23 Ağustos 2017 Çarşamba

İstifa Müessesesi Bizde Niçin Nadiren İşler?

Belli bir makamda görev yapanlar durduk yerde zevkine istifa etmezler. Deruhte ettiği görevi ya yapamamıştır, ya yıpranmıştır/yıpratılmıştır, ya hata veya yanlış yapmıştır. Bu hata kendisinden kaynaklandığı gibi kurumunda çalışanlardan biri tarafından da işlenmiş olabilir.

Böyle durumlarda özür ve ardından istifa etmek erdemli ve bir o kadar da onurlu bir harekettir, çünkü hatayı kabul etmiştir.  Çoğu kişi hatasını kabullenip özür dilemez. Zira özür çoğu kimseye zor gelir. Küçümsenecek bir davranış değildir. İcra ettiği makamdan feragat etmektir, koltuğu kendisinin boşaltmasıdır, “kazanılmış hakkım zayi olacak” dememektir, koltuğa yapışıp kalmamaktır. Tek taraflı bu istifa müessesesini işletenler gücünü makamdan değil, makamına güç veren kalite ve kalifiye kişilerdir.

Ülkemizde ve Doğu toplumlarında bu tek taraflı müessese pek işlemez ve işletilmez. Gelen kurumunu yerlerde süründürse, hata üstüne hata yapsa bile aklına gelmeyen tek şey, kendisinin istifa etmesi gerektiğidir. Rezil ve rüsva olsa da, toplumda bir itibarı kalmasa da kafalar kuma gömülür ve yola devam edilir. Çünkü kerameti kendinden menkul bilir, kendini vazgeçilmez Hint kumaşı gibi görür. İstifa ederse kurumun daha da kötüye gideceğine, kaçıp gitme gibi değerlendirileceğine, itibar kaybedeceğine, kendisini inandırdığı gibi etrafını da inandırmaya çalışır. Halbuki istifalar  kişiye itibar kazandırır. Çünkü yönetim mekanizmasının en üstüne çıkmış birinin makamından ayrılması “Parada, pulda, makam ve mevkide gözüm yoktur, hata yaparsam tüm bunları terk ederek bedelini öderim. Ne beni getirenleri ne de kendimi yıpratırım, ben anamdan yönetici olarak doğmadım” demesidir.

Türkiye’de pek görülmez dedim bu istifa müessesesi. Bireysel istifalar olur, sayısı da bir elin parmaklarını geçmez. Demirbaş gibidir bu ülkede yöneticilik. Attın mı kapağı, ancak emeklilik ve ölüm ayırır bizi oradan. Bu durum kamu kurumlarında böyle olduğu gibi siyasette de böyledir. Girdiği sayısız seçimlerde istenilen başarıyı gösteremeyen, partisini iktidara taşıyamayan parti liderleriyle doludur bu ülke. STK’larımız da böyle, cemaat ve tarikatlarımız da. “Ben partimi ileriye taşıyamadım” deyip ayrılmayı düşünen olsa bile yanındaki bazı kişiler onu bu düşüncesinden vazgeçirir bu ülkede. Günümüzde hala MHP Genel Başkanlığını yürüten Devlet Bahçeli, 2002 seçimlerinde partisi baraj altında kalınca ‘Partimi genel kongreye götürüp bir daha aday olmayacağım’ dedikten sonra yanından birileri, alttan girip üstten çıkarak Sayın Bahçeli’yi bu düşüncesinden vazgeçirdiler.

Sayıları az olsa da istifa edenlerin bazılarını buradan zikredelim: SHP Genel Başkanı Erdal İnönü kendiliğinden siyaseti bıraktı. Halbuki bizde siyasete girenin cenazesi TBMM’den kalkar genelde.  Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Ali Bardakoğlu ve Mehmet Görmez istifa ve emeklilik yolunu seçerek makamlarını bırakanlardandır. Son olarak istifa mekanizmasını işleten bir kişi daha var: ÖSYM Başkanı Ömer DEMİR. Yerleştirmede kurumun yaptığı hatadan dolayı istifasını verdi. Soyadım Demir, ben buraya demir attım demedi. Bastı istifasını, çekip gitti. Üstelik özür de diledi.

İnsan hata yapar, yöneticilerimiz de hata yapabilir. Çünkü insandır. Hatalar hiçten doğar, ama hatalar hiç değildir. Bedeli özür ve istifadır. Allah sayılarını artırsın. 23/08/2017

Ensest İlişkilerde Sicilimiz Nasıl?

29/03/2016 tarihinde Büyükşehir Belediyesine ait Zindankale Otoparkı bünyesinde bulunan salonda ÖĞ-DER tarafından düzenlenen bir etkinliğe katılmıştım.

Dört konuşmacıdan üç tanesi yurt dışından gelen misafirlerdi. Kulaklık marifetiyle kendilerini dinleme imkanı buldum.

Misafirlerden bir tanesi, sonradan Müslüman olmuş bir İngiliz gazeteci idi. Nasıl Müslüman olduğunu bir güzel anlattı.

Daha sonradan İngiliz eski başbakanlarından Tony Blair’in baldızı olduğunu öğrendiğim bu gazeteci Lauren BOOTH hanımefendiye soru faslında, “İngiltere’de Türkiye nasıl tanınıyor” diye bir soru soruldu. Verdiği cevap fazla uzun değildi: “Türkiye İngiltere’de iki yönüyle tanınıyor, biri ensest ilişkiler, diğeri -sanırım- kadına şiddet (veya taciz idi). Buranın imajı bizim oralarda maalesef bu şekilde ” demişti. Abartmış, zaten bize karşı ön yargılılar bu İngilizler dedim içimden.

Program bittikten sonra evimin yolunu tuttum, ilk önce fazlaca duymadığım ensest kelimesine baktım. “Aile içi yasak ilişki” diyor TDK kısaca. “Ensest, genellikle bir erkeğin cinsel ilişki yönünden yasaklanmış olan kızı, kız kardeşi, ablası, üvey kız kardeşi, kız yeğeni, teyzesi veya annesi ile cinsel ilişkide bulunmasıdır. Bu davranış şekli çoğu ülkede yasaklanmıştır. Kadın rıza gösterse bile ensest olgusu savunulamaz. Türk Medeni Kanunu’nun 92. maddesine göre, anne, baba, dayı, amca, teyze, hala ve kardeşlerle evlenme yasak olduğu gibi serbest aşk da bir sapıklık sayılmaktadır.” (www.saglikhastalik.com)
*
15/08/2017 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşesinde Ayşe Arman, “Beni öz annem sattı” başlıklı bir yazı kaleme alarak şimdi 18 yaşında olan kızla yaptığı röportajını köşesine taşıdı. Kız, röportajında “6. sınıfa giderken alkole ve sigaraya alıştırdılar. Beni kendi istediklerini yapmaya zorladılar. Kaçmak istiyordum, deniyordum, her seferinde eve iade ediliyordum. 14 yaşında, çok özür dilerim, regl olduğumu öğrenince, evde bayram havası esti. Annem, “Kadınlığa ilk adımını atıyorsun!” dedi. Çok erkekle yaşamın ne kadar güzel olduğunu anlattı. Başka başka erkeklerle birlikte olmanın ve bu yoldan para kazanmanın hem kolay hem de iyi olduğunu söyledi.” şeklinde açıklama yaparak ailesinin kendisini ve teyzesini defalarca başkalarına sattığını, intihar ettiğini, ama kurtarıldığını, kaçtığını, fakat tekrar yakalandığını, halihazırda devlete ait bir sığınma evinde kaldığını…” anlatıyor.
*
16/08/2017 günkü Hürriyet gazetesindeki köşesinde Ertuğrul ÖZKÖK, eşlerin birbirini aldatma oranını veriyor: “Cinsel Sağlık Enstitüsü verilerine göre Türk erkeklerinin yüzde 58’i karısını, kadınların yüzde 40’ı kocalarını aldatıyor. Bu rakam 2000’li yıllarda erkeklerde yüzde 25, kadınlarda ise yüzde 11 civarında iken dünyadaki ve Türkiye’deki seviyesi de birbirine çok yakındı. Şimdi dünyada da Türkiye’de de yükseliyor. Ve size şunu söyleyeyim. Türkiye, eşini veya partnerini aldatma oranı konusunda dünyanın en yüksek oranlı ülkeleri arasında yer alıyor.”
*
23/08/2017 günü ise www.gazeteoku.com sitesinde, İğrençliğin böylesi… Öz yeğeni çıktı! Magazin dünyası çalkalanıyor” başlıklı bir haber yer aldı. İçeriğini okuduğum zaman ’14 yıldır evli olan bir sunucunun Bodrum’da bir tekne içinde öz abisinin evli kızı yani yeğeniyle ilişkileri çekilmiş fotoğrafları yansımış objektiflere.’
*
Yukarıda örneklerini verdiğim yazılar yalanlanmadı maalesef. Hali pürmelalimizi daha fazla anlatmaya gerek var mı? Ebeveynin çocuğunu satması var bizde, eşlerin birbirini aldatması var bizde, baba yarısı amca ile yeğenin alenen görüntülenen yasak aşk ilişkisi var bizde. Kadın ve çocuk taciz olayları vakayiadiyeden oldu, söylemeye gerek yok zaten. Ben yazarken utandım, bu utanmazların arsızlığını. Umarım bu kötü örnekler fazla değildir ülkemizde. Ki bir tanesine bile tahammülümüz olmaz. Bunlar gün yüzüne çıkanlar. Ya bir de çıkmayanları hesaba katarsak, çöktüğümüzün, battığımızın ve kokuştuğumuzun göstergesidir bunlar. Bu haberleri okuyunca Mart 2016’da konuşmasını dinlediğim İngiliz gazetecinin “İngilizlerin bizi ne şekilde tanıdığına” verdiği cevap aklıma geldi. Eğer biz böyleysek İngilizlere falan kızmaya hakkımız yok. Zira adamlar bizi iyi test etmişler. İçimizdeki uçkur beyinlilerin yaptıkları sapıklıklar onların zihinlerine kazınmış iyice. Onların bu algısını değiştirmesi için öncelikle bizim düzelmemiz lazım.

Bu tiplerin dinleri, imanları, insanlıkları, ahlakları varsa yoksa uçkurları olmuş. Bu tip lanetliler iflah olmazlar. Ne yapıp ne edilecekse ne bedel ödenecekse bu toplumsal sorunları yok etme azmimiz olması lazım. Yoksa gidişatımız hayra alamet değil. Böyle giderse ne aile kavramımız kalır ne de insanlığımız. Tedbir almazsak, beyni, kafası, aklı, fikri ve zikri uçkuruna bağlı bu tiplerden daha çok çekeceğimiz var. Herhalde Lut Kavmi bunlar kadar alçalmamıştır.

Artık “O ne karışır, bu ne karışır, bu benim hayatım” özgürlük havariliklerini bir tarafa bırakıp aramızda bir denetim mekanizması oluşturmamız lazım. Bu tipler aramızda hiçbir şey olmamış gibi gezip dolaşacaklarsa, yüzümüze sırıtmaya devam edeceklerse, bunlar yokluğa mahkum edilmeyecekse, devlet bu tür sapıklıklara gün görmedik cezalar vermeyecekse devlet de biz de bunun hesabını zor veririz hem bu dünyada hem de ahirette.

Yazıklar olsun, uçkuru beynine bağlı olanlara! Yazıklar olsun, onlara hiçbir şey yapamayan bizlere! 23/08/2017

22 Ağustos 2017 Salı

Memur Zammına Bir de Bu Açıdan Bakalım! *

Hükümet ile kamu çalışanları adına  21 gündür süren toplu sözleşme görüşmeleri sona erdi. Hükümetin teklif ettiği zam oranları memurlar nezdinde pek makbul görmedi. Verilen zam oranları eleştirilebilir. Bundan doğal olanı da yoktur. Zira kamu adına iş yapanlar eleştirilmeyi de kabul etmiş olurlar.

Hükümeti ve memurları temsilen toplu sözleşmeye katılan yetkilileri eleştirelim eleştirmesine. Fakat sınırları zorlamamak gerek diye düşünüyorum. Yapılacak eleştirilerin seviyesini korumak lazım. Eleştiri yaparken  ülkenin şartlarını, yetkili konfederasyonun yaptırım gücünü de hesaba katmak lazım. Toplu sözleşmede patron devlettir, o ne söylerse o olur, ötesi de mümkün değildir. Yetkili konfederasyonun elinde ne var? Grev-lokavt hakkı var mı? Hayır. 21 gün içerisinde hükümetin teklif ettiğini kabul etti etti. Yoksa Kamu Hakem Kuruluna gidiyor. Daha önce olmadı mı bu? Oldu. Hafızaları yoklayım bir. Uzlaşı çıkmayınca Kamu Hakem Kurulu, hükümetin verdiğinden daha aşağıda bir zam oranını onaylamıştı hatırlarsanız.

2 yıl sonra seçim üstüne seçim yapacak olan hükümet seçim ekonomisi uygulamak yerine enflasyonla mücadele yolunu seçti. Enflasyonla mücadele eden hiçbir hükümet memuruna fazlasını vermez. Mevcut hükümet geldiği andan itibaren ne zaman fazla zam oranını telaffuz etti? Hiçbir zaman. Doğru ya da yanlış planladığı bütçe çerçevesinde hareket ediyor. Kamu çalışanlarının hoşuna gitmese de durum bu. Ülkeyi değil de seçimi düşünse hükümet fırsat bu fırsat deyip pekala memurların beklentisi zammı verebilirdi. Ama vermedi. Ne bu gün, ne  dün, ne de yarın.

Sosyal medyada yapılan yorumlara şöyle bir göz attım. Hem hükümete, hem de yetkili sendikaya vuran vurana. Yetkili konfederasyonun üyeleri de bu kervana katılmış, vuruyor da vuruyor. Kime? Bağlı bulunduğu sendikanın yöneticilerine. Biraz insaf demek lazım. Hangi sendika başkanı bu durumdan memnun olur? Hangi başkan memurlara yüksek zammı talep etmez? Sonra yetkili konfederasyonun yapabileceği bir şey var mı? Haydi diyelim ki masaya yumruğunu vurdu, masayı terk etti. Sonuç? Sonucu daha önce gördük. Öyleyse hükümet ve yetkili sendikayı eleştirirken ülkenin zam politikasını, herkesin yetki ve güç alanlarını hesaba katalım. Ondan sonra ne diyeceksek diyelim.

Bence zammı eleştirmekten ziyade toplu görüşme mantığını masaya yatırmak lazım. Üyelerin sendika aidatının devlet tarafından verildiği bir ülkede sendikaların ağırlığı olmaz. Kendi cebinden bağlı olduğu sendikaya para vermeyen üyenin ağırlığı olmaz. Hükümetlere paralel olarak büyüyen veya küçülen sendikaların ağırlığı olmaz. Grev ve lokavt hakkı olmayan sendikaların ağırlığı olmaz. Bunları konuşalım önce. Bunları değiştirmeye çalışalım, yoksa iki yıl sonra yapılacak toplu görüşme/sözleşme yine bundan farklı olmayacaktır. Hükümetler ve yetkili konfederasyon değişse de durum aynı olur. Yetkin ve ağırlığın kadar yer yakarsın. Gerisi lafı güzaftır. 22/08/2017


* 23/08/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


21 Ağustos 2017 Pazartesi

Vazifesi Sanki!

Bugün TEOG ikinci nakil başvurusunda bulunmak üzere bir tanıdığım evime geldi, tercihte yardımcı olmam için. Bir üst Anadolu İHL'ye gitmek istiyordu. Güvenlik numarasını kaybettiği için çocuğu yeniden alması için okuluna gönderdim. İlk gittiğinde okulunda sorumlu bir idareci bulamadığı için bekleyip bekleyip geri geldi. İkinci gidişinde nihayet tercihte kullanılacak güvenlik numarasını alabilmiş. Okuldan çıkarken sene içerisinde dersine giren bir öğretmen lafa tutmuş kendisini.

Konya'da orta seviyede bir Anadolu İHL'yi kazanan öğrencisini sanayinin içerisinde bir meslek lisesine gitmesi için epey bir dil dökmüş: "Dediğim meslek lisesine gidersen okul para veriyor, servis, yemek bedava, yatacak yeri var. Bir meslek öğreniyorsun, iş garantili. Okulu bitirir bitirmez patronlar hemen iş veriyor, yarın çok zengin olursun, paran çok olunca bizi falan beğenmezsin, babana söyle orayı tercih edin. Bu öneriyi sadece sana değil, tüm gördüğüm arkadaşlarına söylüyorum" diyor.

Çocuk geldi bana bunu anlattı. Sordum kendisine, o öğretmeninin branşı ne diye. Meslek dersleri, Siyer dersimize girdi, dedi. Bu adam okulda idareci mi, dedim. Hayır dedi. Pekiyi bu adam sene içerisinde size ders işledi mi dedim. "Kağıt dağıtır, bulmaca çözerdik. Mescide götürür, biz güreşir, o bizi seyrederdi, dedi. Dedim içimden öğretmenliğimin 25.yılını bitirdim, tecrübeliyim, her şeyi öğrendim. Ama görüyorum ki bu meslektaşımdan öğreneceğim çok şey var. Keşke beraber çalışsaydım onunla. Ondan gördükçe üzüm üzüme baka baka kararır misali ben de, peygamber zamanında mescitte güreş tutulur der, öğrencilerimi güreştirirdim devamlı mescitte. Hem çene patlatıp yorulmaz, onları seyrederken seyir zevkim gelişirdi. Demek ki bahtım açık değilmiş böyle ufku geniş birisiyle aynı ortamda çalışmak.

Tüm liseler bizimdir, hiçbir liseyi diğerinden ayırmam. Kendi çocuklarım dahil bana görüşümü soran herkese okul tiplerinin avantaj ve dezavantajlarını söyleyerek rehberlik yapmaya çalıştım, dilimin döndüğü kadarıyla hâlâ anlatmaya çalışıyorum. Tercih ve kararı veli ve öğrenciye bırakırım.

Yanında velisi olmayan ve kendisine kanaati sorulmamış bu adam kim? Bu vazifeyi, bu yetkiyi nereden buluyor? Daha ortaokulu yeni bitirmiş, rüştünü ispatlamamış bir çocuğun kafasını nasıl karıştırır böyle? Bu adam bildiğim kadarıyla tercihlerde falan görevli değil. Haydi okulunu ziyarete geldi diyelim. Ne karışır bu işlere? Haydi karıştı diyelim. Zaten İHL'yi tercih edip kazanmış bir çocuğa başka bir okul türünü tavsiye etmesine ne demeli? Vazifesi sanki. Bunu yapan adam bir ilahiyatçı. Üstelik şehrin en gözde İHO okulunda çalışıyor. İHO'yu okuduktan sonra okuduğu okulun devamı olan bir liseyi kazanan çocuğu ayartma yetkisini nereden alıyor? Ya da kim veriyor ona bu yetkiyi. Üstelik tek öğrenciye değil, tüm gelenlere böyle tavsiye ediyormuş. Hani çocuk çok düşük puan alır, herhangi bir yeri kazanamaz veya açık liseye gitmek ister de en azından bir meslek sahibi olsun diye öneride bulunsa gam yemeyeceğim. Ki bu ülkenin zenaat öğrenecek nesle ihtiyacı vardır. Bir ülkenin geleceğidir buralar. Vasıflı elemanın yetişeceği yerlerdir. Türkiye'nin kanayan bir yarasıdır bu konu. Ama şimdi konum ve derdim bu değil.

Anladım ki bu okulların en büyük düşmanı içlerindeki bazı ilahiyatçılar. Hiç dışarıda düşman aramaya falan gerek yok. Bu okulların başka düşmana da ihtiyacı yok, böyleleri yeter de artar bile. Umarım her okulumuzda yoktur böyleleri.

Dersinde öğrencilerine dersi bırakıp güreş öğreten, sosyal mı sosyal, bir o kadar da öğrencilerine meccanen rehberlik yapan bu öğretmenimize sahip olmak isteyen yöneticilerimiz varsa çok üzülmeyin. Öğretmenimizin hizmet puanı yaşına göre çok yüksekmiş. Sizin yapacağınız böyle bir değere iltifat edip okulunuza nakil istetmek. Zira marifet iltifata tabidir. İyi değerlendirirseniz okulunuzdan güreş takımı bile çıkarır, rehber öğretmeniniz yoksa çocuklara rehberlik de yapar. Yeter ki siz çalıştırmasını bilin. Zira at sahibine göre kişner...Alın tepe tepe kullanın... Üstelik dini duyarlılığı da yüksek. Öğrenciyi dövmek istediği zaman çocuğa ellerini yanaklarına koymasını söyler, elinin üzerine vururmuş. Niçin böyle yaptırıyorsunuz diyen öğrencilerine "Yüze vurmak haram da ondan" diyormuş. 21.08.2017

Evdeki çamaşır makinesi ne işe yarar?

Yan taraftaki fiş kuru temizleme bedeli. 1 pardesü, 1 kaban ve 2 ceket. Hediyesi 97 TL. Nakit verirsen 90 lira. İçinizden para mı bu, sudan ucuz diyebilirsiniz. Ucuz mu, pahalı mı? Anlayışınız ve bakış açınıza göre değişir.

Eskiden beri var olan kuru temizlemecilik günümüzde daha öne çıkan bir sektör haline geldi. Çünkü giyim adına beğenip aldığımız ne varsa hemen hemen hepsi kuru temizlemelik. Ceket, palto, pantolon ne varsa hepsi kirlendikten sonra kuru temizlemeciye gidiyor. Son yıllarda giyim üzerine ne alırsan "Makinede yıkanmaz, kuru temizlemeye götürün" uyarısı var. Evde yıkanmak üzere kala kala iç çamaşırı, çorap, kazak ve fanila kalıyor. Biz her şeyi kuru temizlemeye götüreceğiz de evlerde beyaz eşya olarak çamaşır makinelerini niçin kalabalık ederiz? Kalkmaz, inmez, ağır mı ağır makinelerin ne işi var evlerde? Niye o kadar para bağladık o zaman? Niçin 5 kg olan çamaşır yıkama kapasitesini artırarak 8 kiloya çıkardık?

Ben giyim üzerine çalışsam, mağazamın yanına bir kuru temizleme  açar, ürettiğim elbiseyi tek şartla bedava verir, kuru temizlemeye bana getireceksiniz derim. Paraya da para demem.

Akıl havsalam almıyor bu gidişata. Dünyanın parasını vererek elbise alıyorsun. İş elbise almakla kalmıyor, kirlenince yine masraf. Aldığın elbise, sonra her temizleme bedelini düşündüğün zaman üzerimizdeki elbiseler kaça mâl oluyor? Yemeğimizi dışarıdan yiyor, elbisemizi dışarıya yıkatıyoruz, o zaman bu evleri niçin kullanıyoruz? Giderekten evleri sadece otel olarak kullanacağız. Aslında eskisi gibi alacaksın eline tokurcağı. Yıkayacaksın elinde. Hem ucuz, hem maliyetsiz, hem de vücudu çalıştırmış oluruz. Ama millet tefe koyar kişiyi bu asırda. Hanım evi terk eder, bu adam çağdışı kalmış diye.

Aldığımız nefesin bedava olmasına şükredelim en iyisi biz. Bunun dışında her şey para. Yaşarsan... 21.08.2017

Evlilikte bir nebze huzur arayanlara...

Bunun için bir arayış içerisine girmenize, Amerikan kıtasını yeniden keşfe gerek yok. Tek yapacağınız şey, eşinizin istediklerini almak, onun dediklerini yapmak. İster pahalı, ister ucuz, ister gerekli, ister gereksiz, ister imkânın olsun veya olmasın, ister gönüllü, ister gönülsüz ne istiyorsa alacaksınız. Başka da kurtuluşunuz yok zaten. Huzur ve mutluluğunuzun tek kaynağı budur. Hatta eşinizin almak istediklerini önceden kestirip eşiniz demeden gider alır gelir veya eşinize teklif ederseniz bu, aliyyül âlâ olur. Eve huzur ve mutluluk gelmekle beraber eşinize göre siz çok düşünceli, çok anlayışlı, kadının ruhundan anlayan, ince düşünceli biri olur çıkarsınız.

Olması gereken de bu zaten. Yoksa hayatınız zindan olur, akşam eve gelip içeceğiniz bir bardak çay burnunuzdan gelir. Değer mi üç-beş kuruş gidecek para için aile saadetinizi bozmaya. Zaten biz onların mutluluğu için yaşıyoruz, yaşamak zorundayız. Başka da ne amacımız olabilir ki? Senin imkânın varmış, yokmuş, eve gerekli veya değil önemli değil bu. Ev-araba mi istiyor? Alacaksın. Halı, perde demode mi oldu? Değiştireceksin. İmkanın yoksa yaratacaksın, gerekirse borçlanacaksın, hatta kredi çekmeyi bile düşün. Sen "Ben bu borcu nasıl öderim" diye kara kara düşünürken onun istediğine ulaşması sonucu gözlerinin içinin gülüvermesi yeter.

Yok, ben ayağımı yorganıma göre uzatırım, boyumdan büyük işlere kalkışmam, iki ayağımı bir pabuca girdirmem, her şey zamanla" der, "Ben başka erkekler gibi eşimin isteklerine boyun eğmem" diyerek burnunun dikine gidersen kırarsın, dökersin, ufalarsın. Evde ne huzur kalır, ne de mutluluk. Üstüne üstlük anlayışsız biri olur çıkarsın. Sonra sen eşinin isteklerini yerine getirmeyeceksin de ne diye evlendin o zaman? Çocuk oyuncağı mı evlilik? Burası gönül eğlendirme yeri değil. Ayakların yere bassın artık. Sen hangi çağ, hangi devirde yaşıyorsun böyle? Ne demiş atalarımız: "Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy" diye. O hesap! Eşin sana uymuyorsa sen eşine uy. Üç günlük dünyada ağzının tadını kaçırma. Daha bunlar senin iyi günlerin. Keşke sadece her isteneni almakla kalsaydın, daha ne isterdin?

Yine huzur ve mutluluğun için eşin için önemli olan günleri de unutma. Belirli gün ve haftalardan bahsetmiyorum sana. Eşinle ilk tanıştığın günü, ilk istemeye gittiğin günü, yüzük taktığın günü, nişan, nikah ve düğün gününü, onun doğum gününü, anne ve babasının doğum gününü, sevgililer gününü, anneler gününü, kadınlar gününü, emekçi gününü, çocuklarının doğum gününü... evliliğinin yıldönümlerini hiç mi hiç unutma. Bugünleri küçümseme, sakın atlama, kesenin ağzını aç. Hediyelerin en güzelini al, gezilecek ve görülecek yerlerin en güzel yerlerine götür.

Yapılması gereken her şeyi yaptıktan sonra görevimi yaptım diye kenara çekilme. Bir köle ne için yaşar? Efendisini memnun etmek için. Sen de bu kadının işi falan deme. Mutfak-çamaşır vs işlerde hep ona yardım et. İşin birini bitirince diğer işi yap, pervane gibi dön etrafında. Yetti artık deme. O senin anne ve babana, akrabalarına iyi davranmasa da sen saygıda hiç kusur etme. Onları en güzel şekilde ağırla.

Tüm bu yaptıklarının karşılığında elinden ve ailesinden pek bir şey bekleme. Eğer hepsini yapmışsan evde oturacağın  bir yer olur, daha fazlasını da bekleme. Zira senin onca yaptığın denizdeki bir katre misalidir. Madem hamama girdin, terleyeceksin artık. Burası, bu müessese ağlama, sızlanma yeri değildir; evlilik müessesesidir. İstersen yapacaksın, hatta seve seve. Yoksa sen bilirsin... 21.08.2017

20 Ağustos 2017 Pazar

Sırplar mı Öğretmenimiz Olsun, yoksa Aliya mı? *

Kamuya eleman alımında bu ülkede herkes liyakat, emanet ve ehliyetten dem vurur. Nedense bir türlü bu ilkeye riayet edemedik. Çünkü geçmişten günümüze alımlarda genelde ahbap-çavuş ilişkisi yürütülmüştür bu ülkede. Bir kesim gülmüş, diğer kesim mağdur olmuştur. Bir sonraki dönemlerde mağdurların yüzü gülmüş, diğer kesim mağdurlara oynamıştır. Herkesin şikayet ettiği bu durum düzelmedi gitti. Zira tarafların hiçbiri bu konuda samimi değildir.

Dün emanet, ehliyet ve liyakattan bahsedenler tokmağı eline geçirince yaptığı ilk iş muhalefette iken savunduğu güzel değerlerden vazgeçmek ve eleştirdiklerini yapmak şeklinde evrilir. Yani kadrolaşmaya çalışır. Kadrolaşır da. Çünkü suyun başına geçme sırası ondadır. Bir zamanların egemenleri "Emanet ve ehliyete riayet etmiyorsunuz? Kadrolaşıyorsunuz" derse vereceği cevap: "Efendim! Dün siz de kadrolaşıyordunuz" demek olur.

Sorulan soruda suçlama vardır, verilen cevapta da savunma. Sorulan soru doğru olduğu gibi verilen cevap da doğrudur. Çünkü bu ülkede gömleğin düğmesi ilk baştan yanlış iliklenmiştir. Her gelen ilk düğmenin yerini değiştirmek yerine altına iliklemeye devam eder. Bu, hep böyle geldi, böyle devam ediyor. Biri, "Ben adaleti tesis edeceğim, ehliyet ve liyakata göre kamuya yerleştirme yapacağım" dese bu sefer ona destek verenler, "Şimdi sırası mı, daha dün onlar kadrolaşıyorlarken kadrolaşma iyiydi de şimdi mi kötü? Dün hep biz mağdur olduk" şeklinde cevap vererek hışmını gösterir. Sonunda suyun başını tutan teslim olur ve yavaştan yavaşa kadrolaşma başlar, bakar ki iyi de oluyor, sonra hız kesmeden devam eder yoluna.

Birçok alanda olduğu gibi Türkiye'nin bu konuda da sicili bozuktur. İktidara kimin geldiği, iktidarda kimin olduğu önemli değildir. Al birini, vur ötekine. Bu konuda kimse masum değildir. En adilim diyenin bile yanına 'eûzü' ile yaklaşmak gerek. Zira bu işin mektebi yoktur ama herkesin bu işi öğrendiği bir öğretmeni vardır. Hepsi birbirinin iyi bir kopyasıdır, işi kılıfına uyduran bir taklitçisidir. Bu konuda sadece iktidarları suçlamak yanlış olur. Zira biri kadrolaşma yapmak isterken diğeri de buna teşne olur. Nasıl ki rüşvette alan ve veren taraf varsa burada da kadrolaştıran ve kadrolaşan var. Taraflardan biri "Böyle bir şeyi duymamış olayım" derse bu işler gerçekleşmez.

Burada amacım, ehliyet ve liyakatten yoksun bir şekilde kadrolaşanları savunmak, meşru ve makul görmek değildir. Benimkisi sadece bir tespittir. Bu, ne zaman düzelir? Kim, yanlış iliklenen gömleğin ilk düğmesini düzeltirse...ben, benden öncekileri taklit etmeyeceğim, zira onlar benim hocam değildir derse...vicdanının sesine kulak verirse...kadrolaşmaya ilk önce o iktidarı destekleyenler karşı çıkarsa...işte o zaman düzelir.

"Böyle gelmiş böyle gider; onlar yaptı, biz de yapacağız/yapıyoruz, bugün biz yapmazsak yarın onlar yaparlar..." diyenlere bilge adam Aliya İzzetbegoviç'in sözüyle cevap vererek yazımı nihayete erdirmek istiyorum:

"Sırplarla savaşırken bir komutan Aliya’ya gelir ve şöyle der: 'Efendim Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz etti. Çocuklarımızı öldürdü. Köylerimizi yaktı. Şimdi biz de Sırpların bir köyünü kuşatma altına aldık. Biz de onlara bize yaptıklarının benzerini yapacağız.'

Aliya şöyle cevap verir: 'Onlar gibi davranamayız. Çünkü onlar bizim öğretmenimiz değildir.(Levent Gültekin)

Gelin bu ülkede her birimiz Aliya'yı (Allah ondan razı olsun) öğretmenimiz kabul edelim, Sırplar'ı değil. 20.08.2017


* 13/09/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.