12 Eylül 2017 Salı

Ne Zaman Kendimize Bakacağız?

İnsanın en büyük sorunlarından biri kendisini mükemmel görmesi. Durum bu olunca gözü hep karşı tarafta. Çünkü kendisinde bir hata ve eksiklik görmez. Ona göre insanlar çok kötüdür, işlerini iyi yapmazlar. Böylesini en güzel anlatan bir hikaye. Okuyalım isterseniz:

"Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar.

- Sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş
Kadın kocasına
- Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor.' demiş.
Kocası ona bakmış, hiçbir sey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.
Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş.
Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmıs, bak demiş kocasına
- Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?’
Kocası uzun uzun karısına bakmış; Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim’ diye cevap vermiş."

Eleştiriye de açık olmaz böyleleri. Çünkü kendisini inkar anlamına gelir bu. Kolay kolay yapılanı beğenmez, ömrünü başkasını eleştirmekle geçirir. Hep başkasının gözündeki çöpü görür, kendi gözündeki merteği görmez. Başkasını eleştire eleştire eleştirmenlik adı altında bir mesleğin sahibi olur. Bu adam hep başkasını eleştiriyor, başkasında kusur buluyor, bir de ben bunu eleştireyim dersen annenden doğduğuna pişman eder seni. Çünkü kendisine göre hiçbir hatası yoktur onun. Bu yüzden eleştiriye açık değildir.

Hatasını görmediği için bu tiplerin hatasını görmesi de mümkün olmadığından kendisini yenilemesi ve geliştirmesi mümkün değildir.

Bu tiplere "Dünyada senden başka iyi insan var mı" demek lazım. 12.09.2017




11 Eylül 2017 Pazartesi

Okulların Servis Problemleri Ne zaman/Nasıl Çözülecek?

İstanbul-Üsküdar'da bir ilkokulun servis taşımacılığında kan aktı. Silahların konuştuğu kavgada bir kişi ölürken iki kişi de yaralandı. Meydana gelen bu olay bereket öğrencilerin tatil olduğu bir döneme denk geldi. Ya bu kavga öğrenciler arasında olsaydı ölü ve yaralı sayısını varın siz düşünün.

Olaya servisçilerin bireysel kavgası olarak bakmayalım. Birçok okul önünde meydana gelmesi muhtemel çatışma okul idaresi, polis veya sağduyulu insanlar sayesinde önlenmektedir. 2016-2017 öğretim yılı başında geçen yıl bir okulun servis işini yapanlar ihaleyi kazanamayınca fiyat kırarak ihaleyi yeni alan firmayı sokmamak için ellerinden geleni yaptılar. Bir aydan fazla bir zaman diliminde okulu polis bekledi.

Okulların servis taşımacılığında bu gerginlikler, bu kavgalar niçin olmaktadır? Öncelikle bu konuya eğilmemiz lazım. Sorun mevzuatta gibi geliyor bana. Servis Yönetmeliği, tekeli kırmak için açık kapı bırakıyor. Okullar açılmadan Okul-Aile Birliği "Servis taşıma ihalesi yapılacaktır" kararı alır ve ihaleye çıkar. İhale en uygun teklifi veren de kalıyor. İhaleyi alamayanlar okulun servis işinin peşini bırakmıyor. Zira büyük rant var öğrenci taşımacılığında. Ayrıca  mevzuat da buna müsait. Zira mevzuatta, dört veli bir araya gelir "Bizim çocuğumuzu şu plakalı araç taşıyacaktır" derse dışarıdan bir servisçi gelir, okulun taşıma işini yapar. Böyle bir yola girmek isterse hangi servisçi geçen yıldan taşıdığı dört öğrenci velisi bulamaz. İhaleye girerken kurtarmaz diyerek en uygun teklifi vermeyen servisçi, daha önce vermediği fiyatın yarı fiyatına öğrenci taşıma işine girebilmektedir. Amaç rekabet edip ihaleyi alanı batırmak, çekilmesini sağlamaktır. İşte çıngar da burada çıkıyor.

Ulaştırma Bakanlığı, tekeli kıracağım düşüncesini bir tarafa bırakıp bu işe mutlaka el atmalıdır. Çünkü yönetmeliğe göre okul-aile birliğinin verdiği ihale sadece tavsiye niteliğindedir. İsteyen gelir taşır. Bizim insanımız "İhaleyi alamadım, demek ki nasip değilmiş, rızkımı başka yerde arayayım" demez, hışımla girer taşıma işine. Sonuç, kan akma şeklinde ürün veriyor. Hakkını yemeyelim, ihaleyi alamayınca "Hayırlı olsun" deyin rızkını başka yerde arayan servis işletmecilerinin sayısı da az değildir.

İşin garibi okullarda servisle ilgili ihaleler yapılır, öğrenciler taşınır, servis kaydı ve taşıma işinde servisçiler arasında kavga, gürültü, gerginlik ve kan akıtma eksik olmaz. Tüm bu durumlara okul yönetimleri seyircidir. Çünkü  ihalede okul müdürünün esemesi okunmaz. Zira okul müdürü ihale komisyonunda yoktur. Etkisiz elemandır. Sonuçta Birlik ihaleyi verir, çekilir kenara. Servisçi iyi ise  okul müdürünün keyfine diyecek olmaz. İyi çıkmazsa okul müdürü otursun-kalksın ağlasın. Bundan sonra servisten kaynaklanan ne kadar sorun varsa yetkisiz sorumlu eleman olarak çözmek için uğraşsın dursun. Yine servisçiler birden fazla okulun servis işini aldığı zaman okul müdürü giriş-çıkış saatlerini servisçiye göre ayarlamak zorunda kalabiliyor çoğu zaman.

Servisçilikte işler daha fazla sarpa sarmadan, daha fazla kan akmadan yetkililerin caydırıcı tedbirler almasında fayda vardır. İhaleler gerekirse birliklerden alınarak kantin ihaleleri gibi milli eğitimler tarafından yapılabilir. Servis işinde tavsiye kararı falan alınmamalıdır. İhale kimde kaldı ise o firma taşımalıdır. Dört veli bir araya gelerek çocuğunu başka bir firmaya taşıtma yoluna gitmemelidir. Taahhütnameye uygun taşıma yapmayan firmanın sözleşmesi feshedildiği gibi başka caydırıcı tedbirler de konmalıdır. 11.09.2017


"Sopayı ben kırmıştım halbuki!"

80 öncesi Kur'an Kursunda okumuş olanlarınız varsa kurs ortamını bilir, bilmeyenler için kısaca anlatmak isterim. Tek bir hocanın önünde 20-30 kadar öğrenci olur. Öğretmen önce cüzden başlayanlar, cüzü biraz bilenler, Kur'an okuyanlar, daha iyi okuyanlar olmak üzere seviye grupları oluşturur. Sorumlu olduğumuz alanı grup olarak birlikte okuruz. İçimizden biri okuyamamışsa geri gönderilir, o günün dersi verilmez. Sürekli geri kalan olursa bir alt gruba kaydırılır. Derdini veren sırasına geçer, ertesi günü verilen ödevini yapmakla görevlendirilir. Sırası gelen grup okur, yerine geçer.

Dersini okuyamayanın dayak yemeden yerine geçmesi pek mümkün olmaz. Az veya çok nasibini alır. Çoğunun üzerinde sopa kırılır. Her yere rasgele vurulan sopa izlerinin zamana bırakılarak iyileşmesi beklenir. Kimse niye vuruyorsun diye sormaz. Vurduğu yerde gül biter, vardır bir hikmeti diye düşünülür. Bu dayak yeme bazılarında tik haline gelir, ders okurken kazara hoca, öne eğilse dayak geliyor der, hemen geriye doğru kaçar. Akşama kadar dayak yiyemeden evinin yolunu tutan öğrenci günün en şanslı öğrencisi olur. Dayak yiyen de ailesine söyleyemez. Suçun olmasa öğretmen döver mi diyerek bir araba sopayı da evden yer.

Biz okurken bizi yola getirmek için hocamızın üzerinde "Beş yaşında, aklı başında" yazılı bir sopası vardı. Hiç kimseye vuramasa kendi eline vururdu deneme sadedinde. Hoca ders okuturken zaman zaman gözünü oturanların üzerine çevirir, sağa-sola kafasını çeviren, konuşan varsa oturduğu yerden sopa üzerimize gelirdi, ne yapıyorsun dercesine. Sopa bazen kafaya, bazen şakağa, bazen yüze, bazen de sırta gelirdi. Mahareti üst seviyedeydi. Attı mı boş geçirmezdi. Amma denklediğine, amma başkasına mutlaka isabet ederdi. Zira dayak cennetten çıkma idi. Başka türlü de adam olmazdık. Hocamız bu atmosferi fazlasıyla çocukluğunda yaşamış, şimdi sıra bizde idi. Ne yaşadıysa onu yaşatıyordu bize. Tek suçumuz ailemizin ileride  ardımızdan bir Fatiha gönderir umuduyla Kur'an öğtensin diye kursa göndermesiydi. Zaman zaman oyuna dalar ödevimizi yapmazdık.

Bir arkadaşımız günlük abone idi dayak yemeye. Dayağın yeri iyileşmeden üstüne gelen sopa işin tuzu biberi olmuştu. Ne yapayım, ne giyeyim de fazla acıtmasın diye akıl yürütürken bir arkadaş, "Gömleğinin altına omuz kısmına kollarınla birlikte post giy" demiş. Bizimkinin aklına yatmış bu. Postu nasıl buldu, gömleğin altına nasıl giydi bilmem. Bir gün dayak yerken "şak şak" diye ses geldi. Üstelik "anam" diye sızlanmıyordu arkadaş. Fazla acı çekmediğini gören hoca bu durumdan işkillendi. "Ne var altında" diye diye öğrenciye "post" olduğunu söyletti. Hoca bu durumdan haz almadı. Zira sopa o zaman görevini yapmamış olurdu. Arkadaşa bir daha post giymemesini yasakladı. Arkadaş başladığı yere yeniden dönmüş oldu.

Dayak yiyenlerin içerisinde  en az dayak yiyen olmama rağmen bir haftasonu birkaç arkadaş bir araya gelerek en büyük düşmanımız olan sopayı yok etmeye karar verdik. Bu ekibin elebaşı da ben idim. Nöbetçi öğrenciden kursun anahtarını alarak sopayı alıp kırdık. Öyle ya sopa olmasa öğretmen bizi nasıl dövecekti. En büyük düşmanımızdan kurtulmanın sevinci ile kurstan uzaklaştık. Bir taraftan da içimizde bir korku vardı. Çünkü sopa nerede diye sorulacaktı.

Pazartesi günü bile bile geç geldim kursa. Selam verip içeri girdiğimde sınıftaki erkeklerden kimse yoktu. Sadece kızlar tarafı dolu idi. Hocamız selamımı aldı, beni yanına çağırdı. "Ramazan, sopa yok orta yerde. Arkadaşların yan sınıfta ayakta bekliyor. Yanlarına git, o değilden ağızlarını bir yokla." dedi. Vardım yanlarına. Hepsinin başı öne eğikti. Suçlu bir insan psikolojisini taşıyordu hepsi. İçlerinde birlikte sopayı kırdığımız suç ortaklarım da vardı. Her birine tek tek "Sopa nerede, hanginiz kırdı" dedim. Başını kaldıran "Bilmiyorum, kimin kırdığını da bilmiyorum" dedi. Sorgu işi bittikten sonra suçun failini tespit edemeden hocanın yanına vardım. "Hocam, kimin kırdığını hiçbiri bilmiyor" dedim. Ardından "Çağır arkadaşlarını, yerlerine geçsinler" dedi. Denileni yaptım. Ben önde, arkadaşlarımsa ardımda sınıfa girdik. İlk defa sopasız bir sınıf ortamında sessizce oturduk. Fakat mutluluğumuz uzun sürmedi. Zira biz mutluyduk ama elinde demoklesin kılıcı gibi sopa olmayınca hoca rahat edemedi. Kendinde bir eksiklik hissetti.

Sınıftaki sessizliği yine hocanın sesi bozdu. Kaldırdı sırasından birini. "Git ağaçtan bir sopa kes gel" dedi ona. Emir demiri keser misali arkadaş koşarak gitti. Nice sonra elinde bir sopa ile geldi. Üstelik yeni dalından kesildiği için yaş idi sopa. Bu sefer bizim moralimiz bozuldu, hocanın keyfi yerine geldi. Ara verdiği yerden dövmeye yine başladı. Marifet sopayı yok etmek değil, mantalitenin değişmesiymiş. Ama sen gel onu bizim çocuk kafamıza anlat. Üstelik önceki sopadan daha fazla acıttı durdu.

Niyetim kurs ortamlarını ve dayak anılarımı anlatmak değildi. Bunca yazının içerisinde bana lazım olan sopayı kırma anekdotumdu. Ne var bunda derseniz. Sopayı kıran benim, sopayı kıranları sorgulayan da benim. Yani hem suçluyum, hem güçlü. Sadede gel, ne demek istiyorsun derseniz belki günümüze ışık tutar derim. Malumunuz FETÖ ile mücadele ediliyor. Bu süreçte FETÖ ile iltisaklı veya üyesi denilerek komisyonlar marifetiyle açığa alma ve ihraçlar yapılıyor. Suçluyla mücadelede ne kadar isabet ediliyor bilmiyorum. Ama masum kişiler de bu suçun içine atılıyor şayiası ayyuka çıktı. Acaba komisyonların bazısı bu suç örgütünün içinde de, suçluyla mücadele ediyorum diyerek masumların canını mı yakıyor. Yani kendisi FETÖ'cü. Kendisini ele vermemek için başkasına suç isnat ediyor olmasın.

Gördüğünüz gibi nasıl suç yaftalıyorum insanımıza. İnsanın içi kötü olunca maalesef akla böyle kötü şeyler geliyor. Umarım FETÖ'cüler, FETÖ'cü diye kendi insanımızla oynamıyordur. 11.09.2017

Kiralar Nereye Gidiyor?

Kiralık eve bakıyorum. Nihayet araya araya 'kiralık' bir ev gördüm. Telefonuma davrandım aramak için. Bir de ne göreyim pencereye 'satılık' yazan ikinci ilan yapıştırılmış. Hem kiralık, hem satılık olamaz. Bir yanlışlık olmalı, yazılan irtibat numaraları farklı olabilir dedim. Kontrolünü yaptım. Her ikisinde de aynı numara vardı. Çevirdim verilen numarayı. Alo sözüme ses veren bir bayan idi. Hanımefendi eviniz kiralık mı, satılık mı dedim. "Hem satılık, hem kiralık" dedi. Olur mu böyle şey? Haydi ben kiralayıp eşyamı taşıdım, ardından alıcı çıktı, evi satacaksınız. O durumda ben ne yapacağım, dedim. "Satılmaz, zaten şu ana kadar istediğimiz parayı veren olmadı. Kiralamak isterseniz, tutabilirsiniz" dedi. Ne kadar kirası dedim. "Dairemiz büyük, 1.700,00 lira istiyoruz," dedi. Kaç m2 soruma 200 m2 dedi. İyi günler diyerek telefonu kapattım.

Bir başka gün başka mevkilere baktım, 1.100,00 ila 2.000,00 arasında değişiyordu kira bedelleri. İçlerinde bir yıllık peşin isteyeni mi ararsın. Her şey var maşallah. Ev aramam esnasında kiralık evden ziyade satılık levhasına rastladım. Nihayet istediğimiz yerden olmamakla beraber emlakçi aracılığıyla 1.000,00 liraya bir ev bulabildik.

İyi arkadaş! Aradığın bir ev, bunu yazı konusu etmenin manası ne denebilir. Doğrudur. Evin vardır; kiraya verirsin, evin yoktur; kiralık ev ararsın. Bunda bir sorun yok. Burada mesele kira fiyatlarının el yakıyor olması. Üzüldüm gerçekten. Bu istenen uçuk-kaçık kira bedellerini kaç kişi verebilir? Normal ve makul mu bu fiyatlar? Asgari ücretin 1500 lira olduğu günümüzde büyük bir çoğunluğun asgari ücretle çalıştığı bir ortamda bu istenen rakamları kaç kişi verebilir? Haydi insanımızın imkanı var, tuttu diyelim. Yüksek kira bedelleriyle tutulan bu evler diğerlerine emsal olmayacak mı? Bu gidişatın nereye gittiği mutlaka sorgulanmalı.

Burada kesinlikle ev sahiplerini paragöz olarak gördüğüm sanılmasın. Kiraları piyasa belirler. Demek ki alıcısı var ki fiyatlar bu şekilde uçuk-kaçık bir hal almış. Nerede durur? Maalesef belli değil. Bu durum dar gelirli ve evi olmayan insanların mutlaka belini bükecektir. Kiraların bu şekil uçup gitmesi insanları farklı alternatiflere yöneltme riskini de bünyesinde taşıyacaktır. Kira fiyatlarını yüksek gören, “Ben bu şekilde yüksek kira vereceğime, kredi çeker bir ev alırım” dedirtecektir. İnsanımızı ister istemez krediye bulaştıracaktır. Güç-bela ev sahibi olan kişi hayatının bundan sonraki kalan ömrünü bankaya kredi borcu ödeyerek geçirecektir. Kiradan kaçan krediye yakalanacaktır. Biz buna yağmurdan kaçarken doluya tutulmak diyoruz Anadolu’da.

Şunu bilelim ki bu devirde ev sahibi olmak da kiracı olmak da zor. Kiracı iyi ev sahibi arar, ev sahipleri de iyi kiracı. Kiracı vardır evi hor kullanır, kirayı zamanında vermez. Ev sahibi vardır, tüm geçimini kiradan karşılamak ister. Allah tarafları iyilerle karşılaştırsın. Kimseyi evsiz-barksız ve açıkta bırakmasın, namerde muhtaç etmesin. Ev sahiplerine evinin değerini almayı, kiracıya da evinin kirasını ödemeyi nasip etsin. Rabbim herkese insaf versin. 11/09/2017


Dış Politikada Milli Seferberlik Zamanı

Kendisine biçilen rolün dışına çıkan/çıkmaya çalışan yaramaz çocuk Türkiye'yi fabrika ayarlarına döndürmek için ABD'si, AB'si var gücüyle her yolu deneyerek Türkiye'yi dize getirmeye çalışıyor. Türkiye'yi yönetenler de bunun farkında olmalı ki her türlü saldırıyı arkasındaki halk desteğiyle birlikte şu ana kadar savuşturdu. Fakat durmayacaklar. Farklı farklı yolları deneyerek tekrar gelecekler. Üzerimize gelirken her defasında ateşe dokunmak yerine besledikleri taşeronlarını üzerimize salacaklar.

Durum bu iken düşmana karşı ülkede birlik ve beraberlik olup kenetleneceğimiz yerde aramızda sendeleyip tökezlemesini bekleyen ayrılıklar söz konusu. Bu karanlık gecenin sabahı ne zaman gelecek? Ülke olarak ne yapabiliriz? Ardı arkasına gelmekte olan bu tehlikeli vuruşları savuşturup güçlü bir şekilde hücuma geçmek için ülkenin içinde bulunduğu durumu dert edinmek lazım. İşe önce içeriyi inşa ederek başlamalı. İktidarı-muhalefeti, meclis içi-meclis dışı, Alevi’si-Sünni’si, Türk'ü-Kürt'ü, sağcısı-solcusu, milliyetçisi-şeriatçısı, STK'lar, tarikat ve cemaatlerle bir araya gelinerek topyekûn seferberlik ilan edilmeli. Öncelikli olarak bizim ülkemizde emelleri olanların gerçek niyetini içimizde yaşayan muhaliflere anlatıp onları ikna ederek işe başlamak lazım. Ülke içinde fikir birliğini sağladıktan sonra ülkenin durumunu ve haklılığımızı yurt dışına anlatmak  için her kesime vazife vermeli. Hangi kesimin hangi ülke ile arası iyiyse haklılığımızı anlatmak için o ülkeye gitmeli, oralardaki platformlarda durumu anlatmak için vicdani sorumluluk çerçevesinde fahri bir görev üstlenmeli. Her kesim bu meseleyi milli bir mesele olarak ele almalı, taşın altına elini koymalı. Zira mevzubahis olan ülke ise gerisi teferruat demeli.

Milli bir seferberlik ilan edilmeli. “Bu iş hükümetin görevi, ne halin varsa gör” denmemeli. Çünkü memleket elden giderse sadece hükümet enkazın altında kalmayacak, her birlikte kalacağız. Bunun için içimizdeki ayrılıkları buzdolabına kaldırmanın tam zamanı. Kimin gücü neye yetiyorsa inisiyatif almalı. “Biz çalışırsak kaymağı hükümet yer” denirse herkesin şunu bilmesi lazım ki bu millet eldeki olanlardan samimi bulduklarına samimiyetleri oranında oy veriyor. Herkesin çalışmasını bu halk sandıkta değerlendirir. Sandıktan çıkarmasını da bilir, sandığa gömmesini de. Bugün vezir yaptığını yarın rezil, bugün yüzüne bakmadığını yarın baş tacı yapar. Öncelikle tarafların bu milletin basiret ve ferasetine inanması lazım. İnandığının arkasına ölümüne gider.

Muhalefeti ve muhalif düşünenleri bir potada eritme görevi öncelikli olarak hükümetin görevidir. 15 Temmuz'daki birlikteliği yeniden sağlamalıdır. Muhalefete ve farklı kesimleri dinlemeli, onlara güven vermelidir. Bu da yönetimde yaptığı hatalar varsa öncelikli olarak bunları masaya yatırmalı. Biz şurada, şu şekilde, şundan dolayı hata yaptık diyen bir rapor hazırlamalı, bunu kamuoyuna açıklamalı. Muhalefet de bu yapılan öz eleştiriye mal bulmuş mağribi gibi atlamamalı, hükümetin uzattığı bu ele zeytin dalı ile karşılık vermelidir.

Tüm ayrılık ve farklı düşünmelere rağmen  içeride birlik, beraberlik ve barış ortamı sağlamadan, yekvücut olmadan bırakın üstünlük sağlamayı, her günümüz dünü aratır hale gelecektir. Yoksa biz bu günleri çok ararız.

Aramızdaki nizaları, hır-gürleri, kayıkçı kavgalarını bir tarafa bırakarak yarınların Türkiye'sini inşa edelim. Dışarıya karşı birlik mesajı verelim. Böyle yaparsak bu ülkenin kaybedeni olmaz. Yoksa hepimiz kaybederiz. Zira aynı gemideyiz. 11.09.2017


9 Eylül 2017 Cumartesi

Haklı Olmak Herkese Bağırıp Çağırmayı Gerektirmez

Birileri seni istemiyor belli. Önünden, arkandan son vuruşu yapmaya çalışıyor. Bunun için her yolu deniyor. Çünkü arı kovanına çomak soktun. Yaşamaları için senin yok olman gerekiyor. Bunun için itibar kaybı dahil her şeyi, her yolu mubah görüyorlar. Hayat hakkı tanımayacaklar sana. Zira biletin kesildi, kalemin kırıldı. Maazallah öldürmeyi bile deneyecekler. Bunu sağır sultan bile biliyor artık. Öyle zannediyorum, kendin de biliyorsun bunu. Zaten bu yüzden hep 'yalnızım' diyorsun.

Şunu bilmeni isterim ki bu dünyada iyilerin sessizliği kadar kötü bir şey yok. Herkes senin haklı olduğunu biliyor. Buna rağmen herkes kafasını kuma gömdü, olanları izliyor perde arkasından. Kimse kendisine sıra gelmesin istiyor. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyor. Bu yüzden suyu üfleyerek içmeyi de bıraktı. Su bile içmiyor, ne olur ne olmaz diye. 

Evet, savunduğun fikirler doğru ve önemli. Bundan kimsenin şüphesi yok. Ama şunu bil ki haklı olman kazanacağın anlamına gelmiyor. Çünkü ortada kurtlar sofrası var ve bu sofrada sana ve senin değerlerine yer yok. Dünyayı aralarında paylaşanlar hala nemalanmaya devam ediyor. Kimsenin bu sofraya ortak olmasını istemiyor. Gerekirse binlerce kan akıtacaklar.

Durum bu iken yeni bir yol haritası belirlemende, yoğurdu üfleyerek yemende fayda var. Çünkü sen bu ülkeye lazımsın. Bil ki seni götürmek için gerekirse ülkeyi de yakıp yıkacaklar. Yıllardır arkandaki halk desteğini çekmeye çalışıyorlar. Bu yolları tamamen bitirdikten sonra sırada kan, ölüm dahil her şey var. Zaten 15 Temmuz da bunun provasıydı. Kanlı darbe teşebbüsünde de başarılı olamayınca uluslararası arenada kıskaca alacaklar. Sana ve yönettiğin ülkeye dünyayı dar edecekler.

Biliyorum, bunların hepsini hatta daha fazlasını biliyorsun. O zaman ne yapıp et, ama başka yollar bul. Haklılığını gösterecek başka yollara tevessül et. Uluslararası ilişkileri meydanlara taşıma, ülkeleri alenen eleştiri konusu yapma. Bu, savunduğun fikirlerden vazgeç anlamına gelmiyor. İyi bir hatipsin. Önce üslubunu değiştir, her doğruyu her yerde söyleme, köre kör deme. Bunun için kurulacak masalara sakla son sözünü. Masalarda konuş hep. Savaşlar, kavgalar masalarda kazanılır, meydanlarda değil. Hep soğukkanlı ol. Zira bu durumda olayları daha iyi analiz edebilirsin.

Herkesi muhatap alıp cevap verme. Madem sen herkese cevap vereceksin, o zaman ne diye o kadar danışman, bakan vs kişileri bulunduruyorsun? Birilerine cevap verilecekse elemanların yapsın bunu. Sen en son konuş. Bil ki “Ben doğruyu, doğru adamı severim” dese de kimse kendi aleyhine olan doğruyu sevmez. O yüzden bu dünyada doğrucu Davutlara yer yok.

Bu ülkede herkes tatil yapıyor, kimse rahatından ödün vermiyor. Buna rağmen sen her yerdesin. Unuttum en son tatili ne zaman yaptığını. Biliyorum dertlisin, için yanıyor, oturmak bize yakışmaz diyorsun. Ama yaşamak için dinlenmeye ihtiyacın var. Dinlenirken yeniden enerji depolayacaksın. Ayakların yere basarak geleceksin tekrar. Dinlenmezsen vücut yorgun düşünce bu sefer herkesi eleştirmeye başlarsın.

Şunu bil ki senin haklılığın herkesin anladığı kadardır. O yüzden zamana ihtiyaç var. Ne olur diplomatik dili elden bırakma, siyasi davranmayı bil çoğu zaman, içine atmayı öğren biraz da. Her şeye dişini gösterme! Biraz daha sükunet...Allah yardımcın olsun, senin gibi dertlenen indan ve ülkelerin sayısını artırsın. 09/09/2017


"Suyumu Bulandırdın Türkiye!” *

Türkiye'nin belirli gün ve haftaları arasına bir de 17-25 Aralık haftası girdi. Kimine göre ortaya çıkartılan büyük bir yolsuzluk operasyonu, kimine göre ise hükümete karşı yapılmış bir darbe operasyonuydu. Bu süreçte Rıza Zarrap, Zafer Çağlayan, Halkbank ve müdürü, İran gibi kişi ve yer isimleri çokça kullanıldı. Ayakkabı kutularına istiflenmiş paralar boy boy gösterime girdi. Gözaltı, soruşturma açmalar birbirini izledi. Gazete ve televizyonlarımız günlerce, aylarca bu konuyu haber yaptı, üzerine yorumlar alındı. Bunca yıl geçmiş olmasına rağmen taraflar birbirini ikna edemedi.

Ben 17-25 olaylarını sapla-samanın karıştırılarak ülkeye karşı yapılmış bir operasyon olduğuna inananlardanım. Ortada ABD’nin ambargo uyguladığı İran’a karşı Türkiye ve İran arasında yapılan bir ticari ilişki söz konusu. Bu ticaretin el altından ambargoyu delmeye yönelik olduğu anlaşılıyor.  17-25 sürecinde adı yolsuzluk ve rüşvet skandallarıyla anılan kimselerin ne kadar bu işin içerisinde olduğunu bilmiyorum. Yolsuzluk ve rüşvet var mı onu da bilmiyorum. Zira yolsuzluk yapacak olan ve rüşvet alıp verecek olan zaten kılıfını hazırlamıştır. Bunların belgesi olmaz. Ancak kişilerin itirafı ile ortaya çıkarılabilir. Basında çıktığı kadarıyla Zafer Çağlayan’ın kendisine hediye edilen pahalı saat mideyi bulandırmıyor değil. Ancak ortada bir algı oluşturulmak istendiği de sır değil.

Olaylar bu şekilde raflarda yerini alırken Rıza Zarrap’ın, Halk Bankası müdür yardımcısının ABD’de gözaltına alındığı haberleri ajanslardaki yerini aldı. MİT müsteşarı olayı, MİT tırları, tapeler, 17-25 Aralık, Gezi olayları ve son vuruş olarak 15 Temmuz darbe girişimini servise kondu birileri tarafından. Anlaşılan birilerinin bizimle sorunu bitmediği gibi işler kan davasına dönüşmüş. Burada garip olan adı anılan kişilerin tutuklanacaklarını bile bile ABD’de ne işlerinin olduğudur. Yeni hazırlanan iddianameye göre Zafer Çağlayan’a da dava açılmış. Daha arkadan neler gelecek, Türkiye’yi ne tür yaptırımlar bekliyor, zaman gösterecek. Ama görünen o ki perşembenin gelişi çarşambadan belli.

Şunu anladım ki dünyayı dizayn edenler bize küçücük bir toprak parçası bırakırken bile kendi halimize ülkeyi yönetmemizi istememiş. Öyle bir sistem kurmuşlar ki ancak onların bize verdiği rolü oynayabiliriz. Kim bu rolün dışına çıkmaya çalışırsa Çin işkencesi gibi başı ezilir. Onlar istediği gibi bir ülkeye ambargo koyacaklar, sen ona uyup o devletle alışveriş yapmayacaksın. Onlar ambargoyu kaldırırlarsa sen de buna uyacaksın. Onlar bir devleti kınayacak, sen de kınayacaksın. Onlar bir ülkeyi terörle yola getirmeye çalışacak, sen sesini çıkarmayacaksın. Onlar karşılıksız para basacak, sen kendi paranı bırakıp onun sahte parasını kullanacaksın. Onlar silah satmak için devletleri birbirine kızıştıracak, sen sadece seyredeceksin. Yani onlar dünyada ve bu ülkede istedikleri gibi at koşturacaklar, sen hepsine eyvallah diyeceksin. Şimdi de senin bakanını kendi ülkesinde rüşvet aldı iddiasıyla yargılayacak. Dünyaya kendi istedikleri şekilde nizamat vermeye çalışan emperyalist devletler Türkiye’yi boğmak için ellerinden ne geliyorsa hepsini bir bir sahaya sürüyorlar.

Gördüğüm kadarıyla Türkiye; ABD, Almanya vb devletlerin suyunu bulandırmıştır. Ülkenin kabuğunu kırması, kendi başına buyruk hareket etmesi istenmemektedir. Türkiye’yi yönetenlerin bu süreçte çok soğukkanlı olması gerekir, iyi bir diplomasi yürütmelidir. Her doğruyu her yerde söylememelidir. Dışarının bu düşmanlığı aleni bir hal almışken her şeyden önce içte birlik ve beraberlik için acilen yapıcı adımlar atması gerekir. 09/09/2017

** 11/09/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.