Sosyal medyada çok sayıda paylaşımda bulunurum. Yazılarım genelde uzundur. Bazen yolumu şaşırır, birkaç cümlelik paylaşımlarda bulunduğum da olur.
Ele aldığım konular kendimce dert edindiğim konular. Bazen gündemle ilgili, bazen de gündem dışı konulara yer veririm. Kafama dank etmişse bir şey veya iz bırakmışsa yazacak bir yer veya ortam bulmuşsam çoğu zaman cep telefonu, bazen de masaüstü bilgisayarım marifetiyle çalakalem yazmaya başlarım. O konu hakkında o anda aklıma gelen duygu ve düşüncelerimden ibarettir tüm yaptığım. Bir araştırma, bir inceleme mahsulü değildir yani. Yazıma şöyle başlayayım, şu yönüne değineyim, yazımı şurada bitireyim diye bir planlamam yoktur. Konu edindiğim içeriğe başkası ne der endişesini hiç taşımam. Günde 3, 4, 5 tane yazdığım olur. Bazen de hiç yazmam. Yazdığım her yazıyı 'dilinkemigiyok' adını verdiğim blogumda paylaşırım. Bunlardan sadece bir veya ikisini sosyal medyada paylaşır, bir kısmını da yazdığım gazetelere gönderirim.
Niyetim yaptığımı anlatmak değil. Sosyal medya paylaşımlarım çok beğeni, yorum ve paylaşım almıyor, eleştiri de görmüyor. Görücüye çıkan çoğu paylaşımlarımın müşterisi pek yok. Bir elin parmaklarını geçmez çoğu kere. İşin garibi "Ne olur Allah rızası için yazma!" diyen de yok. Yeterince beğeni-yorum, eleştiri veya tasvip alsaydım hoşuma gitmez miydi? Giderdi elbet. Kim istemez ki... Benim gibi düşünenler var, fikrimde yalnız değilim derim. Demek ki yazılarımın müşterisi yok. Sebebi ne olabilir derseniz inanın bilmiyorum. Olumlu-olumsuz dönüt olmayınca neredeyse kendim çalıp kendim oynuyorum. O zaman yazmayıver, hiç olmazsa insanlar kurtulmuş olur, derseniz size o zevki vermeyeceğim. Bu alemin dikeni olarak yazıp paylaşmaya devam edeceğim. İçimi boşaltıyorum böylece.
Yazılarımın fazla tepki almamasının nedenini bilmesem de sebebini irdelemek isterim:
* Yazılarım sosyal medya formatına uygun değil, üstelik çok uzun. Vatandaş işlerinin arasında biraz rahatlamak için giriyor bu aleme. Önü, arkası belli olmayan yazıları okuyarak niye gözlerini yorsun? Bu tür yazıları okuyuncaya kadar çoğu kimsenin profilini gözlemleyerek her çiçekten bal almış olur.
* Haddinden fazla paylaşımda bulunuyorum. Takipçi, hangi birini takip etsin. Özel olarak "Fazla paylaşım yapma, yapacaksan haftada bir paylaş, ya da yazının kısa bir bölümünü paylaş" diyen dostlarım da yok değil.
* Yazılarım ve içeriği cezbedici değil. Görüşlerime kimse katılmıyor veya özgünlüğü yok. Sadece laf yığınından ibaret.
* Yazılarım etliye-sütlüye karışmıyor, suya-sabuna dokunmuyor.
* Yazılarım zülfüyare dokunuyor. Adı üzerinde "Dilin kemiği yok." Hem nalına, hem mıhına vuruyor. Beğeni ve yorum yapılırsa renk vermiş olunur. Yok yere kendini tehlikeye atmış olur. Zira yoğurdu üfleyerek yemede fayda var. (Bir gün bir dostum, "Çok güzel yazıyorsun" dedi. Okuyor musun dedim. "Elbette" dedi. O zaman niye iz bırakmıyorsun dedim. "Korkuyorum" dedi. Nesi var ki yazılarımın dedim. "Daha önce birkaç yazını beğendim, bana ta nereden 'Onun yazılarını nasıl beğenirsin' uyarısı geldi" dedi. Varın gerisini siz düşünün.)
* Ben kitap okumuyorum ki senin uzun mu uzun yazılarını okuyayım?
* Sosyal medyada çok dolaşmak, çok paylaşmak kişinin heybetini götürür, bu yüzden en iyisi iz bırakmamak lazım. Zira bu alemde kimin ne yaptığı görülüyor. İşi-gücü yok, sosyal medyada dolaşıyor, denir.
* Meşhur biri değilim, öğretmenlik dışında hiçbir unvanım yok. Yazmak kimlere kaldı! Onun yazdığının alasını ben yazarım.
* Özel görüşmemde çok güzel yazıyorsun diyen çok kişiye rastladım. Bu iltifatlarından memnun da oldum. Ama nedense böylelerinin sayfamda izi yok. Okuyan sayısıyla beğen sayısı tutmuyor hiç. Hikmeti nedir bilmiyorum. Belki de korkuyorlardır, aynı sayfada görünmek istemiyorlardır.
* Belki de çekici değil, itici biriyim.
* Az sayıda beğenen korkmuyor mu denirse bunlarınki cahil cesareti işte.
* Bir de yazımı ismim olmadan alıp paylaşanlar var, az da olsa. Bunlar yazımı tasvip eden, yazımı kendisine mal eden ama benimle aynı fotoğraf karesinde olmak istemeyeler. Dedim ya itici biriyim. Herkes cazibe merkezi olamaz ya! Dünyanın dengede durabilmesi için çekiciliğin yanında iticilik de lazım. Benim nasibime düşen de bu.
Sözün özü, yazıma başlarken son maddeyle ilgi yazacaktım. Gördüğünüz gibi nerelere girdim çıktım. Ne diyeyim? Allah benim hayrımı versin.
Sahi, ismimi yazmadan paylaşım yapanların niyeti ne ola ki? 13.09.3017
13 Eylül 2017 Çarşamba
Liderlere Bağlı Hareketler
Doğu toplumlarında bir dava, bir fikir, bir ideoloji, siyasi parti vb. hareketler liderleriyle özdeşleşir, gelişir, büyür, zirveye çıkar, ardından ölür.
Harekette hep lider ön plandadır. Bir nevi kurtarıcıdır lider. Olmazsa olmazdır, vazgeçilmezdir. Hareketin başarısı ona bağlıdır. Tek adamdır aynı zamanda. Yanında lider olabilecek kişilere yer verilmez. Kazara hareketin içinde bu özellikte kişiler var ise bir vesileyle uzaklaştırma ve dışlama yoluna gidilir. Lider tek başına kalır. Yanında hep bağlıları olur. Hareket, kitlelere anlatılırken her konuşmada lider anlatılır, lider ön plana çıkarılır. Bu hareket bugün dağılmamışsa, gelişmişse, büyümüşse tüm başarı lidere mal edilir. Teşbihte hata olmasın, lider kültü vardır bu hareketlerde. Allah vergisi olarak görülür. Liderler kolay kolay değişmez. Bunun için lider, hareketi aşağıdan yukarıya kendine bağlı olanlarla doldurur. Değiştirmek istersen de değiştiremezsin bundan sonra.
Ekip ruhu ve kurum kültürü ön planda değildir. Birlikte çalıştığı kişiler sadece iş ve işleyişlerde lidere yardımcı olan tam bağlılardan oluşur. Lider hata da yapsa, iyi de yapsa asla eleştirilmez, her hareketi savunulacaktır. Başarılı olamasa da, yıpransa da asla değiştirilmesi düşünülmez. İstifa mekanizması zaten işlemez. Lider ölürse hareket kolay kolay kendini toparlayamaz, hatta çöküntüye gider ve ölür. Yok olmasa da hareketin eski gücünü yakalaması, eski heyecanını bulması çok zordur. Yani hareket liderlerle doğar, büyür ve ölür. Çünkü lidere endekslidir. Lider varsa vardır, yoksa yoktur. Liderin ve yanındaki yardımcı ekibin de istediği budur.
Ülkemizdeki siyasi partilere bakalım. DP, Menderes ile doğdu, onun ölümüyle yok oldu. AP ve DYP, Demirel ile doğdu, onun siyasetten çekilmesiyle bitti. ANAP, Özal ile doğdu, onunla birlikte sona erdi. MNP, MSP, RP, FP ve SP Erbakan ile doğdu, onunla birlikte gitti. Örneğini verdiğim bu hareketler liderlerinden sonra yaşasa da çoğu tabela partisi olmanın ötesine geçememiştir. Şimdi önümüzde Erdoğan ile birlikte doğan, gelişen, büyüyen, zirveye çıkan AK Parti var. Bu partinin Erdoğan sonrası akıbetinin ne olacağını zaman gösterecektir. Erdoğan'dan sonra bu hareket zayıflarsa, küçülürse, yok olursa veya tabela partisi olursa Doğu toplumlarında var olan gelenek, değişmemiş olacaktır. Bu hareket Erdoğan sonrası bir başka lider ile yoluna dolu dizgin devam ederse istisnası varmış diyeceğiz.
Hareketler yok olmasa da yeni lider önceki liderin gölgesinde kalır. Siyasi partilerden verdiğim bu örnekleri diğer hareketlere de uyarlayabiliriz. Bu sonuçlar Doğu toplumlarının kaderi olmasa gerek. Eğer kaderi değilse, bir hareketin ilanihaye olması isteniyorsa hareketlerde liderden ziyade ekip ön planda olmalıdır, ekibin içinde lider özelliği olanlara yer verilmeli, dışlamadan hareketin içinde pişmesinin önü açılmalıdır.
Anlatmak istediğim hareketler lidere bağlı olmamalıdır. Hareketin kurumsal yönü ön planda olmalıdır. Hareket, seçtiği ekibine karşı istişareye hep açık olmalıdır. Lider, ekibi tarafından rahat bir şekilde eleştirilebilmelidir. Lider, "Bu benim başarımdır, benden sonrası tufan bak" görüntüsü vermemelidir.
Harekete destek verenler de lider hareketi zirveye taşıyacak, hareketi ihya edecek kurtarıcılar beklemekten kendilerini kurtarmaları gerekir.
Hayatın hangi alanında olursak olalım; liderin de, ona yardımcı olanların da, harekete destek verenlerin de kişilere bağlı kurtarıcı beklemekten vazgeçip çalıştığımız işte ekip ruhunu ve kurum kültürünü yerleştirmek için çaba sarf etmemiz lazım ki içinde bulunduğumuz davamız, hareketimiz, camiamız, şirketimiz, okulumuz, siyasi partimiz uzun ömürlü olsun. 13.09.2017
Harekette hep lider ön plandadır. Bir nevi kurtarıcıdır lider. Olmazsa olmazdır, vazgeçilmezdir. Hareketin başarısı ona bağlıdır. Tek adamdır aynı zamanda. Yanında lider olabilecek kişilere yer verilmez. Kazara hareketin içinde bu özellikte kişiler var ise bir vesileyle uzaklaştırma ve dışlama yoluna gidilir. Lider tek başına kalır. Yanında hep bağlıları olur. Hareket, kitlelere anlatılırken her konuşmada lider anlatılır, lider ön plana çıkarılır. Bu hareket bugün dağılmamışsa, gelişmişse, büyümüşse tüm başarı lidere mal edilir. Teşbihte hata olmasın, lider kültü vardır bu hareketlerde. Allah vergisi olarak görülür. Liderler kolay kolay değişmez. Bunun için lider, hareketi aşağıdan yukarıya kendine bağlı olanlarla doldurur. Değiştirmek istersen de değiştiremezsin bundan sonra.
Ekip ruhu ve kurum kültürü ön planda değildir. Birlikte çalıştığı kişiler sadece iş ve işleyişlerde lidere yardımcı olan tam bağlılardan oluşur. Lider hata da yapsa, iyi de yapsa asla eleştirilmez, her hareketi savunulacaktır. Başarılı olamasa da, yıpransa da asla değiştirilmesi düşünülmez. İstifa mekanizması zaten işlemez. Lider ölürse hareket kolay kolay kendini toparlayamaz, hatta çöküntüye gider ve ölür. Yok olmasa da hareketin eski gücünü yakalaması, eski heyecanını bulması çok zordur. Yani hareket liderlerle doğar, büyür ve ölür. Çünkü lidere endekslidir. Lider varsa vardır, yoksa yoktur. Liderin ve yanındaki yardımcı ekibin de istediği budur.
Ülkemizdeki siyasi partilere bakalım. DP, Menderes ile doğdu, onun ölümüyle yok oldu. AP ve DYP, Demirel ile doğdu, onun siyasetten çekilmesiyle bitti. ANAP, Özal ile doğdu, onunla birlikte sona erdi. MNP, MSP, RP, FP ve SP Erbakan ile doğdu, onunla birlikte gitti. Örneğini verdiğim bu hareketler liderlerinden sonra yaşasa da çoğu tabela partisi olmanın ötesine geçememiştir. Şimdi önümüzde Erdoğan ile birlikte doğan, gelişen, büyüyen, zirveye çıkan AK Parti var. Bu partinin Erdoğan sonrası akıbetinin ne olacağını zaman gösterecektir. Erdoğan'dan sonra bu hareket zayıflarsa, küçülürse, yok olursa veya tabela partisi olursa Doğu toplumlarında var olan gelenek, değişmemiş olacaktır. Bu hareket Erdoğan sonrası bir başka lider ile yoluna dolu dizgin devam ederse istisnası varmış diyeceğiz.
Hareketler yok olmasa da yeni lider önceki liderin gölgesinde kalır. Siyasi partilerden verdiğim bu örnekleri diğer hareketlere de uyarlayabiliriz. Bu sonuçlar Doğu toplumlarının kaderi olmasa gerek. Eğer kaderi değilse, bir hareketin ilanihaye olması isteniyorsa hareketlerde liderden ziyade ekip ön planda olmalıdır, ekibin içinde lider özelliği olanlara yer verilmeli, dışlamadan hareketin içinde pişmesinin önü açılmalıdır.
Anlatmak istediğim hareketler lidere bağlı olmamalıdır. Hareketin kurumsal yönü ön planda olmalıdır. Hareket, seçtiği ekibine karşı istişareye hep açık olmalıdır. Lider, ekibi tarafından rahat bir şekilde eleştirilebilmelidir. Lider, "Bu benim başarımdır, benden sonrası tufan bak" görüntüsü vermemelidir.
Harekete destek verenler de lider hareketi zirveye taşıyacak, hareketi ihya edecek kurtarıcılar beklemekten kendilerini kurtarmaları gerekir.
Hayatın hangi alanında olursak olalım; liderin de, ona yardımcı olanların da, harekete destek verenlerin de kişilere bağlı kurtarıcı beklemekten vazgeçip çalıştığımız işte ekip ruhunu ve kurum kültürünü yerleştirmek için çaba sarf etmemiz lazım ki içinde bulunduğumuz davamız, hareketimiz, camiamız, şirketimiz, okulumuz, siyasi partimiz uzun ömürlü olsun. 13.09.2017
12 Eylül 2017 Salı
Ne Zaman Kendimize Bakacağız?
İnsanın en büyük sorunlarından biri kendisini mükemmel
görmesi. Durum bu olunca gözü hep karşı tarafta. Çünkü kendisinde bir hata ve
eksiklik görmez. Ona göre insanlar çok kötüdür, işlerini iyi yapmazlar. Böylesini en güzel anlatan bir hikaye. Okuyalım isterseniz:
"Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar.
- Sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş
Kadın kocasına
- Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor.' demiş.
Kocası ona bakmış, hiçbir sey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.
Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş.
Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmıs, bak demiş kocasına
- Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?’
Kocası uzun uzun karısına bakmış; Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim’ diye cevap vermiş."
Eleştiriye
de açık olmaz böyleleri. Çünkü kendisini inkar anlamına gelir bu. Kolay kolay
yapılanı beğenmez, ömrünü başkasını eleştirmekle geçirir. Hep başkasının
gözündeki çöpü görür, kendi gözündeki merteği görmez. Başkasını eleştire
eleştire eleştirmenlik adı altında bir mesleğin sahibi olur. Bu adam hep başkasını
eleştiriyor, başkasında kusur buluyor, bir de ben bunu eleştireyim dersen
annenden doğduğuna pişman eder seni. Çünkü kendisine göre hiçbir hatası yoktur
onun. Bu yüzden eleştiriye açık değildir.
Hatasını görmediği için bu tiplerin hatasını görmesi de mümkün olmadığından kendisini yenilemesi ve geliştirmesi mümkün değildir.
Bu tiplere "Dünyada senden başka iyi insan var mı" demek lazım. 12.09.2017
Hatasını görmediği için bu tiplerin hatasını görmesi de mümkün olmadığından kendisini yenilemesi ve geliştirmesi mümkün değildir.
Bu tiplere "Dünyada senden başka iyi insan var mı" demek lazım. 12.09.2017
11 Eylül 2017 Pazartesi
Okulların Servis Problemleri Ne zaman/Nasıl Çözülecek?
İstanbul-Üsküdar'da bir ilkokulun servis taşımacılığında
kan aktı. Silahların konuştuğu kavgada bir kişi ölürken iki kişi de yaralandı. Meydana
gelen bu olay bereket öğrencilerin tatil olduğu bir döneme denk geldi. Ya bu
kavga öğrenciler arasında olsaydı ölü ve yaralı sayısını varın siz düşünün.
Olaya
servisçilerin bireysel kavgası olarak bakmayalım. Birçok okul önünde meydana
gelmesi muhtemel çatışma okul idaresi, polis veya sağduyulu insanlar sayesinde
önlenmektedir. 2016-2017 öğretim yılı başında geçen yıl bir okulun servis işini
yapanlar ihaleyi kazanamayınca fiyat kırarak ihaleyi yeni alan firmayı sokmamak
için ellerinden geleni yaptılar. Bir aydan fazla bir zaman diliminde okulu
polis bekledi.
Okulların
servis taşımacılığında bu gerginlikler, bu kavgalar niçin olmaktadır? Öncelikle
bu konuya eğilmemiz lazım. Sorun mevzuatta gibi geliyor bana. Servis
Yönetmeliği, tekeli kırmak için açık kapı bırakıyor. Okullar açılmadan
Okul-Aile Birliği "Servis taşıma ihalesi yapılacaktır" kararı alır ve
ihaleye çıkar. İhale en uygun teklifi veren de kalıyor. İhaleyi alamayanlar
okulun servis işinin peşini bırakmıyor. Zira büyük rant var öğrenci
taşımacılığında. Ayrıca mevzuat da buna müsait. Zira mevzuatta, dört veli
bir araya gelir "Bizim çocuğumuzu şu plakalı araç taşıyacaktır" derse
dışarıdan bir servisçi gelir, okulun taşıma işini yapar. Böyle bir yola girmek
isterse hangi servisçi geçen yıldan taşıdığı dört öğrenci velisi bulamaz.
İhaleye girerken kurtarmaz diyerek en uygun teklifi vermeyen servisçi, daha
önce vermediği fiyatın yarı fiyatına öğrenci taşıma işine girebilmektedir. Amaç
rekabet edip ihaleyi alanı batırmak, çekilmesini sağlamaktır. İşte çıngar da
burada çıkıyor.
Ulaştırma
Bakanlığı, tekeli kıracağım düşüncesini bir tarafa bırakıp bu işe mutlaka el
atmalıdır. Çünkü yönetmeliğe göre okul-aile birliğinin verdiği ihale sadece
tavsiye niteliğindedir. İsteyen gelir taşır. Bizim insanımız "İhaleyi
alamadım, demek ki nasip değilmiş, rızkımı başka yerde arayayım" demez, hışımla
girer taşıma işine. Sonuç, kan akma şeklinde ürün veriyor. Hakkını yemeyelim,
ihaleyi alamayınca "Hayırlı olsun" deyin rızkını başka yerde arayan
servis işletmecilerinin sayısı da az değildir.
İşin
garibi okullarda servisle ilgili ihaleler yapılır, öğrenciler taşınır, servis
kaydı ve taşıma işinde servisçiler arasında kavga, gürültü, gerginlik ve kan
akıtma eksik olmaz. Tüm bu durumlara okul yönetimleri seyircidir. Çünkü
ihalede okul müdürünün esemesi okunmaz. Zira okul müdürü ihale
komisyonunda yoktur. Etkisiz elemandır. Sonuçta Birlik ihaleyi verir, çekilir
kenara. Servisçi iyi ise okul müdürünün keyfine diyecek olmaz. İyi
çıkmazsa okul müdürü otursun-kalksın ağlasın. Bundan sonra servisten
kaynaklanan ne kadar sorun varsa yetkisiz sorumlu eleman olarak çözmek için
uğraşsın dursun. Yine servisçiler birden fazla okulun servis işini aldığı zaman
okul müdürü giriş-çıkış saatlerini servisçiye göre ayarlamak zorunda
kalabiliyor çoğu zaman.
Servisçilikte
işler daha fazla sarpa sarmadan, daha fazla kan akmadan yetkililerin caydırıcı
tedbirler almasında fayda vardır. İhaleler gerekirse birliklerden alınarak
kantin ihaleleri gibi milli eğitimler tarafından yapılabilir. Servis işinde
tavsiye kararı falan alınmamalıdır. İhale kimde kaldı ise o firma taşımalıdır.
Dört veli bir araya gelerek çocuğunu başka bir firmaya taşıtma yoluna
gitmemelidir. Taahhütnameye uygun taşıma yapmayan firmanın sözleşmesi
feshedildiği gibi başka caydırıcı tedbirler de konmalıdır. 11.09.2017
"Sopayı ben kırmıştım halbuki!"
80 öncesi Kur'an Kursunda okumuş olanlarınız varsa kurs ortamını bilir, bilmeyenler için kısaca anlatmak isterim. Tek bir hocanın önünde 20-30 kadar öğrenci olur. Öğretmen önce cüzden başlayanlar, cüzü biraz bilenler, Kur'an okuyanlar, daha iyi okuyanlar olmak üzere seviye grupları oluşturur. Sorumlu olduğumuz alanı grup olarak birlikte okuruz. İçimizden biri okuyamamışsa geri gönderilir, o günün dersi verilmez. Sürekli geri kalan olursa bir alt gruba kaydırılır. Derdini veren sırasına geçer, ertesi günü verilen ödevini yapmakla görevlendirilir. Sırası gelen grup okur, yerine geçer.
Dersini okuyamayanın dayak yemeden yerine geçmesi pek mümkün olmaz. Az veya çok nasibini alır. Çoğunun üzerinde sopa kırılır. Her yere rasgele vurulan sopa izlerinin zamana bırakılarak iyileşmesi beklenir. Kimse niye vuruyorsun diye sormaz. Vurduğu yerde gül biter, vardır bir hikmeti diye düşünülür. Bu dayak yeme bazılarında tik haline gelir, ders okurken kazara hoca, öne eğilse dayak geliyor der, hemen geriye doğru kaçar. Akşama kadar dayak yiyemeden evinin yolunu tutan öğrenci günün en şanslı öğrencisi olur. Dayak yiyen de ailesine söyleyemez. Suçun olmasa öğretmen döver mi diyerek bir araba sopayı da evden yer.
Biz okurken bizi yola getirmek için hocamızın üzerinde "Beş yaşında, aklı başında" yazılı bir sopası vardı. Hiç kimseye vuramasa kendi eline vururdu deneme sadedinde. Hoca ders okuturken zaman zaman gözünü oturanların üzerine çevirir, sağa-sola kafasını çeviren, konuşan varsa oturduğu yerden sopa üzerimize gelirdi, ne yapıyorsun dercesine. Sopa bazen kafaya, bazen şakağa, bazen yüze, bazen de sırta gelirdi. Mahareti üst seviyedeydi. Attı mı boş geçirmezdi. Amma denklediğine, amma başkasına mutlaka isabet ederdi. Zira dayak cennetten çıkma idi. Başka türlü de adam olmazdık. Hocamız bu atmosferi fazlasıyla çocukluğunda yaşamış, şimdi sıra bizde idi. Ne yaşadıysa onu yaşatıyordu bize. Tek suçumuz ailemizin ileride ardımızdan bir Fatiha gönderir umuduyla Kur'an öğtensin diye kursa göndermesiydi. Zaman zaman oyuna dalar ödevimizi yapmazdık.
Bir arkadaşımız günlük abone idi dayak yemeye. Dayağın yeri iyileşmeden üstüne gelen sopa işin tuzu biberi olmuştu. Ne yapayım, ne giyeyim de fazla acıtmasın diye akıl yürütürken bir arkadaş, "Gömleğinin altına omuz kısmına kollarınla birlikte post giy" demiş. Bizimkinin aklına yatmış bu. Postu nasıl buldu, gömleğin altına nasıl giydi bilmem. Bir gün dayak yerken "şak şak" diye ses geldi. Üstelik "anam" diye sızlanmıyordu arkadaş. Fazla acı çekmediğini gören hoca bu durumdan işkillendi. "Ne var altında" diye diye öğrenciye "post" olduğunu söyletti. Hoca bu durumdan haz almadı. Zira sopa o zaman görevini yapmamış olurdu. Arkadaşa bir daha post giymemesini yasakladı. Arkadaş başladığı yere yeniden dönmüş oldu.
Dayak yiyenlerin içerisinde en az dayak yiyen olmama rağmen bir haftasonu birkaç arkadaş bir araya gelerek en büyük düşmanımız olan sopayı yok etmeye karar verdik. Bu ekibin elebaşı da ben idim. Nöbetçi öğrenciden kursun anahtarını alarak sopayı alıp kırdık. Öyle ya sopa olmasa öğretmen bizi nasıl dövecekti. En büyük düşmanımızdan kurtulmanın sevinci ile kurstan uzaklaştık. Bir taraftan da içimizde bir korku vardı. Çünkü sopa nerede diye sorulacaktı.
Pazartesi günü bile bile geç geldim kursa. Selam verip içeri girdiğimde sınıftaki erkeklerden kimse yoktu. Sadece kızlar tarafı dolu idi. Hocamız selamımı aldı, beni yanına çağırdı. "Ramazan, sopa yok orta yerde. Arkadaşların yan sınıfta ayakta bekliyor. Yanlarına git, o değilden ağızlarını bir yokla." dedi. Vardım yanlarına. Hepsinin başı öne eğikti. Suçlu bir insan psikolojisini taşıyordu hepsi. İçlerinde birlikte sopayı kırdığımız suç ortaklarım da vardı. Her birine tek tek "Sopa nerede, hanginiz kırdı" dedim. Başını kaldıran "Bilmiyorum, kimin kırdığını da bilmiyorum" dedi. Sorgu işi bittikten sonra suçun failini tespit edemeden hocanın yanına vardım. "Hocam, kimin kırdığını hiçbiri bilmiyor" dedim. Ardından "Çağır arkadaşlarını, yerlerine geçsinler" dedi. Denileni yaptım. Ben önde, arkadaşlarımsa ardımda sınıfa girdik. İlk defa sopasız bir sınıf ortamında sessizce oturduk. Fakat mutluluğumuz uzun sürmedi. Zira biz mutluyduk ama elinde demoklesin kılıcı gibi sopa olmayınca hoca rahat edemedi. Kendinde bir eksiklik hissetti.
Sınıftaki sessizliği yine hocanın sesi bozdu. Kaldırdı sırasından birini. "Git ağaçtan bir sopa kes gel" dedi ona. Emir demiri keser misali arkadaş koşarak gitti. Nice sonra elinde bir sopa ile geldi. Üstelik yeni dalından kesildiği için yaş idi sopa. Bu sefer bizim moralimiz bozuldu, hocanın keyfi yerine geldi. Ara verdiği yerden dövmeye yine başladı. Marifet sopayı yok etmek değil, mantalitenin değişmesiymiş. Ama sen gel onu bizim çocuk kafamıza anlat. Üstelik önceki sopadan daha fazla acıttı durdu.
Niyetim kurs ortamlarını ve dayak anılarımı anlatmak değildi. Bunca yazının içerisinde bana lazım olan sopayı kırma anekdotumdu. Ne var bunda derseniz. Sopayı kıran benim, sopayı kıranları sorgulayan da benim. Yani hem suçluyum, hem güçlü. Sadede gel, ne demek istiyorsun derseniz belki günümüze ışık tutar derim. Malumunuz FETÖ ile mücadele ediliyor. Bu süreçte FETÖ ile iltisaklı veya üyesi denilerek komisyonlar marifetiyle açığa alma ve ihraçlar yapılıyor. Suçluyla mücadelede ne kadar isabet ediliyor bilmiyorum. Ama masum kişiler de bu suçun içine atılıyor şayiası ayyuka çıktı. Acaba komisyonların bazısı bu suç örgütünün içinde de, suçluyla mücadele ediyorum diyerek masumların canını mı yakıyor. Yani kendisi FETÖ'cü. Kendisini ele vermemek için başkasına suç isnat ediyor olmasın.
Gördüğünüz gibi nasıl suç yaftalıyorum insanımıza. İnsanın içi kötü olunca maalesef akla böyle kötü şeyler geliyor. Umarım FETÖ'cüler, FETÖ'cü diye kendi insanımızla oynamıyordur. 11.09.2017
Kiralar Nereye Gidiyor?
Kiralık eve bakıyorum. Nihayet araya araya 'kiralık' bir ev
gördüm. Telefonuma davrandım aramak için. Bir de ne göreyim pencereye 'satılık'
yazan ikinci ilan yapıştırılmış. Hem kiralık, hem satılık olamaz. Bir yanlışlık
olmalı, yazılan irtibat numaraları farklı olabilir dedim. Kontrolünü yaptım.
Her ikisinde de aynı numara vardı. Çevirdim verilen numarayı. Alo sözüme ses
veren bir bayan idi. Hanımefendi eviniz kiralık mı, satılık mı dedim. "Hem
satılık, hem kiralık" dedi. Olur mu böyle şey? Haydi ben kiralayıp eşyamı
taşıdım, ardından alıcı çıktı, evi satacaksınız. O durumda ben ne yapacağım,
dedim. "Satılmaz, zaten şu ana kadar istediğimiz parayı veren olmadı.
Kiralamak isterseniz, tutabilirsiniz" dedi. Ne kadar kirası dedim.
"Dairemiz büyük, 1.700,00 lira istiyoruz," dedi. Kaç m2
soruma 200 m2 dedi. İyi günler diyerek telefonu kapattım.
Bir
başka gün başka mevkilere baktım, 1.100,00 ila 2.000,00 arasında değişiyordu
kira bedelleri. İçlerinde bir yıllık peşin isteyeni mi ararsın. Her şey var
maşallah. Ev aramam esnasında kiralık evden ziyade satılık levhasına rastladım.
Nihayet istediğimiz yerden olmamakla beraber emlakçi aracılığıyla 1.000,00
liraya bir ev bulabildik.
İyi
arkadaş! Aradığın bir ev, bunu yazı konusu etmenin manası ne denebilir.
Doğrudur. Evin vardır; kiraya verirsin, evin yoktur; kiralık ev ararsın. Bunda
bir sorun yok. Burada mesele kira fiyatlarının el yakıyor olması. Üzüldüm
gerçekten. Bu istenen uçuk-kaçık kira bedellerini kaç kişi verebilir? Normal ve
makul mu bu fiyatlar? Asgari ücretin 1500 lira olduğu günümüzde büyük bir çoğunluğun
asgari ücretle çalıştığı bir ortamda bu istenen rakamları kaç kişi verebilir?
Haydi insanımızın imkanı var, tuttu diyelim. Yüksek kira bedelleriyle tutulan
bu evler diğerlerine emsal olmayacak mı? Bu gidişatın nereye gittiği mutlaka
sorgulanmalı.
Burada kesinlikle ev sahiplerini paragöz olarak gördüğüm
sanılmasın. Kiraları piyasa belirler. Demek ki alıcısı var ki fiyatlar bu
şekilde uçuk-kaçık bir hal almış. Nerede durur? Maalesef belli değil. Bu durum
dar gelirli ve evi olmayan insanların mutlaka belini bükecektir. Kiraların bu
şekil uçup gitmesi insanları farklı alternatiflere yöneltme riskini de
bünyesinde taşıyacaktır. Kira fiyatlarını yüksek gören, “Ben bu şekilde yüksek
kira vereceğime, kredi çeker bir ev alırım” dedirtecektir. İnsanımızı ister
istemez krediye bulaştıracaktır. Güç-bela ev sahibi olan kişi hayatının bundan
sonraki kalan ömrünü bankaya kredi borcu ödeyerek geçirecektir. Kiradan kaçan
krediye yakalanacaktır. Biz buna yağmurdan kaçarken doluya tutulmak diyoruz
Anadolu’da.
Şunu bilelim ki bu devirde ev sahibi olmak da kiracı olmak
da zor. Kiracı iyi ev sahibi arar, ev sahipleri de iyi kiracı. Kiracı vardır
evi hor kullanır, kirayı zamanında vermez. Ev sahibi vardır, tüm geçimini
kiradan karşılamak ister. Allah tarafları iyilerle karşılaştırsın. Kimseyi
evsiz-barksız ve açıkta bırakmasın, namerde muhtaç etmesin. Ev sahiplerine
evinin değerini almayı, kiracıya da evinin kirasını ödemeyi nasip etsin. Rabbim
herkese insaf versin. 11/09/2017
Dış Politikada Milli Seferberlik Zamanı
Kendisine biçilen rolün dışına çıkan/çıkmaya çalışan
yaramaz çocuk Türkiye'yi fabrika ayarlarına döndürmek için ABD'si, AB'si var
gücüyle her yolu deneyerek Türkiye'yi dize getirmeye çalışıyor. Türkiye'yi
yönetenler de bunun farkında olmalı ki her türlü saldırıyı arkasındaki halk
desteğiyle birlikte şu ana kadar savuşturdu. Fakat durmayacaklar. Farklı farklı
yolları deneyerek tekrar gelecekler. Üzerimize gelirken her defasında ateşe
dokunmak yerine besledikleri taşeronlarını üzerimize salacaklar.
Durum bu iken düşmana karşı ülkede birlik ve beraberlik
olup kenetleneceğimiz yerde aramızda sendeleyip tökezlemesini bekleyen
ayrılıklar söz konusu. Bu karanlık gecenin sabahı ne zaman gelecek? Ülke olarak
ne yapabiliriz? Ardı arkasına gelmekte olan bu tehlikeli vuruşları savuşturup
güçlü bir şekilde hücuma geçmek için ülkenin içinde bulunduğu durumu dert
edinmek lazım. İşe önce içeriyi inşa ederek başlamalı. İktidarı-muhalefeti,
meclis içi-meclis dışı, Alevi’si-Sünni’si, Türk'ü-Kürt'ü, sağcısı-solcusu,
milliyetçisi-şeriatçısı, STK'lar, tarikat ve cemaatlerle bir araya gelinerek
topyekûn seferberlik ilan edilmeli. Öncelikli olarak bizim ülkemizde emelleri
olanların gerçek niyetini içimizde yaşayan muhaliflere anlatıp onları ikna
ederek işe başlamak lazım. Ülke içinde fikir birliğini sağladıktan sonra
ülkenin durumunu ve haklılığımızı yurt dışına anlatmak için her kesime
vazife vermeli. Hangi kesimin hangi ülke ile arası iyiyse haklılığımızı
anlatmak için o ülkeye gitmeli, oralardaki platformlarda durumu anlatmak için vicdani
sorumluluk çerçevesinde fahri bir görev üstlenmeli. Her kesim bu meseleyi milli
bir mesele olarak ele almalı, taşın altına elini koymalı. Zira mevzubahis olan
ülke ise gerisi teferruat demeli.
Milli bir seferberlik ilan edilmeli. “Bu iş hükümetin görevi,
ne halin varsa gör” denmemeli. Çünkü memleket elden giderse sadece hükümet
enkazın altında kalmayacak, her birlikte kalacağız. Bunun için içimizdeki
ayrılıkları buzdolabına kaldırmanın tam zamanı. Kimin gücü neye yetiyorsa
inisiyatif almalı. “Biz çalışırsak kaymağı hükümet yer” denirse herkesin şunu
bilmesi lazım ki bu millet eldeki olanlardan samimi bulduklarına samimiyetleri
oranında oy veriyor. Herkesin çalışmasını bu halk sandıkta değerlendirir.
Sandıktan çıkarmasını da bilir, sandığa gömmesini de. Bugün vezir yaptığını
yarın rezil, bugün yüzüne bakmadığını yarın baş tacı yapar. Öncelikle
tarafların bu milletin basiret ve ferasetine inanması lazım. İnandığının
arkasına ölümüne gider.
Muhalefeti ve muhalif düşünenleri bir potada eritme görevi
öncelikli olarak hükümetin görevidir. 15 Temmuz'daki birlikteliği yeniden
sağlamalıdır. Muhalefete ve farklı kesimleri dinlemeli, onlara güven
vermelidir. Bu da yönetimde yaptığı hatalar varsa öncelikli olarak bunları
masaya yatırmalı. Biz şurada, şu şekilde, şundan dolayı hata yaptık diyen bir
rapor hazırlamalı, bunu kamuoyuna açıklamalı. Muhalefet de bu yapılan öz
eleştiriye mal bulmuş mağribi gibi atlamamalı, hükümetin uzattığı bu ele zeytin
dalı ile karşılık vermelidir.
Tüm ayrılık ve farklı düşünmelere rağmen içeride
birlik, beraberlik ve barış ortamı sağlamadan, yekvücut olmadan bırakın
üstünlük sağlamayı, her günümüz dünü aratır hale gelecektir. Yoksa biz bu
günleri çok ararız.
Aramızdaki nizaları, hır-gürleri, kayıkçı kavgalarını bir
tarafa bırakarak yarınların Türkiye'sini inşa edelim. Dışarıya karşı birlik
mesajı verelim. Böyle yaparsak bu ülkenin kaybedeni olmaz. Yoksa hepimiz
kaybederiz. Zira aynı gemideyiz. 11.09.2017
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)