Ana içeriğe atla

Sırplar mı Öğretmenimiz Olsun, yoksa Aliya mı? *

Kamuya eleman alımında bu ülkede herkes liyakat, emanet ve ehliyetten dem vurur. Nedense bir türlü bu ilkeye riayet edemedik. Çünkü geçmişten günümüze alımlarda genelde ahbap-çavuş ilişkisi yürütülmüştür bu ülkede. Bir kesim gülmüş, diğer kesim mağdur olmuştur. Bir sonraki dönemlerde mağdurların yüzü gülmüş, diğer kesim mağdurlara oynamıştır. Herkesin şikayet ettiği bu durum düzelmedi gitti. Zira tarafların hiçbiri bu konuda samimi değildir.

Dün emanet, ehliyet ve liyakattan bahsedenler tokmağı eline geçirince yaptığı ilk iş muhalefette iken savunduğu güzel değerlerden vazgeçmek ve eleştirdiklerini yapmak şeklinde evrilir. Yani kadrolaşmaya çalışır. Kadrolaşır da. Çünkü suyun başına geçme sırası ondadır. Bir zamanların egemenleri "Emanet ve ehliyete riayet etmiyorsunuz? Kadrolaşıyorsunuz" derse vereceği cevap: "Efendim! Dün siz de kadrolaşıyordunuz" demek olur.

Sorulan soruda suçlama vardır, verilen cevapta da savunma. Sorulan soru doğru olduğu gibi verilen cevap da doğrudur. Çünkü bu ülkede gömleğin düğmesi ilk baştan yanlış iliklenmiştir. Her gelen ilk düğmenin yerini değiştirmek yerine altına iliklemeye devam eder. Bu, hep böyle geldi, böyle devam ediyor. Biri, "Ben adaleti tesis edeceğim, ehliyet ve liyakata göre kamuya yerleştirme yapacağım" dese bu sefer ona destek verenler, "Şimdi sırası mı, daha dün onlar kadrolaşıyorlarken kadrolaşma iyiydi de şimdi mi kötü? Dün hep biz mağdur olduk" şeklinde cevap vererek hışmını gösterir. Sonunda suyun başını tutan teslim olur ve yavaştan yavaşa kadrolaşma başlar, bakar ki iyi de oluyor, sonra hız kesmeden devam eder yoluna.

Birçok alanda olduğu gibi Türkiye'nin bu konuda da sicili bozuktur. İktidara kimin geldiği, iktidarda kimin olduğu önemli değildir. Al birini, vur ötekine. Bu konuda kimse masum değildir. En adilim diyenin bile yanına 'eûzü' ile yaklaşmak gerek. Zira bu işin mektebi yoktur ama herkesin bu işi öğrendiği bir öğretmeni vardır. Hepsi birbirinin iyi bir kopyasıdır, işi kılıfına uyduran bir taklitçisidir. Bu konuda sadece iktidarları suçlamak yanlış olur. Zira biri kadrolaşma yapmak isterken diğeri de buna teşne olur. Nasıl ki rüşvette alan ve veren taraf varsa burada da kadrolaştıran ve kadrolaşan var. Taraflardan biri "Böyle bir şeyi duymamış olayım" derse bu işler gerçekleşmez.

Burada amacım, ehliyet ve liyakatten yoksun bir şekilde kadrolaşanları savunmak, meşru ve makul görmek değildir. Benimkisi sadece bir tespittir. Bu, ne zaman düzelir? Kim, yanlış iliklenen gömleğin ilk düğmesini düzeltirse...ben, benden öncekileri taklit etmeyeceğim, zira onlar benim hocam değildir derse...vicdanının sesine kulak verirse...kadrolaşmaya ilk önce o iktidarı destekleyenler karşı çıkarsa...işte o zaman düzelir.

"Böyle gelmiş böyle gider; onlar yaptı, biz de yapacağız/yapıyoruz, bugün biz yapmazsak yarın onlar yaparlar..." diyenlere bilge adam Aliya İzzetbegoviç'in sözüyle cevap vererek yazımı nihayete erdirmek istiyorum:

"Sırplarla savaşırken bir komutan Aliya’ya gelir ve şöyle der: 'Efendim Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz etti. Çocuklarımızı öldürdü. Köylerimizi yaktı. Şimdi biz de Sırpların bir köyünü kuşatma altına aldık. Biz de onlara bize yaptıklarının benzerini yapacağız.'

Aliya şöyle cevap verir: 'Onlar gibi davranamayız. Çünkü onlar bizim öğretmenimiz değildir.(Levent Gültekin)

Gelin bu ülkede her birimiz Aliya'yı (Allah ondan razı olsun) öğretmenimiz kabul edelim, Sırplar'ı değil. 20.08.2017


* 13/09/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde