Baştan söyleyeyim, hayatta kolay iş ve meslek yoktur. Kimi bedenen, kimi zihnen, kimi çalışma şartları yönünden, kimi risk yönünden, kimi de sorumluluk yönünden zordur. Hasılı kolay iş ve meslek yoktur. Her mesleğin avantaj ya da dezavantajları vardır.
Hayatta en kolay iş yemek yemedir. Bunun için de bölüp-parçalama-çiğneme-yutma-hazmetme ve vücudun dışına atma görevi vardır. Yine gezip dolaşma, bomboş oturma, kaldırım mühendisliği yapma işi vardır ki bilfiil çalışmaktan daha yorucudur. Üstelik ne yediğinden zevk alırsın, ne de içtiğinden. Yatması-kalkması bile zevk vermez insana. Eğer derdimiz bazı meslek ve işlerin getirisi fazla denirse ona bir şey demem. Sorumluluk ve barındırdığı riske göre veya aranan eleman olma durumuna göre maaşlar farklı olabilir.
Gördüğüm bir şey var. Kim nerede çalışırsa çalışsın dünyanın en zor işinin kendi yaptığı iş veya çalıştığı sektör olduğunu, başka iş kolunda çalışanların yorulmadığını, hatta yattığını söyler. "Ne iş yapıyor ki!" der. Bence zorluk beyinde başlıyor, beyinde bitiyor. Kişi kendini nasıl şartlandırırsa yaşadığı, gördüğü, göreceği odur. Yatar kalkar başka iş kolunda çalışanlarla uğraşır. Bir türlü hazmedemez bu tipler. Çekememezlik derecesine ulaşır. Bu sendromdan kurtulamadığı müddetçe kendi halinde debelenir durur. Kimseye de ışık vermez, çünkü düşman beller onları, özellikle yüksek maaş alanları.
Bu tipler kendini ikna ettikten sonra başkasını da etkilemeye çalışır, uzanamadığı ciğere bayat diyen kedi gibi. Böyle biriyle karşılaştım bayram münasebetiyle. Mimarmış kendisi. "Aslında benim puanım yüksekti, onların okuduğu okulu tercih etseydim kazanırdım. Ama ben yazmadım. 08.00-17.00 arası çalışıyorlar, dünyanın parasını alıyorlar, ben daha bir tanesinin saçının döküldüğünü, saçının ağardığını görmedim. Bizim yaptığımızın kıymeti bilinmiyor, yeterince karşılığını alamıyoruz..." şeklinde anlattı durdu bir teşehhüt miktarı oturduğumuz esnada. Doktorları rakip olarak seçmiş kendisine belli. "Sen doktorları savunmaya devam et" dedi bana. O, beni ikna edememenin ezikliğini yaşarken kendimi gücün attım dışarı. Birkaç yıl önce görüştüğümüzde de yine konu doktorlar ve kendi alanı idi. Kendi meslektaşlarına da kızıyor, "5-6 bin lira paraya gidip belediyede çalışıyorlar" diye. İşin garibi çoğu insanın havada kapacağı parayı da beğenmiyor.
Bayram ziyaretinden sonra bir başka ahbabın evine girdim. Konu döndü dolaştı bu ortak tanıdığımıza. Konuyu açtım ona. Çünkü garibime gitti başka meslek erbabını hazmedememesine ve çok kazanma hırsına. Onu benden iyi tanıyan akrabasının çok garibime gitmedi. Zira benden daha iyi tanıyormuş onu. "Çocukluğunda bir köftecide çalışıyordu. Akşam patronuna 'Sabahtan beri şu kadar köfte sattın, şu kadar kazandın, bize verdiğin ise şu kadar. Senin yaptığın doğru mu? Emeğin karşılığı bu mu olacak' demiş. Ta çocukluğundan beri böyleydi bu" dedi bana. Böylece çocukluğuna indik bu zavallının. Çok okumuş ama görünen hala çocukluğunda taşıdığı psikolojiyi atamamış. Garibime gitse de istikrarına hayran kaldım.
İşin garibi yıllar geçse de fikrini değiştirmedi. Kendi bürosunu açtı, yüklü bir borçla kapattı. Başka yere girdi, çoğu yerde de dikiş tutturmadı. Ne kendi kazandı, ne de etrafına ışık verdi. Çizdiği tablo hep karamsarlık üzerine.
Aslında bu davranış biçimi işinde yorulmadığından ve kendini işine vermemesindendir. Çalışıp yorulanın başkasının işinde gözü olmaz. Kendi işine yoğunlaşır, geçene de üzülmez. Çünkü hayatta çektiklerimiz veya çekmedilerimiz kendi tercihlerimizdir.
Allah herkese helalinden kazanmayı, helalinden yemeyi, kazancımızla yetinmeyi, başkasını hazmetmeyi, kendi işimizi sevmeyi, ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı nasip etsin. 06.09.2017
6 Eylül 2017 Çarşamba
"İslam dünyasının o kadar derdi varken..."
Nerede bir konu dert edinilse, bir konu konuşulsa, nerede
bir muhabbet ortamı oluşsa, konu hakkında değerlendirme yapılsa, bir yorum
yapılsa içimize serpiştirilmiş bazıları, "İslam dünyası kan ağlarken bu konunun yeri mi? Bu konu Müslümanların
aslî konusu mu? Bu konu tali bir meseledir, Türkiye'nin daha önemli konuları
var, birileri bu tür gündemlerle bizi uğraştırıyor..." diyerek pişmiş
aşa su katar. Konuyu sulandırır.
Farklı
konu konuşulmasına sıcak bakmayanlar haklı. Zira İslam dünyası kan ağlıyor
elbet. Üstelik bugünden yarına biteceğe de benzemiyor. Bir yerdeki kan ve
gözyaşı bitmeden diğer tarafta başlıyor. Sağa koysak olmuyor, sola koysak
olmuyor. Bağırsak, çağırsak, günlerce konuşsak, yazıp çizsek cürmümüz kadar yer
yakıyoruz. Çünkü vatandaş olarak elimiz, kolumuz bağlı, biçareyiz. Ne
organizemiz var, ne planımız, ne silahımız, ne de tankımız. Çünkü bizler devlet
değiliz. Yapılan katliamlara devletlerin sessiz kaldığı, gücünün yetmediği bir
durumda vatandaş ne yapabilir? Eline silah alıp bir başka devletle
savaşabilmesi mümkün değildir. Sadece yapabileceği, imkânı olanların yardım
yapmak için elini cebine atmasıdır. Elini uzatamasa da zulüm görenlerin acısını
içinde hissedebilmesidir. Kendi devletinin yapabileceği bir şey var da devlet
harekete geçmiyor, ağırdan alıyorsa devlet yetkililerini harekete geçirmek için
yazarak, çizerek, miting yaparak kamuoyu oluşturulabilir. Ötesi ne kaldı? Başka
ne yapılabilir? Sanırım elden başka bir
şey de gelmiyor.
Zulüm görenler, öldürülenler ise ellerinden ne geliyorsa
yaşam mücadelesi vermek için hayatlarını ortaya koyuyor. Kaçan kaçabiliyor,
kaçamayan ya bir kör kurşuna veya bombaya muhatap oluyor, ya da rejimin
hapishanelerinde ölüm-kalım mücadelesi veriyor. Dünyaya nizamat verenler akan
kanın durmasını istemedikleri müddetçe de maalesef buralardaki işkence devam
ediyor. Her gün kan gören, anasını-babasını defneden kişiler onca dert ve
sıkıntılarına rağmen yeme-içme, barınma için uğraş veriyor. Yeri geldi mi
gülüyor, ağlıyor, isyan ediyor, yiyor, içiyor, evleniyor, çocuğu oluyor, oturup
kalkıyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor, alışveriş yapıyor. Çünkü ne olursa olsun hayat devam ediyor ve
öyle de olmalıdır.
Durum bu iken içimizde yaşayan, bizimle oturup kalkan,
bizimle yiyip içen, muhabbete katılan, yeri geldiği zaman konu hakkında görüş
serdeden bazı kişiler “Biz ne işlerle
uğraşıyoruz, dünya kan ağlıyor, bu konu da önemli ama şimdi sırası mı”
diyerek kendilerine bir rol biçer. Sanırsın ki hiçbir şey yiyip içmiyor, hiçbir
konuyu konuşmuyor, varsa yoksa yurtdışında işkence çeken Müslümanların havarisi
kesilmiş. Bu tipler ne kadar samimi bilmiyorum, çünkü içlerini yarıp bakma
imkanımız yok. Farz edelim ki hepsi samimi. Böyle konuşmanın, ortamı germenin
kime ne faydası var? Bu arkadaşlarca önemli olmayan o kişi için çok önemli olabilir.
Farklı konuyu gündemine alanlar acaba İslam dünyasını hiç mi dert edinmiyor? Tüm
yük sadece bu arkadaşların sırtında mı? Gerçekten anlamak için soruyorum.
Elbette her birimiz Müslümanların derdi ile dertlenmemiz lazım, onların çektiği
sıkıntıları hissetmemiz lazım.
Merakımı gidermek için soruyorum, konuşulan her konunun
içerisine “İslam dünyası kan ağlarken…” diye giren bu arkadaşlar herkesten
farklı olarak ne yapıyorlar? Hangi inisiyatifi almışlar bugüne kadar? Bu
arkadaşlar her konunun içine bu şekilde girmek yerine “Arkadaşlar ele aldığınız konu önemli ama izin verirseniz ben konuyu
değiştirip konuyu şu konuya getirmek istiyorum, acizane ben bu konuda şu şu
işleri yaptım, halen devam ediyorum…” deseler kaç kişi karşı çıkar bu üsluba?
Kaç kişi bu konu bizim meselemiz değil der.
İslam dünyası olması şart değil, nerede bir kan akıyorsa
Müslüman’ın o zulmü sona erdirmesi için gücü yetiyorsa eliyle, yoksa diliyle,
buna da gücüyle kalbiyle buğzetsin. Bu da imanın en zayıf noktasıdır.
06/09/2017
Sen sen ol, karanlıkta namaz kılma!
-Kendimi İskoçyalı gibi hissettim bu akşam-
İskoçyalılar cimri olarak bilinir denir. Ne derece doğru bilmem. Toptancı bir yargı var burada. Böylesi anlayışı tasvip etmesem de cimriliği anlatması bakımından yıllar önce okuduğum bir fıkrayı paylaşmak istiyorum sizinle.
Bir İskoçyalı akşam bir diğer İskoçyalı'ya misafir olur. Otururlarken ev sahibi "Arkadaş, biz zaten birbirimizi tanıyoruz. Işığı boşu boşuna yakmayalım, söndürüp karanlıkta oturalım" der ve ışığı söndürür. Birlikte koyu karanlıkta koyu bir sohbete dalarlar. Arkadaşı, "Arkadaş, vakit geç oldu, ışığı yak da ben gideyim artık. Ama dur, ışığı yakmadan önce eskimesin diye pantolonumu çıkarmıştım, önce giyeyim, sonra yak ışığı" der. Misafir İskoçyalı pantolonunu giyer, ardından ev sahibi İskoçyalı ışığı yakar, misafirini uğurlar.
Fıkra burada biter. Ev sahibi misafirine herhangi bir ikramda bulundu mu bilmem. Ama gördüğünüz gibi tasarruf konusunda misafiri de, ev sahibi de çok duyarlı. Tencere-kapak gibiler. Hani ben de onları aratmadım bugün. Başıma geleni görünce ister istemez kendimi İskoçyalı gibi hissettim.
Akşam namazını kılmak için terasa çıkan odada namaza durdum. Odanın ışığını yakmamıştım, karanlıkta namaz kılmaya başladım. Terasa evden biri geçer mi diye düşünmedim, namaz kılarken secde mahalli görülür şekilde olacak ilmihal bilgisi de aklıma gelmedi. Aklıma gelen tek şey tasarruftu belki de. Namaz kılarken alt merdivenden birinin geldiğini hissettim. Gelen ses iyice yaklaştı, bulunduğum odaya girdi. Bu esnada secdeyeyim. Beni görmüyor gayri belli. Görmesi de mümkün değil. Zira alt katın sensörlü lambası sönmüş, ortam zifiri karanlık olmuştu. Gelen de göz kararı geliyor. Bana çarpmaması mümkün değil. Ben ona çelme takmış gibi olacağım. Ben varım diyemiyorum, zira namaz bozulur. Öksürsem, mekruh olur namazım. Her zaman eksik olmayan öksürük oruca niyetlenmiş belli... Allah vere de üzerime düşmese diye geçirdim içimden. Hızlı bir şekilde kıyama kalkmak için davrandım, olur ya her zaman gıcırtı yapan tahta bu akşam da yapar diye. O da tınlamadı benim bu isteğimi. Gelen çarptı bana hafifçe. Söylenmesinden hanım olduğunu anladım. Elindeki ocaktan yeni indirdiği çaydanlığı dökmemek için epey bir manevra yaptı, ben namaz kılmaya devam ederken.
Bereket çay dökülmedi. Ya bir de dökülseydi halim nice olurdu? Üstelik dökülseydi başımdan aşağı vücudumun tamamı çay içmiş olacaktı. Çayı içerdim içmesine de kaçıncı derece yanık oluşurdu bende kestiremiyorum. Görünmez kaza mı desem, bile bile kazaya davetiye çıkarmak mı desem bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var İskoçyalılar'ın tasarruf anlayışı bana çok pahalıya patlayacaktı. Ben ucuz atlattım. Siz, siz olun İskoçyalılar'a özenmeyin. Sabah, akşam ve yatsı namazlarını aydınlık bir ortamda kılın. Sonra söylemedi demeyin. 06.09.2017
İskoçyalılar cimri olarak bilinir denir. Ne derece doğru bilmem. Toptancı bir yargı var burada. Böylesi anlayışı tasvip etmesem de cimriliği anlatması bakımından yıllar önce okuduğum bir fıkrayı paylaşmak istiyorum sizinle.
Bir İskoçyalı akşam bir diğer İskoçyalı'ya misafir olur. Otururlarken ev sahibi "Arkadaş, biz zaten birbirimizi tanıyoruz. Işığı boşu boşuna yakmayalım, söndürüp karanlıkta oturalım" der ve ışığı söndürür. Birlikte koyu karanlıkta koyu bir sohbete dalarlar. Arkadaşı, "Arkadaş, vakit geç oldu, ışığı yak da ben gideyim artık. Ama dur, ışığı yakmadan önce eskimesin diye pantolonumu çıkarmıştım, önce giyeyim, sonra yak ışığı" der. Misafir İskoçyalı pantolonunu giyer, ardından ev sahibi İskoçyalı ışığı yakar, misafirini uğurlar.
Fıkra burada biter. Ev sahibi misafirine herhangi bir ikramda bulundu mu bilmem. Ama gördüğünüz gibi tasarruf konusunda misafiri de, ev sahibi de çok duyarlı. Tencere-kapak gibiler. Hani ben de onları aratmadım bugün. Başıma geleni görünce ister istemez kendimi İskoçyalı gibi hissettim.
Akşam namazını kılmak için terasa çıkan odada namaza durdum. Odanın ışığını yakmamıştım, karanlıkta namaz kılmaya başladım. Terasa evden biri geçer mi diye düşünmedim, namaz kılarken secde mahalli görülür şekilde olacak ilmihal bilgisi de aklıma gelmedi. Aklıma gelen tek şey tasarruftu belki de. Namaz kılarken alt merdivenden birinin geldiğini hissettim. Gelen ses iyice yaklaştı, bulunduğum odaya girdi. Bu esnada secdeyeyim. Beni görmüyor gayri belli. Görmesi de mümkün değil. Zira alt katın sensörlü lambası sönmüş, ortam zifiri karanlık olmuştu. Gelen de göz kararı geliyor. Bana çarpmaması mümkün değil. Ben ona çelme takmış gibi olacağım. Ben varım diyemiyorum, zira namaz bozulur. Öksürsem, mekruh olur namazım. Her zaman eksik olmayan öksürük oruca niyetlenmiş belli... Allah vere de üzerime düşmese diye geçirdim içimden. Hızlı bir şekilde kıyama kalkmak için davrandım, olur ya her zaman gıcırtı yapan tahta bu akşam da yapar diye. O da tınlamadı benim bu isteğimi. Gelen çarptı bana hafifçe. Söylenmesinden hanım olduğunu anladım. Elindeki ocaktan yeni indirdiği çaydanlığı dökmemek için epey bir manevra yaptı, ben namaz kılmaya devam ederken.
Bereket çay dökülmedi. Ya bir de dökülseydi halim nice olurdu? Üstelik dökülseydi başımdan aşağı vücudumun tamamı çay içmiş olacaktı. Çayı içerdim içmesine de kaçıncı derece yanık oluşurdu bende kestiremiyorum. Görünmez kaza mı desem, bile bile kazaya davetiye çıkarmak mı desem bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var İskoçyalılar'ın tasarruf anlayışı bana çok pahalıya patlayacaktı. Ben ucuz atlattım. Siz, siz olun İskoçyalılar'a özenmeyin. Sabah, akşam ve yatsı namazlarını aydınlık bir ortamda kılın. Sonra söylemedi demeyin. 06.09.2017
5 Eylül 2017 Salı
"Referansım Allah'tır" veya Allah Ne Der, Diyebiliyor muyuz?
Bugün karşınıza bir dostumun whatsapp aracılığıyla gönderdiği bir hikâyeyle çıkmak istiyorum. Hikayemiz, kıssadan hisse içeriyor.
Bu hikaye, günümüzde bir işe girmek için mülakata katılmak isteyenlere, torpil listesi hazırlayanlara, komisyonlarda görev yapan komisyon üyelerine gelsin. Yine bu hikaye ehliyet ve liyakatı bir tarafa bırakarak devlet kadrolarını ahbap-çavuş ilişkisine döndürenlere, referans olanlara gelsin. Her birimizin kulağına küpe olsun. Zira kimimiz işe girmek istiyoruz, kimimiz makam ve mevkimizi kullanıyoruz, kimimiz de komisyonlarda görev yaparak devlete eleman ve yönetici seçiyoruz. Çağın en büyük hastalığı olan torpil ve iltimasa, adam kayırmacılığına inşallah bir son veririz de "Emanetleri ehline veririz." Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum:
"Birkaç yıl önce, bir vilayetimizde, bir bakanlığın il müdürüydüm. Bağlı bulunduğumuz genel müdürlük, başka üç ilin de il müdürüyle birlikte beni, diğer bir ilimizde personel almak üzere görevlendirdi.
Biz dört arkadaş birleşerek sözünü ettiğim ile gittik. Önceden bizim için ayrılan misafirhaneye yerleştik, şehre gelişimizi kimsenin duymasını istemiyorduk. Zaten ben ve arkadaşlarım bu ile ilk defa geliyorduk. Ne kimseyi tanıyorduk, ne de kimse bizi tanıyordu.
Arkadaşlar olarak hepimizin kanaati aynıydı, hak edeni kazandırmak. Biliyorduk ki katılım yoğun olacak ve herkes, maalesef bir referansla, bizi rahatsız edecekti. Bunun için çok dikkatli olmalıydık.
İle ikindi vakti vardık. Kimseye görünmeden şehrin biraz dışındaki kenar bir mahallede, tarihi bir camiye gittik. İkindi namazı kılınmış, caminin avlusu boştu. Osmanlı'dan kalma, mimarisi insanda manevi duygular uyandıran şirin bir caminin avlusundayız. Dört arkadaş şadırvana oturarak abdest almaya başladık. Mayıs ayının serin, sıcak havası da ayrı bir güzellik katıyor çevreye.
Ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı da sıyırmaya başlamıştım ki ayaklarımın önüne bir çift takunya kondu. Takunyaların geldiği tarafa doğru şaşkınlıkla başımı çevirdim. Yüzüme tebessümle bakan, orta boylu, esmerimsi ve yakışıklı diyebileceğimiz yirmi beş yaşlarında bir gençle göz göze geldim. Utangaçlığın vermiş olduğu çekingenlikle;
"Ben buraları bilirim, siz yabancıya benziyorsunuz, namaz kılana hizmet etmek, Allah'ın rızasını kazandırır. Allah kabul etsin!" dedi.
Gencin tebessümü, davranışı, kibarlığı, her şeyden önce içten davranışı hepimizi çok etkiledi. Sordum:
"Sen kimsin? Adın nedir?"
"Adım Bilal, bu mahallede oturuyorum."
Bir an abdest almayı bırakarak gençle ilgilenmeye başladım.
"Ne iş yapıyorsun Bilal?"
Biraz durakladı; ama yüzündeki gülümsemeyi hiç eksik etmeden sorumu cevaplandırdı:
"Şimdi işim yok; ama inşallah yakında işe gireceğim."
O kadar inanarak söylüyordu ki bunu,
"Nasıl olacak o, Bilal?" dedim.
*Müthiş mütevekkil ve huzurlu bir yüzle:
"Üç gün sonra" dedi, " … Müdürlüğü’nde sınavla personel alınacak. Rabbim, oraya girmeyi nasip edecek inşallah!" demez mi?
Ben bir an neye uğradığımı şaşırmıştım. İşe alacak olan bizdik. Arkadaşlarım da artık, Bilal ile aramızda geçen konuşmalara dikkat kesilmişlerdi.
"Peki, Bilal" dedim, "Bu zamanda işe girmek zor, hem de çok zor! Senin torpilin var mı? Referansın kim? İşe nasıl gireceksin?"
Bilal o mütevekkil ve mütebessim halini kuşanarak (ki bu halini hiç unutamıyorum.) hepimizin üzerinde bomba tesiri bırakacak sözü söyleyiverdi:
"Bir yetimin referansı kim olur?
Benim referansım Allah Celle Celaluhu'dur. Ne güzel vekildir O. Dün gece O'na teheccüd namazından sonra dilekçemi sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi O?"
Ya Rabbi! Ne işe tutulmuştuk?
Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum! Gözlerimin buğulandığını ona göstermemeliydim. Musluktan avucuma su alıp yüzüme serptim.
"Bilal, baban yok mu?"
"Yok, ben üç yaşındayken ölmüş. Anneciğim büyüttü beni."
Temiz bir saflık üzerindeydi. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu o kadar meydanda idi ki kalbi adeta yüzüne vurmuştu.
"Askerliğini yaptın mı Bilal?"
"Yaptım ya, hem de çavuş olarak"
Artık Bilal'ı daha yakından tanımalıydım; çünkü o tanınmayı çoktan hak etmişti.
*"Evli misin Bilal?"
Bir anda gözleri yere düştü. Yine o mütevekkil hali üzerindeydi. Utanarak sözünü sürdürdü; "He ya, evli değil de sözlüyüm. İnşallah, işe girer girmez düğünümü yapacağım."
Yine o kadar kesin konuşuyordu ki!
"Ama Bilal, üç gün sonraki sınav için o kadar kesin konuşuyorsun ki sanki sınavı kazanmış gibisin!"
Sustu. Başını kaldırdı ve gözlerini ufka dikti hemen cevap vermedi, daldı. Yüzünün rengi bir beyazlaşıyor, bir sararıyordu. Biraz sonra gözleri ufka dikili olarak ve sesine bir gizemlilik katarak şunları söyledi:
"Ben Rabbimi çok seviyorum, inanıyorum ki o da beni seviyor. Seven seveni korumaz, ona yardım etmez mi? Seven seveni hiç yüz üstü bıraktığı görülmüş müdür?”
Ona söyleyecek laf bulamıyordum. Bilal öylesine bir kalp taşıyordu ki Allah bizi kocaman kocaman müdürleri, Bilal kuluna hizmet ettirmek için ayağına göndermişti.
Kim müdürdü, kim işçi olacaktı? Bilal dilekçesini en büyük makama sununca melekler harekete geçti; daireler, müdürler harekete geçti ve hep birlikte Bilal kulun ayağına koşmaya başladılar. Çünkü emir büyük makamdandı. Allah'a malik olan insanın mahrumiyeti söz konusu olabilir miydi?
Sormaya devam ettim, içim titreyerek:
"Bilal, sözlünü nasıl buldun? Bu zamanda hem yetim, hem işsize kim kız verir ki?"
Başını salladı ve "doğru" diyerek ekledi;
"Zor nişanlandım ya, Allah razı olsun, kayınpederim olacak olan insan, ‘sözde Müslüman’ değil, hakiki mümin. ‘Bu zamanda namazında niyazında damat nerede bulunur, hem rızkı veren Allah'tır’ dedi ve kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verir inşallah."
"Bilal, senin bu tarz yetişmene neden olan, seni bu mütevekkil hale getiren bir sır olsa gerek.”
“ Eğer ona sır denilirse, var. Sevgili anneciğim bana hiç haram lokma yedirmediğini söyler.”
Bilal lise mezunuydu, üç yüz kişinin katıldığı yazılı sınavı başarıyla geçerek ilk yetmiş kişinin arasına girdi. Şimdi mülakata girecekti.
Ve bizler, önümüze sunulan, Bakanlık dâhil, bütün referansları bir kenara koyarak Bilal'ın referansını en öne aldık.
Mülakat gününe kadar bizi göremedi, kim olduğumuzu da zaten bilmiyordu. Mülakat günü geldi çattı. Tüm arkadaşlar merak ediyorduk, bizi karşısında görünce acaba nasıl tepki verecekti?
Adı okundu, içeri girdi. Heyecandan olacak, bizi birden fark edemedi, zaten kıyafetlerimiz de değişmişti. Biz susmuştuk, o da başını yavaş yavaş kaldırarak bize baktı.
Birden şaşırır gibi oldu, yüzü kızardı ve gözleri yere düştü, sessizliği bozdum;
"Bilal, bizi tanımadın mı?"
"Evet!"
"Peki, ne diyeceksin şimdi?"
Ağlamaya başladı, çocuk gibi hıçkırıyordu. Artık biz de dayanamamıştık, ona uyduk. Sabah makamında hıçkırıklar boğazımıza düğümlenmişti. Oda öylesine bir havaya bürünmüştü ki bazı manevi şeylere elle dokunmak mümkündü adeta. Bilal ellerini Rabbine kaldırdı ve:
"Ey Rabbim! Ben halimi sana sunmuştum, içimi sana açmıştım, şimdi burada müdürlerime karşı mahcubum. Ey Allah'ım, ben Sen'den, başkasından istememeyi istedim. Beni yalnız Sana muhtaç eyle Allah'ım” dedi.
Bir an bir sessizlik oldu. Arkasından hüzün dolu bir sesle;
"Ne olur, izin verin çıkayım" dedi.
"Peki, Bilal" dedik, "Güle güle git. Allah işini, aşını, eşini mübarek kılsın!"
Allah'tan isteyenler muratlarına erdiler de, O’ndan başkasından isteyenler helak oldular. Allah dilerse bütün dünyayı Bilaller'e hizmetçi yapar (Bizi yapmadı mı?)
Fakat Bilal yüreğine ve saflığına ulaşmak gerek.
"Referansım Allah'tır" diyenlerden olabilmek duasıyla... Ömrümüz mübarek olsun. Gününüz bereketli olsun. Torpillerimizin Yaradan'dan olmasi duası ile."
Allah helalinden yemeyi ve yedirmeyi nasip etsin, boğazımızdan haram lokma geçirmesin, referansı Allah olan Bilaller'in sayısını çoğaltsın, komisyonlarda görev yapanların görevlerini tıpkı bu hikayedeki üyeler gibi yapmasını nasip etsin. 05.09.2017
Bu hikaye, günümüzde bir işe girmek için mülakata katılmak isteyenlere, torpil listesi hazırlayanlara, komisyonlarda görev yapan komisyon üyelerine gelsin. Yine bu hikaye ehliyet ve liyakatı bir tarafa bırakarak devlet kadrolarını ahbap-çavuş ilişkisine döndürenlere, referans olanlara gelsin. Her birimizin kulağına küpe olsun. Zira kimimiz işe girmek istiyoruz, kimimiz makam ve mevkimizi kullanıyoruz, kimimiz de komisyonlarda görev yaparak devlete eleman ve yönetici seçiyoruz. Çağın en büyük hastalığı olan torpil ve iltimasa, adam kayırmacılığına inşallah bir son veririz de "Emanetleri ehline veririz." Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum:
"Birkaç yıl önce, bir vilayetimizde, bir bakanlığın il müdürüydüm. Bağlı bulunduğumuz genel müdürlük, başka üç ilin de il müdürüyle birlikte beni, diğer bir ilimizde personel almak üzere görevlendirdi.
Biz dört arkadaş birleşerek sözünü ettiğim ile gittik. Önceden bizim için ayrılan misafirhaneye yerleştik, şehre gelişimizi kimsenin duymasını istemiyorduk. Zaten ben ve arkadaşlarım bu ile ilk defa geliyorduk. Ne kimseyi tanıyorduk, ne de kimse bizi tanıyordu.
Arkadaşlar olarak hepimizin kanaati aynıydı, hak edeni kazandırmak. Biliyorduk ki katılım yoğun olacak ve herkes, maalesef bir referansla, bizi rahatsız edecekti. Bunun için çok dikkatli olmalıydık.
İle ikindi vakti vardık. Kimseye görünmeden şehrin biraz dışındaki kenar bir mahallede, tarihi bir camiye gittik. İkindi namazı kılınmış, caminin avlusu boştu. Osmanlı'dan kalma, mimarisi insanda manevi duygular uyandıran şirin bir caminin avlusundayız. Dört arkadaş şadırvana oturarak abdest almaya başladık. Mayıs ayının serin, sıcak havası da ayrı bir güzellik katıyor çevreye.
Ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı da sıyırmaya başlamıştım ki ayaklarımın önüne bir çift takunya kondu. Takunyaların geldiği tarafa doğru şaşkınlıkla başımı çevirdim. Yüzüme tebessümle bakan, orta boylu, esmerimsi ve yakışıklı diyebileceğimiz yirmi beş yaşlarında bir gençle göz göze geldim. Utangaçlığın vermiş olduğu çekingenlikle;
"Ben buraları bilirim, siz yabancıya benziyorsunuz, namaz kılana hizmet etmek, Allah'ın rızasını kazandırır. Allah kabul etsin!" dedi.
Gencin tebessümü, davranışı, kibarlığı, her şeyden önce içten davranışı hepimizi çok etkiledi. Sordum:
"Sen kimsin? Adın nedir?"
"Adım Bilal, bu mahallede oturuyorum."
Bir an abdest almayı bırakarak gençle ilgilenmeye başladım.
"Ne iş yapıyorsun Bilal?"
Biraz durakladı; ama yüzündeki gülümsemeyi hiç eksik etmeden sorumu cevaplandırdı:
"Şimdi işim yok; ama inşallah yakında işe gireceğim."
O kadar inanarak söylüyordu ki bunu,
"Nasıl olacak o, Bilal?" dedim.
*Müthiş mütevekkil ve huzurlu bir yüzle:
"Üç gün sonra" dedi, " … Müdürlüğü’nde sınavla personel alınacak. Rabbim, oraya girmeyi nasip edecek inşallah!" demez mi?
Ben bir an neye uğradığımı şaşırmıştım. İşe alacak olan bizdik. Arkadaşlarım da artık, Bilal ile aramızda geçen konuşmalara dikkat kesilmişlerdi.
"Peki, Bilal" dedim, "Bu zamanda işe girmek zor, hem de çok zor! Senin torpilin var mı? Referansın kim? İşe nasıl gireceksin?"
Bilal o mütevekkil ve mütebessim halini kuşanarak (ki bu halini hiç unutamıyorum.) hepimizin üzerinde bomba tesiri bırakacak sözü söyleyiverdi:
"Bir yetimin referansı kim olur?
Benim referansım Allah Celle Celaluhu'dur. Ne güzel vekildir O. Dün gece O'na teheccüd namazından sonra dilekçemi sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi O?"
Ya Rabbi! Ne işe tutulmuştuk?
Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum! Gözlerimin buğulandığını ona göstermemeliydim. Musluktan avucuma su alıp yüzüme serptim.
"Bilal, baban yok mu?"
"Yok, ben üç yaşındayken ölmüş. Anneciğim büyüttü beni."
Temiz bir saflık üzerindeydi. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu o kadar meydanda idi ki kalbi adeta yüzüne vurmuştu.
"Askerliğini yaptın mı Bilal?"
"Yaptım ya, hem de çavuş olarak"
Artık Bilal'ı daha yakından tanımalıydım; çünkü o tanınmayı çoktan hak etmişti.
*"Evli misin Bilal?"
Bir anda gözleri yere düştü. Yine o mütevekkil hali üzerindeydi. Utanarak sözünü sürdürdü; "He ya, evli değil de sözlüyüm. İnşallah, işe girer girmez düğünümü yapacağım."
Yine o kadar kesin konuşuyordu ki!
"Ama Bilal, üç gün sonraki sınav için o kadar kesin konuşuyorsun ki sanki sınavı kazanmış gibisin!"
Sustu. Başını kaldırdı ve gözlerini ufka dikti hemen cevap vermedi, daldı. Yüzünün rengi bir beyazlaşıyor, bir sararıyordu. Biraz sonra gözleri ufka dikili olarak ve sesine bir gizemlilik katarak şunları söyledi:
"Ben Rabbimi çok seviyorum, inanıyorum ki o da beni seviyor. Seven seveni korumaz, ona yardım etmez mi? Seven seveni hiç yüz üstü bıraktığı görülmüş müdür?”
Ona söyleyecek laf bulamıyordum. Bilal öylesine bir kalp taşıyordu ki Allah bizi kocaman kocaman müdürleri, Bilal kuluna hizmet ettirmek için ayağına göndermişti.
Kim müdürdü, kim işçi olacaktı? Bilal dilekçesini en büyük makama sununca melekler harekete geçti; daireler, müdürler harekete geçti ve hep birlikte Bilal kulun ayağına koşmaya başladılar. Çünkü emir büyük makamdandı. Allah'a malik olan insanın mahrumiyeti söz konusu olabilir miydi?
Sormaya devam ettim, içim titreyerek:
"Bilal, sözlünü nasıl buldun? Bu zamanda hem yetim, hem işsize kim kız verir ki?"
Başını salladı ve "doğru" diyerek ekledi;
"Zor nişanlandım ya, Allah razı olsun, kayınpederim olacak olan insan, ‘sözde Müslüman’ değil, hakiki mümin. ‘Bu zamanda namazında niyazında damat nerede bulunur, hem rızkı veren Allah'tır’ dedi ve kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verir inşallah."
"Bilal, senin bu tarz yetişmene neden olan, seni bu mütevekkil hale getiren bir sır olsa gerek.”
“ Eğer ona sır denilirse, var. Sevgili anneciğim bana hiç haram lokma yedirmediğini söyler.”
Bilal lise mezunuydu, üç yüz kişinin katıldığı yazılı sınavı başarıyla geçerek ilk yetmiş kişinin arasına girdi. Şimdi mülakata girecekti.
Ve bizler, önümüze sunulan, Bakanlık dâhil, bütün referansları bir kenara koyarak Bilal'ın referansını en öne aldık.
Mülakat gününe kadar bizi göremedi, kim olduğumuzu da zaten bilmiyordu. Mülakat günü geldi çattı. Tüm arkadaşlar merak ediyorduk, bizi karşısında görünce acaba nasıl tepki verecekti?
Adı okundu, içeri girdi. Heyecandan olacak, bizi birden fark edemedi, zaten kıyafetlerimiz de değişmişti. Biz susmuştuk, o da başını yavaş yavaş kaldırarak bize baktı.
Birden şaşırır gibi oldu, yüzü kızardı ve gözleri yere düştü, sessizliği bozdum;
"Bilal, bizi tanımadın mı?"
"Evet!"
"Peki, ne diyeceksin şimdi?"
Ağlamaya başladı, çocuk gibi hıçkırıyordu. Artık biz de dayanamamıştık, ona uyduk. Sabah makamında hıçkırıklar boğazımıza düğümlenmişti. Oda öylesine bir havaya bürünmüştü ki bazı manevi şeylere elle dokunmak mümkündü adeta. Bilal ellerini Rabbine kaldırdı ve:
"Ey Rabbim! Ben halimi sana sunmuştum, içimi sana açmıştım, şimdi burada müdürlerime karşı mahcubum. Ey Allah'ım, ben Sen'den, başkasından istememeyi istedim. Beni yalnız Sana muhtaç eyle Allah'ım” dedi.
Bir an bir sessizlik oldu. Arkasından hüzün dolu bir sesle;
"Ne olur, izin verin çıkayım" dedi.
"Peki, Bilal" dedik, "Güle güle git. Allah işini, aşını, eşini mübarek kılsın!"
Allah'tan isteyenler muratlarına erdiler de, O’ndan başkasından isteyenler helak oldular. Allah dilerse bütün dünyayı Bilaller'e hizmetçi yapar (Bizi yapmadı mı?)
Fakat Bilal yüreğine ve saflığına ulaşmak gerek.
"Referansım Allah'tır" diyenlerden olabilmek duasıyla... Ömrümüz mübarek olsun. Gününüz bereketli olsun. Torpillerimizin Yaradan'dan olmasi duası ile."
Allah helalinden yemeyi ve yedirmeyi nasip etsin, boğazımızdan haram lokma geçirmesin, referansı Allah olan Bilaller'in sayısını çoğaltsın, komisyonlarda görev yapanların görevlerini tıpkı bu hikayedeki üyeler gibi yapmasını nasip etsin. 05.09.2017
DKAB Öğretmenlerinden Ne İsteniyor?
Malumunuz haziranın son iki haftası ile eylül ayının ilk iki haftası öğretmenlerin mesleki çalışma dönemleridir. Tüm öğretmenler 09.00-13.00 arasında okullarında yapılan seminer çalışmasına katılırlar. Yapılan bu çalışmalar ne kadar verimli ya da değil tartışmasına girmeyeceğim. Değineceğim husus başka.
Son birkaç yıldır yapılan mesleki çalışmalarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, İHO ve İHL öğretmenleri için ayrı okullar planlanmakta. Eğitim bölgesindeki tüm DKAB öğretmenleri belirlenen okula getirilmektedir. Bu branştaki öğretmenlere iyilik mi yapılıyor, kötülük mü? Özel bir statü mü tanınıyor? Anlayamadım gitti.
Tüm branşlar ayrı ayrı okullarda toplansa Din Kültürü de bir branş olduğuna göre bu planlamaya eyvallah diyeceğim. Gördüğüm kadarıyla bu muamele sadece DKAB öğretmenlerine yapılıyor. Sebebi nedir? Bunda ne hikmet vardır? Hangi fayda mülâhaza edilmektedir? İnan anlayamıyorum. Bu işi planlayanlar bunun hikmetini izah ederlerse dünyalar benim olacak. Yok, sana dünyayı zehir edeceğiz denirse buna diyeceğim bir şey olmaz.
Bu muamele DKAB öğretmenlerini aynı zamanda mağdur ediyor. Çünkü bu öğretmenler çalıştığı okula daha rahat bir şekilde gidip geleyim diye okulunun yakınından ev tutmuştur. Şimdi işin yoksa iki vasıtayla seminer çalışmasına git gel her gün. Haydi bundan da geçtim diğer branşları kendi okullarında bırakarak DKAB öğretmenlerini bir başka okula toplamayı diğer branşlar nasıl düşünür? Bize ayırım yapılıyor, ikinci sınıf muamelesi görüyoruz diye düşünemezler mi?
Amacımız DKAB öğretmenlerinin görgü-göresekleri artsın, bilgi alışverişi yapmalarını sağlamak denirse diğer branşların buna ihtiyacı yok mu?
Hikmetinden sual olunmaz, emir de demiri keser. Dilediğinizi yapın. DKAB öğretmenleri de yapılan planlamayı yerine getirir. Ama yaptığınızın makul bir açıklaması olsun.
Sahi, DKAB öğretmenlerine seminer dönemlerinde iyilik mi yapılıyor/ kötülük mü? Seçin beğenin, karar sizin. 05.09.2017
Son birkaç yıldır yapılan mesleki çalışmalarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, İHO ve İHL öğretmenleri için ayrı okullar planlanmakta. Eğitim bölgesindeki tüm DKAB öğretmenleri belirlenen okula getirilmektedir. Bu branştaki öğretmenlere iyilik mi yapılıyor, kötülük mü? Özel bir statü mü tanınıyor? Anlayamadım gitti.
Tüm branşlar ayrı ayrı okullarda toplansa Din Kültürü de bir branş olduğuna göre bu planlamaya eyvallah diyeceğim. Gördüğüm kadarıyla bu muamele sadece DKAB öğretmenlerine yapılıyor. Sebebi nedir? Bunda ne hikmet vardır? Hangi fayda mülâhaza edilmektedir? İnan anlayamıyorum. Bu işi planlayanlar bunun hikmetini izah ederlerse dünyalar benim olacak. Yok, sana dünyayı zehir edeceğiz denirse buna diyeceğim bir şey olmaz.
Bu muamele DKAB öğretmenlerini aynı zamanda mağdur ediyor. Çünkü bu öğretmenler çalıştığı okula daha rahat bir şekilde gidip geleyim diye okulunun yakınından ev tutmuştur. Şimdi işin yoksa iki vasıtayla seminer çalışmasına git gel her gün. Haydi bundan da geçtim diğer branşları kendi okullarında bırakarak DKAB öğretmenlerini bir başka okula toplamayı diğer branşlar nasıl düşünür? Bize ayırım yapılıyor, ikinci sınıf muamelesi görüyoruz diye düşünemezler mi?
Amacımız DKAB öğretmenlerinin görgü-göresekleri artsın, bilgi alışverişi yapmalarını sağlamak denirse diğer branşların buna ihtiyacı yok mu?
Hikmetinden sual olunmaz, emir de demiri keser. Dilediğinizi yapın. DKAB öğretmenleri de yapılan planlamayı yerine getirir. Ama yaptığınızın makul bir açıklaması olsun.
Sahi, DKAB öğretmenlerine seminer dönemlerinde iyilik mi yapılıyor/ kötülük mü? Seçin beğenin, karar sizin. 05.09.2017
Emeklilik İstenmesi Gereken Bir Şey midir?
Ah bir göreve başlasam, ah bir emekli olsam der dururuz çoğu zaman. Son emeklilik düzenlemesiyle birlikte bir de yaş vurmuşsa "Üç yıl vurdu, beş yıl vurdu, yaşa takıldım." pişmanlığını yaşarız. Çevremizde emekliliği hak ettiği halde emekli olmayı düşünmeyenleri görünce "Keşke bana vursaydı bu. Ben bir gün durmazdım" deriz.
Emeklilik gelir çatar bir gün. Emekliliği hayal edenlerin çoğu emekliliği telaffuz etmemeye başlarlar. Hatta daha da çalışmak için çabalarlar. "Ne zaman emekli olacaksın" diyenlere de bozuk çalmaya başlarlar. Çünkü ayakları yere basmaya başlamıştır. Emekli olunca maaşı iyice düşecek. Bu durumda aldığı kendine bile zor yeter. Çocuk var okuyan, daha baş göz edilecek, önünde işi yok. Daha fazla para lazım. Hasılı emeklilik askıya alınır böylece.
Emekli olan olursa, yapacak işi ve meşgalesi yoksa kendini boşlukta hissetmeye başlıyor, ikinci iş arayışına giriyor. hem madden sıkıntıya giriyor, hem de yalnızlaşıp yalnızlara oynamaya başlıyor. Kendini durmadan dinleyip duruyor, ya evinde ya da çarşıda sürekli uğradığı bir yerde.
Emeklilik yaşında yaş ve çalıştığı hizmet yılına göre halihazırda bir kademe varsa da sanırım 2030'dan itibaren göreve başlayanlar 65 yaşında emekli olabilecekler. Kimi mezarda emeklilik olarak kabul etse de, bu yaşa kadar insan nasıl çalışır dese de Türkiye'de emeklilik halihazırda bu şekilde.
İnsanlar niçin emekli olmak isterler, ya da emeklilik nedir, insanlar emekli olması gerekiyor mu? Sorduğum sorulara mutlaka farklı cevap verecekler vardır. Burada kanaatimi arz etmek istiyorum. Kişinin sağlığı ve verimi devam ettiği müddetçe çalışmasından yanayım, yaşı kaç olursa olsun. Devlet veya özel sektörde çalışan kişilerden başka emekliliği düşünen var mı? Kendi işini yapan nice kimse resmen emekli olmasına rağmen hala işinin başında çalışmaya devam ediyor. Emekli olduğu halde başka bir alanda çalışmaya devam eden insanımızın sayısı da az değildir.
Verimli olduğu, sağlığı elverişli olduğu müddetçe emekliliği düşünmemek lazım diye düşünüyorum. Nerede emekli olan birini görsem emekli olduğuna, olacağına bin pişman olmuş gördüm. Emeklilikle beraber yalnızlaşan kişi aynı zamanda işe yaramıyorum diye düşünmeye başlıyor. Bir meşgalesi de yoksa yatsın ağlasın, kalksın ağlasın artık. İşleyen demir ışıldar misali insanımız çalışabildiği, gücünün yettiği kadar çalışmasında fayda vardır. Çünkü çalışmayan vücut tökezlemeye başlıyor. 05/09/2017
Bu Hareket Kimin Emrinde?
Sürekli kendi kurduğu televizyonlarda arzı endam eden bir kişi var. Hem siyasetçi, hem tarikat lideri, hem iş adamı, hem de medya patronu. Dergi, gazete ve televizyonları var. Kendisi Yüksek İslam Enstitüsünü bitirmiş. Yüksek lisans ve doktorasını Türkî Cumhuriyetlerinden birinde yapmış, kullandığı Prof'luk unvanının aslı astarı olmadığı konusunda görsel ve yazılı basında zaman zaman haber konusu olur.
ABD menşeli Amerikan Biyografi Enstitüsü tarafından sekiz defa ödül verilen bu kişi kurduğu siyasi parti ile her seçime de katılır. Vaatlerine hiçbir siyasi yetişemez. Uçuk-kaçık vaatlerine rağmen girdiği her seçimde binde dokuz oydan fazla oy alamamasına rağmen her seçime de katılır.
Kurban Bayramı öncesi 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla kendi televizyonunda canlı yayımlanan bir programları gözüme çarptı. Program baştan sonra siyasal İslam'ı eleştirme üzerine kurulmuş, siyasal İslam'ın temsilcisi olarak bilinen Necmettin Erbakan'ı yerden yere vuruyorlardı. Erbakan'a partisini kimlerin kurdurduğunu anlattı durdu kendisine hukukçu diyen biri. Birkaç tane de kariyer yapmış, Prof'luk unvanı almış konuşmacı vardı. Baştan sonra iş gelip dayanıyor kendi liderlerini övmeye. Erbakan, Özal, Erdoğan kim varsa hepsi nasibini aldı bu konuşmada.
Övgüyü hak edenlerin başında Atatürk vardı. Bir de kendisi. Dinlediğim bölümde liderlerini yere göğe sığdıramadı önünde unvanı yazılı olan kişiler. Vıcık vıcık yağ çektiler durmadan.
İş adamı, sanayici, medya patronu, ilahiyatçı, tarikat lideri ve bir siyasi partinin başkanlığını yapan bu zat 2015 yılında yaptığı bir açıklamada Atatürk'ün 'seyyit' olduğunu iddia etmiş, onun soyunu Hasan ve Hüseyin'e dayandırmıştır.
Edindiği serveti nasıl elde etti, ailesi mi çok zengindi, birileri tarafından maddi olarak destekleniyor mu bilmiyorum. Uçuk-kaçık fikirlerine ve sataştığı kesime bakarak bu adamı kim besliyor, kimin emrinde, amacı nedir diye düşünmeden edemiyorum.
Sahi bu adamı, sayısı fazla olmayan bu camiayı tanıdınız ise gerçekten bu adamın amacı nedir? Kime hizmet ediyor? Biliyorsanız beni sevindirirsiniz. 05/09/2017
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)