bir şeyler mutlaka söylenir ama dikkatimi çeken birkaç hususa değinmek istiyorum. Sınav sistemimizde süre ayarlamasına özen göstermekte fayda var. Bir dakikada bir soru çözme aceleciliğinden kaçınılmalıdır. Özellikle Türkçe ve Edebiyat paragraf sorularını çözmek için gençlere makul süre verilmelidir. Sabah ki oturumda sorulacak soru sayısı makul görünürken öğleden sonra 160 sorunun sorulması öğrencileri yoracağa benziyor. 18 puan türünün 5’e indirilmesi de olumlu görünen yönlerinden birisidir. İlk oturum ile ikinci oturum arasında verilecek iki saatlik dinlenme süresi olumlu gibi görünse de evinden uzak bir okulda sınava girecek öğrenci hangi ortamda ne şekilde dinlenir, bu da düşündürücüdür. Bu kadar uzun süreden ziyade TEOG’daki gibi her sınavdan sonra ara verilmesi düşünülebilirdi. YTS ve YKS sınavları için ön-lisans ve lisan tercihinde 150 ve 180 puan barajının konması yerinde bir karar. Aynı barajın ortaöğretimi örgün okumak için tercih edecek ortaokul öğrencileri için de düşünmek gerekir. Yine sınavın yeniliklerinden biri de YTS sınavından alınan 200 ve üzeri puan iki yıl geçerli olacak. Bu, güzel bir yenilik gibi görünse de her sene soruların kolay ve zorluğuna göre puanlarda düşme ve yükselme durumu söz konusu olduğundan bu puan, bazı yıllar öğrencinin avantajına olabileceği gibi bazı yıllarda da dezavantajına olabilir. Yine bu sisteme göre her sorunun puan değeri birbirine eşit. Soru ve dersler arasındaki ayırım da bu şekilde kaldırılmış ve her derse gereken önem verilmiş görünüyor.

Yeni sistem uygulandıkça mutlaka aksayan yönleri ortaya çıkacaktır. Umarım YÖK ve ÖSYM, aksayan yönleri görünce yeni bir sistem ortaya koymaktan ziyade sistemi işler hale getirecek iyileştirmeler yaparak ortaya gördüğü sistem evladiyelik olur. Her sınava hazırlanan da önünü görerek çalışır. Yine bu yeni sistemin öğrencileri okullara bağlamasını, öğrenci ve veliyi etüt merkezlerine, özel derse mecbur bırakmamasını temenni ediyorum. Ortaöğretime gidecek çocuklarımız için konacak sistemin de YKS ile uyumlu olmasını ve birbirini tamamlamasını canı gönülden arzu ediyorum. 12/10/2017

* 14/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Ekim 2017 Çarşamba

Bu Düğünü Görmediyseniz Çok Şey Kaçırdınız

Yan tarafta gördüğünüz bir düğünde ikram edilen menü. Dokunulmamış hali. Konyalıların deyimiyle çerez. Küçücük kase tam doldurulmamış, on kişinin oturduğu masaya iki tabak bırakıldı biz oturduktan nice sonra. İçinde nohut, leblebi, fıstık var. Kelle başı düşmeyecek şekilde Antep fıstığı var birkaç tane. İkram bu kadar değil, çerezi tıka basa yedikten sonra mide hazmetsin diye yine adam sayısınca olmayacak şekilde birer kişinin içeceği tadımlık sular kondu masalara.

Az sonra gelin ve damat sahnedeki yerini aldı. Canlı müzik kulaklarımızın pasını sildi. Yüksek sesli müzik ve yöresel sanatçının sahne aldığı ortam yanımızdaki dostlarla muhabbeti  engellese de sonunda müzik müziktir, sanatçı da sanatını icra edecektir. Çekecek çilemiz varmış çekeceğiz artık. Kulakları tırmalayan müzik can sıkıntısından elimizi çerez kabına götürdü. Tabii içinde çerez bulabilirsen. Şükür ki dişimizi kırmadan çerez bitti. Öyle zannediyorum, çerez birden bitmesin diye çerezin bayatı tercih edilmiş.

Az sonra oynama anonsu yapıldı. İçimizde oynayan kimse  çıkmadı. Zira ne oynayacak yetenek vardı bizde, ne de heveslisi. Hoş, oynayacak olsak da aç ayı oynamazdı. Öğün vakti atıştırdığımız çerez de midemizin zil çalmasını engellemedi maalesef.

Otururken sağımıza solumuza bakındık bir tanıdık görebilir miyiz diye. Zira damattan başka kimseyi tanımıyorduk. Damadın mesai arkadaşlarının hiçbirini göremedik nedense. Halbuki mesai saatleri içerisinde odası giren, çıkan, ve oturandan geçilmezdi. Hikmetini bir türlü anlayamadık. Gelmeyen arkadaşları ya menüyü biliyorlardı gelmedi, ya da iyi gün dostu idiler sanırım. Arkadaşlarını mutlu gününde yalnız bırakmamayı düşünememişler anlaşılan. Ya da arkadaşları ya mutluluğuna dayanamayız diye gelmediler, ya da umursamadılar. Kurum arkadaşlığıymış onların ki meğersem.  Halbuki davete icabet etmiş olsalardı müziğin gürültüsünü tamamen bize yıkmamış olurlardı. Bizimki at-seyis hikayesine döndü. Ne kadar müzik, ses ve cızırtı varsa üzerimizden geçti dense yeridir. Hikayeyi bilirsiniz ama ben yine de anlatayım. “Bir kilisede inananlarına sürekli vaaz veren bir papaz, vaaz için hazırlığını yapmış, kiliseye geçmiş. Bir de ne görsün. Kilisede cemaat olarak sadece bir kişi var. Kısa bir şaşkınlıktan sonra “Arkadaş, vaaza hazırlanmıştım ama kimse yok, ne yapayım? Anlatayım mı? Zira sadece sen gelmişsin” demiş. Kiliseye vaaz dinlemeye gelen kişi, “Efendim, ben seyisim, bu işlerden anlamam, atlardan anlarım. Ama tüm atlar kaçsa geri kalan bir ata yem vermemezlik yapmazdım” deyince papaz, vaazını vermeye başlamış. Uzatmış da uzatmış. Tek olduğu için seyis de kiliseden çıkamamış. Nihayet papaz vaazını bitirdikten sonra seyise, “Vaazımı nasıl buldun” diye sormuş. Seyis, “Efendim dedim ya ben seyisim, vaazdan anlamam. Ama tüm atlar kaçtı diye geri kalan tüm yemi bir ata yedirmezdim” demiş. Gördüğünüz gibi damadın mesai arkadaşlarından kimse gelmeyince müzik, gürültü, cızırtıyı dinlemek ve sabretmek bize kaldı.

Sabır taşımızın çatlamasına ramak kala giren akşam namazı imdadımıza yetişti. Namaz geçmesin diye düğün sahibinden görebildiğimize hayırlı olsun diyerek salondan çıktık. Zira kimseyi tanımıyorduk, damattan başka. Akşam namazımızı yakın bir camide kıldıktan sonra evimize doğru yollandık. Düğün kaça kadar sürdü, kim oynadı, ne kadar oynadı, sanatçımız hangi müzikleri söyledi bilmiyorum. Çok da merak etmedik doğrusu. Davete icabet ettik, az da olsa atıştırmalık rızkımız kursağımıza girdi o kadar.

Eve varınca ilk işim karnımı doyurmak oldu. İyi de acıkmışım. Ne de olsa sabah kahvaltısı ile duruyordum. Abbas'ın kör kazı gibi ne bulduysam indirdim mideme. Önüme konan çerez de iyice acıktırmış belli ki!

Derdim düğünde karnımı doyurmak falan değil. Düğün sahibinin ikramını da ayıplıyor değilim. Gücü çereze yetmiş o kadar. Zira Konya'da düğünler pahalı mı pahalı! Yemek versen bir türlü, vermesen başka türlü. Burada böylesi bayat ve iyi kavrulmamış leblebi ikramı, salon sahibinin bir ayıbı. Olmayacak ve onmayacak bir firma mı arıyorsunuz? Benim bu gittiğim salondur. Konya'da bu salondan başkasını bulamazsınız. Bir firma intihar eder mi? Firma sahibinin niyeti ömürlük değil, tek vuruş gayri, belli. Bizim damat da aramak için çok uğraşmış anlaşılan.

Burada bir söz de düğün sahibine söyleyelim. Be kardeşim! Öncelikle hayırlı olsun, ömür boyu mutluluklar dilerim. Bu salonu tutmak için epey aradın mı? Salonu senden önce tutan var mı? Sen ikram edilecek çerezi daha önce görmedin mi? Haydi diyelim ki ucuza gelsin diye çerezin böylesi senin tercihin. Çünkü paran yok. Madem paran yok, canlı müziği niçin tercih ettin? Öyle zannediyorum, burada malı götüren sanatçı olsa gerek. İkramı ucuza getirip sanatçıya kösülmek nasıl bir izan, nasıl bir psikoloji, nasıl bir anlayış? 11.10.2017



Kırık Bardakla Çay İçebilmek

Gördüğünüz çay bardağının kırık olduğunu çayı yarıladıktan sonra dudağım marifetiyle farkına varabildim. Demek ki dudağım hala fonksiyonunu kaybetmemiş. Gözlerde sorun var diyebilirsiniz. Doğrudur. Küçüklüğümden beri uzakla, kırkından sonra da yakınla sorunu var gözlerimin. Ama hala bir yazı okumak için yakın gözlüğü kullanmadığımı da ifade etmek isterim.

Ben olayın oluşunu anlatayım da siz hakkımda ne derseniz deyin. Sabah ilk dersin bitiminde öğretmenler odasındaki ters kapatılmış çay bardağının bir tanesini çevirip alelacele çayı döküp bardağı elime aldıktan sonra nöbetimi tutmak üzere görevlendirildiğim katıma çıktım. Bir taraftan öğrencileri gözlemlerken diğer taraftan çayımı yudumladım. Bardağı yarılamıştım ki dudağıma gelen temas sonucu bardağın kırık olduğunu görebildim. Kalorifer peteğinin üzerine bardağı koyduktan sonra fotoğrafını çektim. Ardından bardağın sağlam yerinden geri kalan çayı yudumladım ve bir başkası mağduriyet yaşamasın  diye bardağı çöp kutusuna attım. Tüm olay bundan ibaret. Şimdi gelelim bu olayın analizine.

1. Okul bardak alamayacak kadar fakir, tıpkı benim gibi. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş. Bu yazıyı okuyanlardan okulum ve benim sağlığım için bir koli büyük boy çay bardağı göndermelerini bekliyorum. Olmaz ya bir beklenti benimki. Umut dünyası ne de olsa.
2. Kırık olduğunu görmediğim çay bardağını, bana göre genç olan görevli arkadaş da görememiş. Demek ki bardağın kırık olup olmadığı görüp görmemenin yaşla ve gözle bir alakası yok. Görmeyince görünmüyor. Kınamayın başınıza gelir.
3. Bu kırık bardakla çay içmek benim kulağıma küpe olsun. Bundan sonra "Acele işe şeytan karışır" sözü gereği herhangi bir işte acele etmemem gerektiğini, bardağı elime alıp çay dökmeden önce alıcı gözle bakmam ve yoğurdu üfleyerek yemem gerektiğini anladım.
4. Kırık bardakla çay içmek cahil cesareti olsa da bir cesaret olduğu aşikardır. Sağlam bardakla herkes çay içer. Önemli olan kırığından içmek. Verilmiş sadakam varmış. Ki dudağımı ve elimi yaralamadım.
5. Kırık bardakla kendimi yaralamadan çay içmek ayrıca bir maharettir.
6. Sağlam bir dudak yapısına sahip olduğum ortaya çıktı. Şekil A'da görüldüğü gibi.
7. Kötüye bir şey olmaz sözünün doğruluğu bir kere daha ortaya çıktı. 11.10.2017

9 Ekim 2017 Pazartesi

İyi Yapmıyorsun Türkiye! *

Sen ne zaman ABD'nin suyunu bulandırmaktan vazgeçeceksin Türkiye! Boyuna-postuna bakmadan benim gibi dünya kabadayısının elçilikteki çalışanını tutukluyorsun? Bu biraz had bilmezlik değil mi? Benden FETÖ elebaşısını istemeye cüret ediyorsun. ABD dediğin ülke yani ben, bugüne kadar nice ülkelere had bildirdim. Ben  istediğimi yapmakta serbestim.

Sen de kendi içinde etliye-sütlüye karışmadan yaşayabilirsin. Ama iş; dış işleri oldu mu, ABD'nin menfaati oldu mu nasıl hareket edeceğini, ne söyleyeceğini, ne şekilde karar alacağını, nerede duracağını, kiminle birlikte olacağını düşüneceksin bir defa. Aslında düşünmene de gerek yok. Senin yapman gereken sana verilen rolü oynamaktır. Ağan yani ben, ne diyorsam eyvallah demektir. Anladığım kadarıyla unuttun sanırım. Sen ki koca bir cihan devleti iken seni parçalamaya karar verdiğimizde ve seni küçücük bir toprak parçasına hapsettiğimizde ne yapacağın, kiminle birlikte hareket edeceğin anlatıldı sana. 

Sanırım balık hafızalısın. Seni sana biraz anlatayım istersen. Bir defa sen bağımsız bir ülke değilsin. Kendi başına buyruk hareket edemezsin, öyle dünya liderliğine falan soyunamazsın. Senin tüm gücün sana verilen rol kadardır. Çünkü seni parçalarken yüzünü, kişiliğini, benliğini Batı’ya ve ABD’ye dönük olmak şartıyla sağ bırakıldın. Bugün nefes alıyorsan buna borçlusun. Öyle yönünü istediğin tarafa döndüremezsin. Bir defa oyunu ben kurarım, sen de oynarsın. Senin görevin bana hizmettir. Birinci vazifen beni memnun etmektir. Çizmeyi aşma. Yoksa sana haddini bildiririm. Sen olaylar karşısında inisiyatif alamazsın. Sadece ben kime kızarsam ona kızacaksın, kimi döversem onu dövmeye koşacaksın. Hani sizin Meclisinizde bir oylama yapılırken partilerin grup başkan vekili parmağını kaldırırsa kaldırılır, kaldırmazsa kaldırmazsın kuralı var. İşte vekilin gözü  grup başkan vekilinin parmağındadır. Konuyu anlasa da anlamasa da, içine sinse de sinmese de görevi sadece parmak kaldırmaktır. İşte senin de görevin  budur. Bizim peşimizi takip etmek.

Ben senin ülkende ABD üssünü, pardon NATO üssünü kurarım, Çekiç güç senin ülkende konuşlanacaksa gereğini yaparsın, Kore’yle savaş yapacağımda bir nefer olarak savaşa gidersin, gerektiğinde ölürsün. AB’ye girmek için yıllar yılı kapıda bekleyeceksin. Gerektiğinde senin askerinin başına çuval geçiririm, gerektiğinde senin korumalarına dava açarım. Senin ülkende olan bir olaydan dolayı senin vatandaşlarını tutuklarım, bir bakanına dava açarım, yakalandığı yerde tutuklanması kararı veririm. Ama sen benim elçilikteki bir kıymetli çalışanımı asla tutuklama yoluna gidemezsin. Bana meydanlarda bağıramazsın. Benim paralı köpeklerim senin ülkende istediği gibi cirit atacak, bilgi toplayacak, ajanlık yapacak. Sen sadece bunların önünü açacak kanun, kural koyarsın. Tutuklamak ha! Bu ne had bilmezlik böyle! Benim ajanım senin ülkende huzuru kalp ile çalışamayacak mı? Yok, eğer çalışamayacaksa ben ülkende yapılanlardan nasıl haberdar olacağım? Dünyayı nasıl yöneteceğim? Ben senin altını oysam da asla gıkın çıkmayacak. Sen böyle değildin, ne oldu sana? Hele Suriye’de yapmak istediklerini asla tasvip etmiyorum. Sen kim, inisiyatif almaya kalkmak kim! Sen bir zamanlar uysal bir koyundun, istediğim tarafa çekerdim. Hiç de itiraz etmezdin. Yaramazlığın bu kadarına da pes doğrusu!

Senin vatandaşlarını ülkeme katmamak üzere koyduğum vize yasağı kulağına küpe olsun. Eğer kendine çekidüzen vermezsen, eskisi gibi iyi çocuk olmazsan bil ki bunun arkası gelecek. Daha “Dünya beşten büyüktür” sözünü de unutmadım. 1 Mart tezkeresinde yaptığınız daha aklımdan hiç çıkmadı. Bunları senden aheste aheste çıkaracağım. Senin kafanı ezmeliyim ki dünyaya ibret olsun. Yoksa arkandan yarın birileri de bana posta koymaya kalkar. Hani sizin bir atasözünüz var, “Yılanın başını küçükken ezeceksin” diye. Sen bir yılansın. Seni ezmeliyim ki herkes sinsin, korksun benden. Benim yaptığım da bu işte. Eğer dünyada bana destek çıkan olur diye düşünüyorsan aldanırsın, onlar sadece koltuklarının derdindedir. Bu da benim işimi kolaylaştırıyor. Sen kendine yan! Olmaz mı? 10/10/2017

* 11/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.